Duyuru
Daraltma
Henüz duyuru yok.
ŞİA'DA İÇTİHAD'IN ANLAMI
Daraltma
X
-
Caferi Mezhebine Yönelik İftiralara Cevaplar
Şia’da İçtihadın Anlamı
Murtaza TURABİ
Bismillahirrahmanirrahim
Şia’da İçtihadın Anlamı
Giriş: İçtihadın Şia Mektebinin Bekasındaki Rolü
Dünyada onlarca mektep ve mezhep kurulmuş ve bir süre sonra bekasını sağlayacak etkenlere sahip olmadığı için yok olmaya mahkûm olmuştur. Tarih sayfalarına onlardan sadece kuru bir isim yansımıştır.
Ehl-i Beyt mektebinin bunca düşmanlarına rağmen bekası, Yüce Allah’ın yenilmez iradesinin ve kesin vaadinin gereğidir. Ancak bu irade gaybi yardımların yanı sıra zahir sebeplere de dayanır. Nitekim İmam Cafer Sadık (a.s.) bir rivayette: “Allah işleri mutlaka kendi sebepleri yoluyla cereyan ettirir.”[1] diye buyurmaktadır. Bu yüzden, bu mektebin bekası onu kalıcılığını sağlayan etkenlere sahip olduğunu gösterir.
Ehl-i Beyt mektebi, diğer mezheplerde olduğu gibi zalim güçlerin yanında yer alıp onların güçlerine verdiği destek karşılığında onlar tarafından korunmamıştır. Bu mektebin önderleri olan Ehl-i Beyt’in İmamları’nın hayatlarında da belli olduğu gibi egemen, zalim güçlerin yanında yer almadıkları görülür. Bu yüzden zalimler tarafından sürekli çeşitli baskılara maruz kalmışlardır. Diğer yandan bu mezhep hiçbir toplumsal mesajı olmayan inzivacı mistik bir hareket olarak da kendisini tanıtmamıştır. Bu yüzden bu mektebin bekasını sağlayan etkenler başka şeylerde aranmalıdır. Bu mektebi araştıran herkesin itiraf ettiği üzere mektebin bekasını sağlayan etkenlerin başında şunlar gelir:
1. Diri İmam’a inanmak:
Hz. Mehdi (a.f.) ’nin diri olduğuna inanarak onun zuhuru umuduyla yaşamak,
2. Hz. İmam Hüseyin (a.s) ’ın yasını tutma merasimleri:
Kerbela vakıasını anarak hisleri coşturan ve insanları akide yolunda en çetin fedakârlıklara hazırlayan önemli bir unsura sahip oluşu,
3. Dini merciilik inancı ve içtihat kapısının açık oluşu:
Bu mektebe bağlı olan kimselerin manevi olarak diri bir mercie bağlı oluşu, çobansız bir sürü misali başsız olmayışı ve diri bir müçtehide taklidi öngördüğü için zamanın değişken şartları karşısında mektep çerçevesinde çözümler sunabilmesi,
4. Humus:
Humus sayesinde dini merkezlerinin mali yönden devletlerden bağımsız oluşu,
5. Takiyye:
Şia takiyyeye inandığı için zor şartlarda takiyye siperiyle kendisini zalimlerden koruması,
6. Mantık ve akla önem vermesi:
Akıl ve mantığa önem verdiği için kelami ve felsefi tartışmalarda diğer mekteplerden üstünlüğünü ortaya koyması.
Ehl-i Beyt mektebine mahsus olan bu önemli unsurların bozulması, sarsılması veya saptırılması mutlak surette onun bekasını sağlayan etkenlerin yok olmasına sebep olur. Bu yüzden düşmanlar yukarıdaki unsurları hedef alıyor ve onları yıkmaya veya tahrife uğratmaya çalışıyor.
Günümüzde düşmanların bu kurum ve ilkelere karşı geniş kapsamlı mücadeleler başlattıkları da bu yüzdendir.
Örneğin Vahhabiler tarafından Şia’ya karşı yayınlanan kitaplarda özellikle bu unsur ve kurumlar hedef alınmaktadır. Hac döneminde de hacılar arasında Şia’yı hedef alan çeşitli dillerdeki yazılı ve sözlü propagandalarında bu esas ve etkenleri hedef aldıkları bilenen bir siyasettir.[2]
Kendi şeytani egemenliğini korumak isteyen ABD, İsrail ve diğer şeytani güçler de Ehl-i Beyt mektebinde bu unsurları hedef almışlardır. Bu hususta CIA’nın meşhur eski ajanlarından olan Michael Brant’ın “A Plan to Divide and Destroy the Theology” eserindeki röportajı ilgi çekicidir.[3]
Sözcüğün Birliği Muhtevanın Aynı Olduğuna Delil Olmaz
Bazen farklı muhtevalar aynı sözcüklerle ifade edilir. Bunun sebebi ise onların görünümde aynı oluşudur. Örneğin “kitap” sözcüğü Kur’an’a da bir hadis kitabına da bir roman kitabına da denir. Hatta din aleyhine yazılmış bir kitaba da yine kitap denir. Oysa bunlar muhteva açısından tamamen farklıdırlar. Veya bir bakıra da metal denir, altına da metal denir; bir muma da çırağ denir, güneşe de çırağ denir. Bunların aynı ismi taşımaları onların muhteva olarak bir olduklarına delil sayılmaz.
Buna göre Ehl-i Sünnet’te çoğu kez kıyas ve istihsan gibi yollara başvurarak şeri hükümleri anlamak olan içtihat, Şia’da Ehl-i Beyt’in muteber bildiği delillere dayalı olarak hükümleri anlamaya çalışmakla aynı adı taşısa da bunların muhteva açısından aynı olduklarına delil teşkil etmez.
Şia’da İçtihadın Anlamı Nedir?
Şia’nın büyük fakihleri içtihadı şöyle tarif etmişlerdir:
Şia’nın büyük fakihlerinden olan Şeyh Behauddin Amuli:
“Şer’i hükümleri delillerinden çıkarma gücüne bilfiil veya fiiliyata yakın olarak sahip olma yeteneğidir.”[4]
Sahib-i Kevanin Mirza-i Kummi: “İçtihat delilleri ve delillerin hallerini bilen kişinin şer’i hükmü delillerinden çıkarma yolunda çaba harcamasına denir.”[5]
Ayetullah Hoi:
Şer’i hükme hüccet (muteber delil) ikame etmektir.
“Sahib-i Vafiye: Şer’i hükümleri tercih noktasında alimin kaynaklara nazar etmesidir.”[6]
Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür; ancak önemli olan bu tariflerde içtihadın gelişi güzel görüşlere dayanmadığının, şer’i hükümleri anlamada muteber delillere dayanmak anlamına geldiğinin vurgulanmasıdır. Hangi delillerin Ehl-i Beyt nazarında muteber olup olmadığı ise usul-i fıkıh ilminde araştırılan bir konudur. Bir fakih muteber delil nedir konusunda diğer bir fakihle farklı bir görüşe sahip olabilir; ancak hiçbir fakih ister usuli olsun ister ahbari “bizim hükümleri muteber delillere dayandırmaya ihtiyacımız yoktur,” demesi mümkün değildir. Çünkü bu dinin yıkılması anlamındadır. Ehl-i Sünnet’te İçtihadın
Manası Nedir?
İlk dönem Ehl-i Sünnet fakihlerinden olan İbn-i Hacip:
“İçtihat şer’i hüküm hakkında zan elde etmek yolunda çaba göstermektir.”[7]
Meşhur Ehl-i Sünnet alimi Amudi İhkamu’l Ehkam edli eserinde şöyle diyor
“İçtihat, şer’i hükümler hakkında artık insanın fazlasını yapmaktan aciz olacağı şekilde zan elde etme çabasına denir.”[8]
Eserleri günümüzde Ehl-i Sünnet nezdinde en çok müracaat edilen kaynaklardan sayılan Şatibi de içtihadı şöyle tarif etmektedir:
“İçtihat hüküm hakkında ilim veya zan elde etmek çabasıdır.”[9]
Ehl-i Sünnet’teki İçtihatla Şia’daki İçtihad’ın Temel Farkı
Ehl-i sünnetteki meşhur dört mezhebin imamları şer’i hükmü anlamakta “kıyas”ı kesin bir şeri delil olarak kabul ederler.
El-Cizani, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Nezdinde Usul-i Fıkıh Öğretisi” adlı eserinde şöyle diyor:
“Ehl-i Sünnet şer’an muteber delillerin dört delil olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunlar: kitap, sünnet, icma ve kıyastır.”[10]
Şafii mezhebinin kurucusu olan Muhammed b. İdris Şafii de şöyle diyor:
“İnsana bilgi veren yön sadece Kur’an’da veya sünnette ya da icmada ya da kıyasta yer alan bilgilerdir.”[11]
Sonra Şafii içtihatta kıyasın önemine özel bir vurgu yaparak şöyle diyor:
“Kıyas nedir acaba içtihat mıdır yoksa içtihatla kıyas farklı şeyler midir? diye bir soru yöneltseniz. Derim ki bu ikisi aynı şeyin adıdır.”[12]
İçtihadı kıyastan daha kapsamlı bilen Ehl-i sünnet alimleri de kıyasın içtihadın temel bir unsuru olduğuna vurgu yapmışlardır.
