Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İMAM RIZA (A.S)'IN SEÇKİN KULLAR HAKKINDAKİ SÖZLERİ

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    İMAM RIZA (A.S)'IN SEÇKİN KULLAR HAKKINDAKİ SÖZLERİ

    İMAM RIZA (A.S)'IN SEÇKİN KULLAR HAKKINDAKİ SÖZLERİ



    Irak ve Horasan alimlerinden bir grup Me'mun'un meclisinde toplanmışlardı; Hz. Rıza (aleyhi's-selam) da oturuma katılınca, Me'mun mecliste bulunan alimlere: "Sonra da kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık."[1] ayetinin manasını bana söyleyin" dedi.

    Ulema: "Allah, bu ayetten bütün ümmeti kastetmiştir." Me'mun: "Ya Ebe-l Hasan, sen ne söylüyorsun ?"

    İmâm (aleyhi's-selam): "Ben onların dediği şekilde demiyorum. Ben diyorum ki, Allah-u Teâlâ, bu ayette Peygamber'in pak Ehl-i Beyt'ini kastetmiştir."

    Me'mun: "Allah, nasıl ümmeti değil de yalnız Ehl-i Beyt'i kastetmiştir."

    İmam (aleyhi's-selam): "Eğer Allah-u Teâlâ ümmeti kastetmiş olsaydı o zaman bütün ümmet mutlaka cennete giderdi. Allah-u Teâlâ mezkur ayetin ardından şöyle buyuruyor:

    "Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır (mutedil hareket eder), kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır, İşte bu, pek büyük lütuf ve ihsandır."

    Daha sonra hepsine cennet vaadinde bulunup şöyle buyurmuştur: "Adn cennetleri (onlarındır); oraya girerler."[2] Buna göre, ayette söz konusu olan miras Resulullah'ın pak Ehl-i Beyt'ine mahsustur; başkalarına değil. Bunlar o kimselerdir ki, Allah onların vasfında şöyle buyurmuştur:

    "Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt 'ten her çeşit kiri (günah ve çirkinliği) uzaklaştırmak ve sizi tertemiz kılmak ister."[3]

    Resulullah (salla'llahu aleyhi ve alih) de onların hakkında şöyle buyurmuştur: "Ben kendimden sonra sizin aranızda iki değerli şey bırakıyorum: Biri Allah'ın kitabı, diğeri ise İtretim olan Ehl-i Beytim'dir. Bunlar havuzun (Kevser'in) başında benimle buluşuncaya kadar asla birbirlerinden ayrılmazlar. Benden sonra onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin. Ey insanlar, onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın. Çünkü onlar sizden daha alimdirler."

    Ulema: "Ya Ebe-l Hasan, İtret'ten maksat Al (Ehl-i Beyt) midir, yoksa başkası mıdır?"

    İmam (aleyhi's-selam): "Evet, İtret'ten maksat Âl'dir. (Ehl-i Beyt'tir)."

    Ulema: Resulullah (salla'llahu aleyhi ve alih)'den şöyle bir hadis nakledilmiştir:

    "Ümmetim Âl'imdir" ve ashap da inkar edilmeyecek müstefiz rivayetlerle, "Muhammed'in Âl'i, onun ümmetidir" demişlerdir."

    İmam (aleyhi's-selam): "Söyleyin bakalım, sadaka Âl-i Muhammed'e haram mıdır, yoksa helal mi?"

    Ulema: "Evet haramdır."

    İmam (aleyhi's-selam): "Öyleyse sadaka bütün ümmete de haram mıdır?"

    Ulema: "Hayır, haram değildir."

    İmâm (aleyhi's-selam): İşte bu, Âl ve ümmet arasındaki farktır. Yazıklar olsun size, sizi nereye götürüyorlar? Zikir'den (Kur'an'dan) yüz mü çevirdiniz, yoksa azgın bir kavim misiniz? Rivayetin, açıkça seçkinler ve hidayet olanlar hakkında olup başkaları hakkında olmadığını bilmiyor musunuz?"

