Ayrıca bkz:
http://www.velayet.com/index.php?topic=10880.0
“TERÖR”ÜN VE “CİHAD”IN RETORİĞİ:
FELSEFİ VE TEOLOJİK BİR DEĞERLENDİRME[1]
Yazan:Caner Taslaman
Bu makalenin amacı, “terör” ve “cihad” kavramlarının retorik olarak kullanılmasının yol açtığı sorunları ve bu retoriklerin, medeniyetlerin arasında iletişimsel sürecin kurulmasını nasıl engellediğini göstermektir. Bu çalışmada “retorik” sözcüğü ile kastedilen, dilin ikna edici biçimde, belli menfaatleri,özellikle de siyasal hedefleri gerçekleştirmek için kullanımıdır.
Soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte küreselleşmenin önündeki tüm engellerin kalktığına dair ciddi bir iyimserlik havası hakim olmuştu. Ancak, Pandora’nın kutusu 11 Eylül 2001’de açıldı; küreselleşen dünyanın Leviathan’ı[2] olarak gözüken ABD’nin kalbindeki iki kuleyle beraber iyimserlik havası da çöktü. Bu olayla, 1991’de meydana gelen Körfez Savaşı nedeniyle, hakim olan iyimser bakışa zaten şüpheli yaklaşmakta ve “medeniyetler çatışması” tezini savunmakta olanların yaklaşımı daha çok ön plana çıktı. Bu olayın tetiklediği tartışmalar din felsefesinden siyaset felsefesine, dil felsefesinden etik ve hermeneutiğe, uluslararası ilişkilerden teolojiye kadar birçok ayrı alanı ilgilendirmektedir.
Makaleye, Derrida’nın 11 Eylül saldırılarını yorumlarken yaptığı açıklamalardan bir alıntıyı aktararak başlamak istiyoruz: “Bir filozof, ‘kavramayı’ ve ‘meşrulaştırmayı’ birbirinden ayırt etmek için, yeni bir kriter arayan kişi olmalıdır. Bir kişi savaşa veya teröre yol açan belli bir olaylar zincirini ya da kurumları, onları zerrece haklı çıkarmadan, hatta onları lanetleyerek ya da yeni kurumlar icat etmeye kalkışarak; tarif edebilir, kavrayabilir ve açıklayabilir. Bir kişi belli terör eylemlerini (devlet terörü olsun ya da olmasın), onları ortaya çıkaran hatta meşrulaştıran koşulları göz ardı etmeksizin, koşulsuzca lanetleyebilir.”[3]
“TERÖR” KAVRAMININ RETORİK OLARAK KULLANILMASI
Bir araştırmada terörün 109 farklı tanımının olduğu tespit edilmiştir.[4] Günümüzde şu şekilde ifadelere oldukça sık rastlamaktayız: “Terörün gerçek tarifi….”, “Asıl terörist…… yapandır”, “Onlar bize terörist diyorlar, oysa ki….”. Tüm bu tanımlamalarda, “terör”, Platonik bir “idea”ymış gibi ve onun “gerçek anlamını”[5] garanti eden de sanki “ideası”ymış gibi ele alınmaktadır. Aslında Wittgenstein’ın göstermiş olduğu gibi, dilin, toplum tarafından paylaşılan ve toplum içinde öğrenilen bir “aletler” (tools) koleksiyonu olduğunu ve hepimizin büyük bir dil oyununun parçası olduğunu unutmamalıyız.[6] Dilin sosyolojik yapısını kavradıktan sonra, terörün tanımıyla ilgili cümlelerimizi şu şekilde düzeltebiliriz: “İnsanlar terör kelimesiyle genelde şunu kastetmektedirler….”, “FBI’ın tanımına göre teröristler …. veya “Hizbullah’ın tanımına göre terroristler…..”. Bu şekildeki ifadeler, terörün tanımlarının masum olmadığını, bu tanımların belli çıkarlar ve ideolojiler ile bağlantılı olduğunu fark etmemizi sağlayacaktır. Foucault’un dediği gibi “Doğrunun güç vasıtasıyla üretimi ile karşı karşıyayız”.[7] Gücün bir vasıta olarak kullanılma yollarından biri de dilin nasıl kullanılması gerektiğinin dikte edilmesidir.
“Terör” kavramı ilk kez 1789 Fransız Devrimi sırasında gündeme gelmiştir.[8] Bizim günlük kullanımımızın aksine, burada Jakobenler tarafından kullanılan “terör” kavramı pozitif bir anlam taşıyordu, çünkü Jakobenler ortaya koydukları “terör” denen şiddet içeren eylemleri, barış dolu bir ortama erişmek için gerekli görüyorlardı. Günümüzde ise “terör”, hepimizin çok iyi bildiği gibi, negatif bir anlam taşımaktadır.“Terör”ün bu negatif anlamından dolayı herkes mücadele içinde olduğu rakiplerini “terörist” olarak nitelendirmeye çalışmaktadır. Bu durum ise bir kişinin, kimine göre “özgürlük savaşçısı” olarak, kimine göre de “terörist” olarak algılanmasına sebep olmaktadır. Örneğin birçok kişinin terörist bir örgüt olarak nitelendirdiği Hizbullah’ın kurucusu Fadlallah şöyle demektedir: “Kendimizi terörist olarak görmüyoruz, çünkü biz terörizme inanmıyoruz. Yurdumuzu işgal edenlere karşı savaşmak terör değildir. Biz kendimizi kutsal bir savaş için savaşan mücahitler olarak görüyoruz.”[9] Fadlallah organizasyonunun faaliyetlerini “özgürlük için savaşmak” olarak tanımlayarak meşrulaştırmaktadır.
Diğer yandan FBI ise terörü şöyle tanımlamaktadır: “ Terör, siyasal yahut toplumsal bir takım amaçlar uğruna, bir hükümeti, sivil nüfusun tamamını ya da bir bölümünü, sindirmek yahut zorlamak için, bir kişi ya da mülke karşı gücün ve şiddetin kanun dışı kullanımıdır.”[10] FBI’ın tanımında “masum insanlar” yerine “sivil nüfus” teriminin kullanılması, yahut hükümete (devlete) karşı yürütülen faaliyetlerin üzerinde durulması FBI’ın konumu ile alakalıdır. Tarihsel olarak terör kavramı ilk kez Fransız Devrimi’nde, devletin uyguladığı terörü belirtmek için kullanılmıştır. Diğer yandan, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başına ait Hague Antlaşmaları ve 1949’da imzalanmış olan Cenevre Antlaşmaları gibi uluslararası antlaşmalar devletlerin de suç içeren faaliyetlere karışabileceğini göstermektedir. Şu halde, terör, kullanıcılarının kimliklerinden değil metotlarının ve kurbanlarının doğasından doğan ahlaki bir sorundur.[11] Sivillere saldırmak etik açıdan kötü kabul edilir, çünkü ordular güçlü silahlar ve toplar ile donanmışken, siviller onlara ancak zayıf ve çıplak elleriyle karşılık verebilirler. Ancak, diğer bir yandan da, yüksek teknoloji ile donanmış ordulara karşı savaşan pek çok asker veya militan da aslında, orduların karşısındaki sivillerden pek de farklı durumda sayılmazlar, çünkü onlar da gelişmiş bombardıman uçakları karşısında aynı güçsüz ve umutsuz durumdadırlar. Habermas, bu asimetrinin ortaya çıkardığı ahlaki soruna şu şekilde dikkat çekmiştir: “Ancak, elektronik olarak kontrol edilen tasarım harikası ve çok amaçlı kullanıma uygun füze kümelerinin havadaki yok edici gücü ile karadaki Kalaşnikoflar ile donanmış ilkel sakallı savaşçı kümelerinin asimetrisi ahlaken tiksindirici bir görüntü olarak öylece durmaktadır.”[12]
“Terör” kavramının retorik olarak kullanımının en ilginç örneklerinden biri Amerikalıların Afgan mücahitlere karşı tavrında görünmüştür. Amerika Afgan mücahitleri “kutsal savaşçılar” olarak ilan etmiş ve onlara Sovyet işgaline karşı verdikleri savaşta yardım etmiştir.[13] Taliban’ın saldırıları Amerika’yı hedef almaya başladığında ise “kutsal savaşçılar” “teröristler”e dönüştüler ve “teröre karşı savaş”ın da ilk hedefleri haline geldiler.
Her şiddet eylemi taraflar arasında diyaloğun kurulmasını daha da güçleştirmekte; her sivil yahut masum insanın ölümü, ulusların, yahut kurbanların kabilelerinin üyelerinin intikam duygusunu körüklemekte ve böylece zincirleme şekilde intikamcı reaksiyonlar şiddet dalgalarına sebep olmaktadır. Derrida, dünyadaki her “terörist” faaliyetin, kendisinkinden daha önce devlet tarafından gerçekleştirilmiş olan bir “terörizm”e -terörizmden farklı isimler alan ve inanılırlığı az ya da çok olan meşrulaştırmaların altına gizlenmiş bir terörizme- nefsi müdafaa olarak karşılık verdiğini iddia ettiğini, söyler.[14] Coady’nin “Terörizmin Ahlakı” adlı makalesinde alıntıladığı şiir, “terör” kavramının retorikleşmesini ironik bir şekilde şöyle sorgular:
Bomba atmak kötüdür,
Bombardıman ise iyidir,
Lafın özü; terörün anlamı,
İktidar tacını kimin giydiğine bağlıdır.[15]
Coady şiddeti uygulayanların eylemlerini meşrulaştırmak için başvurdukları “dilsel kullanımların” arkasında yatan motivasyonun; “onlar”ın “bizim” ile olup olmamalarına bağlı olduğunu söyler.[16] Amerikalı felsefeci Tomis Kapitan, terörün retorik olarak kullanılmasının zararlarını çok güzel açıklamaktadır: “Retorik anlamlı siyasal tartışmayı susturmada kullanılır. Normal koşullarda “neden?” diye soracak olanlar, terör konusunda yumuşak yaklaşımda olan biri olarak etiketlenmekten korkarlar. Retoriği militan şekilde kullananlar, eleştirel yaklaşımla tavizkar yaklaşımın farkını bilinçli şekilde tahrif etmek için retoriği kullanırlar. Retoriğe boyun eğenler kendi hükümetlerinin, sadece terörist faaliyetlere karışanlara karşı değil, teröristlerin içinden çıktığı halka karşı da -çünkü teröristler de çoğunlukla sivillerdir ve pek de içlerine karışmadan siviller ile birlikte yaşarlar- giriştiği şiddet içeren eylemlerini destekleyerek intikam ve kısas halkasını güçlendirmektedirler. Sonuç, sivil hedeflere karşı siyasal olarak motive olmuş şiddetin -terörizmin başka herhangi bir ad altında, ‘kısas’ yahut ‘karşı-terörizm’ adı altında- artması olmuştur. Teröre dair retorik yalnızca gücün dilini bilir. Kendilerini dayanılmaz adaletsizliklerin kurbanı ve kendilerine baskı yapanları da kabul edilebilir tavizler ile anlaşmaya varmaya isteksiz görenler ise, şiddete daha çok şiddet ile cevap vermeye kalkarlar.”[17] İntihar eylemcilerinin arasında yapılan bir araştırma, bu eylemcilerinin birçoğunun savaşta yakın bir akrabalarını yahut sevdikleri bir kişiyi kaybettiğini göstermektedir.[18] Bu araştırma, Dünya barışının her şiddet eylemi sonucunda -bu eylemler zincirleme intikam hissi uyandırdığından- daha da çok tehlikeye girdiğini doğrulamaktadır.