Çünkü onlara göre muteber oluşunda ihtilaf olan deliller istishap, kavlu’s-Sahabi, önceki şeriatlar, istihsan, mesalih-i murseledir. Yani bu delillerden bazılarını bir mezhep kabul eder; ama diğer bir mezhep kabul etmez. Örneğin; Hanefiler istihsanı kabul ederken Şafii son görüşünde istihsanı kabul etmez veya Malikiler mesalih-i murseleyei kabul ederken diğer mezhepler bu delili kabul etmezler.
Ama Şia’ya gelince kesin bir görüş olarak kıyası reddettiği gibi Ehl-i Sünnetin delil olduğunda ihtilaf ettiği diğer delilleri de muteber bilmez.[13]
Kısacası, Ehl-i Sünnet’te içtihat şer’i hükümleri kıyas vb. yöntemlerle elde etmek temeli üzere kuruludur. Şia ise kıyas yöntemini kullanmayı kesinlikle reddetmektedirler. Ne geçmişte ne de günümüzde kıyasa başvurmayı meşru bilen hiçbir Şia fakihi ister usuli olsun ister ahbari mevcut değildir.
Başka bir ifadeyle Ehl-i Sünnet’te içtihadın tarifinde yer aldığı üzere bir hükme zan elde etmek denirken bu zannın kaynağı genelde kıyas, istihsan, sahabilerin görüşü vb. yöntemlerdir. Oysa Ehl-i Beyt mektebi bu yöntemlerin hiçbirini kabul etmez ve geçersiz bilir. Deliller zan ifade etsin veya etmesin fark etmez. Şia’da önemli olan o delilin muteber oluşunun Ehl-i Beyt tarafından kabul edilmesidir. Buna göre içtihadı tarif ederken onu “şer’i hüküm hakkında zan elde etmek olarak” tarif eden Şia fakihlerinin zandan maksatları Ehl-i Beyt İmamlarından muteber olduğuna dair kesin delil olan haber-i vahit[14] gibi zanlardadır, çünkü onların kendisi kıyas ve istihsan gibi zanların hüccet olmadığını açıkça belirtmişlerdir. Örneğin Allame Hilli, Nihaetu’l-Vusul kitabında veya Sahib-i Mualim Mealimu’l usul kitabında içtihadı “şer’i hüküm hakkında zan elde etmek olarak”[15] tarif etmişlerdir; ama bunların kendisi aynı kitapta kıyas istihsan vb. yöntemlerin batıl olduğunu genişçe ve delilleriyle açıklamışlardır. Hatta Allame Hilli adı geçen kitabının bir cildinden fazlasını kıyas, istihsan mezhebu’s-Sahabi (sahabilerin görüşleri) mesalih-i mürselenin geçersiz ve batıl olduğunu açıklamaya tahsis etmiştir. Allame Vahit Behbehani el-Fevaidu’l-Hairiyye adlı eserinde Abarilerin bazı tariflerde zan kelimesinin geçmesinden dolayı içtihadı reddettiklerine işaretle şöyle diyor:
“Tarifte geçen zan sözü onların bu hükümlerine kaynak olmuş; oysa bu kayıttan maksat şer’an muteber olan zandır başka zanlar değildir.”[16]
Bu açıklamalardan anlaşıldı ki içtihatta yani şer’i hükümleri delilleriyle ortaya koymadaki Şia ile Ehl-i sünnet arasındaki temel fark buradan kaynaklanır.
Çünkü onlar üzerinde ittifak edilen deliller arasında Kitap, Sünnet, İcma’nın yanı sıra Kıyası da sayarlar. Oysa Şia kıyası reddeder.
İcma’nın Şia’daki Yeri
İcmaya gelince Şia fakihlerinin istinat ettiği icma Ehl-i Sünnet’in icma görüşünden temelden farklıdır. Çünkü Ehl-i Sünnet icmayı kendiliğinde bir asl ve ilke bilir. Yani bir dönemdeki alimlerin ittifakını hakkın ölçüsü bilir. Oysa Şia ister usuli ister ahbari olsun asla icmayı kendi başına bir asl ve ilke bilmez. İcmayi hüccet bilen usul alimleri gerekli şartlarıyla onu bir ilke değil ilkeyi yani masumun sözünü gösteren bir çırağ bilirler. Yani Şia ulemasının nazarında icma sırat-ı mustkim değil sırat-ı mustakımi gösteren bir çırağdır. İcmanın çırağ oluşunu bir örnekle açıklayalım:
Bir askeri karargâh, orada yüksek rütbeli bir amir ve onun emri altında bulunan yüz subayın bulunduğunu düşünün. Yıllar yılı bu subaylar o komutanla haşır neşir olmuş ve onun emirlerini can-i gönülden yerine getirmişlerdir. Bu karargâha yeni gelen herhangi bir kimse o yüksek komutanın emirlerini öğrenmek istiyor. Orada bulunan subayların hepsi o komutanın emrinin falan konuda şu şekilde olduğunu söyler veya onun falan sözünün anlamı şudur derler. Ama bu yeni gelen adam onları reddeder, kendi kafasına göre bir yöntem üzere komutanın emrinin farklı şey olduğuna karar verir ve hareket ederse onun bu tutumu doğru kabul edilir mi? Eğer bu kişi kendi kafasına göre hareket eder ve sonradan yanlış olduğu ortaya çıkarsa mazur görülür mü?
Elbette o mazur görülmez ve sen bildiğin halde karşı gelmişsin denir. Niye çünkü komutana yakın kimseler onun fikirlerini daha iyi bilirler ve onların hepsi onun görüşünü sana söylediler ama sen kabul etmedin, yani bilerek karşı geldin, denir.
İcma, Ehl-i Beyt’in zuhur dönemine yakın yüksek fakihlerinin, ki onların Ehl-i Beyt bağlılığında bütün ömürlerini onların ilimlerini, sözlerini ve emirlerini araştırmakla geçirdiklerinde takva ve sadakatlarinde en küçük bir şüphemiz bile yoktur, hepsi bu konuda İmam’ın görüşü budur demeleri aynen bir karargâhta bulunan subayların tümünün amirin görüşü budur demelerine benzer. Kuşkusuz bu durumda onları reddetmek bilerek amirin emrini çiğnemektir başka bir şey değil.
Veya başbakanla sürekli birlikte olan bakanların, başbakan yardımcılarının ve müşavirlerin hepsinin falan konuda başbakanın görüşü şudur demelerine rağmen, uzak bir ilçede örneğin kaymakam olan ve başbakanla hiçbir özel yakınlığı bulunmayan bir kişinin siz yanılıyorsunuz onun görüşü farklı şekildedir diyerek başbakan adına bir icraatta bulunursa acaba o bilerek karşı gelmek konumuna girmez mi?
Şia’nın fıkıh tarihinde, Masum İmamların dönemine yakın olan zamanlardan eserleri elimize geçmiş yaklaşık altmış yüksek fakihimiz vardır. Bunlar kendi dönemlerindeki konumları aynen Hz. Selman’ın Hz. Ali (a.s.)’ye konumu gibiydi. Yani tam bir takva ve bilinçle Masum İmamların emirlerini öğrenip yerine getirmeye azimliydiler. Bunlar bir konuda toplanıp karar alma yöntemi ile değil her birisi bulunduğu ilmi merkezde araştırarak İmam’ın görüşünün şu konuda A şeklinde olduğunu söylemiş, diğeri de yine araştırarak İmam’ın görüşünün o konuda A şeklinde olduğunu söylemiş, üçüncüsü de yine müstakil olarak araştırarak İmam’ın o konudaki görüşünün A şeklinde olduğunu söylemiştir. Böylece bu takva, adalet ve ilimde en yüksek derecede olan fakihlerin hepsinin İmam’ın görüşünün A şeklinde olduğunu söylediklerini bildikten sonra, acaba bu mektebe yeni katılan bir kimse “Hayır, siz bilmiyorsunuz, İmam’ın görüşü B şeklindedir.” diyerek onların açıklamalarını görmezlikten gelmesi doğru sayılabilir mi? Acaba onun bu tutumu, bilerek İmam’ın emrini ihlal konumuna girmez mi? Başka bir ifadeyle elindeki çırağı atıp karanlıkta yürümeyi tercih etmek kabilinden sayılmaz mı?
İşte icma bu açıklanan şartlarda oluşursa kendi başına bir ilke olduğu için değil masumun sözünü ve emrini göstermesi açısından hüccet ve muteber bir delil sayılır.
İçmayı hüccet bilen usul alimlerinin hiçbiri onu, Ehl-i Sünnet’te olduğu gibi kendi başına bir ilke saymamışlardır. Sadece belirli şartlarda Masumun sözünü ve emrini gösterdiği için muteber bilmişlerdir. Elbette bu özellikteki bir icmanın oluşması zor olduğu için genelde icmanın delil bilindiği yerler fıkıhta çok sınırlı tutulmuştur.