    Ulema: "Ya Ebe-l Hasan, bu sözün delili nedir?"

    İmâm (aleyhi's-selam): Şu ayet: "Andolsun biz Nuh'u ve İbrahim'i (elçi olarak) gönderdik, peygamberliği ve kitabı onların soylarında kıldık. Öyle iken, içlerinde hidayeti kabul edenler vardır bir çoğu da fâsık olanlardır."[4] Derken nübüvvet ve kitab mirası, hidayeti kabul edenlere geçti, fâsıklara değil. Nuh'un, Rabbinden şöyle bir istekte bulunduğunu bilmiyor musunuz? "Dedi ki: Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin vaadin de doğrusu haktır."[5] Çünkü Allah-u Teâlâ Nuh'un kendisini ve ehlini kurtaracağını vaad etmişti. Rabbi de cevabında şöyle buyurdu: "Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum."[6]

    Me'mun: "Allah, İtret'i (Ehl-i Beyt'i), diğer insanlardan üstün kılmış mı?"

    İmâm (aleyhi's-selam): "Evet, Allah, İtret'i, Kur'an'ın inkar edilmeyecek kesin ayetlerinde başkalarından üstün kılmıştır."

    Me'mun: "Kur'an'ın neresinde?"

    İmam (aleyhi's-selam): "Kur'an'ın şu ayetinde: "Gerçek şu ki Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim'in Âl'ini (soyunu) ve İmran Âl'ini alemler üzerine seçti. Onlar birbirlerinden türeme bir zürriyettir. Allah işiten ve bilendir."[7] Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Yoksa onlar, Allah'ın fazlından verdiği şeyler için insanlara (Peygamber ailesine) haset mi ediyorlar? Doğrusu biz İbrahim Âl'ine (soyuna) kitabı, hikmeti verdik ve onlara büyük bir mülk de verdik."[8]

    Daha sonra bu ayetin ardından mü'minlere hitaben şöyle buyurmuştur:

    "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan Ulü'l emre de itaat edin."[9]

    Yani Allah'ın, kitap ve hikmeti miras olarak verdiği kimselere itaat edin. (Ama bazıları) bu iki mirastan dolayı onlara haset ettiler. Nitekim üstteki ayette şöyle geçti:

    "Yoksa onlar, Allah'ın fazlından verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar? Doğrusu biz İbrahim Âl'ine (soyuna) kitabı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir mülk de verdik."

    Bu ayette seçkin ve pak insanlara itaat kastedilmiştir. Burada mülkten maksat onlara itaat etmektir."

    Ulema: "Allah-u Teâlâ Kur'an'da seçkin insanları açıklamış mı?"

    İmam (aleyhi's-selam): "Evet, batına ilave olarak zahirde de Kur'an'ın on iki yerinde açıkça beyan etmiştir."

    Birinci ayet şudur: "(öncelikle) En yakın akrabalarını korkut."[10] Allah-u Teâlâ'nın bu ayette Peygamber'in Âl'ini kastetmesi (onlar için) güzel bir makam, büyük bir fazilet ve yüce bir şereftir. İşte bu (on iki ayetten) birincisidir.

    İkinci ayet de şudur: "Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah sizden her çeşit fenalığı (günah ve çirkinliği) uzaklaştırmak ve sizi tertemiz kılmak ister."[11] Bu da hiçbir katı düşmanın dahi inkar etmediği bir fazilettir.

    Üçüncüsü de şudur: Allah-u Teâlâ, yaratıklarından tertemiz olanları ayırdığında, Mübâhele ayetinde Peygamber'ine şöyle emretti: "(Ey Muhammed ) de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da dua edelim ve Allah'ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım."[12] Peygamber (salla'llahu aleyhi ve alih) bu ayetin düsturu gereğince Ali, Hasan, Hüseyn ve Fatıma'yı (aleyhim'us-selam) Medine'nin dışarısına çıkardı ve onları kendisi gibi kabul etti. Ayette geçen"kendimiz" ve "kendiniz"den maksadın ne olduğunu biliyor musunuz?

