[b]
Adalet sıfatı, Allah Teala'nın kemalî, subitî ve ef'alî sıfatlarından biri olup, Allah Teala'nın sıfatları bölümünde ele alınması gerekir.
Yüce Allah hayat, ilim, kudret, rahmet, şefkat, ebedi ve ezeli olmak ve benzeri diğer bir çok sıfatlarla beraber adalet sıfatına da sahiptir. O, mutlak kemal olduğu için, akla gelen bütün kemallerin layıkıyla O'nda bulunması gerekir.
Fakat burada şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: "Peki, neden bu kadar sıfatların içerisinden sadece Allah'ın adalet sıfatına önem verilmiş ve usul-i dinden biri olarak tanıtılarak ayrıca bahis konusu edilmiştir?" Bu soruya, yani adaletin Caferi mezhebine göre usul-i dinde neden yer aldığı sorusuna cevap olarak, şu birkaç şeyi sebep olarak sayabiliriz:
1- Adaletin usul-i dinde yer almasının en önemli etkeni, insanın fiillerinde mecbur olduğu ve neticede Allah'ın adil olmadığı sonucunu doğuran, Ehl-i Sünnet'in Eş'arî grubunun; "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" ilkesini inkar etmesidir. Onlar; aklın tek başına, bir şeyin veya bir işin iyi veya kötü, güzel veya çirkin olduğunu anlama gücüne sahip olmadığını ileri sürerek, aklın müstakil olarak iyilikle kötülüğü anlayabilme gücüne sahip olmadığını, kendi inançlarından bir ilke edinmişlerdir.
Onlar; "bir şeyin iyi veya kötü olduğunu nereden anlayabiliriz?" sorusuna; "Bunu, ancak Allah'ın Resulullah aracılığıyla indirdiği emir ve vahiylerle anlayabiliriz" cevabını veriyorlar.
"Resulullah (s.a.a)'in hayatta olmadığı zamanlarda ne yapmalıyız?" sorusuna ise, "Resulullah (s.a.a)'in sünnetinin koruyucuları olan Ebu Hureyre, Aişe, Muaviye, Semure, İbn-i Cündeb, Amr-ı Ass ve diğer Ashab-ı Kiram'a başvurmalıyız; onların iyi gördükleri kesinlikle iyi ve kötü gördükleri ise kötüdür, yoksa insanın aklı böyle bir şeyi asla anlayamaz" diye cevaplandırıyorlar.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta da şudur ki, Eş'arîler, aklın iyilik ve güzelliği idrak ettiğini inkar etmekle kalmayıp, aslında hiçbir iyilik ve kötülüğün olmadığını, iyilik ve kötülüğün zaman ve mekana göre değişken olduğunu da iddia ediyorlar.
Onlara göre, iyilik ve kötülük Allah'a bağlı olan bir şeydir. Allah bir işi güzel görürse, akıl onu kötü teşhis etse bile, o güzeldir. Bir işi de kötü görürse, akıl onu iyi görse bile, o kötüdür. Başka bir deyişle, alemde hiçbir iyilik ve kötülük yoktur; iyi Allah'ın yaptığı ve iyi dediğidir, kötü ise Allah'ın kötü saydığıdır.
Aklın iyilik ve kötülüğü, güzellik ve çirkinliği idrak etme gücüne sahip olmadığını ve bu konularda tek merciin şeriatın açıklamaları olduğunu ileri süren Eş'arîler'e göre, bizler kendi aklımızla; "falan şey güzeldir, Allah da onu emretmelidir ve falan şey kötüdür, Allah da onu nehyetmelidir" demek hakkına sahip değiliz. Allah dilediğine hükmeder ve dilediğini yapar.
Eğer Allah Teala bütün yaratıklarını cennete götürürse, bu aşırılık olmaz. Eğer yaratıklarının tamamını cehenneme de götürürse, bu zulüm sayılmaz. Eğer evliyalarını ve peygamberlerini cehenneme, şeytan ve düşmanlarını cennete götürürse de, bu zulüm sınıfına girmez. Zira o mutlak hüküm ve mülk sahibidir. Dilediğine hükmedip, dilediğini yapar. Bizim O'nun işlerini sorgulama hakkımız yoktur. O bizi sorgular.