Ahbarilerin büyüklerinden olan Muhaddis Bahrani usuli ve ahbari fakihlerin arasındaki tartışmaların gerçekte lafzi ve yüzeysel olduğunu açıklarken şöyle der:
“İcma konusuna gelince müçtehitler (usuliler) kendi usul kitaplarında icmayi delillerden biri olarak zikretmelerine ve fıkıh kitaplarında da bunu açıklamaktadırlar. Buna rağmen bu usul âlimlerinin araştırma makamında böyle bir icmanın varlığında münakaşa ettiklerini görmekteyiz. Öyle ki icmanın fıkıhta bir etkisi kalmamıştır. Bu sahada delilleriyle hükümleri inceleyen usul âlimlerine ait Muhakkik’in “Al-Mutaber”, Şehid-i Sani’nin “el-Mesalik”, Amili’nin “el-Medarik”, Şehid-i Evvel’in “ez-Zikra”, Sebzevari’nin “ez-Zahire” ve diğer usuliler tarafından yazılan kitaplara bakmak yeterlidir.”[17]
Şia’daki İçtihadın Farklı Olduğunu Açıklayan Fakihler
Şia’nın önde gelen usuli fakihlerinden olan Muhakkik Hilli: “İçtihat fakihlerin yanında şer'i hükümleri çıkarmak yolunda çaba sarf etmektir.” dedikten sonra şöyle bir eleştiri yöneltmiştir: “Buna göre Kur'an ve hadislerin zahirinden anlaşılmayan fikri görüşleri ile şer'i hükümleri elde etmek içtihat sayılmalıdır. İster o delil kıyas olsun ister kıyas dışında bir delil olsun. Bu ise kıyasın da içtihadın kısımlarına girmesine sebep olur ve İmamiye'nin de içtihat ehlinden sayılması gerekir denirse bu söze cevabımız şöyledir: “Bizde içtihat ehliyiz derken kıyasın da içtihada girdiği düşünülebilir. Oysa biz kıyası olmayan bir içtihat ehliyiz.”
Açıktır ki muhakkik kıyası olmayan içtihat derken kıyas ve kıyas konumunda olan istihsan, mesalih-i mursele ve kavl-i sahabi gibi her yöntemi kastediyor; çünkü istihsan, mesalih-i mursele ve kavl-i sahabi gibi yöntemler kıyastan daha aşağı mertebededir. Kıyası reddeden bir kimse bu yöntemleri de mutlak surette reddetmektedir. Hatta kıyası kabul eden Ehl-i Sünnet âlimlerinden birçoğu bile bu yöntemleri reddederler.
Ayetullah Hoi:
“Ehl-i Sünnet ve Şia'dan bir grubun ifadelerinde içtihat şer'i hükme zan elde etmek yolunda çaba harcamak olarak tarif edilmiştir. Bu tarif yanlıştır. Çünkü muteber olduğuna dair kesin bir delil olmayan bir zanna amel etmek caiz değildir. Bir delilin muteber olduğuna kesin delil olursa o zaman onun zan ifade edip etmemesinin bir önemi kalmaz (yani zan ifade etmese de hüccet sayılır). Yukarıdaki tarif Ehl-i Sünnet’in ilkeleriyle uyumludur. Çünkü onlar istihsan, istikra, kıyas vb. delillerle amel etmeyi gerekli bilirler. Belki de bu tür tarif ahbarilerin içtihadın caiz olmasını yadırgamalarına sebep olmuştur ve bu yüzden içtihadı haram ve bid'at bilmişlerdir. Bu tür içtihada (istihsan, kıyas vb. delillere dayalı içtihada) amel etmek zaten haramdır.”[18]
Şia’daki anlamıyla usulu fıkh ve içtihadın tedvinini üstlenen ve bu yüzden Şia’daki içtihadın kurucularından sayılan Şeyh Mufid, ve Şeyh Tusi'nin de açık şekilde içtihadi reddetmeleri bu tür içtihada yöneliktir.
Şeyh Mufid “En Nekzu Ela İbni’l-Cünyed fi İçtihadı’r-rey” kitabını kıyasa dayalı içtihadı reddetmek konusunda yazmıştır.
Şeyh Mufid'in meşhur talebesi olan Şeyh Tusi de Şia içtihat yöntemi üzerine yazdığı “Uddetu’l-usul” kitabında şöyle diyor: “Kıyas ve içtihat bizim yanımızda delil sayılmazlar. Bunları şeriatta kullanmak caiz değildir.”[19]
Şeyh Tusi’nin içtihat kelimesinden maksadı istihsan gibi Ehl-i Beyt mektebinin kabul etmediği yöntemlerdir. Çünkü onun kendisi, doğru anlamdaki içtihat yani kesin deliller dayalı içtihadın ilk tedvin edenlerinden biri sayılır.
Sözün özeti: Ehl-i Sünnet’te olan kıyası, istihsanı ve diğer yöntemleri içeren içtihat Şia fakihleri tarafından kesinlikle reddedilmiştir. Ancak Ehl-i Beyt tarafından muteber kabul edilen yöntemler üzere kurulu içtihat (yani şeri hükümleri delillendirme) kesinlikle meşrudur ve bunun meşruluğu ve gerekliliği konusunda Şia fakihleri arasında ister usuli olsun ister ahabari bir görüş farklılığı söz konusu değildir.
Ahbari alimler ile usuli alimler arasındaki görüş farklılığı sadece bazı yöntemlerin muteber kabul edilip edilmediği hususundadır.[20] Yoksa şeri hükümlerin delillendirilmesi gerektiğinde yani içtihad meşru olduğunda ve bu içtihatta muteber olmayan yöntemlere başvurma caiz olmadığında aralarında herhangi bir görüş farklılığı yoktur.
İçtihadı Gerekli Kılan Amiller Nelerdir?
Genel manada içtihadı gerekli kılan amiller şunlardan ibarettir:
1- Birbiriyle Çelişen Hadislerin Varlığı
Hadis kaynaklarımızı toplayan büyük fakihler beş bine aşkın birbiriyle çelişen hadislerin varlığını vurgulamışlardır.[21] Bu hadisler bizim temel hadis kaynaklarımızda El-Kafi'de, Tehzib'de, El-Fakihte, İstibsar’da ve diğer kitaplarda da bulunmaktadır. Hadislerdeki bu çelişkinin kaynağı nedir sorusu şimdilik bizim konumuz dışındadır; ama kısaca işaret etmek gerekir ki takiyyeyi gerektiren zor ortamlar, gulat gibi fırkaların doğru hadislerin içerisine yanlış sözleri katma çabaları ve benzeri sebepler bu durumu meydana getirmiştir. Elbette buna benzer durum, farklı sebeplerden dolayı Ehl-i Sünnet hadisleri için de söz konusudur.[22]
Böylece bizim ahkâmla ilgili hadislerimizin yaklaşık beşte biri bu sorunla karşı karşıyadır. Şer'i hükümleri delillendirmede mutlaka bu tür hadislerden muteber olanı olmayanından Ehl-i Beyt tarafından belirlenen bazı ölçüler çerçevesinde ayırt edilmelidir. Bu yöntemlere vakıf olmak ve bunları işletmek yüksek bir ilmi yetenek ve gücü gerektirir ve şer'i hükümleri dellillendirmek olduğu için içtihadın bir kısmı sayılır. Bu tür içtihat Ehl-i Beyt (a.s) zamanında da vardı ve bunun ölçülerini ve yöntemlerini Ehl-i Beyt kendi dönemlerinde yaşayan fakihlere öğretmişlerdir.[23]
2- Ortaya Çıkan Yeni ve Acil Meselelere Cevap Vermek
Ehl-i Beytin döneminde de her bölgede karşılaşılan acil meseleler için başvurulan kimseler İmamların hadislerine hakkınca vakıf olan ve karşılaşılan meseleleri onlardan öğrendikleri ilkeler çerçevesinde cevaplayabilen fakihler idi. Çünkü İmamlar bu görevi fakih olan ashap ve talebelerinin üzerine bırakmıştı ve “Bize düşen ilkeleri ortaya koymaktır size düşen ise onları dallara ayırmaktır.”[24] Özellikle gaybet döneminde bu konu daha büyük bir zaruret kazanır. Bugün yaygın olan ve risalelerde geçen fıkhı meselelerin sayısını yaklaşık üç bin olarak düşünürsek bu meselelerin iki katınca yeni mesele bu son yüz yılda ortaya çıkmıştır. Örneğin ekonomide şirketler, bankalar, sigorta, hava parası, tescilli patent satımı, telif hakkı, uluslararası ticaret, borsa, çek ve itibari paralar (dirhem ve dinarın yerine günümüzde kullanılan paralar), belediyelerin verdiği hizmetler ve imtiyazların hükmü, trafik düzenlemeleri, çeşitli vergiler, gümrük, milli piyango, spor ve turizm sektörü, yap işlet devret gibi yeni anlaşma türleri, garanti vb. tıp alanında organ nakli, suni döllenme, beyin ölümü, kiralık rahim, cinsiyet değişimi, estetik ameliyatlar, canlıların genetiğine müdahale, kopyalama, otopsi, ötenazi, ilaçlar ve diğer maddelerdeki alkol vb. konular iletişim alanında internet, sanal ticaret, telefon, radyo-televizyon, sinema, tiyatro bunların kullanım alanları, kadınların fotoğraf ve filmlerdeki görüntüleri, hava yolculukları, kutuplarda veya uzayda yaşama, optik aletlerle ayın tespiti, sigara veya uyuşturucu madde kullanmak gibi yüzlerce konu şer'i deliller çerçevesinde hükmü belirlenmesi gereken konuların bir kısmıdır.