    Ulema: "Allah, onunla Peygamber'in kendisini kastetmiştir."

    İmam (a.s): (Hayır) yanıldınız. Çünkü Allah onunla Ali (aleyhi's-selam)'ı kastetmiştir. Buna delil de Peygamber'in (salla'llahu aleyhi ve alih) buyurduğu şu sözdür: "Ya, Beni Velia kabilesi bundan vazgeçeceklerdir veyahut kendim gibi olan bir kişiyi onlara (karşı koymak için) göndereceğim." Yani Ali (aleyhi's-selam)'ı. îşte bu hiçbir kimsenin, ötesine geçemeyeceği bir özelliktir; hiçbir kimsenin ihtilaf etmediği bir üstünlüktür ve daha önce hiçbir yaratığın elde edemediği bir şereftir. Çünkü Peygamber, Ali'nin nefsini kendi nefsi gibi saymıştır. Bu da üçüncü ayettir.

    Dördüncüsü de şudur: Peygamber (salla'llahu aleyhi ve alih), Ehl-i Beyt'ten başka bütün insanları, camiden dışarı çıkardı (onların camiye açılan evlerinin kapılarını kapattı). Bu duruma halk ve özellikle Abbas itiraz etti. Abbas: "Ya Resulullah, neden Ali'yi bırakıp da bizi dışarı çıkardın?" dediğinde Hz. Resul şöyle buyurdular: "Ben onu bırakıp sizi dışarı çıkarmadım. Allah onu bıraktı ve sizi dışarı çıkardı." İşte, Hz. Resulullah (salla'llahu aleyhi ve alih)'in Ali (aleyhi's-selam)'a buyurduğu: "Harun Musa'ya nasıldıysa sen de bana öylesin." sözünün açıklaması da budur.

    Ulema: "Bu üstünlüğün Kur'an'la ne ilişkisi vardır?".

    İmam (a.s): "Bu konuda size Kur'an'dan bir ayet getirip okuyacağım.

    Ulema: "Getir."

    İmam (a.s): O ayet şudur: "Musa'ya ve kardeşine, Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın ve evlerinizi kıble yapın... diye vahyettik."[13] Bu ayet Harun'un Musa'nın nezdindeki makamını beyan ediyor. (Harun, Musa'nın kardeşi, yardımcısı ve veziri idi). Bu ayet yine Ali (aleyhi's-selam)'ın, Hz. Peygamber (salla'llahu aleyhi ve alih)'in nezdindeki makamını da beyan etmektedir. Bununla birlikte Peygamber'in şu buyruğunda da (Ehl-i Beyt'in üstünlüğü için) apaçık bir delil vardır: "Bu camiye, Muhammed ve Âl-i Muhammed'den başka hiçbir kimsenin cünüp ve hayız olarak girmesi caiz değildir."

    Ulema: "Bu (çeşit) izah ve beyan ancak siz Resulullah'ın Ehl-i Beyt'i yanında bulunur." (Yani bu çeşit açıklamaları sizden başka kimse bilmez ve kabul etmez) dediler.

    İmam (aleyhi's-selam) şöyle buyurdular: "Bizim bu makamımızı kim inkar edebilir? Oysaki Hz. Resulullah (diğer bir yerde) şöyle buyurmuştur: "Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Kim ilim şehrini dilerse, kapısından girmelidir." İzah ve beyan ettiğimiz şeylerdeki (mevcut olan) üstünlüğü, şerefi, seçkinliği ve temizliği inatçı düşmanlardan başka hiç kimse inkar etmez. Bu nimetlere karşı Allah (Azze ve Celle)'ye şükürler olsun. Bu da dördüncüsüdür.

