[b]
Şiîler Allah'ın (c.c.) sıfatları içerisinden tevhit sıfatından sonra adalet sıfatını çok önemsemektedirler. Elbette, bütün Müslümanlar Allah'ın adil olduğuna inanmaktadırlar. Yani Allah (c.c.) hiçbir kuluna haksızlık ve zulüm etmez. Bu hakikat Kurân-ı Kerim'de açıkça beyan edilmiştir:
Allah kullarına, zulmetmez. Rabbin kullarına zulmedici değildir. Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. Şüphe yok ki Allah kullarına zerre kadar zulmetmez. Şüphe yok ki Allah insanlara zulmetmez fakat insanlar kendilerine zulmederler.
Yukarıda açıklanan delile ve adaletin çok mühim önemine ilave olarak Şiîlerin Allah'ın (c.c.) adaleti üzerinde durmalarının başka bir delili de şudur:
Bazı Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşlerine göre iyi ahlak ve kötü ahlak için direkt olarak belli bir ölçü yoktur. Onlara göre Allahın yaptığı ve emrettiği her şey iyi ve adil sayılmaktadır. Bu söz şunu gerektirmektedir; eğer Allah bizden yalan söylememizi isterse, yalan söylemek iyi bir şey olacak ve eğer dindar ve takvalı insanları cehenneme gönderirse onlara adilce davranmış olacaktır. Elbette onlar Allahın doğru konuşmayı emrettiğine ve iyi insanları da cehenneme göndermeyeceğine inanmaktadırlar. Ama buna sadece Allahın (c.c.) böyle karar almasından dolayı inanmaktadırlar.
Ehl-i Sünnet âlimlerinden olan bu gruba Eşarî denilmektedir. Bunlar aynı şekilde insanların kendi yaptıkları fiillerinde dahi, özgür olmadıklarına inanmaktadırlar. Yani; Allah (c.c.) insanların fiillerini yaratmaktadır ve onların bu fiillerin yaratılmasında hiçbir irade ve rolleri yoktur.
Şia ve Ehl-i Sünnet'in Mutezile âlimleri iyilik ve kötülük, dürüstlük ve hilekâr gibi ahlakî sıfatların belirli aklî ölçülerinin olduğuna inanmaktadırlar. Yani onlar hüsn (iyilik) ve kubh (kötülük) zâtî, adalet ve zulmün de gerçekten birbirleriyle tam olarak farklı olduğuna ve Allahın adil olmamızı, hatta düşmana dahi zulmetmememizi, bizden boş yere istemediğine inanmaktadırlar. Onlar aynı şekilde, insanların kendi fiillerinde özgür ve yaptıkları ameller karşısında da sorumlu olduklarına inanmaktadırlar.
Elbette Mutezile Tefvize yani Allah'ın insanların fiillerine olan hakimiyetini tamamen onların kendilerine bıraktığına ve böylece de onların kamil bir iradeye sahip olduklarına inanmaktadırlar. Ama Şiîler insanların irade sahibi olduklarına inanmakla beraber, onlarda ki bu irade ve kudretin sınırlı olduğuna ve fiillerinin Allah'ın iktidar ve hakimiyetinin dışında olmadığına da inanmaktadırlar. Şia'nın bu inancı imam Cafer-i Sadık'ın (a.s) sözünde şöyle beyan edilmiştir: Ne cebirdir (zorlama yoktur) ne de tefviz (tamamen başıboş bırakmak) bilakis bu ikisinin arasında bir şeydir.
Şiîler sürekli bütün önemli düzenler için ilahî adaletin gerekliliğini vurgulamışlar ve onu bütün Müslümanların hatta bütün semavî dinlerin kabul ettiği tevhit, nübüvvet ve meâd inançlarının yanında usul-u din olarak zikretmişlerdir.