Örneğin sigara içmek konusunu ele alalım. Bu konu bir yandan Ehl-i Beyt’ten gelen “Haram olduğu belli oluncaya kadar her şey helaldır.” ilkesi, diğer yandan “Şüpheli konulardan sakınmak helak olmaktan daha iyidir.” ilkesi diğer bir yandan “İster kendine olsun ister topluma olsun zarar vermek İslam’da yoktur (caiz değildir).” ilkesi, öte yandan “Küçük dünyevi zararların helal olduğuna dair kesin siret (soğuk almak tehlikesi olsa da evden dışarı çıkmanın caiz olduğu misalinde olduğu gibi).” ilkesi gibi çeşitli ilkeler çerçevelerinde incelenmesi gereken bir konudur.
Görüldüğü gibi bir konu hakkında hepsi de Ehl-i Beyt’ten gelen ve hadislere dayalı değişik ilkeler söz konusu olabilir. Son ilkede görüldüğü gibi bu ilkelerin her birinin kayıtları ve istisnaları vardır. Bu istisnalar kesin deliller çerçevesinde araştırılmalıdır.
Sonra sigara ile ilgili diğer konular söz konusudur. Örneğin sigara ticareti, sigara üretimi, alışkanlık olmadan sigara içmek, siniri kontrol etmek için sigara içmek, başka kimselerin bulunduğu kapalı yerlerde sigara içmek, annelerin sigara içmesi, sigara ve oruç vb. konular.
İçtihat, her yeni konuyla ilgili olarak başvurulması gereken bütün ilkeleri delilleriyle inceledikten sonra bir konunun hangi ilkenin kapsamına girdiğini ortaya koymaya denir. Böylece yeni çıkan bir konu hakkında bir hüküm verilir. Veya hangi ilke kapsamına girdiği tespit edilemezse o zaman ihtiyat veya beraat gibi genel kaideler çerçevesinde ikinci mertebedeki hükmü belirlenir. Bir konunun hangi ilkelerin kapsamına girdiğini bilmek için ameli konularla ilgili yaklaşık otuz bin hadisi hakkında senetleri ve birbirleriyle olan nispetleri dâhil olmak üzere geniş ve derin bir bilgiye sahip olmak gerekir. Yani tıpkı yüksek bir makine mühendisinin bir makinedeki bütün parçaları hakkınca bildiği gibi teferruatıyla bu hadisleri bilmesi gerekir.
Son dönemin en meşhur müçtehitlerinden biri ve günümüzdeki birçok müçtehidin üstadı Ayetullah Hoi’nin 33 ciltlik içtihadi fıkıh külliyatına bakacak olursanız onun fikhi konularla alakalı yaklaşık otuz bin hadisi üstte işaret edilen titizlikle muhteva ve senet açısından tek tek incelemeye tabi tuttuğunu görürsünüz. Bu Ayetullah Hoi’ye mahsus değil ondan önce fıkıh külliyatı yazan her fakih aynı işi görmüştür. Örneğin, Sahib-i Cevahir, 43 ciltlik “Cevahiru’l-Kelam” kitabı, Seeyid Muhammed Amili 23 ciltlik, “Miftahu’l-Kerame” kitabı ve Sahib-i Riyaz, 16 ciltlik “Riyazu’l-Ahkam” kitabı, Molla Mehdi Neraki 19 ciltlik “Mustendu’ş-Şia” adlı eseri Şehid-i Sani, on ciltlik “Er-Ravzatu’l-Behiye” kitabı bunun diğer örnekleridir. Aynı şey ahbari alimler tarafından da yapılmıştır. Örneğin, fıkıhta en meşhur ahbari alim Muahddis-i Bahrani bu çabayı 23 ciltlik “El-Hedaiku’n-Nazire” kitabında veya diğer meşhur bir ahbari olan Feyz Kaşani “Mefatihu’ş-Şerai” kitabında yapmıştır. Yanı otuz bine yakın ahkâmla ilgili hadisleri azami bir titizlikle incelemiş, mutlak olanını istisnaları olanları belirledikten sonra bir hükmü delillendirmeye çalışmışlardır. Ahbari ve usuli âlimler Ehl-i Sünnet içtihadında başvurulan kıyas ve istihsan gibi ilkeleri reddetmenin yanı sıra nelerin delil olup olmadığı konusunda birtakım farklı görüşleri olmuştur. Bu ise asla temel konularda değildir.Birtakım teferruattadır.
Ahbarilerin en büyük şahsiyetlerinden biri olan ve ahbarilikte beş önemli şahsiyet sayılacak olursa mutlaka onun da isminin sayılması gereken Muhaddis Bahrani içtihadın gerekliliği hakkında şöyle diyor:
“Kuşkusuz insanlar İmamların (a.s)’ın döneminde onlara müracaat etmekle mükellef idiler ya doğrudan veya vasıtalar aracılığıyla. Bu konuda ister ahbari ister usuli olan bütün âlimlerimiz arasında bir fark yoktur. Ama bizim dönemimiz gibi gaybet dönemlerinde insanlar ya âlimdirler veya mutallim (öğrenendirler) diğer bir ifadeyle ya fakihtirler veya fıkhi alan kimselerdirler üçüncü bir tabirle ya müçtehittirler ya da mukallittirler.
Biz (kitabimizin mukaddimesinde yer alan) dördüncü ‘faide’de Ömer b. Hanzele hadisinin şerhinde hakkınca açıkladık ki başkalarının müracaat etmesi gereken bir kimse ayrıntılı delillere dayanarak şeri hükümleri çıkarma gücüne sahip olan kişidir. Normal halk ve genelin bu hükümleri o delillerden çıkarma gücü yoktur, her araştıran bunu açıkça bilir. Biz bu konuyu da orada tahkik ettik.
Müçtehitlerin vacip bildiği içtihat da şeri delillerinden belirlenen muteber kaidelere istinat ederek hükümleri elde etmek için çaba sarf etmektir. Açıktır ki bu yüce mertebeye ulaşmayan kimselerin görüşlerini ölçü kılmak ve onun fetvasına güvenmek caiz değildir.
Böylece aşikar oldu ki “ahbariler rivayete sarılmayı gerekli bilirler” sözü mutlak anlamda ifade edilmek isteniyorsa yanlıştır. Burada bir ayrım yapmak gerekir. Çünkü halkın genelinin gaybet döneminde rivayete sarılması beyanı gerektirmeyecek derecede apaçık batıl bir sözdür. Nasıl böyle olmasın oysa rivayetlerde mutlak ve kayıtlı olan, mücmel ve müteşabih olan ve birçok hükümlerde birbiriyle uyumsuzluk içinde olan rivayetler söz konusudur. Bu rivayetlerden şer’i hüküm çıkarmak yüce bir ilmi güç ve kutsi bir yetenek ihtiyacı gerektirir.
Normal bir kişi (ami) bunları nasıl bilebilir? Böylece mutlaka bu ilmi güce sahip olan kişiye müracaat etmesi gerekir.”[25]
Sonra o usuli ile ahbari âlimlerin hangi delilleri muteberdir konusundaki ihtilaflarına değiniyor ve bu ihtilafların da lafzi ihtilaf olduğunu açıklıyor. [26]
Bu konulardaki derin ve kapsamlı açıklamasından sonra şöyle diyor:
“Takvalı sahiplerine layık olan, daha sağlam ve güçlü olan şöyle demektir: Şia fırkasının âlimleri - Allah onların derecelerini yüceltsin ve efendilerine kavuştursun - asırlar boyunca kendi Masum İmamlarının yoluna uymuşlardır. O âlimlerimiz yüceliği, keskin bilgileri, herkesçe bilinen asırlar boyunca tevatüre erişmiş takvaları bu sağlam ve doğru yoldan çıkmalarını önlemiştir. Ancak ahbari olsun ya da müçtehit olsun bazıları gaflet yüzünden veya tevehhüm eserinde ya da anlamadaki eksikliği yüzünden bu yoldan bazı meselelerde ayrılmışlarsa bu onları yermeye ve onlara dil uzatmaya sebep olmaz.”
O sözünün başka bir bölümünde ilmi konulardaki farklı görüşlere dil uzatmaya sebep olmaması gerektiğine bir örnek vererek şöyle diyor:
“Ahbarilerin başı olan Saduk (r.a) bazı garip hatta nadir görüşleri kabul etmiştir[27] ki hiçbir ahbari ve müçtehit onun görüşünü kabullenmemiştir. Oysa bu ona ta’n etmeğe ilim ve üstünlüğünü inkâr etmeğe sebep olmamıştır.”[28] Sonuç:
Bu açılamalar sonucu Allah’ın lütfuyla şu konular açıklık kazandı:
1. İçtihadın Ehl-i Sünnetteki anlamı ve yöntemleri, Ehl-i Beyt mektebindeki anlam ve yöntemleriyle tamamen farklıdır.
2. İçtihadı reddetmekle ilgili sözler kıyas ve istihsan, kavl-i sahabi vb. yöntemlere başvuran ve Şia fıkhında olamayan içtihatla ilgilidir.