    Beşinci ayet de şudur: "Akrabalarının hakkını ver."[14]

    Bu, Aziz ve Cebbar olan Allah'ın, Ehl-i Beyt'i mahsus kıldığı bir özelliktir. Allah-u Teâlâ onları bütün ümmetten seçkin kılmıştır. Bu ayet Resulullah (salla'llahu aleyhi ve alih)'e indiğinde Resulullah şöyle buyurdular: "Fatıma'yı yanıma çağırın." Fatım'a geldiğinde Resulullah: "Ey Fatıma!" buyurdular. Fatıma: "Buyurun ey Allah'ın Resulü!" dedi. Resulullah: "Fedek'i elde etmek için ne at sürülmüştür ne de deve. Bu yüzden Fedek bana mahsustur, diğer Müslümanlara mahsus değildir. Ben Allah'ın emri üzerine onu sana bağışladım. Öyleyse onu kendin ve evladın için al." Bu da beşincisidir.

    Altıncı ayet de şudur: "De ki: Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, tek isteğim ancak yakınlarıma sevgidir..."[15] Bu, sadece İslâm Peygamber'ine mahsus olan bir özelliktir, diğer peygamberlere değil. Yine Ehl-i Beyt'e mahsus olan bir özelliktir, diğer kimselere değil. Bunun beyanı şudur ki, Allah-u Teâlâ diğer peygamberlerden bu sözü naklederken, örneğin Nuh (aleyhi's-selam)'dan şöyle naklediyor: "Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak da değilim; şüphe yok ki onlar, Rablerine kavuşacaklar, fakat ben sizi, cahillik etmekte olan bir kavim görüyorum."[16] Hud (aleyhi's-selam)'dan şöyle naklediyor: "Dedi ki: ...Ey kavmim, ben, bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yaratana aittir. Hala akıl etmeyecek misiniz?"[17] Ama Allah-u Teâlâ Resulullah'a (salla'llahu aleyhi ve alih)i şöyle buyurmuştur: "De ki: Sizden, (tebliğime karşılık) bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir."[18] Allah-u Teâlâ, onların kesinlikle dinden çıkmayacaklarını ve hiçbir zaman sapıklığa yönelmeyeceklerini bildiğinden dolayı onların sevgisini ve dostluğunu farz kılmıştır. Onları sevmenin farz olmasının diğer delili de şudur: Eğer bir kimse bir kimseyle dost olur da akrabalarından bazısı ona düşman olursa (ister istemez) kalp salim kalmaz (o dostluk bozulur). Allah-u Teala da Peygamber'in mübarek kalbinde hiçbir mümine karşı bir kırgınlık olmamasını istediği için Ehl-i Beyt'in sevgisini onlara farz kıldı. Kim bu vazifeye riayet edip, Resulullah'ı ve Ehl-i Beyt'ini severse, Resulullah'ın onu sevmemesi mümkün değildir. Ama kim bu vazifeyi terk eder, ona amel etmez ve Peygamber'in Ehl-i Beyti'ne nefret duyar ve düşmanlıkta bulunursa Hz. Resulullah da ona nefret duyar. Çünkü o adam ilahi farizelerden birini terk etmiştir.

    Bundan daha üstün bir fazilet ve bir şeref var mıdır? Şu ayet: "De ki: Sizden tebliğime karşılık hiçbir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma sevgidir" nazil olduğunda, Resulullah (sallallahu aleyhi ve alih) ashabı arasında ayağa kalkıp Allah'a hamd u sena etti ve şöyle buyurdu: "Ey insanlar, Allah size bir vazife farz kılmıştır, onu yapar mısınız?" Hiç kimse cevap vermedi. İkinci gün de ayağa kalktı ve aynı sözü tekrarladı. Yine hiç kimse cevap vermedi. Üçüncü gün de ayağa kalkıp: "Ey insanlar, Allah size bir vazife farz kılmıştır, onu yapar mısınız?" buyurunca yine hiçbir kimse cevap vermedi. Bunun üzerine: "Ey insanlar, bu vazife ne altın ve ne de gümüş gerektirir; ne yenilecek bir şeydir ne de içilecek" buyurduğunda halk: "Artık ne buyuracaksanız, buyurun" dediler. Bunun üzerine Resulullah mezkur ayeti onlara tilavet etti. Onlar da: "Allah'ın istediği bu olursa, bunu yaparız" dediler. Ama onların çoğu, bu söze bağlı kalmadılar.