Eş'arîler şöyle diyorlar: "Bütün alemin mülkü Allah'a aittir. Her şeyin mâliki, hakimi ve ihtiyar sahibi O'dur. Maliki olduğu her şeye, dilediğini yapar. İstediğini mükafatlandırır, istediğini de cezalandırır. Hiç kimse O'nun yaptığına itiraz edemez. Neden ve niçin yaptığını da soramaz. Zira O'nu bir işe zorlayan, bir şeyden kaçındıran, davranışlarının nasıl olmasını belirleyen, kudretini sınırlandıran, varlığı O'ndan daha üstün olan bir varlık yoktur.
Bunun için de yaptığı hiçbir şey kötü sayılmaz. Rahmet ve lütfü tamamen fazilet, ceza ve azabı ise, tamamen adalettir. Bütün zalimleri cennete ve bütün mü'minleri de cehenneme götürmesi adaletin ta kendisidir. O hiçbir şeyden sorulmaz, sadece bizler yaptığımızdan soruluruz.
Bizler soruluruz zira, bizlere emreden, nehyeden, işlerimizi sınırlandıran, bir şey yapıp yapmayacağımızı belirleyen ve varlığı varlığımız üzerinde olan yüce Allah vardır. Bu yüzden de bizim işlerin bazısına iyiliğin, bazısına da kötülüğün nispet verilmesi doğrudur.
Ama Allah'ın işlerine böyle nispetler vermek asla doğru değildir. Öyleyse, zulüm ve yalanın kötü olması Allah'ın kötü sayması içindir, yoksa onları da güzel hesaplasaydı, güzel olurlardı.
Bir de, aklın tek başına iyilik ve kötülüğü idrak ettiğini ve Allah'ın da aklın belirlediği çerçevede hareket etmesi gerektiğini söylersek, Allah'ın irade ve kudretini sınırlandırmış ve Allah'a bir nevi görev tayin etmiş oluruz.
Bu ise, yukarıda açıkladığımız ilkelerle ve Allah'ın "Dilediği her şeyi yapar" [29] ayetiyle çelişmektedir.
Öyleyse akıl, şeriatın hükmü olmaksızın, hiçbir şeyin iyi veya kötü olduğunu teşhis edemez ve bizler de kendi aklımıza dayanarak Allah'a vazife gösteremeyiz." [30]
Biz burada, "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" konusunun iyice açıklığa kavuşmasının ve hak görüşün batıldan ayırt edilmesinin daha da kolaylaşması için aşağıdaki mevzuların, delilleriyle birlikte beyan edilmesinin yararlı olacağına inanıyoruz:
1- Hüsn-ü Kubh-ü Akli'nin içeriği
2- Ehl-i Beyt mektebinin Hüsn-ü Kubh-ü Akli'nin ispatı için ortaya koyduğu deliller.
İşte bu iki konunun açıklığa kavuşmasıyla, Eş'arîler'in bu husustaki görüşlerinin hem akıl, hem de Kur'an-ı Kerim'in ayetleriyle çelişen yanlış bir görüş olduğu ortaya çıkacaktır:
1- Hüsn-ü Kubh-ü Akli'den maksat, aklın tek başına fiillerin iyilikle kötülüğünü idrak ederek, iyi veya kötü olduğuna hükmetmesidir. Yani işler kendi mahiyetleri itibariyle iyi ve kötü, çirkin ve güzel olmak üzere iki kısma ayrılıyorlar ve akıl, Allah'tan aldığı güç ile onları idrak edip, yüce Allah'ın kötü, çirkin ve beğenilmeyen işleri yapmaktan münezzeh olduğuna hükmediyor.
Biz, aklın şeriattan yardım almaksızın, tek başına bir işin iyi veya kötü olduğunu ayırt etme gücüne sahip olduğuna, iyi ve güzel gördüğü işlerin yapılmasına, kötü ve çirkin gördüğü işlerden de kaçınılmasına hükmettiğine inanıyoruz. Bize göre, akıl ile şeriatın bu husustaki hükümleri aynı doğrultudadır.
Buna göre şeriat, mutlaka aklın güzel gördüğü şeyleri emreder, kötü saydıklarından da nehyeder. Şeriatın hükmü asla aklın hükmüne ters düşmez.