3. Şeri hükümleri muteber delillerle ortaya koymak anlamındaki içtihat dinin bir zaruretidir ve bu olmaksızın din ve mezhep temelden çöker. Çünkü bu insanların gelişi güzel ve kendi heveslerine göre hüküm vermelerine sebep olur. Bu aynen “tıp olsun ama doktor olmasın, isteyen gidip eczanelerden istediği ilaçları kendi teşhisine göre alarak kullansın” demeye benzer.
Şia’daki doğru anlamıyla içtihadın meşruluğunu ve gerekliliğini hem usuli hem ahbari alimler kabul etmekteler.
4. Usuli ve Ahbari alimler arasındaki nelerin muteber delil olup olmadığındaki ihtilaf zahiri ve yüzeysel bir ihtilaftan ibarettir.
, sigara ve oruçra içmesi, içmeklar söz konusudur örneğin sigara ticareti yapmak, alışkanlık olmadan sigara içmek, sinirli insa
[1] Tureyhi, Mecmeu’l-Bahreyn
[2] Son dönemlerde Vahhabilerin geniş çapta yayınladıkları kitaplardan biri Şia’daki Mehdilik inancını hedef alır. Biz onların bu kitaptaki şüphelerine İmam Mehdi(a.f.) hakikat-i tabnak” (Parlak bir Gerçek İmam Mehdi as) adlı eserimizle cevap verdik. Yine Vahhabilerin Arapça, Farsça ve diğer dillerde yayınladıkları kitaplardan biri لخمس بين الفريضة الشرعية والضريبة المالية (Humus Şer’i bir fariza yoksa bir malı vergi) adı taşımakta bu kitapta Şia’daki Humus Farizası hedef alınmış ve bu hususta şüpheler üretilmeye çalışılmıştır. Şüphelerin ekseni humusun taklit merciilerine verilmesini eleştirmektir. Bu kitaba Ayetullah Cafer Subhani “Al-Hums indeş’Şia” adlı eseriyle cevap vermiştir.
[3]O kısaca bu röportajda şöyle diyor: CIA’de 1983 yapılan bir genişletilmiş bir toplantıda kırk milyon dolarlık bir projeyi karara bağlandı. Bu proje gereğince toplanan veriler Şia’nın güç kaynağının temelinde iki unsur yattığını anladık:
1. Şia’daki Merciilik kurumunu var oluşu,
2. Hz. Hüseyin’i anmak için yas merasimleri, Bu merasimlerde konuşmacılar Hz. Hüseyin’i anlatıyor ve onlarda muhalif güçlere karşı koymak için direniş ve mücadele ruhunu aşılıyor.
Bu yüzden Şia’nın merciilik kurumunu hedef alan kişilere destekler sağlanmalı, içten bu kurum hedef alınmalıdır. İmam Hüseyin’e düzenlenen merasimlerde konuşmacılar ve mersiye okuyanlarda etki yapılmalı, cahil kimselerin etkisiyle bu merasimler yozlaştırılmalı ve topluma zarar veren cahil bir grup tarafından yürütülen bir tarikat merasimine dönüştürülmelidir, demektedir.
[4] Zubdetu'l-Ususl, s. 11
[5] El-Kavanin el-Muhkame, c. 4 s. 235
[6] Fikhu’ş-Şia, s. 27
[7] Subuki, Rafu’l-Hacip c. S. 528 aynı tarifi Taftazani de benimsemiştir.
[8]Bk. Amudi, İhkamu’l-Ehkam,c. 4 s. 218
[9]Bk. El-Muvafakat c.5 s. 51
[10] Muhammed Cizani, Mealim Usuli’l-Fikh İnde Ahli’s-Sünne. 1, s. 68.
[11]Muhammed b. İdris Şafii, El-Umm (Risaletu’ş-Şafii) c. 1 s. 34 yine bk. El-Futuhi, Şerhu Kevkebi’l-Munir.
[12] El-Umm (Risaletu’ş-Şafii) c. 1 s. 477 ve 504
[13] Şia fıkhı yukarıda ismi geçen deliller (istishap, kavlu’s-Sahabi, önceki şeriatlar, istihsan, mesalih-i mursele) arasında Ehl-i Beyt İmamlarından hakkında muteber oluşuna dair onlarca sahih hadis bulunduğu için sadece istishabı muteber bilir. Elbette istishabın kullanılma alanı hakkında teferruatta hem usuliler hem de ahbariler arasında bir takım görüş ayrılığı söz konusudur. Ancak istishabı temelden reddeden hiçbir Şia fakihi günümüze kadar görülmemiştir.
[14] - Haber-i vahit veya haber-i ahat güvenilir olduğu bilenen kişiler vasıtasıyla Ehl-i Beyt’ten bize ulaşan tevatür haddine ulaşmamış hadislere denir. Temel kaynaklarımızda yer alan hadislerimizin büyük çoğunluğu bu şekildedir. Bu hadisler zannı ifade etmelerine rağmen muteberdirler. Tevatür haddine ulaşan hadis ravilerinin çokluğu yüzünden kesin bilgi ifade eden ve yanılma ve yalan konuşma ihtimali olmayan hadislere denir. Örneğin İstanbul şehrini görmemiş olsak bile o şehrin varlığı hakkındaki haberler tevatüre ulaştığında onda hiçbir yanlışlık ihtimali yoktur yani bu kesin bir bilgidir ancak İstanbul’da bir olayın olduğunu güvenilir bir kişi bize bildirse bile onun yanılma ihtimali olduğu için bu haberi vahit sayılır. Haber-i vahit kesin zan ifade etse de onu aktaran kaynak güvenilir olduğu ve haberi bizzat hisse dayandığı taktirde muteber sayılır.
[15] Nihayetu’l-Vusul c. 5 s. 168. Mealimu’din s. 227
[16] El-Fevaidu’l-Hairiye s. 128
[17] El-Hedaiku’n-Nazire, c. 1 s. 168.
[18] Misbahu’l-Usul c. 2 s. 521
[19] Muhammed b. Hasan Tusi, Uddetu’l-usul s. 8
[20] Muteber kabul edilen yöntemler hakkında ki ahbarilerle usulilerin farkı çoğu konularda lafzı bir tartışmadan öteye geçmez. Bunu daha sonra açıklayacağız inşaallah.
[21] Bk. El-Udde, c. 1 s. 138
[22] Bu konuya Hattâbî'nin Abdü'l- Vâris b. Saîd'den rivayet ettiği bir hâdiseyi aktararak son vermek istiyoruz: Abdü'l- Vâris şöyle anlatır: "Mekke'ye gitmiştim. Ebû Hanîfe, İbn Ebî Leylâ ve ibn Şübrüme'yi orada buldum. Ebû Hanîfe'ye, bir şart koşarak mal satmanın hükmünü sordum.O da: “Satış da, şart da bâtıldır.” dedi. Sonra İbn Ebî Leylâ'ya gidip, aynısını ona da sordum. O: “Satış caiz, şart bâtıldır.” karşılığını verdi. Daha sonra da İbn Şübrüme'ye gittim, ona da sordum. O ise: “Şart da satış da caizdir.” dedi. Şaştım, “suphanallah!” dedim. Üçü de Irak fakihi; bir meselede ihtilâf halindeler. Tekrar Ebû Hanîfe'ye gelip olanları anlattım. Ben onların dediklerini bilmem. Amr b. Şu'ayb bana, babası vasıtasıyla dedesinden; Rasûlullah'ın şartlı alışverişten nehyettiğini rivayet etti. Onun için satış da şart da bâtıldır, dedi. İbn Ebî Leylâ'ya gelip, olanları ona da anlattım. O da şu karşılığı verdi: “Onların ne dediklerini bilmem.” Hişâm b. Urve, bana babası vasıtasıyla Aişe'nin şöyle dediğini haber verdi: “Rasûlullah (s.a.a.) bana Berîre'yi satın almamı emretti. Şart koştu bunun üzerine onu azat etti ve "Velâyı ailesi için şart koş" buyurdu. Demek ki satış caiz, şart bâtıldır. Bu sefer de İbn Şübrüme'ye gidip, olanları anlattım. Ötekilerin dediklerini ben bilmem. Bana Mis'ar b. Kedâm, Muhârib b. Dîsâr vasıtasıyla Câbir b. Abdullah'ın şöyle dediğini haber verdi: "Rasûllullah (s.a)'a bir deve sattım. Benim Medine'ye kadar yük yüklememi şart koştum." O halde şart da satış da caizdir, dedi." Bk. Ahbaru’l-Kuzat c. 1 s. 265.
[23] Kuleyni (r.a) Usul-i Kafi’de İmam Ca’fer Sadik’tan şu hadisi nakleder. (Bu hadis Şia Fukahasının geneli tarafında kabul edildiği için makbule diye isimlendirilmiştir.) Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a sordum ki: “ Bizim ashabımızdan iki adam, bir borç veya miras yüzünden tartışırlarsa ve sonunda sultana veya kadılara başvururlarsa, bu onlar için helâl olur mu"?
Buyurdu ki: «Kim hak veya bâtıl için onların hükmüne başvurursa hiç kuşkusuz tağutun hükmüne başvurmuş olur. Bunların verdiği hükme dayanarak bir şeyi almak, kişinin tartışılmaz hakkı da olsa bir haramı almak gibidir. Çünkü kişi, tağutun hükmü sonucu onu almış olur. Oysa Allah, tağutun hükmüne karşı gelip reddedilmesini emretmiştir: "Tağutun hükmüne başvurmak istiyorlar. Hâlbuki onu inkâr etmeleri emredilmişti..." (Nisa, 60)
Dedim: “Peki, aralarında ihtilaf bulunan bu iki arkadaşımız ne yapsınlar?"