“Terör” kavramının retorik olarak kullanılmasının, bu retoriği kullananlar açısından zararlı olabilecek bir sonucu ise, birbirinden farklı hatta birbirine düşman olan grupların şiddet eylemleri çevresinde birleşmelerinin, ortak koalisyonlar kurmalarının kolaylaştırılmasıdır. Örneğin El-Kaide “cihad”ı ve diğer İslami kavramları Şiiler’e karşı da aynen ABD’ye karşı yaptığı gibi retorik olarak kullanmış ve Afganistan’da Şii katliamları yapmıştır. Şiiler ve El-Kaide, “İslamcı teröristler” gibi bir başlıkta birleştirilirse ve “teröre karşı savaş” da bunların karşısındaki diğer kamp olarak konumlandırılırsa; kitle imha silahlarına sahip olduğu düşünülen İran’ın, bunları El-Kaide ile paylaşmaya karar vermesi bu grupları aynı başlıkta birleştirenler için yeni felaketleri beraberinde getiremez mi? Ayrıca, siyasi meselelerde halkının çoğunluğu Müslüman olan devletlerin üzerinde görüş birliğine varabilmiş oldukları siyasal konulara ender rastlanmaktadır; ender olarak rastlanabilen bu konulardan biri ise Filistin sorununda Filistin halkına adaletsizce davranıldığının düşünülmesidir. İsrail’le mücadele eden Filistinli grupları “terörist” başlığı altında El-Kaide ile aynı kefeye koymak; Dünya’nın bir yanında Filistinlilere karşı daha sert tepkilere neden olabilir, ancak aynı zamanda dünyanın birçok bölgesinde de El-Kaide taraftarlarını arttırmaya yarayacaktır.
Bir eylemi “teröre karşı savaş” veya “cihad” terimleri ile etiketleyerek, bu eylemin doğru olduğunun tartışmasız kabul edilmesini istemek etik açıdan kabul edilemez. Bu tarz retorikler ile şiddet uygulayanlar, eylemlerinin, her türlü soruşturmanın üzerinde olduğunu iddia ederler. Oysa isimlendirmeler ile yahut kavramları çıkarlara uygun tarif etmek ile, yapılan eylemlerin haklı veya haksız olduğuna dair tartışmaların üzeri örtülemez. Yapılması gereken her “eylemi” diğerlerinden ayırarak analitik bir bakış açısıyla incelemektir. Bütün eylemleri tek başlık altında tek bir sepete atmak, her biri sebepleriyle, hedefleriyle diğerlerinden farklı olduğundan dolayı yanlıştır. Ayrıca kamuoyunu yönlendirmede bu yöntemin yararlı olduğunu düşünenler, farkında olmadan düşmanlarının sayısını arttırabileceklerini unutmamalıdırlar.
“CİHAD” KAVRAMININ RETORİK OLARAK KULLANILMASI
Hiç şüphesiz “terör” kavramı gibi İslam dinine ait pek çok kavram da -özellikle de “cihad”- retorik olarak kullanılmıştır. Fakat Müslümanlara göre, Kurani kavramların ontolojik statüleri ile insanlar tarafından üretilmiş kavramların ontolojik konumları arasında önemli bir fark vardır. “Terör” kavramının anlamını ancak sosyolojik araştırmayla saptamaya çalışabiliriz. Sosyolojik ve tarihi bir araştırma yapmak ve siyaset-toplum ilişkilerini tespit etmek, İslami terminolojinin nasıl kullanıldığını anlamak için de bir zorunluluktur. Fakat İslami kavramlar, “terör”den farklı olarak, kendisinden bu kavramların “gerçek anlamlarının” öğrenilebileceği bir metinde -Kuran’da- kullanılmıştır. Kuran metnine yapılacak tutarlı bir hermeneutik yaklaşım ile bu kavramlar deşifre edilmeye çalışılabilir. İslam’a göre Kuran, Tanrı’nın insanlarla ilişki kurduğu metindir ve Hz. Muhammed’in en temel görevi de bu mesajı insanlara iletmektir. Kuran, kaynağı Tanrı olduğu için insan-üstüdür; ancak dili, harfleri ve cümleleri ile insanlar içindir. O’nun, bu insan-üstü boyutu, dini terimlerin “gerçek anlamları” için bir güvencedir. O’nun insanlar için olması ise bu “gerçek anlamların” anlaşılması için tutarlı bir yaklaşım geliştirilmesini zaruri kılar. Ancak, insani olan yorumların Tanrısal vahiy gibi garanti altında olmadığı unutulmadan bu konudaki çalışmalar yapılmalıdır.
İnsani menfaatler, yanlış anlamalar, eski geleneklerin tesiri ve politik ihtiyaçlar Kuran’ın yanlış anlaşılmasına, anlamının kaydırılmasına veya diğer dinselleştirilmiş kaynakların (mevzu hadisler veya fetvalar) önüne geçirilmesine sebep olmuşsa da; Kuran, “gerçek anlamları” taşıyan kitap olarak varlığını sürdürmektedir. Her ne kadar aralarında önemli farklar olsa da, modern dönemin İslam düşünürlerinin pek çoğunun ortak bir özelliği, hadislerin, Kuran’ın otoritesinin önüne geçirilmesini eleştirmeleridir. Seyyid Ahmed Han, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Mehmed Akif, Ahmed Emin, Tevfik Sıdkı, Mahmud Ebu-Reyye, Muhammed el-Gazali, Fazlurrahman bu düşünürlerin yalnızca bir kısmıdır.[19] Aslında modern dönemde yapılan bu eleştirilerin Peygamberin vefatından sonraki ilk birkaç asırda da yoğun şekilde yapıldığını İslami kaynaklardan okumaktayız. Burada dikkat edilmesi gerekli nokta, bu şahısların eleştirdiği temel hususun, Peygamber’in sözlerinin Kuran’ın önüne/yerine geçirilmesi olmadığıdır; çünkü İslam inancına göre, Peygamber, Kuran’a aykırı bir söz söylemez. Eleştirilen husus, Peygamber’in vefatından üç asır sonra oluşturulan en meşhur hadis kitaplarının içine bile insanların yanlışlıkla, kasıtla veya politik sebeplerle birçok mevzu rivayet sokmuş olmalarıdır.(Bize göre, bir hadisin mevzu olduğunun en kesin delili Kuran ile çelişmesidir.) Sorunları çözmenin tek yolu tutarlı bir hermeneutik yaklaşım ortaya koyup, özellikle politik nedenlerle üretilmiş yanlış Kuran yorumlarını, fetvaları ve mevzu hadisleri eleyerek; İslam’ın cihad, savaş ve inanç özgürlüğü gibi konular karşısındaki durumunu netleştirmektir.
Hasan Sabbah ve Haşhaşiler(12.-13. yüzyıllar) dini terminolojinin siyasal çıkarlar için retorikleşmesinin ünlü bir örneğidirler.[20] Yakın dönemde de dinsel kavramların retorikleşmesinin birçok örneği görüldü. 1991’deki Körfez Savaşı sırasında Saddam Hüseyin’e karşı Amerika’nın başını çektiği koalisyona katılan Müslüman ülkelerin liderleri, bu davranışlarını meşrulaştırmak için din adamlarından fetva almışlardır.[21] Diğer yandan, Usame bin Ladin, Müslüman din adamlarının fetvaları ile yapılan Körfez Savaşı’nı, Amerika’ya karşı verdiği mücadelenin (cihadın) nedenlerinden biri olarak göstermiştir.[22] Bu olaylar “cihad”ın ve diğer İslami kavramların retorik olarak kullanıldığı sayısız örnekten sadece birkaçıdır. Aslında Ortadoğu’da İslami meşrulaştırmalar kullanılmadan bir savaşın açılması, bir mücadelenin verilmesi çok zordur. Bunun sebebi, İslam’ın kabulünden günümüze kadar İslam dininin kesintisiz olarak bu bölge kültürünün en önemli unsuru olmasıdır. Savaş söz konusu olunca, en seküler olanlar bile kendilerine halk desteği oluşturabilmek için dinsel kavramları retorik olarak kullanmışlardır. David Rapoport, Saddam Hüseyin’in kökten-dincilere karşı savaşan seküler bir lider olmasına rağmen, Irak halkını mobilize etmek gerekince “cihad”ı nasıl kullandığını şöyle anlatmaktadır: “Suudi Arabistan’ın kutsal yerlerini şeytandan ve işgalden kurtarmak, kafiri (Batılılar) bu topraklardan çıkartabilmek için cihad çağrısı yapmıştı. Hüseyin’in Mekke’deki mescidi öperkenki gömleksiz halini gösteren bir renkli fotoğraf, İslam’ın en kutsal mescidinde asker kıyafeti içinde namaz kılarken gösteren bir başkası ile birlikte konuşmasının okunduğu sırada arka fonda yer değiştiriyordu. Krizin başladığı 1990 Ağustos’undan beri kullandığı dilde dini referanslar yoğunluk kazandı. Bu olgular pek çok ironi barındırmaktadır: Hüseyin’in Hıristiyanlar tarafından kurulmuş olan partisi Irak’ı seküler bir devlet haline getirmek için ciddi uğraşlar vermişti ve de Hüseyin bu konuşmaları yaptığı sırada İslamcı kökten-dincilere karşı oldukça yüksek maliyetli bir savaştan henüz yeni çıkmıştı.”[23]
“CİHAD” KAVRAMININ KURANİ ANLAMI
Kuran’da “cihad” kavramı “çabalamak, uğraşmak” anlamlarında kullanılmaktadır. “Cihad” kavramı psikolojik, entellektüel ve sosyal boyutlara da sahiptir. Allah adına yapılan savaşlar da “cihad” olarak adlandırılır, çünkü bu savaşlar düşmana karşı gösterilen çabayı içermektedir.[24] “Cihad” kelimesinin bu anlamda kullanıldığı bir Kuran ayeti şöyledir:
Hafif ve ağır savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.[25]
9- Tevbe, 41
Kuran’da geçen “kıtal” ve “harb” kelimeleri de savaşı ifade etmek için kullanılır, fakat bu konu üzerine yazılan makale ve kitaplarda “cihad” kelimesi daha fazla ön plana çıkmış ve İslam adına yapılan savaşlar genelde bu başlık altında incelenmiştir. Ancak İslam’da “savaş/cihad” konusunu inceleyen biri, Kuran içinde tüm bu kelimelerin geçtiği ayetleri dikkate almak zorundadır.