Yani, varlık alemindeki işlerin bazılarının zatî güzelliği, bazılarının ise zatî çirkinliği vardır. Örneğin, doğru konuşmak, başkalarına ihsanda bulunup iyilik etmek, toplumda sosyal adaleti uygulamak vb. güzel şeylerdir. Buna karşılık yalan konuşmak, başkalarına zulmetmek vb. ise, herkesin bildiği çirkin şeylerdir. Akıl, bunların iyilik ve kötülüklerini tek başına hiçbir kimseye dayanmadan anlamaktadır. Eğer bu hususta şeriattan bir emir veya nehiy gelirse, kesinlikle bu doğrultuda olacaktır.
Alemde zatî iyilik ve kötülük, zati güzellik ve çirkinlik olduğu için, Allah Teala insanlardan, iyi ve güzel olan şeylerin yapılmasını, kötü ve çirkin olan şeylerin de terk edilmesini istemiştir. Yoksa; hiçbir şey Allah'ın emretmesiyle güzellik ve iyilik, nehyetmesiyle de kötülük ve çirkinlik kazanmaz. Aksine, gerçekte bazı kötü ve iyi işler olduğundan, Allah Teala onlardan iyi olanı yapmayı, kötü olandan ise, kaçınmayı farz kılmıştır. Zira O, sonsuz hikmet ve kemal sahibi olup, bütün çirkinliklerden de münezzehtir. Dolayısıyla da her zaman hem kendisi iyi ve güzel olanı yapar, hem de diğerlerini iyi ve güzel olana emreder. Zaten aklın hükmü de bundan bir şey değildir.
Aklın bir işin iyilik veya kötülüğünü anlaması ve Allah Teala'nın sadece iyilerin yapılmasını istediğine hükmetmesi, Allah'ın irade ve kudretini sınırlandırmak olmadığı gibi, "Allah dilediğini yapar" [31] ayetiyle de hiçbir şekilde çelişmemektedir.
Zira aklın bir hakikati idrak etmesi, o hakikati sınırlandırmak olmayıp, onu olduğu gibi kavramaktır. Aklın Allah Teala'nın sadece iyi ve güzel olanı yaptığını ve emrettiğini, kötü ve çirkin olanı ise yapmayıp, onlardan nehyettiğini idrak etmesi ve bu doğrultuda hüküm vermesi, Allah Teala'ya görev tayin etmek değildir. Onun kudretine getirilen bir sınırlandırma da sayılmamaktadır. Bu sadece bir gerçek olan Allah Teala'nın fiillerinin niteliğini idrak etmektir.
Nasıl ki, Allah Teala'nın sıfatları hususunda aklın, Allah Teala'nın güzel sıfatlarla sıfatlandığına ve çirkin sıfatlardan münezzeh olduğuna hükmetmesi, Allah Teala'nın sıfatlarında bir sınırlandırma olmayıp, hakikati olduğu gibi anlayıp kavramak sayılıyor ise, bu konu da aynen öyledir.
Böylece Eş'arîler, bu görüşleriyle aklın konumunu aşağı getirirken, Ehl-i Beyt İmamları akla gerçek önemini kazandırarak onu, bütün insanlarda bulunan Allah'ın batinî hüccet ve resulü olarak tanıtmaya çalışmışlardır.
İmam Musa Kazım (a.s) ashabından Hişam İbn-i Hakem'e şöyle buyurmuştur: "Ey Hişam! Allah halka iki hüccet tayin etmiştir. Dış hüccet ve iç hüccet. Dış hüccet; resuller, peygamberler ve imamlar, iç hüccet ise, akıllardır." [32]
Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'da şöyle buyurmuştur: "Her işin başı, başlangıcı, gücü... akıldır. Allah onu kullarına ziynet ve nur kılmıştır. Halk, akılları ile Allah'ın yaratıcı, kendilerinin ise, yaratılmış olduğunu, her şeyi O'nun düzene soktuğunu, kendilerinin de O'nun tedbiri sayesinde yaşadıklarını ve O'nun bâkî (kalıcı), kendilerinin ise, fanî (gidici) olduklarını bilmekteler.