Dedi: «O zaman sizden olup da bizim hadislerimizi rivayet etmiş, helâlimizi, haramımızı bilmiş ve verdiğimiz hükümleri tanımış kişiye başvursunlar. Eğer o kişi bir hüküm verirse buna razı olsunlar. "Ben onu sizin başınıza hâkim olarak tayin ettim." Bu kişi bizim verdiğimiz hüküm doğrultusunda hüküm verdiği halde ihtilaflı kişilerden biri onun verdiği hükmü kabul etmezse Allah'ın hükmünü hafife almış ve bizi de reddetmiş sayılır. Bizi reddeden de Allah'ı reddetmiş olur ki, bu da Allah'a ortak koşmak kadar ağır bir suçtur.»Dedim: “ Eğer bu iki adamın her biri, ashabımızdan birisinin hakemliğini istese ve bunların vereceği hükme razı olacaklarını ifade etseler, sonra bunlar da sizin hadislerinizin ihtilafından dolayı farklı hükümler verseler ne yapmak gerekir?
Dedi: «En âdil, en fakih, hadis rivayetinde en doğru ve en muttaki olanının hükmü benimsenir, diğerinin vereceği hükme iltifat edilmez. Dedim: “Şayet bu iki adam bizim arkadaşlar tarafından hoşnutlukla kabul edilen, biri diğerinden üstün tutulmayacak kadar sevilip sayılan kimseler iseler ne yapmak gerek?”
Dedi: «Verdikleri hükmün dayanağı olan ve bizden aktarılan hadise bakılır. Bu hadislerden dostlarımızın üzerinde icma ettikleri rivayet esas alınır ve dostlarımız arasında meşhur olmayan, nadir olan rivayet bir kenara bırakılır. Çünkü üzerinde icma edilen bir şeyde kuşku olmaz. İşler üç kısma ayrılır: Birinin doğruluğu apaçıktır, uyulur. Birinin eğriliği apaçıktır, sakınılır. Biri ise, doğruluğu ve eğriliği belli olmayacak kadar karışık ve içinden çıkılmazdır. Böyle bir olgunun bilgisi Allah Azze ve Celle ve Resulü (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye bırakılır. Resûlullah şöyle buyurmuştur: Helâl de haram da açıktır. Bu ikisinin arasında yer alan şeylerse şüphelidirler. Şüpheli şeyleri terk eden kimse haramlardan kurtulmuş olur. Şüpheli şeylere uyanlar ise haramları işlemek durumunda kalırlar. Bilmedikleri bir yönden helak olup giderler. Dedim: “Şayet iki hakemin verdikleri hükme esas oluşturan rivayetlerin her ikisi de meşhur ve ravileri güvenilir kimselerse ne yapmak gerekir?” Dedi: «Bunlardan hangisi kitaba ve sünnete uygun, ammenin (Sünni çoğunluğun) görüşüne aykırı ise o benimsenir, kitaba ve sünnete aykırı, ammenin görüşüne uygun olanı terk edilir.
Dedim: “Sana kurban olayım, her iki fakih verdikleri hükmü Kur'ân ve sünnete dayandırsalar ve biz de rivayetlerden birinin ammenin görüşüne uygun olduğunu, diğerininse aykırı olduğunu görürsek, bu rivayetlerden hangisini benimseyelim?” Dedi: «Ammenin (Sünni çoğunluğun) görüşüne aykırı olan rivayeti tutun. Çünkü aydınlık, hidayet ondadır. Vesailu’ş-Şia c. 18 s. 97.
Dedim: “Eğer iki rivayet ammeden (Sünni çoğunluktan) iki gurubun görüşüne uygun ise bunlardan hangisine uyulur?” Dedi: «Onların hâkimlerinin ve kadılarının hangisine eğilim gösterdiklerine bakılır ve onların "eğilim göstermedikleri" görüş benimsenir. Dedim: “ Eğer onların hâkimleri her iki habere uygun görüş belirtmişlerse ne yapmak gerekir "? Dedi: «Böyle bir durumla karşılaştığın zaman İmamın ile karşılaşıncaya kadar bir şey yapma; çünkü şüpheli olguların yanında durmak, helak edici badirelere düşmekten iyidir.»
Görüldüğü gibi İmam Cafer Sadık kendi döneminde bile Şia’nın başsız olmasına müsaade etmemiş ve Ehl-i Beyt’in fıkhına ve hadislerine tam manasıyla vakıf olan kimseleri merci olarak tayin etmiş ve onları reddetmeyi Ehl-i Beyt’i reddetmek anlamına geldiğini açıklamış ve sonra hadislerin ihtilaflı olduğu durumlarda izlenecek yolu bir fakih olan Ömer b. Hanzele’ye öğretmiştir. Bu hadiste öğretilen bu usul ve çerçeveler aynı konuyla ilgili diğer hadislerle birlikte ele alınıp incelendikten sonra hadislerin ihtilaflı olduğu durumlarda hangi yolun fakih tarafından izlenmesi gerektiği ortaya çıkar. Bu yolları uygulamanın kendisi de tahassüsü gerektiren bir husustur.
[24] Bk. Es-Serair c. 3 s. 575; Et- Tankih, c. 1 s. 7, Vesailu’ş-Şia c. 27 s. 62.
[25] Ed-Dureru'n-Necefiye c.3 s. 393 ve bk.Bahrani, El-Hedaik c. 1. s. 167.
[26] Ed-Dureru'n-Necefiye c.3 s. 393 ve bk.Bahrani, El-Hedaik c. 1. s. 167.
[27] Örneğin ezanda eşhedu enne aliyyen valiyyullah demenin bid’at ve haram oluşu veya Peygamber ve İmamların yanılmasının mümkün olduğu gibi görüşleri.
[28] Muhaddis Behrani, Ed-Dureru'n-Necefiye c.3 s. 390En son Serkan a. tarafından düzenlendi; 09.08.2020, 18:53.
Yorum
-
Caferi Mezhebine Yönelik İftiralara Cevaplar
Şia’nın Kimliğinin Tanınmasında
Şeyh Tusi’nin Etkileri
Murtaza TURABİ
Bismillahirrahmanirrahim Şia’nın Kimliğinin Tanınmasında Şeyh Tusi’nin Etkileri
Bir mektep ve mezhebin kimliğini doğru bir şekilde tanıyabilmek için üç şeye bakılır:
1. O mezhebin takipçilerinin genelinin inanç ve tutumlarına,
2. O mezhep ve mektebin âlim ve bilginlerine,
3. O mezhep ve mektebin yazılı kaynak ve kitaplarına.
“On iki İmam Şia’sı ve Caferi Mezhebini”, Ehl-i Beyt’e bağlılık iddiasıyla ortaya çıkan “Zeydiler”, “Gulat”, “İsmaililer” gibi mezheplerden ayıran da yukarıdaki bu üç unsurdur.
Bu üç unsuru tarihi süreçte değerlendirmek istersek o zaman o mezhep ve ekolün âlimlerinin genelinin görüşü ölçü sayılır. Bu birinin mezhep adına attığı görüşün diğer âlimlerin geneli tarafından kabul görmesi şeklinde de olabilir. Elbette bir görüşün o mezhebe bağlı büyük âlimlerin geneli tarafından kabul görmesi o görüşün mezhebe temel teşkil eden sağlam kaynaklarla desteklenmesine bağlıdır. Demek ki bir âlim tarafından ortaya atılan ve diğerleri tarafından reddedilen nadir görüşler o mektebi temsil etmez.
Buna göre eğer bu üç unsurdan herhangi biri yıkılırsa o mezhep kimliğinin önemli bir sayfasını kaybeder ve çeşitli yorumlara ve saptırmalara müsait duruma gelir. Örnekleme ve Açıklama
1. Örnek: Bir şehrin bir caddesine sahipsiz bırakılmış bir süt emen çocuğu düşünün. Bu çocuğu bulanlar, onun, o bölgede yaşayan ırklardan hangisine ait olduğu hakkında düşünebilirler. Kimileri onun Türk, kimileri Kürt kimileri ise o bölgede bulunan başka bir milletten olduğunu ileri sürebilirler. Sahipsiz olduğu için istediğimiz aileye mensup kılabilir, çocuğa istediğimiz adı verilebilir ve kimliği belli olmadığı için hakkında çeşitli yorumlar yapabiliriz. Ama buna karşılık belli bir şehirde doğmuş, büyümüş ve tanınmış bir aileye mensup bir kişi hakkında bu yorumların anlamı yoktur. Çünkü onun soyu ve kimliği tamamen malumdur. Kimse ona karışamaz ve hakkında başka bir yorum getiremez.
2. Örnek: Belli bir kimliğe sahip, babası, annesi, kabilesi, doğduğu ve büyüdüğü yer belli olan bir kimse kendi baba ve annesini, soyunu inkâr ederse - elbette bu nadir bulunan bir vakıadır - bu onun densizliğinin göstergesi sayılır ve soylu insanların içinde artık bir yeri kalmaz, dışlanır.
