Kur`ân, insanın hayata temiz başladığını, sorumluluk bilincinin ve bu bilinci terk etmenin ona sürekli ilham edildiğini söyler. Alışkanlık, adet ve terbiye ile oluşan resmi İslamlığa pirim vermez. Aksine bilinç yolunu tavsiye eder. Eylemde niyet ve içtihat ister. Kur`ân`ın önerdiği ahlak, temizleme gücünü alışkanlıklara oturan "terbiye" den değil, şuura bağlı "tezkiye"den alır.
Bu nedenle ibadetler bile eğer insanda alışkanlık gibi duruyorsa, onların Allah katında bir öneminin olmadığını söyler. Zaman zaman, namaz kıldığı hâlde "verme" yi ahlak edinmeyenleri kınaması bundandır. Kur`ân, ibadetleri bir terbiye aracı değil, bir hatırlama aracı (zikir) olarak görür. Namaz ve oruç gibi bedensel ibadetleri, zorlaştırmaması aksine, zor zamanlarda kolaylaştırmış olması da bundandır.
Kur`ân, "alışkanlıklar" ın takviye ettiği bir ahlak sözcüğü üzerinde durmaz. Hz. Peygamber (s.a.)`a hitaben söylediği: "Sen en yüce bir ahlâk üzeresin " (el-Kalem, 68/4) sözü de, onun doğuştan gelen (ve kendisinin bozmadığı) ahlaki davranışlarını ifade eder. Pek büyük huylar, karakter, meleke (yeti) ve maneviyat üzere yaratılmış bulunuyorsun ve sen onları korudun demektir.
Ancak Kur`ân`ın, satır aralarında, doğru davranışlar üretecek bir ahlak edinmeyi önerdiği söylenebilir. Ne var ki bu davranışlar da, alışkanlıklardan değil bilişsel bir inançtan doğmalıdır. Onları çok ve çileli değil, yeterli ve ihlâslı olan ibadet, terbiye değil tezkiye, taklit değil ittiba ve içtihat üretmelidir.
Ama maalesef bugün, İslam coğrafyasında, terbiye ahlakıyla oluşan bir İslamlık hakimdir. Bilincin ürünü olan içtihadi eylemlerin değil, adete bağlı eylemlerin ürünü olacak bir alışkanlığın peşinde koşulmaktadır. Bu tutum manastır ve zaviyelerdekinin benzeridir. Buradan da zorlanınca kırılan bir ahlak doğar. Bizce, insanımızın, sık toplumsal kırılmalar yaşamasının, dünya işleri ve hatta ahiret hayatı için torpil yolları aramasının, menfaati için adaleti terk etmesinin sebeplerini buralarda aramak gerekir.
İslam ahlak tarihinin kısa hikayesi şudur. Şer`i ilimlerle Tasavvuf disiplini arasında ciddi bir problem yoksa da zahirde bir kopukluk görülür. Bu kopukluk bir tarafta kuralsızlık dindarlık diğer tarafta ise katı kuralcılık üretmiştir. Fıkıh, ihsanı unutmuş, ahlakı hukuktan soyutlamış, Tasavvuf da alışkanlar üreten yolu seçmiş bu da Kur`ân ahlakını ihya etmek için yetmemiştir. Tezkiye ahlakından soyutlanan hukuka karşı, adet ahlakına sığınılmasının asıl sebebi ise adetin iliklerine işlemiş kadim kader anlayışıdır. Bu anlayış şu temel soruyla açığa çıkar: Yapan kimdir?
Tanrıyı hayatından uzaklaştıran Batı bir tür öznel ahlak geliştirdi. Kaderini eline aldı. Batının bu ahlakı dünya ölçüsünde kendisine başarı getirdi. Menfaati, arayışını kamçıladıkça tüketim hırsını artırdı. Onu, kadim kaderci anlayışını terk edemeyen Doğuya yöneltti. Doğu, kırılgan kaderci ahlakıyla başbaşa iken yakalandı. Kaderci ahlak kırılgandı. Çünkü, Allah`ın dilemesinde kendi dilmesinin yerini anlayamıyordu.