Allah'ın yaratıkları olan göğü, yeri, güneşi, ayı, gece ve gündüzü görmekle, kendilerini ve bunları yaratan, ezelî, ebedi ve işlerini tedbir üzere yapan bir yaratıcının olduğuna inanmaktadır. Akıl ile iyiyi kötüden ayırt ediyorlar. Karanlığın cehalette, aydınlığın ise, ilimde olduğunu anlıyorlar. İşte bu, aklın onlara gösterdiği şeydir..." [33]
İşte bu nedenlerden dolayıdır ki, biz Ehl-i Beyt dostları, gerçekte bazı işlerin iyi, bazılarının da kötü olduğuna, aklın bunları şeriata dayanmaksızın idrak ettiğine, Allah Teala'nın da, ancak aklın onayladığı, zâtı itibarıyla iyi olan işleri yaptığına ve emrettiğine inanıyoruz.
Yüce Allah hayat, ilim, kudret, rahmet, şefkat, ebedi ve ezeli olmak ve benzeri diğer bir çok sıfatlarla beraber adalet sıfatına da sahiptir. O, mutlak kemal olduğu için, akla gelen bütün kemallerin layıkıyla O'nda bulunması gerekir.
Fakat burada şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: "Peki, neden bu kadar sıfatların içerisinden sadece Allah'ın adalet sıfatına önem verilmiş ve usul-i dinden biri olarak tanıtılarak ayrıca bahis konusu edilmiştir?" Bu soruya, yani adaletin Caferi mezhebine göre usul-i dinde neden yer aldığı sorusuna cevap olarak, şu birkaç şeyi sebep olarak sayabiliriz:
1- Adaletin usul-i dinde yer almasının en önemli etkeni, insanın fiillerinde mecbur olduğu ve neticede Allah'ın adil olmadığı sonucunu doğuran, Ehl-i Sünnet'in Eş'arî grubunun; "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" ilkesini inkar etmesidir. Onlar; aklın tek başına, bir şeyin veya bir işin iyi veya kötü, güzel veya çirkin olduğunu anlama gücüne sahip olmadığını ileri sürerek, aklın müstakil olarak iyilikle kötülüğü anlayabilme gücüne sahip olmadığını, kendi inançlarından bir ilke edinmişlerdir.
Onlar; "bir şeyin iyi veya kötü olduğunu nereden anlayabiliriz?" sorusuna; "Bunu, ancak Allah'ın Resulullah aracılığıyla indirdiği emir ve vahiylerle anlayabiliriz" cevabını veriyorlar.
"Resulullah (s.a.a)'in hayatta olmadığı zamanlarda ne yapmalıyız?" sorusuna ise, "Resulullah (s.a.a)'in sünnetinin koruyucuları olan Ebu Hureyre, Aişe, Muaviye, Semure, İbn-i Cündeb, Amr-ı Ass ve diğer Ashab-ı Kiram'a başvurmalıyız; onların iyi gördükleri kesinlikle iyi ve kötü gördükleri ise kötüdür, yoksa insanın aklı böyle bir şeyi asla anlayamaz" diye cevaplandırıyorlar.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta da şudur ki, Eş'arîler, aklın iyilik ve güzelliği idrak ettiğini inkar etmekle kalmayıp, aslında hiçbir iyilik ve kötülüğün olmadığını, iyilik ve kötülüğün zaman ve mekana göre değişken olduğunu da iddia ediyorlar.
Onlara göre, iyilik ve kötülük Allah'a bağlı olan bir şeydir. Allah bir işi güzel görürse, akıl onu kötü teşhis etse bile, o güzeldir. Bir işi de kötü görürse, akıl onu iyi görse bile, o kötüdür. Başka bir deyişle, alemde hiçbir iyilik ve kötülük yoktur; iyi Allah'ın yaptığı ve iyi dediğidir, kötü ise Allah'ın kötü saydığıdır.
Aklın iyilik ve kötülüğü, güzellik ve çirkinliği idrak etme gücüne sahip olmadığını ve bu konularda tek merciin şeriatın açıklamaları olduğunu ileri süren Eş'arîler'e göre, bizler kendi aklımızla; "falan şey güzeldir, Allah da onu emretmelidir ve falan şey kötüdür, Allah da onu nehyetmelidir" demek hakkına sahip değiliz. Allah dilediğine hükmeder ve dilediğini yapar.