Çoğu kez pratiğe farklı yansımış olsa da, Müslümanların yalnızca Allah adına yapılan savaşlarda mücadeleye katılabileceği ve kendi menfaatleri için savaşamayacakları konusunda ortak bir kanaat olduğu söylenebilir. Ancak, en önemli fark “cihad”ın Müslümanlar tarafından uygulanan bir savunma savaşı mı, yoksa diğer dinlerin üyelerine -sırf o dinden olmaları nedeniyle- karşı girişilen bir savaş mı olduğu hususunda ortaya çıkmaktadır. Eğer Kuran’ı bütünlüğü içinde ele alırsak, Kuran’ın savaş ayetlerinin, Müslümanlara savaş açanlarla ilgili olduğu rahatça anlaşılabilir. İlgili iki ayet şöyledir:
Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.[26]
2- Bakara, 193
Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılanlara savaşma izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir.[27]
22- Hac, 39
Görüldüğü gibi Kuran’da yalnızca saldırgana karşı savaşmaya izin verilmiştir. Hanefi mezhebinin ve bazı Hanbeli ve Maliki mezheplerinin fıkıhçıları da aynı görüştedir. Ancak, buna karşın Şafi mezhebi ile diğer bazı Hanbeli ve Maliki mezheplerinin fıkıhçıları, İslam dışındaki bir inancın mensubu olmayı savaş sebebi olarak yeterli görmüşlerdir.[28] Şafi din adamları bu konuda fikirlerini Kuran’ın 9. suresinin 5. ayeti ile desteklemeye çalışmışlardır:
Haram aylar (süre tanınmış dört ay) çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip tutun.[29]
9-Tevbe, 5
Oysa bu ayet, ait olduğu surenin bütünlüğü içerisinde okunursa; bu ayetin, Müslümanlarla savaşan ve aralarındaki antlaşmanın şartlarına uymayanlara yönelik olduğu kolayca anlaşılabilir. Tevbe suresinin ilk ayetini bile okumamız, bu suredeki savaş izninin, İslam dışındaki herkese yönelik olmayıp, Peygamber ve arkadaşlarına karşı mücadele eden belli bir kitleye karşı olduğunu, anlamamızı sağlar:
Bu, müşriklerden kendileri ile antlaşma imzaladıklarınıza Allah’tan ve resulünden kesin bir uyarıdır.[30]
9- Tevbe, 1
Tevbe suresinin sonraki ayetlerinden, bahsedilen kişilerin ilk saldırıyı gerçekleştirenler olduğu açıkça anlaşılmaktadır:
12- Ve eğer antlaşmalardan sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize hınç besleyip saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleri ile çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir; belki cayarlar.
13- Yeminlerini bozan, elçiyi yurdundan sürmeye çabalayan ve sizinle ilk defa savaşa başlayan bir topluluk ile savaşmaz mısınız? Korkuyor musunuz onlardan? Eğer inanıyorsanız, kendisinden korkmanıza Allah daha layıktır.[31]
9- Tevbe,12-13
Eğer Şafi fıkıhçıları ayeti surenin bütünlüğünden kopartmasalardı, “kafir” olmanın bir savaş nedeni olamayacağı kanaatine kolaylıkla varabilirlerdi.[32] Kuran’a tutarlı hermeneutik bir yaklaşımda bulunabilmek için en önemli prensip, Kuran’ın bütünlüğünü göz önünde bulundurmak ve ayetleri öncesi-sonrasıyla (siyak-sibak) birlikte değerlendirmek olmalıdır. Şafiler, Müslümanların savaşmasını, saldırıya uğramaları şartına bağlayan ayetlerin nesh edildiğini (hükümlerinin iptal edildiğini) söyleyerek ve bir takım hadisleri kullanarak tezlerini desteklemeye çalışmışlardır.
. Ahmet Özel, cihad ile ilgili ayetlerin birbirlerini nesh ettiklerini söylemenin bilimsel hiçbir yönünün olmadığını ifade eder.[33] Kuran’ın bir kısmının diğer kısmını yürürlükten kaldırdığı iddiası (nasih-mensuh) ile ahad-hadislerin dinsel hükümleri belirlemede rolünün ne olduğu; İslam’ın, günümüzde de en yoğun şekilde tartışılan sorunlarındandır. Elimizde hangi ayetlerin iptal edilmiş, hangilerinin edilmemiş olduğuna dair bir liste olmadığından, nasih-mensuh iddiasında bulunanlar, seçme hakkını mezhep imamlarına bırakmışlardır. Muhammed Esed, Kuran’ın içinde nasih-mensuh olduğuna dair bir iddianın, hiçbir Kuransal kaynağı olmadığını ve hatta bu fikri savunan tek bir güvenilir hadis bile olmadığını söyler.[34] Bu noktada hatırlanması gereken bir başka hüküm olan zina yapan kadının taşlanarak cezalandırılması -Kuran ile tamamen çelişmesine rağmen- nesih iddialarına dayandırılarak temellendirilmeye çalışılmıştır. Eğer Kuran’a hermeneutik yaklaşımımızda, Kuran’ın bütünlüğünü korumayı temel ilke kabul ediyorsak -biz öyle olması gerektiğini düşünüyoruz- Kuran’ın bir kısmının diğer bir kısmınca iptal edildiğini söyleyen ve iptal edilen bölümlerinin hangileri olduğuna dair herkesin kabul edebileceği bir kriter koyamayan nasih-mensuh savunucularına karşı çıkmak gerekir. Kuran’daki bir takım ayetlerin diğerlerini iptal edebilmesi için Kuran ayetleri arasında çelişki olması gerekir. Bu sav, Kuran’da çelişki olmadığını ifade eden ayetlere ters düşmektedir:
Onlar hala Kuran'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı.[35]
4- Nisa, 82
Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi en “güvenilir” hadis kitaplarında bile mevzu pek çok hadis vardır. Bu konu, bu çalışmadaki tartışmalar açısından özellikle önemlidir. Kendi görüşlerine aykırı olan ayetlerin ‘iptal edildiğini’ söyleyen ve Kuran’dan çok daha geniş hacimdeki siyasi amaçlarla uydurulmuş olan hadisleri de ihtiva eden ciltlerden kendi fikirlerini destekleyen hadisleri seçen bazı fıkıhçıların otoritesi, pratikte Kuran’ın önüne geçmiştir. Bu fıkıhçıların yorumlarını içinde yaşadıkları zamanın siyasi şartlarını göz önünde bulundurarak değerlendirmemiz gerekir. İslam’ın ilk dönemlerinde siyasetçiler, kabile kavgaları yüzünden birbirine düşen grupları dış düşman ile savaştırmak ve yeni fetihler için bu insanların potansiyellerinden yararlanmak istemişlerdir. Sonuçta, diyebiliriz ki, “cihad” retoriğinin oluşması, gelişen siyasal meselelerle yakından alakalıdır. Bu retorik sadece Müslümanlara karşı kullanılmamıştır; birçok durumda Müslümanlar birbirlerini de kafir ilan ederek, “cihad” retoriğinden, kitleleri hasımlarına karşı savaştırabilmek için faydalanmışlardır. Nasih-mensuh iddiaları ve mevzu hadisler; “cihad”a, Kuran’daki gerçek anlamı yerine “kafirlerle savaş” anlamı yüklenmesinde önemli rol oynamıştır; bu ise pratikte sürekli-savaş demektir.
Mevzu hadislerin, fetvaların ve nasih-mensuh iddialarının yol açtığı problemlerin diğer bir kısmı ise inanç özgürlüğü ile alakalıdır; din değiştiren Müslümanların ve namaz kılmayı reddedenlerin öldürülmesini, oruç gibi ibadetleri yerine getirmeyenlere sopa atılmasını söyleyen öğretiler bunlardan sadece birkaçıdır. Oysa inanç özgürlüğünden bahseden bazı Kuran ayetleri şöyledir:
Dinde zorlama yoktur.[36]
2- Bakara, 256
21- Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın.
22- Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin.[37]
88- Ğaşiye, 21-22
İslam’a göre başka inançlara mensup olmanın bir savaş nedeni olmadığı ve İslam’da zorlama olmadığı net bir şekilde anlaşılabilirse; bu, medeniyetler arası iletişimin geliştirilmesi açısıdan faydalı olacaktır. Birincisinin nedeni açıkça bellidir, bu iddia (diğer inançların mensuplarıyla savaşma mecburiyeti) sürekli savaş durumunda olmak demektir ki bu da iletişimi imkansız kılmaktadır. İkincisinin sebebi ise, ilk sebebe nazaran dolaylıdır, ilk bakışta bu yalnızca İslami toplulukların içsel bir problemi olarak algılanmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, insanları Allah yoluna çağırmak (tebliğ) dini bir görevdir.[38] Bir yandan “ötekiler” İslam’a çağırılırken, öte yandan Müslüman ülkelerde başka dine geçenler öldürülürse, bu şartlar altında iletişim kurabilmek mümkün olamaz. (Bu tip bir anlayış nedeniyle Afganistan’da 2006 yılının başında Hıristiyanlığa dönen biri öldürülmek istenmişti.) Kuran’daki ayetlere rağmen, dinsel ambalajda sunulan yanlış bir cihad anlayışı ve inanç zorlaması bizi iletişimsel patolojiye götürür. Medeniyetler arası iletişimin kurulamadığı bir dünyanın şiddet ile dolu olacağını kestirmek ise pek de zor değildir.
KURAN ve SAVAŞ AHLAKI
Kuran’ın savaşa yaklaşımının etik açıdan kabul edilir olup olmadığı hakkında pek çok tartışma yapılmaktadır. “Öteki”ne karşı -barış durumu dışındaki yaklaşımlar- birazdan da göstereceğimiz gibi dört farklı şekilde olabilir. Kuran’ın yaklaşımının kabul edilebilir olmadığını savunan bir kişi, diğer alternatiflerden hangisinin daha doğru olduğunu göstermelidir. Kuran’ın savaş karşısındaki tavrının -tarih boyunca yaşamış tüm Müslümanlarınkinin değil- etik açıdan kabul edilebilir ve sağduyuya en uygun yaklaşım olduğu kanaatindeyiz. Bahsettiğimiz dört farklı yaklaşım şöyledir:
1- Rasyonel veya makul bir sebep olmaksızın savaşmak: Bu durum, daha önce gösterdiğimiz gibi Kuran’a aykırıdır. Tarihte, Thugslar, bu davranış tarzına uygun bir örnek teşkil ederler. Onlar, tanrıça Kali’ye adak olarak yakaladıkları, yakınlarından geçen birçok masumu öldürdüler.[39] Thugsların varlıklarını sürdürdükleri 1200 yıl boyunca bir milyon kadar insanı öldürdükleri zannedilmektedir.[40]
2- Rasyonel sebepler için savaşmak: Genelde ekonomik çıkarlar gibi rasyonel sebeplerin savaşların en önemli nedenini oluşturduklarında şüphe yoktur. Rasyonel sebepler için savaşanlar, adalet veya adaletsizlik kaygılarını bir yana bırakarak, esas amaç olarak güç kazanmak ve kazanılan gücü elde tutabilmek için savaşmışlardır. Tarih boyunca bu yaklaşım, yaygın olarak uygulanmış olmasına rağmen, genelde felsefi açıdan onaylanmamıştır. Machiavelli bu tip bir yaklaşımı açıkça destekleyerek ünlü olmuştur[41] ve ondan sonra da birçok felsefi yaklaşımda benzer fikirler ifade edilmiştir (örneğin Sosyal Darwinizm’de). Kuran’ın yalnızca saldırı karşılığında savaşma izni veren ayetleri ( 22-Hac-39 gibi) bu yaklaşıma onay vermez. Ancak şimdiye kadar incelediğimiz örneklerde görüldüğü gibi, dinin siyasi amaçlar için kullanılması sonucunda Kuran’ın otoritesi, fakihlerin, nasih-mensuh iddialarını ve mevzu hadisleri kullandıkları yorumlarıyla aşılmıştır.Halkın savaşa teşvik edildiği birçok durumda hep çıkara dayalı rasyonel sebepler, dinsel retorikle örtülmüş ve savaşın makul sebeplere dayandığı savunulmuştur.