Bu iki örnek üzerinde düşünüldüğünde anlaşılır ki Şia mektebinin kimliğini oluşturan unsurları inkâr etmek Şia’nın cadde kenarında bulunan, sahipsiz bir süt emen çocuk gibi olduğunu iddia etmeğe benzer. Bu da akl-ı selim insanlar tarafından kabul edilmesi mümkün olmayan bütün tarihi gerçeklerin yalanladığı gülünç bir iddiadır ve gerçekte bu iddiada bulunan kimse mektebi değil kendi soysuzluğunu ileri sürmektedir. Bu yüzden o mezhebe bağlı olan kimseler arasında hiçbir yeri ve unvanı olamaz.
Bu girişten sonra Şeyh Tusi’nin Şia mezhebinin kimliğindeki yerine ve önemine bakalım. Şeyh Tusi Kimdir?
Muhammed b. Hasan Tusi, hicri 385 yılında (yaklaşık 1050 yıl önce) Horasan’da dünyaya geldi. 23 yaşında yani hicri 408 yılında, o dönemde Şia’nın ilim merkezi olan ve önemli âlimlerinin bulunduğu Bağdat’a göç etmiş ve beş yıl Şeyh Müfid’den ders almıştır. Bu dönemde üstadı Şeyh Mufid’in teklifi üzere hadis alanında Şia’nın hadisteki dört kaynağından biri olan “Tehzibu’l-Ahkam” kitabını yazmış ve Müfid’in vefatı üzererine, 23 yıl Seyyit Murtaza’dan ders almıştır. Hicri 436 yılında Seyyit Murtaza’nın ölümü üzererine Şia’nın mercii olarak tanınmıştır. Hicri 449 yılında Selçuklular Bağdat’a saldırıp Şii bir hanedan olan Ali Buye’nin hâkimiyetine son vermiştir. Sonrasında Bağdat Şia’sı çeşitli baskılara maruz kalmıştır. Ayrıca Şeyh’in kütüphanesi yakılmış, Şeyh Tusi ise can güvenliği olmadığı için Necef’e göç etmiş ve ölünceye kadar Necef’te ilmi faaliyetlerine devam etmiştir. Mezarı Necef şehrindedir. Şeyh Tusi, Şeyhu’t-Taife (Şia’nın büyüğü) lakabını alan tek kişidir. Onun bu lakabı hadis, rical, fıkıh ve diğer alanlarda verdiği kaynak eserler ve eşsiz hizmetlerden dolayıdır. Şeyh Tusi ve Temel Hadis Kaynaklarımız
Şia’nın hadiste dört temel kaynağı vardır. Bunlar:
1. El-Kafi (Bu kitabı Kuleyni telif etmiş ve 16.199 hadis içerir.)
2. Men Lahzeruhu’l-Fakih (Bu kitap Şeyh Saduk’un eseridir ve 5963 hadis içerir.)
3. Tahzib (Bu kitabı Şeyh Tusi telif etmiş ve 13.590 hadis içerir.)
4. İstibsar (Bu kitabı da yine Şeyh Tusi telif etmiş ve 5511 hadis içerir.)[1]
Bu genel bakış bile Şeyh Tusi’nin Şia’nın hadis kaynaklarındaki yerini göstermek açısından yeterlidir. Bu yüzden onun karalanıp lekelenmesi ve yöntemlerde yanlışlıkla suçlanması, mezhebin en önemli kaynağı olan hadis kaynaklarının sorgu altına girmesine sebep olur. Şeyh Tusi ve Rical ilmi
Hadisleri nakleden senetlerde yer alan ravilerin hal tercümelerini inceleyen rical ilminde, Şia’nın 4 temel kaynağı vardır. Bunlar şöyledir:
1. Rical-i Necaşi (Bu eser Şeyh Tusi’yle aynı dönemde yaşayan Ahmet Necaşi’ye aittir.)
2. Rical-i Tusi (Bu eserin müellifi adından da belli olduğu üzere Şeyh Tusi’dir.)
3. Fihrist-i Tusi (Bu eserin de müellifi Şeyh Tusi’dir.)
4. İhtiyar-i Rical-i Keşşi (Bu eserin de müellifi yine Şeyh Tusi’dir. Çünkü o, Keşşi’nin kitabını özetleyerek bize ulaştırmıştır. Eserin aslı mevcut değildir.
Bu da gösteriyor ki hadislerin değerlendirilmesi ve birbirleriyle çeliştiklerinde aralarında tercih yapılması için gerekli olan rical ilminin yarıdan fazlası onun çabasıyla oluşmuştur. Şeyh Tusi’yi karalamak bu temel ilmin çökmesine sebep olur. Şeyh Tusi’nin Şia Fıkhındaki Yeri
Şeyh Tusi, fıkıhta yazdığı üç temel eseriyle “Nihaye, Mebsut ve Hilaf” Şia fıkhında eşsiz bir konuma sahiptir. O, Nihaye kitabında yaklaşık bin meseleyi o döneme kadar var olan ve önceki fakihlerin (örneğin Şeyh Saduk ve Şeyh Saduk’un babası ve Şeyh Mufid) kullandığı yöntem üzere hadisler arasında içtihat yoluyla tercih yaptıktan sonra raviler silsilesini zikretmeden sırf rivayetin metnini yazarak fetvaları içeren bir kitap yazmıştır. Ona göre onun “Nihaye” kitabı bir hadis kaynağı da sayılır ve birçok fetvanın delili bu kitapta geçen hadislere bağlıdır.
Şeyh Tusi, Şia fıkhının güç ve zenginliğini göstermek ve bu fıkhın kıyas gibi batıl yöntemlere başvurmadan fıkhi meseleleri genişletmeye ve çeşitli yeni meselelere ”Ehl-i Beyt’ten gelen esaslar üzere cevap vermeye muktedir olduğunu ispatlamak için dört bini aşkın meseleyi içeren “Mebsut” kitabını yazmıştır. Onun “Mebsut” kitabı kendi alanında bir ilktir.
Şia fıkhının diğer mezheplerden fetva ve delillendirmedeki farkını göstermek için bu dört bini aşkın meseleyi delilleriyle işleyen “el-Hilaf” kitabını yazmıştır.
Şeyh Tusi, Şia fıkhının kendine özgü kimliğini kazanmadaki yer ve önemini bilmek için “Mebsut" kitabının mukaddimesinde bu kitabı niçin telif ettiğine dair açıklamasına dikkat edelim:
O şöyle diyor:
“Ben muhaliflerimiz içerisinde sürekli fıkıhla uğraşan ve füru ilmi ile ilgilenen kimselerin genelinden İmamiye ulemasının fıkhını fürunun (konularının) ve meselelerinin azlığını öne çekerek küçümsediklerini duyuyordum. Onlar şöyle demekteydiler: Bu adamlar (Şia Fakihleri) yüzeysel ve basit kimselerdir. Zaten kim kıyası ve içtihadı kabul etmezse çok meselelere ulaşmaz ve ilkeler üzerine yeni dallar üretemez. Çünkü bu meselelerin büyük bir kısmı bu iki yolla elde edilir. Ancak bu, onların bizim mezhebimiz hakkındaki cahilliklerini ve bizim ilkelerimiz hakkında az düşündüklerini gösterir. Onlar bizim hadislerimize ve fıkhımıza baksalardı onların söyledikleri meselelerin çoğunun bizim hadislerimizde var olduğunu ve imamlarımız tarafından nasla(açıklıkla) ve işaretle açıklandığını bilirlerdi. O İmamlar(a.s.) ki onların sözü hüccet olmada Resulullah’ın (s.a.a)’ın sözlerinin yerine geçer. Bizdeki füru, kıyas yoluyla değil ameli gerekli kılacak bir ilme dayalı olacak ve ona ulaşmayı caiz kılacak asla temellendirmek, berat-i zimme ve diğer ilkelere dayanacak yöntemledir.”
Sonra Şeyh Tusi, “Mebsut” kitabını Şia fıkhının diğer mezheplerde revaçta olan kıyas ve diğer içtihat yöntemlerine dayanmadan fıkhî fürulara açıklık getirebileceğini gösterebilmek için yazdığını açıklıyor. Şeyh Tusi’nin Tefsirdeki Yeri
Şeyh Tusi dönemine kadar Şia’nın kelami bir tefsiri yoktu ve o bu boşluğu doldurarak engin muhtevaya sahip “Tibyan Tefsiri” yazmıştır. Onun bu tefsiri sonradan gelen Şia tefsirlerine kaynak niteliğini taşımıştır. Örneğin Şia’nın en önemli tefsiri sayılan Tabersi’nin “Mecmeu’l-Beyan” tefsiri temel itibarıyla bu tefsire dayanır. Hatta onun bu tefsirinin yüzde ellisinden fazlasının bu tefsirden alıntı olduğunu söylemek mümkündür.
Yine onun usul-i fıkıh ve akide alanında yazdığı eserleri de bu dallarda yazılmış Şia’nın en önemli eserleri arasında yer alır. Yine Hz. Mehdi(a.f.)’nin gaybetiyle ilgili hadisleri bir araya getirdiği “Al-Gaybe” kitabı büyük bir önem taşır.