Eğer Allah Teala bütün yaratıklarını cennete götürürse, bu aşırılık olmaz. Eğer yaratıklarının tamamını cehenneme de götürürse, bu zulüm sayılmaz. Eğer evliyalarını ve peygamberlerini cehenneme, şeytan ve düşmanlarını cennete götürürse de, bu zulüm sınıfına girmez. Zira o mutlak hüküm ve mülk sahibidir. Dilediğine hükmedip, dilediğini yapar. Bizim O'nun işlerini sorgulama hakkımız yoktur. O bizi sorgular.
Eş'arîler şöyle diyorlar: "Bütün alemin mülkü Allah'a aittir. Her şeyin mâliki, hakimi ve ihtiyar sahibi O'dur. Maliki olduğu her şeye, dilediğini yapar. İstediğini mükafatlandırır, istediğini de cezalandırır. Hiç kimse O'nun yaptığına itiraz edemez. Neden ve niçin yaptığını da soramaz. Zira O'nu bir işe zorlayan, bir şeyden kaçındıran, davranışlarının nasıl olmasını belirleyen, kudretini sınırlandıran, varlığı O'ndan daha üstün olan bir varlık yoktur.
Bunun için de yaptığı hiçbir şey kötü sayılmaz. Rahmet ve lütfü tamamen fazilet, ceza ve azabı ise, tamamen adalettir. Bütün zalimleri cennete ve bütün mü'minleri de cehenneme götürmesi adaletin ta kendisidir. O hiçbir şeyden sorulmaz, sadece bizler yaptığımızdan soruluruz.
Bizler soruluruz zira, bizlere emreden, nehyeden, işlerimizi sınırlandıran, bir şey yapıp yapmayacağımızı belirleyen ve varlığı varlığımız üzerinde olan yüce Allah vardır. Bu yüzden de bizim işlerin bazısına iyiliğin, bazısına da kötülüğün nispet verilmesi doğrudur.
Ama Allah'ın işlerine böyle nispetler vermek asla doğru değildir. Öyleyse, zulüm ve yalanın kötü olması Allah'ın kötü sayması içindir, yoksa onları da güzel hesaplasaydı, güzel olurlardı.
Bir de, aklın tek başına iyilik ve kötülüğü idrak ettiğini ve Allah'ın da aklın belirlediği çerçevede hareket etmesi gerektiğini söylersek, Allah'ın irade ve kudretini sınırlandırmış ve Allah'a bir nevi görev tayin etmiş oluruz.
Bu ise, yukarıda açıkladığımız ilkelerle ve Allah'ın "Dilediği her şeyi yapar" [29] ayetiyle çelişmektedir.
Öyleyse akıl, şeriatın hükmü olmaksızın, hiçbir şeyin iyi veya kötü olduğunu teşhis edemez ve bizler de kendi aklımıza dayanarak Allah'a vazife gösteremeyiz." [30]
Biz burada, "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" konusunun iyice açıklığa kavuşmasının ve hak görüşün batıldan ayırt edilmesinin daha da kolaylaşması için aşağıdaki mevzuların, delilleriyle birlikte beyan edilmesinin yararlı olacağına inanıyoruz:
1- Hüsn-ü Kubh-ü Akli'nin içeriği
2- Ehl-i Beyt mektebinin Hüsn-ü Kubh-ü Akli'nin ispatı için ortaya koyduğu deliller.
İşte bu iki konunun açıklığa kavuşmasıyla, Eş'arîler'in bu husustaki görüşlerinin hem akıl, hem de Kur'an-ı Kerim'in ayetleriyle çelişen yanlış bir görüş olduğu ortaya çıkacaktır:
1- Hüsn-ü Kubh-ü Akli'den maksat, aklın tek başına fiillerin iyilikle kötülüğünü idrak ederek, iyi veya kötü olduğuna hükmetmesidir. Yani işler kendi mahiyetleri itibariyle iyi ve kötü, çirkin ve güzel olmak üzere iki kısma ayrılıyorlar ve akıl, Allah'tan aldığı güç ile onları idrak edip, yüce Allah'ın kötü, çirkin ve beğenilmeyen işleri yapmaktan münezzeh olduğuna hükmediyor.
Biz, aklın şeriattan yardım almaksızın, tek başına bir işin iyi veya kötü olduğunu ayırt etme gücüne sahip olduğuna, iyi ve güzel gördüğü işlerin yapılmasına, kötü ve çirkin gördüğü işlerden de kaçınılmasına hükmettiğine inanıyoruz. Bize göre, akıl ile şeriatın bu husustaki hükümleri aynı doğrultudadır.