3- Her şartta pasivizm: Kuran, mutlak bir pasivizme karşı olmakla beraber bağışlamayı cezalandırmaya üstün tutar. Bunu aşağıda alıntılanan ayetlere bakarak anlayabiliriz:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman, görürsün ki seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.[42]
41- Fussilet, 34
Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir.[43]
42- Şura, 43
Kuran bağışlamayı üstün tutar, fakat her durumda pasif kalmayı onaylamaz. Bireysel olarak uygulanan -Gandi örneğinde olduğu gibi- veya küçük bir topluluğun uyguladığı pasiflik ile, bir toplumun toptan yok edilmeye çalışıldığı sırada uygulanan pasiflik farklı perspektiflerden ele alınmalıdır. Müslümanlar, saldırıya uğradıklarında ve yok edilmek istendiklerinde savaşa çağrılmışlardır. Mutlak pasivizm, saldırganların azgınlığını arttıracaktır ve çocukların, kadınların ve yaşlıların öldürülmesine izin verilmesi anlamına da gelir. Bu yüzden böyle bir pasivizm hem sağduyuya aykırıdır, hem de etik açıdan da sorunludur.
4- Makul sebepler için savaşmak: Kuran ayetleri makul bir sebebin varlığı durumunda savaşa izin vermiştir ve bu makul sebep saldırıya uğramaktır. (Müslüman olmayan herkese karşı savaşı meşru görenler, makul neden arayışını anlamsızlaştırmışlar ve böylece istediklerine savaş açma konusunda özgürlüğe kavuşmuşlardır.) Kuran’ın saldırıya bağlı olarak savaş açma tavrı etik açıdan, yukarıda sayılan mevcut şıklar içinde, sağduyuya en uygun ve en tutarlı olandır. Uluslararası hukukta dahi meşru-müdafaa insanların en doğal hakları arasında sayılır. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. maddesine göre saldırıya uğrayanların meşru-müdafaa hakkı vardır.[44]
Kuran’da, savaş sırasında olsa bile, neden insanların öldürülebileceğine dair ifadelerin geçtiğini merak edenler olmuştur. Gerçekçi bir dinin, savaş gibi istenmeyen fakat kimi zaman kaçınılamayan bir durumla ilgili açıklamalar yapması çok önemlidir. İslam öldürmeyi yasaklamıştır; dolayısıyla eğer Kuran’da savaş, öldürmenin serbest bırakıldığı istisnai bir durum olarak gösterilmeseydi, o zaman İslam’ın mutlak bir pasivizmi desteklediği sonucuna varılabilirdi.
Kuran’da, savaşın, önce karşı tarafın saldırması şartına bağlanmasının dışında da, “savaş” konusunu ilgilendiren önemli hususlar vardır. Bunların en önemlilerinden biri Kuran’da Hz. Muhammed dışında kararlarına vahiy ile onay verilen hiçbir insanın bulunmadığının bilinmesidir. Bu yüzden, hiçbir insan diğerlerinden epistemolojik olarak farklı bir konumda olduğunu iddia ederek savaş açılması ile ilgili kararlarının tartışılmaz olduğunu savunamaz. Tarih içinde farklı dinlerden pek çok dini otorite, toplumun geri kalanından farklı bir epistemolojik durumda olduklarını iddia etmişlerdir. Örneğin Kilise, Kutsal Ruh’un (Cebrail) koruması altında olduğunu söyleyerek, kendi epistemolojik konumunun halktan farklı olduğunu ileri sürmüş ve tüm karar ve görüşlerinin doğruluğunu böylelikle temellendirmeye çalışmıştır. Kuran’da böylesi bir tavra onay olmamasına rağmen İslam dünyasında da benzer iddialarda bulunanlar olmuştur. Bazı insanların evliya olduklarına ve bu kişilerin epistemolojik durumları dolayısıyla halkın asla erişemeyeceği bir takım özel bilgilere sahip olduklarına inanılmış, bu kişilerin her kararının tartışmasız olarak kabul edilmesi gerektiği savunulmuştur. Evliya olma iddialarının yanında bir kişi, bir de Mehdi olarak kabul edilirse, o zaman kendisine duyulan bağlılık çok daha fazla artar. Bu tip inanışlar, özel konumda olduğuna inanılan bu kişilerin savaş ilanlarının tartışılmaz olarak doğru kabul edilmesine; bu savaşların, Kuran’a uygun/aykırı veya adil/adaletsiz olduğu tartışmalarının ihmal edilmesine sebep olmuştur ve bundan sonra da olabilir.
Mehdi diye bir şahsın dünyanın sonuna doğru geleceği ve kafirlere karşı savaşıp İslam’ı muzaffer edeceği inancı hem Sunnilikte hem de Şiilikte vardır. Şiiler -genel olarak- bu şahsın 1100 yıldan uzun bir süredir saklanan bir kişi olduğunu iddia ederler. Şiilikte Mehdi konusu o kadar önemlidir ki, Ayetullah Humeyni’nin devrim yapacak güce sahip olmasında bile Humeyni’nin Mehdi ortaya çıkana dek ona vekalet ettiğine dair inancın rolü olmuştur. Sunnilikte ise binlerce ayrı cemaatin liderleri kendilerini Mehdi ilan etmişlerdir. Mehdi olduğuna inanılan şahıs, takipçileri üzerinde büyük bir siyasal güç kazanır. Weberci perspektiften bakıldığında, Mehdiler’in karizmatik otoritenin en mutlak modelini oluşturdukları görülür. Terörizmin kökenlerine dair tüm tartışmalarda her zaman ismi anılan Hasan Sabbah da bu inancı istismar etmiştir.[45] Oysa, Kuran’da Mehdi ile ilgili tek bir ayet yoktur. Hadisler üzerine yapılan modern araştırmaların birçoğu Mehdi hadislerinin mevzu olduğunu ve siyasal amaçlar için ortaya atıldıklarını kanıtlamıştır.[46] Usame bin Ladin’in de Mehdi olabileceğine dair bazı fısıltıların yayıldığını hatırlatırsak, her halde konunun önemi daha iyi anlaşılabilir.[47] Sonuç olarak, Kuran, Hz. Muhammed’den sonra hiçbir insanın epistemolojik olarak özel pozisyonda olduğuna onay vermez. Dolayısıyla, bazı insanlara üstün epistemolojik özellikler atfederek adil olmayan bir savaşın açılması meşrulaştırılamaz.
Savaş ahlakı açısından savaşın başlatılma şartlarının yanı sıra, savaşın nasıl sürdürüleceği (jus in bello) de önemlidir. Bir savaş makul nedenlerle başlatılmasına rağmen savaş içinde haksız eylemlerde bulunulabileceği gibi, bir savaş makul olmayan nedenlerle başlatılmasına rağmen adil bir şekilde sürdürülebilir. Kuran’ın şu ayeti, savaşın sürdürülme şekline dikkat edilmesi konusunda göz önünde bulundurulmalıdır:
Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, ancak aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.[48]
2-Bakara, 190
Görüldüğü gibi Kuran savaş başlatanlara karşı savaşma izni verirken, savaş başladıktan sonra her yolun mübah olduğunu söylemez, aksine savaş sırasında da aşırı gidilmemesini öğütler. Her savaş yeni bir fenomen oluşturmaktadır. Eski savaş araçlarıyla yeni savaş araçlarının farklılığı da savaşın nasıl sürdürüleceği tartışmasını güçleştirmektedir. Kuran’ın savaşın sürdürülmesiyle ilgili belli ana prensipler dışında detaylar vermemesi, dönemin şartlarına uygun metotlar geliştirme esnekliği verir. “İslam ve savaş” konusunu karşılaştırmalı ahlak çalışmaları açısından ele alan John Kelsay’in de söylediği gibi: “Modern savaşın nasıl sürdürülmesi gerektiğine dair şartlara İslam dünyasının yaptığı katkı halen gelişme halindedir.”[49] İlerleyen sayfalarda ele alacağımız Kuran’da, bütün “ötekilerle” antlaşmalar yapılabileceğini gösteren ifadeler, savaşın sürdürülmesi ile ilgili konuyla birleştirilebilir.
Kuran’da savaşın başlatılması ve sürdürülmesi ile ilgili prensipler olduğu gibi, karşı tarafın barış istemesi durumunda savaşın devam ettirilmemesi de söylenir. Bu konuyla ilgili iki ayet şöyledir:
Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah'a tevekkül et.[50]
8-Enfal, 61
Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever.[51]
60-Mümtehine, 8
İslam’ın, “Hiçbir devletin makul sebepler dışında rasyonel sebepler için savaşma hakkı yoktur.”[52] diyen John Rawls ile -ki savaş ahlakı üzerine çalışanların çoğu da aynı fikirdedir- aynı doğrultuda emirler vermiş olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, İslam ile Müslümanlar arasında net bir ayrım yapmak zorundayız. Müslümanlar her ne kadar İslam dininin takipçileri olsalar da, sonuçta onların da -birçok zaman birçoğunun dini vazifelerinin önüne geçen- rasyonel çıkarları vardır; aslında toplumu çoğu zaman mobilize eden siyasal elitin çıkarları olmuştur. Savaşın nedeni rasyonel sebepler olduğu birçok durumda da fakihler, müftüler savaşların dini nedenler için gerekli olduğunu bildiren fetvalar vermişlerdir. Bu fetvaları almak önemliydi, çünkü böylelikle savaşacak halkın gözünde savaşı meşrulaştırıyorlardı ve ayrıca insanları mobilize etmek için İslam’ın ontolojisinden ve eskatolojisinden de yararlanıyorlardı. İslam’ın ontoloji ve eskatolojisine göre herşeyi yaratan, herşeye gücü yeten bir Tanrı vardır; Tanrı, bu dünyadan sonra ahirette ebedi bir yaşam hazırlamıştır ve de herkesin ahiretteki yaşantısındaki yerini bu dünyada yaptıkları belirleyecektir. İslam’a göre Allah adına yapılan savaşta ölen şehitler ahirette cennet ile müjdelenmiştir. Sonuç olarak İslam, dünyevi çıkarlar üzerine kurulmuş hedeflerin üstesinden gelecek aşkın hedefleri ontolojisi ve eskatolojisinde barındırmaktadır. İslami inanışa göre, şehitler kısa dünyevi hayatlarını feda ederek mükemmel bir ebedi yaşama sahip olma olanağı kazanırlar. Kendi güç hesapları için savaş yapmak isteyenler, bu ontoloji ve eskatolojiyi kullanarak kitleleri savaş için mobilize etmeye çalışmışlardır. Sonuç olarak, cihad bir ikna etme mekanizması olarak kullanılmıştır ve cihadın bir retorik olarak kullanıldığını söyleme sebebimiz de budur.
http://www.velayet.com/index.php?topic=10880.0
“TERÖR”ÜN VE “CİHAD”IN RETORİĞİ:
FELSEFİ VE TEOLOJİK BİR DEĞERLENDİRME[1]
Yazan:Caner Taslaman
Bu makalenin amacı, “terör” ve “cihad” kavramlarının retorik olarak kullanılmasının yol açtığı sorunları ve bu retoriklerin, medeniyetlerin arasında iletişimsel sürecin kurulmasını nasıl engellediğini göstermektir. Bu çalışmada “retorik” sözcüğü ile kastedilen, dilin ikna edici biçimde, belli menfaatleri,özellikle de siyasal hedefleri gerçekleştirmek için kullanımıdır.
Soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte küreselleşmenin önündeki tüm engellerin kalktığına dair ciddi bir iyimserlik havası hakim olmuştu. Ancak, Pandora’nın kutusu 11 Eylül 2001’de açıldı; küreselleşen dünyanın Leviathan’ı[2] olarak gözüken ABD’nin kalbindeki iki kuleyle beraber iyimserlik havası da çöktü. Bu olayla, 1991’de meydana gelen Körfez Savaşı nedeniyle, hakim olan iyimser bakışa zaten şüpheli yaklaşmakta ve “medeniyetler çatışması” tezini savunmakta olanların yaklaşımı daha çok ön plana çıktı. Bu olayın tetiklediği tartışmalar din felsefesinden siyaset felsefesine, dil felsefesinden etik ve hermeneutiğe, uluslararası ilişkilerden teolojiye kadar birçok ayrı alanı ilgilendirmektedir.
Makaleye, Derrida’nın 11 Eylül saldırılarını yorumlarken yaptığı açıklamalardan bir alıntıyı aktararak başlamak istiyoruz: “Bir filozof, ‘kavramayı’ ve ‘meşrulaştırmayı’ birbirinden ayırt etmek için, yeni bir kriter arayan kişi olmalıdır. Bir kişi savaşa veya teröre yol açan belli bir olaylar zincirini ya da kurumları, onları zerrece haklı çıkarmadan, hatta onları lanetleyerek ya da yeni kurumlar icat etmeye kalkışarak; tarif edebilir, kavrayabilir ve açıklayabilir. Bir kişi belli terör eylemlerini (devlet terörü olsun ya da olmasın), onları ortaya çıkaran hatta meşrulaştıran koşulları göz ardı etmeksizin, koşulsuzca lanetleyebilir.”[3]
“TERÖR” KAVRAMININ RETORİK OLARAK KULLANILMASI
Bir araştırmada terörün 109 farklı tanımının olduğu tespit edilmiştir.[4] Günümüzde şu şekilde ifadelere oldukça sık rastlamaktayız: “Terörün gerçek tarifi….”, “Asıl terörist…… yapandır”, “Onlar bize terörist diyorlar, oysa ki….”. Tüm bu tanımlamalarda, “terör”, Platonik bir “idea”ymış gibi ve onun “gerçek anlamını”[5] garanti eden de sanki “ideası”ymış gibi ele alınmaktadır. Aslında Wittgenstein’ın göstermiş olduğu gibi, dilin, toplum tarafından paylaşılan ve toplum içinde öğrenilen bir “aletler” (tools) koleksiyonu olduğunu ve hepimizin büyük bir dil oyununun parçası olduğunu unutmamalıyız.[6] Dilin sosyolojik yapısını kavradıktan sonra, terörün tanımıyla ilgili cümlelerimizi şu şekilde düzeltebiliriz: “İnsanlar terör kelimesiyle genelde şunu kastetmektedirler….”, “FBI’ın tanımına göre teröristler …. veya “Hizbullah’ın tanımına göre terroristler…..”. Bu şekildeki ifadeler, terörün tanımlarının masum olmadığını, bu tanımların belli çıkarlar ve ideolojiler ile bağlantılı olduğunu fark etmemizi sağlayacaktır. Foucault’un dediği gibi “Doğrunun güç vasıtasıyla üretimi ile karşı karşıyayız”.[7] Gücün bir vasıta olarak kullanılma yollarından biri de dilin nasıl kullanılması gerektiğinin dikte edilmesidir.
“Terör” kavramı ilk kez 1789 Fransız Devrimi sırasında gündeme gelmiştir.[8] Bizim günlük kullanımımızın aksine, burada Jakobenler tarafından kullanılan “terör” kavramı pozitif bir anlam taşıyordu, çünkü Jakobenler ortaya koydukları “terör” denen şiddet içeren eylemleri, barış dolu bir ortama erişmek için gerekli görüyorlardı. Günümüzde ise “terör”, hepimizin çok iyi bildiği gibi, negatif bir anlam taşımaktadır.“Terör”ün bu negatif anlamından dolayı herkes mücadele içinde olduğu rakiplerini “terörist” olarak nitelendirmeye çalışmaktadır. Bu durum ise bir kişinin, kimine göre “özgürlük savaşçısı” olarak, kimine göre de “terörist” olarak algılanmasına sebep olmaktadır. Örneğin birçok kişinin terörist bir örgüt olarak nitelendirdiği Hizbullah’ın kurucusu Fadlallah şöyle demektedir: “Kendimizi terörist olarak görmüyoruz, çünkü biz terörizme inanmıyoruz. Yurdumuzu işgal edenlere karşı savaşmak terör değildir. Biz kendimizi kutsal bir savaş için savaşan mücahitler olarak görüyoruz.”[9] Fadlallah organizasyonunun faaliyetlerini “özgürlük için savaşmak” olarak tanımlayarak meşrulaştırmaktadır.
Diğer yandan FBI ise terörü şöyle tanımlamaktadır: “ Terör, siyasal yahut toplumsal bir takım amaçlar uğruna, bir hükümeti, sivil nüfusun tamamını ya da bir bölümünü, sindirmek yahut zorlamak için, bir kişi ya da mülke karşı gücün ve şiddetin kanun dışı kullanımıdır.”[10] FBI’ın tanımında “masum insanlar” yerine “sivil nüfus” teriminin kullanılması, yahut hükümete (devlete) karşı yürütülen faaliyetlerin üzerinde durulması FBI’ın konumu ile alakalıdır. Tarihsel olarak terör kavramı ilk kez Fransız Devrimi’nde, devletin uyguladığı terörü belirtmek için kullanılmıştır. Diğer yandan, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başına ait Hague Antlaşmaları ve 1949’da imzalanmış olan Cenevre Antlaşmaları gibi uluslararası antlaşmalar devletlerin de suç içeren faaliyetlere karışabileceğini göstermektedir. Şu halde, terör, kullanıcılarının kimliklerinden değil metotlarının ve kurbanlarının doğasından doğan ahlaki bir sorundur.[11] Sivillere saldırmak etik açıdan kötü kabul edilir, çünkü ordular güçlü silahlar ve toplar ile donanmışken, siviller onlara ancak zayıf ve çıplak elleriyle karşılık verebilirler. Ancak, diğer bir yandan da, yüksek teknoloji ile donanmış ordulara karşı savaşan pek çok asker veya militan da aslında, orduların karşısındaki sivillerden pek de farklı durumda sayılmazlar, çünkü onlar da gelişmiş bombardıman uçakları karşısında aynı güçsüz ve umutsuz durumdadırlar. Habermas, bu asimetrinin ortaya çıkardığı ahlaki soruna şu şekilde dikkat çekmiştir: “Ancak, elektronik olarak kontrol edilen tasarım harikası ve çok amaçlı kullanıma uygun füze kümelerinin havadaki yok edici gücü ile karadaki Kalaşnikoflar ile donanmış ilkel sakallı savaşçı kümelerinin asimetrisi ahlaken tiksindirici bir görüntü olarak öylece durmaktadır.”[12]
“Terör” kavramının retorik olarak kullanımının en ilginç örneklerinden biri Amerikalıların Afgan mücahitlere karşı tavrında görünmüştür. Amerika Afgan mücahitleri “kutsal savaşçılar” olarak ilan etmiş ve onlara Sovyet işgaline karşı verdikleri savaşta yardım etmiştir.[13] Taliban’ın saldırıları Amerika’yı hedef almaya başladığında ise “kutsal savaşçılar” “teröristler”e dönüştüler ve “teröre karşı savaş”ın da ilk hedefleri haline geldiler.
Her şiddet eylemi taraflar arasında diyaloğun kurulmasını daha da güçleştirmekte; her sivil yahut masum insanın ölümü, ulusların, yahut kurbanların kabilelerinin üyelerinin intikam duygusunu körüklemekte ve böylece zincirleme şekilde intikamcı reaksiyonlar şiddet dalgalarına sebep olmaktadır. Derrida, dünyadaki her “terörist” faaliyetin, kendisinkinden daha önce devlet tarafından gerçekleştirilmiş olan bir “terörizm”e -terörizmden farklı isimler alan ve inanılırlığı az ya da çok olan meşrulaştırmaların altına gizlenmiş bir terörizme- nefsi müdafaa olarak karşılık verdiğini iddia ettiğini, söyler.[14] Coady’nin “Terörizmin Ahlakı” adlı makalesinde alıntıladığı şiir, “terör” kavramının retorikleşmesini ironik bir şekilde şöyle sorgular:
Bomba atmak kötüdür,
Bombardıman ise iyidir,
Lafın özü; terörün anlamı,
İktidar tacını kimin giydiğine bağlıdır.[15]
Coady şiddeti uygulayanların eylemlerini meşrulaştırmak için başvurdukları “dilsel kullanımların” arkasında yatan motivasyonun; “onlar”ın “bizim” ile olup olmamalarına bağlı olduğunu söyler.[16] Amerikalı felsefeci Tomis Kapitan, terörün retorik olarak kullanılmasının zararlarını çok güzel açıklamaktadır: “Retorik anlamlı siyasal tartışmayı susturmada kullanılır. Normal koşullarda “neden?” diye soracak olanlar, terör konusunda yumuşak yaklaşımda olan biri olarak etiketlenmekten korkarlar. Retoriği militan şekilde kullananlar, eleştirel yaklaşımla tavizkar yaklaşımın farkını bilinçli şekilde tahrif etmek için retoriği kullanırlar. Retoriğe boyun eğenler kendi hükümetlerinin, sadece terörist faaliyetlere karışanlara karşı değil, teröristlerin içinden çıktığı halka karşı da -çünkü teröristler de çoğunlukla sivillerdir ve pek de içlerine karışmadan siviller ile birlikte yaşarlar- giriştiği şiddet içeren eylemlerini destekleyerek intikam ve kısas halkasını güçlendirmektedirler. Sonuç, sivil hedeflere karşı siyasal olarak motive olmuş şiddetin -terörizmin başka herhangi bir ad altında, ‘kısas’ yahut ‘karşı-terörizm’ adı altında- artması olmuştur. Teröre dair retorik yalnızca gücün dilini bilir. Kendilerini dayanılmaz adaletsizliklerin kurbanı ve kendilerine baskı yapanları da kabul edilebilir tavizler ile anlaşmaya varmaya isteksiz görenler ise, şiddete daha çok şiddet ile cevap vermeye kalkarlar.”[17] İntihar eylemcilerinin arasında yapılan bir araştırma, bu eylemcilerinin birçoğunun savaşta yakın bir akrabalarını yahut sevdikleri bir kişiyi kaybettiğini göstermektedir.[18] Bu araştırma, Dünya barışının her şiddet eylemi sonucunda -bu eylemler zincirleme intikam hissi uyandırdığından- daha da çok tehlikeye girdiğini doğrulamaktadır.