    Daha sonra İmam Rıza (aleyhi's-selam) şöyle buyurdular: Babam ceddimden, o da babalarından ve onlar da Hüseyin İbn-i Ali'den şöyle rivayet eder: "Muhacir ve Ensar, Resulullah'ın huzuruna varıp şöyle dediler: "Ya Resulullah, hem sizin ve hem de gelen misafirlerin masrafları oluyor; iste bu (sizin yetkinizde olan) mal ve kanlarımızdır; bu hususta istediğiniz şekilde hüküm verin. Çekinmeden dilediğiniz, şeyi bağışlayın ve dilediğiniz şeyi bırakın." Allah-u Teâlâ (onlara cevap olarak) Ruh-ul Emin'i gönderip şöyle buyurdu: "(Ey Muhammed,) de ki sizden hiçbir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma sevgidir." (Benden sonra da akrabalarımı incitmeyin.)

    Toplantıda bulunanlardan bazıları dışarı çıktıklarında şöyle dediler: "Resulullah teklifimizi, kendisinden sonra yakınlarına özenmemiz için reddetti. Bu, Peygamber'in (kendi yanından uydurup) Allah'a iftirasından başka bir şey değildir." Elbette çok ağır bir sözdü bu. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ şu ayeti indirdi:

    "Yoksa, kendisi onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer onu ben uydurdumsa, bu durumda siz Allah'tan bana (gelecek) olan hiçbir şeye (karşı) malik olamazsınız. O sizin, kendisi hakkında ne taşkınlıklar yapmakta olduğunuzu daha iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahid olarak O yeter. O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir."[19] Peygamber sallallahu aleyhi ve alih onların peşine birisini gönderdi; geldiklerinde onlara: "Sizler bir şey mi söylediniz?" diye buyurdular. Onlar "Evet, ya Resulullah, bizlerden bazıları bizim için hoş olmayan ağır bir söz söyledi." dediler. Resulullah sallallahu aleyhi ve alih, nazil olan ayeti onlara okudu. Onlar (bunu duyunca) şiddetli bir şekilde ağladılar.

    Daha sonra Allah-u Teâlâ şu ayeti nazil etti: "Kullarından tövbeyi kabul eden ve kötülükleri affeden ve işlemekte olduklarınızı bilen O'dur."[20] Bu da altıncısıdır.

    Yedinci ayet de şudur: "Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri Peygamber'e salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin."[21] Bunu düşmanlar da biliyorlar ki, bu ayet nazil olduktan sonra halk: "Ya Resulullah, biz suna selam vermeyi biliyoruz, fakat salat nasıl olur?" diye sordular. Peygamber (salla'llahu aleyhi ve alih) buyurdular: "Şöyle deyin: "Allahumme salli ala Muhammed'in ve Âl-i Muhammed, kema salleyte ala İbrahim'e ve Âl-i İbrahim, inneke Hamidun Mecid." İmâm (aleyhi's-selam) orada bulunanlara: "Ey cemaat, sizler arasında bu konuda bir ihtilaf var mı?" diye sordu. Orada bulunanların hepsi: "Hayır" dediler.

    Me'mun: Bu konuda asla ihtilaf yoktur, bilakis ittifak vardır. Fakat Ehl-i Beyt hakkında bundan daha açık bir ayet var mı?"