O usul-i fıkıh alanında yazdığı “El-Udde” kitabında, Ehl-i Sünnet’te revaçta olan içtihat ve kıyasın geçersiz olduğunu ispatlamaktadır. Şia’nın şer’i hükümleri delillerndirme yani ictihat metodunun Ehl-i Beyt İmamlarında alınan kesin ilkelere dayalı olduğunu ortaya koymaktadır. O, Şia içtihadındaki kullandığı şer’i delilleri sayarken şöyle diyor:
“Bize göre kıyas ile içtihat (Ehl-i Sünnet tarafından kullanılan içtihat) delil değil ve bunları şeri hükümler hakkında kullanmak haramdır.”[2]
Böylece Şeyh Tusi, Ehl-i Sünnet’te revaçta olan içtihadı açık bir şekilde reddederek Şia’ya özgü olan ve Ehl-i Beyt’in hadislerine dayanan içtihadın kurucusu olmuştur. Şey Tusi’nin Ehl-i Beyt’ten Gelen Duaları Toplaması
Ehl-i Beyt’ten gelen duaları senetleriyle bir araya getiren ilk muteber kaynak, Şeyh Tusi’nin “Misbahu’l-Muteheccit” kitabıdır. Bu kitap diğer kitaplardan itibar ve sağlamlık yönünden daha üstündür. Şia Ulemasının Nazarında Şeyh Tusi
Necaşi’nin Tanıtması:
Şia’nın meşhur rical âlimi ve Şeyh Tusi ile aynı dönemde yaşamış olan Necaşi şöyle diyor:
“Ebu Cafer Tusi bizim ulemamızda büyük bir şahıstır, sıkadır (güvenilirdir). Üstadımız Mufid’in talebelerindendir. Onun birçok telifleri var ki onlardan biri “Tehzibu’l-Ahkam” ve diğeri “İstibsar”dır.”[3] Seyyid-i Behru’l-Ulum’un sözleri:
Şia’da takva ve maneviyatta ön sırada yer alan ve Gaybet-i Kubra döneminde Hz. Mehdi(a.f.)’nin doğrudan görüştüğü Şia ulaması arasında kesin kabul edilen iki kişiden biri olan büyük fakih ve rical âlimi Behru’l-ulum da onun hakkında şöyle diyor:
“Şeyh Muhammed b. Hasan Tusi hak fırkanın büyüğü, Masum İmamlardan sonra Şia fırkasının önderi, din ve mezhebi ilgilendiren her konuda İmamiye Şia’sının dayanağı, usul ve furu’u araştıran, akli ve nakli ilimleri arıtan, bütün İslam ilimlerinde eser veren ve hepsinde örnek ve öncü olan şahıstır.”[4]
Ahbarilerin önde gelen şahsiyetlerinden olan Şeyh Hurr-i Amili onun hakkında Allame Hilli’den naklen şöyle diyor:
“Muhammed b. Hasan Tusi, İmamiye’nin şeyhi, Şia taifesinin başı, büyük değere sahip mevkii yüce, güvenilir, gözde, çok doğru konuşan, ahbarı, ricalı ve fıkhı, usulü, kelamı ve edebiyatı hakkınca bilendir. Bütün faziletler ona isnat edilir. İslam fenlerinden her dalda telifi vardır o usul ve furuda akideleri ayıklamıştır. İlim ve amelde ruhi kemalleri taşıyan biridir.”
Hurr-i Amuli bu sözleri “Vesailu’ş-Şia” kitabının güvenilir ravi ve müellifleri tanıtma bölümünde tastık anlamında nakletmektedir.
Yine ahbarilerin diğer büyük bir şahsiyeti olan Muhaddis Bahrani bazı üstatlarından naklen onu şeyhu’t-taife, mezhebin başkanı, fıkıh ve hadiste önder olarak tanıtmıştır.[5]
Ayetullah Hoi de meşhur rical kitabında onun hakkında şöyle diyor:
“Ben İslam uleması arasında ondan makamı daha yüce olan bir kimse bulmadım. Onun fıkıh, usul, kelam, tefsir ve ricalde yazdığı kitaplar ellerde dolaşmakta ve günümüze kadar onlardan istifade edilmektedir. Hakkınca ona Şia taifesinin şeyhi (büyüğü) ve önderi demişlerdir.” Ehl-i Sünnet’in Rical Kitaplarında Şeyh Tusi
Ehl-i Sünnet’in ünlü rical âlimi Zehebi onun hakkında şöyle diyor: “Muhammd b. Hasan Tusi Şia’nın şeyhidir, birçok eserleri vardır. İmamiye’nin başıdır. Hadis hafızları bidatçı olduğu için ondan uzaklaşmışlardır. Birkaç kez kitapları Kasr Camii’nin avlusunda yakılmıştır. Selefi (maksat ashaptan bazı kimselerdir) ayıpladığı için gizlenmek mecburiyetinde kalmıştır, o Rafızilerin mahallesi olan Kerh’te (Bağdat’ta bir mahallenin adı) oturuyordu. Sonra Kufe’ye ve Hz. Ali(a.s.)’nin türbesinin yanına yerleşti ve Rafızilere fıkıh öğretmekle meşgul oldu.”[6]
Yine Ehl-i Sünnet’in diğer ünlü rical âlimi İbn-i Hacer Askalani, “Lisanu’l-Mizan” adlı eserinde onun hakkında şöyle diyor:
“Muhammed b. Hasan b. Ali Ebu Cafer Tusi Şia’nın fakihidir.” İbn-i Naccar demiştir ki: “Onun kitapları Nasr Camii’nin avlusunda halkın önünde birkaç kez yakılmıştır. Onun selefi (ashaptan meşhur olan bazı kimseleri) yerdiği aşikar olması üzere kendisini gizlemiştir.”[7] Şey Tusi’nin Ehl-i Sünnet Tarafından Kabul Gördüğü İddiası
Yukarıdaki Ehl-i Sünnet âlimlerinden onun hakkında naklettiğimiz sözler gösteriyor ki Şeyh Tusi’nin Ehl-i Sünnet âlimi olduğunu ileri sürenler geçersiz ve gülünç bir iddiada bulunmuşlardır. Çünkü:
1. Onlar Şeyh Tusi’yi Şia’nın önderi olarak nitelemiş ve selefi yerdiği için kendi âlimlerinin ondan uzak durduğunu söylemiş hatta Şeyh Tusi’nin eserleri ve kütüphanesi birkaç kez halkın gözü önünde yakılmıştır. Bir âlime bundan büyük hakaret olmaz. Sonra kendi canı tehlikede olduğu için gizlenmiş ve Necef’e hicret etmiştir. Necef, o zaman küçük bir köy niteliğindeydi. Ancak böylece düşmanların gözünden ırak kalarak ilmi faaliyetine devam edebilmiştir.
Şeyh Tusi’nin Bağdat’ta kelam kürsüsüne sahip oluşu, Şia bir hanedan olan Ali Buye’nin Bağdat’ta hâkimiyet dönemine rastlar. Ancak bu hanedan hicri 447’de Selçukluların saldırısı üzere yenilmiştir. Bunun üzerine onlarca Şia katledilmiş ve Şeyh Tusi çeşitli eziyet ve zorluklara maruz kalmış, Şeyh Tusi’nin kütüphanesi yakılmış ve kendisi de gizlenerek o şehirden uzaklaşmak mecburiyetinde kalmıştır.
2. Bir kişinin Ehl-i sünnet tarafında kabul görmesi ona eksiklik sayılırsa o zaman bu mantığa sahip olan kimseler Hz. Ali(a.s.)’yi de Ehl-i Sünnet dördüncü halife kabul ettikleri için veya Hz. Hasan’ı Râşit Halifelerin sonuncusu saydıkları için eleştiriye tabi tutmaları gerekir. Yine İmam Cafer Sadık’ın onlarca meşhur Ehl-i Sünnet talebesinin olduğu için bu yüzden bu İmam’ı da kabul etmemeleri gerekir. Bu mantığın tutarsızlığı hakkında bundan fazla konuşmaya gerek yoktur.
Şia semasının en parlak yıldızlarından olan Şeyh Tusi hakkındaki bu kısa açıklama ona dil uzatanların ne kadar büyük bir gaflet içinde olduklarını göstermek için yeterlidir inşallah. Velhamdulillah rabbulalemin.
[1] Böylece Şia’nın dört temel kaynağında yer alan hadis sayısının 41.263 olduğu ve 19.101 hadisin Şeyh Tusi’ye ait olduğu anlaşılır. Yani hadislerimizin %46’lık bir bölümü Şeyh Tusi vasıtasıyla bize ulaşmıştır.
[2] Muhammed b. Hasan Tusi, el-Udde s. 8
[3] Nacaşi, Fihrist-i esma-i Müellifi eş-Şia (Rical-i Nacaşi) c. 1 s. 403.
[4] Bahru'l-Ulum, el-Favaidu’r-Ricaliye, c. 3, s. 227
[5] Yusuf Bahrani, Lülüat-i Bahreyn, c. 1. s. 297.
[6] Bk. Zehebi, Siyer-i A’lamu’n-Nubela, Muhammed b. Hasan Et-Tusi’nin hal tercümesi
[7] Bk. Askalani, Lisanu’l-Mizan, Muhammed b. Hasan Et-Tusi’nin hal tercümesi
Yorum
Yorum