“Terör” kavramının retorik olarak kullanılmasının, bu retoriği kullananlar açısından zararlı olabilecek bir sonucu ise, birbirinden farklı hatta birbirine düşman olan grupların şiddet eylemleri çevresinde birleşmelerinin, ortak koalisyonlar kurmalarının kolaylaştırılmasıdır. Örneğin El-Kaide “cihad”ı ve diğer İslami kavramları Şiiler’e karşı da aynen ABD’ye karşı yaptığı gibi retorik olarak kullanmış ve Afganistan’da Şii katliamları yapmıştır. Şiiler ve El-Kaide, “İslamcı teröristler” gibi bir başlıkta birleştirilirse ve “teröre karşı savaş” da bunların karşısındaki diğer kamp olarak konumlandırılırsa; kitle imha silahlarına sahip olduğu düşünülen İran’ın, bunları El-Kaide ile paylaşmaya karar vermesi bu grupları aynı başlıkta birleştirenler için yeni felaketleri beraberinde getiremez mi? Ayrıca, siyasi meselelerde halkının çoğunluğu Müslüman olan devletlerin üzerinde görüş birliğine varabilmiş oldukları siyasal konulara ender rastlanmaktadır; ender olarak rastlanabilen bu konulardan biri ise Filistin sorununda Filistin halkına adaletsizce davranıldığının düşünülmesidir. İsrail’le mücadele eden Filistinli grupları “terörist” başlığı altında El-Kaide ile aynı kefeye koymak; Dünya’nın bir yanında Filistinlilere karşı daha sert tepkilere neden olabilir, ancak aynı zamanda dünyanın birçok bölgesinde de El-Kaide taraftarlarını arttırmaya yarayacaktır.
Bir eylemi “teröre karşı savaş” veya “cihad” terimleri ile etiketleyerek, bu eylemin doğru olduğunun tartışmasız kabul edilmesini istemek etik açıdan kabul edilemez. Bu tarz retorikler ile şiddet uygulayanlar, eylemlerinin, her türlü soruşturmanın üzerinde olduğunu iddia ederler. Oysa isimlendirmeler ile yahut kavramları çıkarlara uygun tarif etmek ile, yapılan eylemlerin haklı veya haksız olduğuna dair tartışmaların üzeri örtülemez. Yapılması gereken her “eylemi” diğerlerinden ayırarak analitik bir bakış açısıyla incelemektir. Bütün eylemleri tek başlık altında tek bir sepete atmak, her biri sebepleriyle, hedefleriyle diğerlerinden farklı olduğundan dolayı yanlıştır. Ayrıca kamuoyunu yönlendirmede bu yöntemin yararlı olduğunu düşünenler, farkında olmadan düşmanlarının sayısını arttırabileceklerini unutmamalıdırlar.
“CİHAD” KAVRAMININ RETORİK OLARAK KULLANILMASI
Hiç şüphesiz “terör” kavramı gibi İslam dinine ait pek çok kavram da -özellikle de “cihad”- retorik olarak kullanılmıştır. Fakat Müslümanlara göre, Kurani kavramların ontolojik statüleri ile insanlar tarafından üretilmiş kavramların ontolojik konumları arasında önemli bir fark vardır. “Terör” kavramının anlamını ancak sosyolojik araştırmayla saptamaya çalışabiliriz. Sosyolojik ve tarihi bir araştırma yapmak ve siyaset-toplum ilişkilerini tespit etmek, İslami terminolojinin nasıl kullanıldığını anlamak için de bir zorunluluktur. Fakat İslami kavramlar, “terör”den farklı olarak, kendisinden bu kavramların “gerçek anlamlarının” öğrenilebileceği bir metinde -Kuran’da- kullanılmıştır. Kuran metnine yapılacak tutarlı bir hermeneutik yaklaşım ile bu kavramlar deşifre edilmeye çalışılabilir. İslam’a göre Kuran, Tanrı’nın insanlarla ilişki kurduğu metindir ve Hz. Muhammed’in en temel görevi de bu mesajı insanlara iletmektir. Kuran, kaynağı Tanrı olduğu için insan-üstüdür; ancak dili, harfleri ve cümleleri ile insanlar içindir. O’nun, bu insan-üstü boyutu, dini terimlerin “gerçek anlamları” için bir güvencedir. O’nun insanlar için olması ise bu “gerçek anlamların” anlaşılması için tutarlı bir yaklaşım geliştirilmesini zaruri kılar. Ancak, insani olan yorumların Tanrısal vahiy gibi garanti altında olmadığı unutulmadan bu konudaki çalışmalar yapılmalıdır.
İnsani menfaatler, yanlış anlamalar, eski geleneklerin tesiri ve politik ihtiyaçlar Kuran’ın yanlış anlaşılmasına, anlamının kaydırılmasına veya diğer dinselleştirilmiş kaynakların (mevzu hadisler veya fetvalar) önüne geçirilmesine sebep olmuşsa da; Kuran, “gerçek anlamları” taşıyan kitap olarak varlığını sürdürmektedir. Her ne kadar aralarında önemli farklar olsa da, modern dönemin İslam düşünürlerinin pek çoğunun ortak bir özelliği, hadislerin, Kuran’ın otoritesinin önüne geçirilmesini eleştirmeleridir. Seyyid Ahmed Han, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Mehmed Akif, Ahmed Emin, Tevfik Sıdkı, Mahmud Ebu-Reyye, Muhammed el-Gazali, Fazlurrahman bu düşünürlerin yalnızca bir kısmıdır.[19] Aslında modern dönemde yapılan bu eleştirilerin Peygamberin vefatından sonraki ilk birkaç asırda da yoğun şekilde yapıldığını İslami kaynaklardan okumaktayız. Burada dikkat edilmesi gerekli nokta, bu şahısların eleştirdiği temel hususun, Peygamber’in sözlerinin Kuran’ın önüne/yerine geçirilmesi olmadığıdır; çünkü İslam inancına göre, Peygamber, Kuran’a aykırı bir söz söylemez. Eleştirilen husus, Peygamber’in vefatından üç asır sonra oluşturulan en meşhur hadis kitaplarının içine bile insanların yanlışlıkla, kasıtla veya politik sebeplerle birçok mevzu rivayet sokmuş olmalarıdır.(Bize göre, bir hadisin mevzu olduğunun en kesin delili Kuran ile çelişmesidir.) Sorunları çözmenin tek yolu tutarlı bir hermeneutik yaklaşım ortaya koyup, özellikle politik nedenlerle üretilmiş yanlış Kuran yorumlarını, fetvaları ve mevzu hadisleri eleyerek; İslam’ın cihad, savaş ve inanç özgürlüğü gibi konular karşısındaki durumunu netleştirmektir.
Hasan Sabbah ve Haşhaşiler(12.-13. yüzyıllar) dini terminolojinin siyasal çıkarlar için retorikleşmesinin ünlü bir örneğidirler.[20] Yakın dönemde de dinsel kavramların retorikleşmesinin birçok örneği görüldü. 1991’deki Körfez Savaşı sırasında Saddam Hüseyin’e karşı Amerika’nın başını çektiği koalisyona katılan Müslüman ülkelerin liderleri, bu davranışlarını meşrulaştırmak için din adamlarından fetva almışlardır.[21] Diğer yandan, Usame bin Ladin, Müslüman din adamlarının fetvaları ile yapılan Körfez Savaşı’nı, Amerika’ya karşı verdiği mücadelenin (cihadın) nedenlerinden biri olarak göstermiştir.[22] Bu olaylar “cihad”ın ve diğer İslami kavramların retorik olarak kullanıldığı sayısız örnekten sadece birkaçıdır. Aslında Ortadoğu’da İslami meşrulaştırmalar kullanılmadan bir savaşın açılması, bir mücadelenin verilmesi çok zordur. Bunun sebebi, İslam’ın kabulünden günümüze kadar İslam dininin kesintisiz olarak bu bölge kültürünün en önemli unsuru olmasıdır. Savaş söz konusu olunca, en seküler olanlar bile kendilerine halk desteği oluşturabilmek için dinsel kavramları retorik olarak kullanmışlardır. David Rapoport, Saddam Hüseyin’in kökten-dincilere karşı savaşan seküler bir lider olmasına rağmen, Irak halkını mobilize etmek gerekince “cihad”ı nasıl kullandığını şöyle anlatmaktadır: “Suudi Arabistan’ın kutsal yerlerini şeytandan ve işgalden kurtarmak, kafiri (Batılılar) bu topraklardan çıkartabilmek için cihad çağrısı yapmıştı. Hüseyin’in Mekke’deki mescidi öperkenki gömleksiz halini gösteren bir renkli fotoğraf, İslam’ın en kutsal mescidinde asker kıyafeti içinde namaz kılarken gösteren bir başkası ile birlikte konuşmasının okunduğu sırada arka fonda yer değiştiriyordu. Krizin başladığı 1990 Ağustos’undan beri kullandığı dilde dini referanslar yoğunluk kazandı. Bu olgular pek çok ironi barındırmaktadır: Hüseyin’in Hıristiyanlar tarafından kurulmuş olan partisi Irak’ı seküler bir devlet haline getirmek için ciddi uğraşlar vermişti ve de Hüseyin bu konuşmaları yaptığı sırada İslamcı kökten-dincilere karşı oldukça yüksek maliyetli bir savaştan henüz yeni çıkmıştı.”[23]
“CİHAD” KAVRAMININ KURANİ ANLAMI
Kuran’da “cihad” kavramı “çabalamak, uğraşmak” anlamlarında kullanılmaktadır. “Cihad” kavramı psikolojik, entellektüel ve sosyal boyutlara da sahiptir. Allah adına yapılan savaşlar da “cihad” olarak adlandırılır, çünkü bu savaşlar düşmana karşı gösterilen çabayı içermektedir.[24] “Cihad” kelimesinin bu anlamda kullanıldığı bir Kuran ayeti şöyledir:
Hafif ve ağır savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.[25]
9- Tevbe, 41
Kuran’da geçen “kıtal” ve “harb” kelimeleri de savaşı ifade etmek için kullanılır, fakat bu konu üzerine yazılan makale ve kitaplarda “cihad” kelimesi daha fazla ön plana çıkmış ve İslam adına yapılan savaşlar genelde bu başlık altında incelenmiştir. Ancak İslam’da “savaş/cihad” konusunu inceleyen biri, Kuran içinde tüm bu kelimelerin geçtiği ayetleri dikkate almak zorundadır.