    İmam (aleyhi's-selam): "Söyleyin bakalım "Ya-sin ve'l Kur'an'il Hakim, inneke le minel murselin, ala sıratin müstakim" ayetlerinin başında geçen "Ya-sin" kelimesinden kastedilen kimdir? dedi.

    Ulema: "Yasin, Muhammed'dir ve bunda hiçbir şüphe yoktur."

    İmam (aleyhi's-selam): "Allah-u Teâlâ, bu konuda Muhammed ve Âl-i Muhammed'e öyle bir fazilet vermiştir ki, hiç kimse vasfının hakikatine erişemez. Çünkü Allah-u Teâlâ, peygamberlerin dışında, başka hiçbir kimseye selam vermemiştir. Allah-u Teâlâ buyurmuştur ki: "Alemler içinde Nuh'a selam olsun."[22] "İbrahim'e selam olsun."[23] "Musa'ya ve Harun'a selam olsun."[24] Ama Allah-u Teâlâ "Nuh'un Âl'ine selam olsun" veya "İbrahim'in Âl'ine selam olsun." veyahut "Musa ve Harun'un Âl'ine selam olsun" buyurmamıştır. Sadece Âl-i Yasin'e selam olsun, diye buyurmuştur. Yani Muhammed'in Ehl-i Beyt'ine.

    Me'mun: "Andolsun ki, bu nükte ve bu izah ve beyan, ancak nübüvvet madeninde olabilir."

    Bu da yedincisidir.

    Sekizinci ayet de şudur: "Bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri muhakkak Allah'ın, Peygamber'in ve yakınlarınındır..."[25] Allah-u Teâlâ, kendine ve Peygamber'ine bir pay ayırdığı gibi yakınlara da bir pay ayırdı. İşte bu, Al (Ehl-i Beyt) ve ümmet arasındaki farktır. Çünkü Allah-u Teâlâ, Âl'i (Ehl-i Beyt' i) bir mevkide karar kılmış, diğer insanları da ondan aşağıdaki bir mevkide. Kendisi için beğendiğini onlar için de beğenmiştir ve bu konuda onları seçkin kılmıştır. Kendisi ve onlar için beğendiği her fey, ganimet ve diğer şeylerde ilk önce kendisini, sonra Peygamber'i, daha sonra da Peygamber'in yakınlarını zikretmiştir. Nitekim (humus ayetinde) şöyle buyurmuştur: "Bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri mutlaka Allah'ın, Peygamber'in ve yakınlarınındır..." İşte bu ayet Allah'ın natık kitabında kıyamete kadar onlar için açık bir te'kid ve daimi bir emirdir. Öyle bir kitaptır ki , "Batıl, ona önünden de ardından da yaklaşamaz. (Çünkü O) hüküm ve hikmet sahibi olan ve çok övülen (Allah) tarafından indirilmiştir."[26] Ama ayetin ardında zikredilen yetim ve yoksullara gelince; (onların durumları yakınlardan farklıdır, çünkü) yetim baliğ olduğunda humus sahipleri sırasından çıkar ve onun için bir pay olmaz. Yoksul da zengin olduğunda artık ganimetlerden onun için bir pay ayrılmaz; ganimeti almak da onun için caiz değildir. Ama yakınların payı kıyamete kadar, ister zengin olsunlar, ister fakir, onlar için sabittir. Çünkü Allah ve Resulü'nden daha zengin hiçbir kimse yoktur, bununla birlikte kendisi ve Resulü için ganimetten bir pay ayırmıştır. Kendisine ve Resulü'ne beğendiği şeyi Zilkurba (yakınlar) için de beğenmiştir. Böylece fey (savaş yapılmadan elde edilen mal) hakkında da kendisi ve Resulü için istediği şeyi Zilkurba için de istemiştir. Ganimette olduğu gibi ilk olarak kendi hakkını, sonra Peygamber'in hakkını ve daha sonra da Zilkurba'nın (Resulullah'ın yakınlarının) hakkını zikrederek Zilkurba'yı Allah ve Resulü'nün ismiyle birlikte ve onların peşinden zikretmiştir. İtaat konusunda da durum aynıdır. Allah-u Teâlâ buyurmuştur ki:

    "Ey iman edenler, AIlah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan ulu-l emre."[27] (Ulu-l emr, Allah ve Resulü'nden sonra kendilerine itaat edilecek emir sahipleridir.) Burada da yine ilk önce kendisini, sonra Peygamber'i ve daha sonra da Ehl-i Beyt'i zikretmiştir. Velayet ayetinde de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sizin veliniz, (ve yetki sahibiniz) ancak Allah'tır, O'nun Resulü'dür ve inananlardır..."[28] Yani Emir-ül Mü'minin Ali 'dir.

    Allah-u Teâlâ ganimet ve fey'de, kendi payını ve Peygamber'in payını onların payıyla birlikte ve beraber zikrettiği gibi onların velayetini (yöneticilik hakkını) ve Peygamber'e itaati kendisine itaatle birlikte zikretmiştir. Yüce Allah'ın, Ehl-i Beyt'e olan bu nimeti ne kadar da büyüktür! Ama sadaka (zekat) meselesi geldiğinde; (Allah-u Teâlâ) kendisini, Resulü'nü ve Resulü'nün Ehl-i Beyti'ni ondan münezzeh kıldı ve şöyle buyurdu: "Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak yalnızca fakirler, düşkünler, (zekat) işinde görevli olanlar, kalpleri (İslam'a) ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmışlar içindir."[29] Bunların arasında Allah-u Teâlâ'nın, kendisi, Resulü ve Zilkurba (yakınlar) için bir pay tayin ettiğini bulabilir misiniz? Münezzeh kılma sırası geldiğinde, kendisini, Resulü'nü ve Resulü'nün Ehl-i Beyt'ini ondan münezzeh kıldı. Münezzeh kılmakla yetinmeyip sadakayı onlara haram kıldı. Çünkü sadaka Muhammed ve Ehl-i Beyt'ine haramdır. Sadaka insanların (malının) kiri olduğu için onlara helal değildir. Çünkü onlar her çeşit kirden münezzeh kılınmışlardır. Allah onları her çeşit kirden münezzeh kılıp seçtiğinde kendisine beğendiği şeyi onlar için de beğenmiştir; kendisine beğenmediği şeyi onlar için de beğenmemiştir.

    Dokuzuncusu da şudur: Biz zikir ehliyiz; öyle zikir ehli ki Allah-u Teâlâ, kitabında (onların hakkında) şöyle buyurmuştur: "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun."[30]

    Ulema: "Allah bu ayetten Yahudi ve Hıristiyan alimlerini kastetmiştir."

    İmam (aleyhi's-selam): "Böyle bir şey mümkün mü? O zaman bizi kendi dinlerine çağırırlar ve "Bizim dinimiz İslam dininden daha üstündür" derler."

    Me'mun: "Ya Ebe-l Hasan, bunların sözünün reddinde bir izah ve beyanın (delilin) var mıdır?"

    İmam (aleyhi's-selam): "Evet, zikir Resulullah'tır, biz ise zikrin ehliyiz. Talak suresinin şu ayetiyle bu konu açıklığa kavuşmuştur: "Ey inanan akıl sahipleri, Allah'tan korkup sakının. Doğrusu Allah, O'nun apaçık ayetlerini size okuyacak bir resul, bir zikir indirmiştir."[31] Bu ayetteki zikir Resulullah'tır, biz ise onun ehliyiz. Bu da dokuzuncusudur.

    Onuncusu da şu tahrim ayetidir: "Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz... size haram kılındı."[32] Söyleyin bakalım. Eğer Resulullah hayatta olsaydı, benim kızım veya oğlumun kızı veyahut soyumdan gelen kızlarla evlenmesi doğru olur muydu?"

    Ulema: "Hayır, olmazdı."