"Kaderci Ahlak" ile devam edecek
Bu nedenle ibadetler bile eğer insanda alışkanlık gibi duruyorsa, onların Allah katında bir öneminin olmadığını söyler. Zaman zaman, namaz kıldığı hâlde "verme" yi ahlak edinmeyenleri kınaması bundandır. Kur`ân, ibadetleri bir terbiye aracı değil, bir hatırlama aracı (zikir) olarak görür. Namaz ve oruç gibi bedensel ibadetleri, zorlaştırmaması aksine, zor zamanlarda kolaylaştırmış olması da bundandır.
Kur`ân, "alışkanlıklar" ın takviye ettiği bir ahlak sözcüğü üzerinde durmaz. Hz. Peygamber (s.a.)`a hitaben söylediği: "Sen en yüce bir ahlâk üzeresin " (el-Kalem, 68/4) sözü de, onun doğuştan gelen (ve kendisinin bozmadığı) ahlaki davranışlarını ifade eder. Pek büyük huylar, karakter, meleke (yeti) ve maneviyat üzere yaratılmış bulunuyorsun ve sen onları korudun demektir.
Ancak Kur`ân`ın, satır aralarında, doğru davranışlar üretecek bir ahlak edinmeyi önerdiği söylenebilir. Ne var ki bu davranışlar da, alışkanlıklardan değil bilişsel bir inançtan doğmalıdır. Onları çok ve çileli değil, yeterli ve ihlâslı olan ibadet, terbiye değil tezkiye, taklit değil ittiba ve içtihat üretmelidir.
Ama maalesef bugün, İslam coğrafyasında, terbiye ahlakıyla oluşan bir İslamlık hakimdir. Bilincin ürünü olan içtihadi eylemlerin değil, adete bağlı eylemlerin ürünü olacak bir alışkanlığın peşinde koşulmaktadır. Bu tutum manastır ve zaviyelerdekinin benzeridir. Buradan da zorlanınca kırılan bir ahlak doğar. Bizce, insanımızın, sık toplumsal kırılmalar yaşamasının, dünya işleri ve hatta ahiret hayatı için torpil yolları aramasının, menfaati için adaleti terk etmesinin sebeplerini buralarda aramak gerekir.
İslam ahlak tarihinin kısa hikayesi şudur. Şer`i ilimlerle Tasavvuf disiplini arasında ciddi bir problem yoksa da zahirde bir kopukluk görülür. Bu kopukluk bir tarafta kuralsızlık dindarlık diğer tarafta ise katı kuralcılık üretmiştir. Fıkıh, ihsanı unutmuş, ahlakı hukuktan soyutlamış, Tasavvuf da alışkanlar üreten yolu seçmiş bu da Kur`ân ahlakını ihya etmek için yetmemiştir. Tezkiye ahlakından soyutlanan hukuka karşı, adet ahlakına sığınılmasının asıl sebebi ise adetin iliklerine işlemiş kadim kader anlayışıdır. Bu anlayış şu temel soruyla açığa çıkar: Yapan kimdir?
Tanrıyı hayatından uzaklaştıran Batı bir tür öznel ahlak geliştirdi. Kaderini eline aldı. Batının bu ahlakı dünya ölçüsünde kendisine başarı getirdi. Menfaati, arayışını kamçıladıkça tüketim hırsını artırdı. Onu, kadim kaderci anlayışını terk edemeyen Doğuya yöneltti. Doğu, kırılgan kaderci ahlakıyla başbaşa iken yakalandı. Kaderci ahlak kırılgandı. Çünkü, Allah`ın dilemesinde kendi dilmesinin yerini anlayamıyordu.
"Kaderci Ahlak" ile devam edecek