Çoğu kez pratiğe farklı yansımış olsa da, Müslümanların yalnızca Allah adına yapılan savaşlarda mücadeleye katılabileceği ve kendi menfaatleri için savaşamayacakları konusunda ortak bir kanaat olduğu söylenebilir. Ancak, en önemli fark “cihad”ın Müslümanlar tarafından uygulanan bir savunma savaşı mı, yoksa diğer dinlerin üyelerine -sırf o dinden olmaları nedeniyle- karşı girişilen bir savaş mı olduğu hususunda ortaya çıkmaktadır. Eğer Kuran’ı bütünlüğü içinde ele alırsak, Kuran’ın savaş ayetlerinin, Müslümanlara savaş açanlarla ilgili olduğu rahatça anlaşılabilir. İlgili iki ayet şöyledir:
Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.[26]
2- Bakara, 193
Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılanlara savaşma izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir.[27]
22- Hac, 39
Görüldüğü gibi Kuran’da yalnızca saldırgana karşı savaşmaya izin verilmiştir. Hanefi mezhebinin ve bazı Hanbeli ve Maliki mezheplerinin fıkıhçıları da aynı görüştedir. Ancak, buna karşın Şafi mezhebi ile diğer bazı Hanbeli ve Maliki mezheplerinin fıkıhçıları, İslam dışındaki bir inancın mensubu olmayı savaş sebebi olarak yeterli görmüşlerdir.[28] Şafi din adamları bu konuda fikirlerini Kuran’ın 9. suresinin 5. ayeti ile desteklemeye çalışmışlardır:
Haram aylar (süre tanınmış dört ay) çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip tutun.[29]
9-Tevbe, 5
Oysa bu ayet, ait olduğu surenin bütünlüğü içerisinde okunursa; bu ayetin, Müslümanlarla savaşan ve aralarındaki antlaşmanın şartlarına uymayanlara yönelik olduğu kolayca anlaşılabilir. Tevbe suresinin ilk ayetini bile okumamız, bu suredeki savaş izninin, İslam dışındaki herkese yönelik olmayıp, Peygamber ve arkadaşlarına karşı mücadele eden belli bir kitleye karşı olduğunu, anlamamızı sağlar:
Bu, müşriklerden kendileri ile antlaşma imzaladıklarınıza Allah’tan ve resulünden kesin bir uyarıdır.[30]
9- Tevbe, 1
Tevbe suresinin sonraki ayetlerinden, bahsedilen kişilerin ilk saldırıyı gerçekleştirenler olduğu açıkça anlaşılmaktadır:
12- Ve eğer antlaşmalardan sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize hınç besleyip saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleri ile çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir; belki cayarlar.
13- Yeminlerini bozan, elçiyi yurdundan sürmeye çabalayan ve sizinle ilk defa savaşa başlayan bir topluluk ile savaşmaz mısınız? Korkuyor musunuz onlardan? Eğer inanıyorsanız, kendisinden korkmanıza Allah daha layıktır.[31]
9- Tevbe,12-13
Eğer Şafi fıkıhçıları ayeti surenin bütünlüğünden kopartmasalardı, “kafir” olmanın bir savaş nedeni olamayacağı kanaatine kolaylıkla varabilirlerdi.[32] Kuran’a tutarlı hermeneutik bir yaklaşımda bulunabilmek için en önemli prensip, Kuran’ın bütünlüğünü göz önünde bulundurmak ve ayetleri öncesi-sonrasıyla (siyak-sibak) birlikte değerlendirmek olmalıdır. Şafiler, Müslümanların savaşmasını, saldırıya uğramaları şartına bağlayan ayetlerin nesh edildiğini (hükümlerinin iptal edildiğini) söyleyerek ve bir takım hadisleri kullanarak tezlerini desteklemeye çalışmışlardır.
. Ahmet Özel, cihad ile ilgili ayetlerin birbirlerini nesh ettiklerini söylemenin bilimsel hiçbir yönünün olmadığını ifade eder.[33] Kuran’ın bir kısmının diğer kısmını yürürlükten kaldırdığı iddiası (nasih-mensuh) ile ahad-hadislerin dinsel hükümleri belirlemede rolünün ne olduğu; İslam’ın, günümüzde de en yoğun şekilde tartışılan sorunlarındandır. Elimizde hangi ayetlerin iptal edilmiş, hangilerinin edilmemiş olduğuna dair bir liste olmadığından, nasih-mensuh iddiasında bulunanlar, seçme hakkını mezhep imamlarına bırakmışlardır. Muhammed Esed, Kuran’ın içinde nasih-mensuh olduğuna dair bir iddianın, hiçbir Kuransal kaynağı olmadığını ve hatta bu fikri savunan tek bir güvenilir hadis bile olmadığını söyler.[34] Bu noktada hatırlanması gereken bir başka hüküm olan zina yapan kadının taşlanarak cezalandırılması -Kuran ile tamamen çelişmesine rağmen- nesih iddialarına dayandırılarak temellendirilmeye çalışılmıştır. Eğer Kuran’a hermeneutik yaklaşımımızda, Kuran’ın bütünlüğünü korumayı temel ilke kabul ediyorsak -biz öyle olması gerektiğini düşünüyoruz- Kuran’ın bir kısmının diğer bir kısmınca iptal edildiğini söyleyen ve iptal edilen bölümlerinin hangileri olduğuna dair herkesin kabul edebileceği bir kriter koyamayan nasih-mensuh savunucularına karşı çıkmak gerekir. Kuran’daki bir takım ayetlerin diğerlerini iptal edebilmesi için Kuran ayetleri arasında çelişki olması gerekir. Bu sav, Kuran’da çelişki olmadığını ifade eden ayetlere ters düşmektedir:
Onlar hala Kuran'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı.[35]
4- Nisa, 82
Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi en “güvenilir” hadis kitaplarında bile mevzu pek çok hadis vardır. Bu konu, bu çalışmadaki tartışmalar açısından özellikle önemlidir. Kendi görüşlerine aykırı olan ayetlerin ‘iptal edildiğini’ söyleyen ve Kuran’dan çok daha geniş hacimdeki siyasi amaçlarla uydurulmuş olan hadisleri de ihtiva eden ciltlerden kendi fikirlerini destekleyen hadisleri seçen bazı fıkıhçıların otoritesi, pratikte Kuran’ın önüne geçmiştir. Bu fıkıhçıların yorumlarını içinde yaşadıkları zamanın siyasi şartlarını göz önünde bulundurarak değerlendirmemiz gerekir. İslam’ın ilk dönemlerinde siyasetçiler, kabile kavgaları yüzünden birbirine düşen grupları dış düşman ile savaştırmak ve yeni fetihler için bu insanların potansiyellerinden yararlanmak istemişlerdir. Sonuçta, diyebiliriz ki, “cihad” retoriğinin oluşması, gelişen siyasal meselelerle yakından alakalıdır. Bu retorik sadece Müslümanlara karşı kullanılmamıştır; birçok durumda Müslümanlar birbirlerini de kafir ilan ederek, “cihad” retoriğinden, kitleleri hasımlarına karşı savaştırabilmek için faydalanmışlardır. Nasih-mensuh iddiaları ve mevzu hadisler; “cihad”a, Kuran’daki gerçek anlamı yerine “kafirlerle savaş” anlamı yüklenmesinde önemli rol oynamıştır; bu ise pratikte sürekli-savaş demektir.
Mevzu hadislerin, fetvaların ve nasih-mensuh iddialarının yol açtığı problemlerin diğer bir kısmı ise inanç özgürlüğü ile alakalıdır; din değiştiren Müslümanların ve namaz kılmayı reddedenlerin öldürülmesini, oruç gibi ibadetleri yerine getirmeyenlere sopa atılmasını söyleyen öğretiler bunlardan sadece birkaçıdır. Oysa inanç özgürlüğünden bahseden bazı Kuran ayetleri şöyledir:
Dinde zorlama yoktur.[36]
2- Bakara, 256
21- Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın.
22- Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin.[37]
88- Ğaşiye, 21-22
İslam’a göre başka inançlara mensup olmanın bir savaş nedeni olmadığı ve İslam’da zorlama olmadığı net bir şekilde anlaşılabilirse; bu, medeniyetler arası iletişimin geliştirilmesi açısıdan faydalı olacaktır. Birincisinin nedeni açıkça bellidir, bu iddia (diğer inançların mensuplarıyla savaşma mecburiyeti) sürekli savaş durumunda olmak demektir ki bu da iletişimi imkansız kılmaktadır. İkincisinin sebebi ise, ilk sebebe nazaran dolaylıdır, ilk bakışta bu yalnızca İslami toplulukların içsel bir problemi olarak algılanmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, insanları Allah yoluna çağırmak (tebliğ) dini bir görevdir.[38] Bir yandan “ötekiler” İslam’a çağırılırken, öte yandan Müslüman ülkelerde başka dine geçenler öldürülürse, bu şartlar altında iletişim kurabilmek mümkün olamaz. (Bu tip bir anlayış nedeniyle Afganistan’da 2006 yılının başında Hıristiyanlığa dönen biri öldürülmek istenmişti.) Kuran’daki ayetlere rağmen, dinsel ambalajda sunulan yanlış bir cihad anlayışı ve inanç zorlaması bizi iletişimsel patolojiye götürür. Medeniyetler arası iletişimin kurulamadığı bir dünyanın şiddet ile dolu olacağını kestirmek ise pek de zor değildir.
KURAN ve SAVAŞ AHLAKI
Kuran’ın savaşa yaklaşımının etik açıdan kabul edilir olup olmadığı hakkında pek çok tartışma yapılmaktadır. “Öteki”ne karşı -barış durumu dışındaki yaklaşımlar- birazdan da göstereceğimiz gibi dört farklı şekilde olabilir. Kuran’ın yaklaşımının kabul edilebilir olmadığını savunan bir kişi, diğer alternatiflerden hangisinin daha doğru olduğunu göstermelidir. Kuran’ın savaş karşısındaki tavrının -tarih boyunca yaşamış tüm Müslümanlarınkinin değil- etik açıdan kabul edilebilir ve sağduyuya en uygun yaklaşım olduğu kanaatindeyiz. Bahsettiğimiz dört farklı yaklaşım şöyledir:
1- Rasyonel veya makul bir sebep olmaksızın savaşmak: Bu durum, daha önce gösterdiğimiz gibi Kuran’a aykırıdır. Tarihte, Thugslar, bu davranış tarzına uygun bir örnek teşkil ederler. Onlar, tanrıça Kali’ye adak olarak yakaladıkları, yakınlarından geçen birçok masumu öldürdüler.[39] Thugsların varlıklarını sürdürdükleri 1200 yıl boyunca bir milyon kadar insanı öldürdükleri zannedilmektedir.[40]
2- Rasyonel sebepler için savaşmak: Genelde ekonomik çıkarlar gibi rasyonel sebeplerin savaşların en önemli nedenini oluşturduklarında şüphe yoktur. Rasyonel sebepler için savaşanlar, adalet veya adaletsizlik kaygılarını bir yana bırakarak, esas amaç olarak güç kazanmak ve kazanılan gücü elde tutabilmek için savaşmışlardır. Tarih boyunca bu yaklaşım, yaygın olarak uygulanmış olmasına rağmen, genelde felsefi açıdan onaylanmamıştır. Machiavelli bu tip bir yaklaşımı açıkça destekleyerek ünlü olmuştur[41] ve ondan sonra da birçok felsefi yaklaşımda benzer fikirler ifade edilmiştir (örneğin Sosyal Darwinizm’de). Kuran’ın yalnızca saldırı karşılığında savaşma izni veren ayetleri ( 22-Hac-39 gibi) bu yaklaşıma onay vermez. Ancak şimdiye kadar incelediğimiz örneklerde görüldüğü gibi, dinin siyasi amaçlar için kullanılması sonucunda Kuran’ın otoritesi, fakihlerin, nasih-mensuh iddialarını ve mevzu hadisleri kullandıkları yorumlarıyla aşılmıştır.Halkın savaşa teşvik edildiği birçok durumda hep çıkara dayalı rasyonel sebepler, dinsel retorikle örtülmüş ve savaşın makul sebeplere dayandığı savunulmuştur.