    İmam aleyhi's-selaın: "Sizin kızlarınızla nasıl; evlenebilir miydi?

    Ulema: "Evet evlenebilirdi."

    İmam (aleyhi's-selam): Öyleyse bu, bizim O'nun Ehl-i Beyti olduğumuza bir delildir, sizin değil. Eğer O'nun Ehl-i Beyti'nden olsaydınız, bizim kızlarımızın O'na haram olduğu gibi sizin de kızlarınız O'na haram olurdu. Demek ki biz onun Ehl-i Beyti'ndeniz, siz ise onun ümmetindensiniz. işte Âl (Ehl-i Beyt) ve ümmet arasındaki fark budur. Âl (Ehl-i Beyt) Peygamber'in kendisindendir, fakat ümmet böyle değildir. Bu da onuncusudur.

    Onbirincisi de Mü'min süresindeki şu ayettir: "Firavun Âl'inden (ailesinden) imanını gizlemekte olan mü'min bir adam dedi ki: Siz, benim Rabbim Allah'tır, diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size Rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır..."[33]

    Bu adam Firavun'un dayısı oğluydu. Allah-u Teâlâ onu, nesebinden dolayı Firavun'a nisbet etmiştir, dininden dolayı değil. Böylece biz de doğum yönünden Peygamber'in Ehl-i Beyti olduğumuz için O'na mahsus kılınmışız, din yönünden ise bütün insanlar gibi sayılmışız. Bu da Âl (Ehl-i Beyt) ve ümmet arasındaki diğer bir farktır. Bu da onbirincisidir.

    Onikincisi de şu ayettir: "Ehline namazı emret ve kendin de ona karşı sabırlı ol."[34] Allah bizi bu özellikle üstün kılmıştır. Çünkü bizi de onunla beraber namaza emretmiştir. Sadece bizi bu özellikle üstün kılmıştır, ümmeti değil. Resulullah bu ayet nazil olduktan sonra dokuz ay boyunca her gün beş defa namaz vakitlerinde Ali ve Fatıma (aleyhime's-selam)'ın kapısına gelip şöyle buyuruyordu: "Namaza! Allah size rahmet etsin." Allah-u Teâlâ, Peygamber'in bütün ailesi içerisinde bize yaptığı bu bağışı, peygamberlerin evlatlarından hiçbiri hakkında yapmamıştır. Bu da Âl (Ehl-i Beyt) ve ümmet arasındaki diğer bir farktır.

    Hamd Alemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur ve Allah'ın salatı peygamberi Muhammed'e olsun.



    --------------------------------------------------------------------------------

    [1]- Fatır/32.

    [2]- Fatır/33.

    [3]- Ahzab/33.

    [4]- Hadid/26.

    [5]- Hud/45.

    [6]- Hud/46.

    [7]- Âl-i İmran/33-34.

    [8]- Nisa/54.

    [9]- Nisa/59.

    [10]- Şuara/214.

    [11]- Ahzab/33.

    [12]- Âl-imran/61.

    [13]- Yunus/87.

    [14]- İsra/26.

    [15]- Şura/23.

    [16]- Hud/21.

    [17]- Hud/22.

    [18]- Şura/23.

    [19]- Ahkaf/18.

    [20]- Şura/25.

    [21]- Ahzab/56.

    [22]- Saffat/79.

    [23]- Saffat/109.

    [24]- Saffat/120.

    [25]- Enfal/41.

    [26]- Fussilet/42.

    [27]- Nisa /59.

    [28]- Maide/55.

    [29]- Tevbe/60.

    [30]- Nahl/43.

    [31]- Talak/10-11

    [32]- Nisa/23.

    [33]- Mü'min/28.

    [34]- Taha/132.
    Ey ateş!
    Seninle ululuk tasladı şeytan.
    Ve ey insan!
    Ateş ile olur insan hep hüsran...
YUKARI ÇIK
Çalışıyor...
X