Şia ilahî adalete sadece inançsal açıdan bakmakla yetinmeyip, bunun yanı sıra adalet konusunu İslam dininin temel metotlarından saymakta ve toplum içerisinde de mutlaka uygulamaya geçmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu yüzden İslam tarihi boyunca adalet için yapılan birçok hareket Şiîler tarafından gerçekleştirilmiştir.
Allah kullarına, zulmetmez. Rabbin kullarına zulmedici değildir. Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. Şüphe yok ki Allah kullarına zerre kadar zulmetmez. Şüphe yok ki Allah insanlara zulmetmez fakat insanlar kendilerine zulmederler.
Yukarıda açıklanan delile ve adaletin çok mühim önemine ilave olarak Şiîlerin Allah'ın (c.c.) adaleti üzerinde durmalarının başka bir delili de şudur:
Bazı Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşlerine göre iyi ahlak ve kötü ahlak için direkt olarak belli bir ölçü yoktur. Onlara göre Allahın yaptığı ve emrettiği her şey iyi ve adil sayılmaktadır. Bu söz şunu gerektirmektedir; eğer Allah bizden yalan söylememizi isterse, yalan söylemek iyi bir şey olacak ve eğer dindar ve takvalı insanları cehenneme gönderirse onlara adilce davranmış olacaktır. Elbette onlar Allahın doğru konuşmayı emrettiğine ve iyi insanları da cehenneme göndermeyeceğine inanmaktadırlar. Ama buna sadece Allahın (c.c.) böyle karar almasından dolayı inanmaktadırlar.
Ehl-i Sünnet âlimlerinden olan bu gruba Eşarî denilmektedir. Bunlar aynı şekilde insanların kendi yaptıkları fiillerinde dahi, özgür olmadıklarına inanmaktadırlar. Yani; Allah (c.c.) insanların fiillerini yaratmaktadır ve onların bu fiillerin yaratılmasında hiçbir irade ve rolleri yoktur.
Şia ve Ehl-i Sünnet'in Mutezile âlimleri iyilik ve kötülük, dürüstlük ve hilekâr gibi ahlakî sıfatların belirli aklî ölçülerinin olduğuna inanmaktadırlar. Yani onlar hüsn (iyilik) ve kubh (kötülük) zâtî, adalet ve zulmün de gerçekten birbirleriyle tam olarak farklı olduğuna ve Allahın adil olmamızı, hatta düşmana dahi zulmetmememizi, bizden boş yere istemediğine inanmaktadırlar. Onlar aynı şekilde, insanların kendi fiillerinde özgür ve yaptıkları ameller karşısında da sorumlu olduklarına inanmaktadırlar.
Elbette Mutezile Tefvize yani Allah'ın insanların fiillerine olan hakimiyetini tamamen onların kendilerine bıraktığına ve böylece de onların kamil bir iradeye sahip olduklarına inanmaktadırlar. Ama Şiîler insanların irade sahibi olduklarına inanmakla beraber, onlarda ki bu irade ve kudretin sınırlı olduğuna ve fiillerinin Allah'ın iktidar ve hakimiyetinin dışında olmadığına da inanmaktadırlar. Şia'nın bu inancı imam Cafer-i Sadık'ın (a.s) sözünde şöyle beyan edilmiştir: Ne cebirdir (zorlama yoktur) ne de tefviz (tamamen başıboş bırakmak) bilakis bu ikisinin arasında bir şeydir.
Şiîler sürekli bütün önemli düzenler için ilahî adaletin gerekliliğini vurgulamışlar ve onu bütün Müslümanların hatta bütün semavî dinlerin kabul ettiği tevhit, nübüvvet ve meâd inançlarının yanında usul-u din olarak zikretmişlerdir.
Şia ilahî adalete sadece inançsal açıdan bakmakla yetinmeyip, bunun yanı sıra adalet konusunu İslam dininin temel metotlarından saymakta ve toplum içerisinde de mutlaka uygulamaya geçmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu yüzden İslam tarihi boyunca adalet için yapılan birçok hareket Şiîler tarafından gerçekleştirilmiştir.