3- Her şartta pasivizm: Kuran, mutlak bir pasivizme karşı olmakla beraber bağışlamayı cezalandırmaya üstün tutar. Bunu aşağıda alıntılanan ayetlere bakarak anlayabiliriz:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman, görürsün ki seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.[42]
41- Fussilet, 34
Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir.[43]
42- Şura, 43
Kuran bağışlamayı üstün tutar, fakat her durumda pasif kalmayı onaylamaz. Bireysel olarak uygulanan -Gandi örneğinde olduğu gibi- veya küçük bir topluluğun uyguladığı pasiflik ile, bir toplumun toptan yok edilmeye çalışıldığı sırada uygulanan pasiflik farklı perspektiflerden ele alınmalıdır. Müslümanlar, saldırıya uğradıklarında ve yok edilmek istendiklerinde savaşa çağrılmışlardır. Mutlak pasivizm, saldırganların azgınlığını arttıracaktır ve çocukların, kadınların ve yaşlıların öldürülmesine izin verilmesi anlamına da gelir. Bu yüzden böyle bir pasivizm hem sağduyuya aykırıdır, hem de etik açıdan da sorunludur.
4- Makul sebepler için savaşmak: Kuran ayetleri makul bir sebebin varlığı durumunda savaşa izin vermiştir ve bu makul sebep saldırıya uğramaktır. (Müslüman olmayan herkese karşı savaşı meşru görenler, makul neden arayışını anlamsızlaştırmışlar ve böylece istediklerine savaş açma konusunda özgürlüğe kavuşmuşlardır.) Kuran’ın saldırıya bağlı olarak savaş açma tavrı etik açıdan, yukarıda sayılan mevcut şıklar içinde, sağduyuya en uygun ve en tutarlı olandır. Uluslararası hukukta dahi meşru-müdafaa insanların en doğal hakları arasında sayılır. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. maddesine göre saldırıya uğrayanların meşru-müdafaa hakkı vardır.[44]
Kuran’da, savaş sırasında olsa bile, neden insanların öldürülebileceğine dair ifadelerin geçtiğini merak edenler olmuştur. Gerçekçi bir dinin, savaş gibi istenmeyen fakat kimi zaman kaçınılamayan bir durumla ilgili açıklamalar yapması çok önemlidir. İslam öldürmeyi yasaklamıştır; dolayısıyla eğer Kuran’da savaş, öldürmenin serbest bırakıldığı istisnai bir durum olarak gösterilmeseydi, o zaman İslam’ın mutlak bir pasivizmi desteklediği sonucuna varılabilirdi.
Kuran’da, savaşın, önce karşı tarafın saldırması şartına bağlanmasının dışında da, “savaş” konusunu ilgilendiren önemli hususlar vardır. Bunların en önemlilerinden biri Kuran’da Hz. Muhammed dışında kararlarına vahiy ile onay verilen hiçbir insanın bulunmadığının bilinmesidir. Bu yüzden, hiçbir insan diğerlerinden epistemolojik olarak farklı bir konumda olduğunu iddia ederek savaş açılması ile ilgili kararlarının tartışılmaz olduğunu savunamaz. Tarih içinde farklı dinlerden pek çok dini otorite, toplumun geri kalanından farklı bir epistemolojik durumda olduklarını iddia etmişlerdir. Örneğin Kilise, Kutsal Ruh’un (Cebrail) koruması altında olduğunu söyleyerek, kendi epistemolojik konumunun halktan farklı olduğunu ileri sürmüş ve tüm karar ve görüşlerinin doğruluğunu böylelikle temellendirmeye çalışmıştır. Kuran’da böylesi bir tavra onay olmamasına rağmen İslam dünyasında da benzer iddialarda bulunanlar olmuştur. Bazı insanların evliya olduklarına ve bu kişilerin epistemolojik durumları dolayısıyla halkın asla erişemeyeceği bir takım özel bilgilere sahip olduklarına inanılmış, bu kişilerin her kararının tartışmasız olarak kabul edilmesi gerektiği savunulmuştur. Evliya olma iddialarının yanında bir kişi, bir de Mehdi olarak kabul edilirse, o zaman kendisine duyulan bağlılık çok daha fazla artar. Bu tip inanışlar, özel konumda olduğuna inanılan bu kişilerin savaş ilanlarının tartışılmaz olarak doğru kabul edilmesine; bu savaşların, Kuran’a uygun/aykırı veya adil/adaletsiz olduğu tartışmalarının ihmal edilmesine sebep olmuştur ve bundan sonra da olabilir.
Mehdi diye bir şahsın dünyanın sonuna doğru geleceği ve kafirlere karşı savaşıp İslam’ı muzaffer edeceği inancı hem Sunnilikte hem de Şiilikte vardır. Şiiler -genel olarak- bu şahsın 1100 yıldan uzun bir süredir saklanan bir kişi olduğunu iddia ederler. Şiilikte Mehdi konusu o kadar önemlidir ki, Ayetullah Humeyni’nin devrim yapacak güce sahip olmasında bile Humeyni’nin Mehdi ortaya çıkana dek ona vekalet ettiğine dair inancın rolü olmuştur. Sunnilikte ise binlerce ayrı cemaatin liderleri kendilerini Mehdi ilan etmişlerdir. Mehdi olduğuna inanılan şahıs, takipçileri üzerinde büyük bir siyasal güç kazanır. Weberci perspektiften bakıldığında, Mehdiler’in karizmatik otoritenin en mutlak modelini oluşturdukları görülür. Terörizmin kökenlerine dair tüm tartışmalarda her zaman ismi anılan Hasan Sabbah da bu inancı istismar etmiştir.[45] Oysa, Kuran’da Mehdi ile ilgili tek bir ayet yoktur. Hadisler üzerine yapılan modern araştırmaların birçoğu Mehdi hadislerinin mevzu olduğunu ve siyasal amaçlar için ortaya atıldıklarını kanıtlamıştır.[46] Usame bin Ladin’in de Mehdi olabileceğine dair bazı fısıltıların yayıldığını hatırlatırsak, her halde konunun önemi daha iyi anlaşılabilir.[47] Sonuç olarak, Kuran, Hz. Muhammed’den sonra hiçbir insanın epistemolojik olarak özel pozisyonda olduğuna onay vermez. Dolayısıyla, bazı insanlara üstün epistemolojik özellikler atfederek adil olmayan bir savaşın açılması meşrulaştırılamaz.
Savaş ahlakı açısından savaşın başlatılma şartlarının yanı sıra, savaşın nasıl sürdürüleceği (jus in bello) de önemlidir. Bir savaş makul nedenlerle başlatılmasına rağmen savaş içinde haksız eylemlerde bulunulabileceği gibi, bir savaş makul olmayan nedenlerle başlatılmasına rağmen adil bir şekilde sürdürülebilir. Kuran’ın şu ayeti, savaşın sürdürülme şekline dikkat edilmesi konusunda göz önünde bulundurulmalıdır:
Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, ancak aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.[48]
2-Bakara, 190
Görüldüğü gibi Kuran savaş başlatanlara karşı savaşma izni verirken, savaş başladıktan sonra her yolun mübah olduğunu söylemez, aksine savaş sırasında da aşırı gidilmemesini öğütler. Her savaş yeni bir fenomen oluşturmaktadır. Eski savaş araçlarıyla yeni savaş araçlarının farklılığı da savaşın nasıl sürdürüleceği tartışmasını güçleştirmektedir. Kuran’ın savaşın sürdürülmesiyle ilgili belli ana prensipler dışında detaylar vermemesi, dönemin şartlarına uygun metotlar geliştirme esnekliği verir. “İslam ve savaş” konusunu karşılaştırmalı ahlak çalışmaları açısından ele alan John Kelsay’in de söylediği gibi: “Modern savaşın nasıl sürdürülmesi gerektiğine dair şartlara İslam dünyasının yaptığı katkı halen gelişme halindedir.”[49] İlerleyen sayfalarda ele alacağımız Kuran’da, bütün “ötekilerle” antlaşmalar yapılabileceğini gösteren ifadeler, savaşın sürdürülmesi ile ilgili konuyla birleştirilebilir.
Kuran’da savaşın başlatılması ve sürdürülmesi ile ilgili prensipler olduğu gibi, karşı tarafın barış istemesi durumunda savaşın devam ettirilmemesi de söylenir. Bu konuyla ilgili iki ayet şöyledir:
Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah'a tevekkül et.[50]
8-Enfal, 61
Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever.[51]
60-Mümtehine, 8
İslam’ın, “Hiçbir devletin makul sebepler dışında rasyonel sebepler için savaşma hakkı yoktur.”[52] diyen John Rawls ile -ki savaş ahlakı üzerine çalışanların çoğu da aynı fikirdedir- aynı doğrultuda emirler vermiş olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, İslam ile Müslümanlar arasında net bir ayrım yapmak zorundayız. Müslümanlar her ne kadar İslam dininin takipçileri olsalar da, sonuçta onların da -birçok zaman birçoğunun dini vazifelerinin önüne geçen- rasyonel çıkarları vardır; aslında toplumu çoğu zaman mobilize eden siyasal elitin çıkarları olmuştur. Savaşın nedeni rasyonel sebepler olduğu birçok durumda da fakihler, müftüler savaşların dini nedenler için gerekli olduğunu bildiren fetvalar vermişlerdir. Bu fetvaları almak önemliydi, çünkü böylelikle savaşacak halkın gözünde savaşı meşrulaştırıyorlardı ve ayrıca insanları mobilize etmek için İslam’ın ontolojisinden ve eskatolojisinden de yararlanıyorlardı. İslam’ın ontoloji ve eskatolojisine göre herşeyi yaratan, herşeye gücü yeten bir Tanrı vardır; Tanrı, bu dünyadan sonra ahirette ebedi bir yaşam hazırlamıştır ve de herkesin ahiretteki yaşantısındaki yerini bu dünyada yaptıkları belirleyecektir. İslam’a göre Allah adına yapılan savaşta ölen şehitler ahirette cennet ile müjdelenmiştir. Sonuç olarak İslam, dünyevi çıkarlar üzerine kurulmuş hedeflerin üstesinden gelecek aşkın hedefleri ontolojisi ve eskatolojisinde barındırmaktadır. İslami inanışa göre, şehitler kısa dünyevi hayatlarını feda ederek mükemmel bir ebedi yaşama sahip olma olanağı kazanırlar. Kendi güç hesapları için savaş yapmak isteyenler, bu ontoloji ve eskatolojiyi kullanarak kitleleri savaş için mobilize etmeye çalışmışlardır. Sonuç olarak, cihad bir ikna etme mekanizması olarak kullanılmıştır ve cihadın bir retorik olarak kullanıldığını söyleme sebebimiz de budur.
Yorum