Buna göre şeriat, mutlaka aklın güzel gördüğü şeyleri emreder, kötü saydıklarından da nehyeder. Şeriatın hükmü asla aklın hükmüne ters düşmez.
Yani, varlık alemindeki işlerin bazılarının zatî güzelliği, bazılarının ise zatî çirkinliği vardır. Örneğin, doğru konuşmak, başkalarına ihsanda bulunup iyilik etmek, toplumda sosyal adaleti uygulamak vb. güzel şeylerdir. Buna karşılık yalan konuşmak, başkalarına zulmetmek vb. ise, herkesin bildiği çirkin şeylerdir. Akıl, bunların iyilik ve kötülüklerini tek başına hiçbir kimseye dayanmadan anlamaktadır. Eğer bu hususta şeriattan bir emir veya nehiy gelirse, kesinlikle bu doğrultuda olacaktır.
Alemde zatî iyilik ve kötülük, zati güzellik ve çirkinlik olduğu için, Allah Teala insanlardan, iyi ve güzel olan şeylerin yapılmasını, kötü ve çirkin olan şeylerin de terk edilmesini istemiştir. Yoksa; hiçbir şey Allah'ın emretmesiyle güzellik ve iyilik, nehyetmesiyle de kötülük ve çirkinlik kazanmaz. Aksine, gerçekte bazı kötü ve iyi işler olduğundan, Allah Teala onlardan iyi olanı yapmayı, kötü olandan ise, kaçınmayı farz kılmıştır. Zira O, sonsuz hikmet ve kemal sahibi olup, bütün çirkinliklerden de münezzehtir. Dolayısıyla da her zaman hem kendisi iyi ve güzel olanı yapar, hem de diğerlerini iyi ve güzel olana emreder. Zaten aklın hükmü de bundan bir şey değildir.
Aklın bir işin iyilik veya kötülüğünü anlaması ve Allah Teala'nın sadece iyilerin yapılmasını istediğine hükmetmesi, Allah'ın irade ve kudretini sınırlandırmak olmadığı gibi, "Allah dilediğini yapar" [31] ayetiyle de hiçbir şekilde çelişmemektedir.
Zira aklın bir hakikati idrak etmesi, o hakikati sınırlandırmak olmayıp, onu olduğu gibi kavramaktır. Aklın Allah Teala'nın sadece iyi ve güzel olanı yaptığını ve emrettiğini, kötü ve çirkin olanı ise yapmayıp, onlardan nehyettiğini idrak etmesi ve bu doğrultuda hüküm vermesi, Allah Teala'ya görev tayin etmek değildir. Onun kudretine getirilen bir sınırlandırma da sayılmamaktadır. Bu sadece bir gerçek olan Allah Teala'nın fiillerinin niteliğini idrak etmektir.
Nasıl ki, Allah Teala'nın sıfatları hususunda aklın, Allah Teala'nın güzel sıfatlarla sıfatlandığına ve çirkin sıfatlardan münezzeh olduğuna hükmetmesi, Allah Teala'nın sıfatlarında bir sınırlandırma olmayıp, hakikati olduğu gibi anlayıp kavramak sayılıyor ise, bu konu da aynen öyledir.
Böylece Eş'arîler, bu görüşleriyle aklın konumunu aşağı getirirken, Ehl-i Beyt İmamları akla gerçek önemini kazandırarak onu, bütün insanlarda bulunan Allah'ın batinî hüccet ve resulü olarak tanıtmaya çalışmışlardır.
İmam Musa Kazım (a.s) ashabından Hişam İbn-i Hakem'e şöyle buyurmuştur: "Ey Hişam! Allah halka iki hüccet tayin etmiştir. Dış hüccet ve iç hüccet. Dış hüccet; resuller, peygamberler ve imamlar, iç hüccet ise, akıllardır." [32]
Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'da şöyle buyurmuştur: "Her işin başı, başlangıcı, gücü... akıldır. Allah onu kullarına ziynet ve nur kılmıştır. Halk, akılları ile Allah'ın yaratıcı, kendilerinin ise, yaratılmış olduğunu, her şeyi O'nun düzene soktuğunu, kendilerinin de O'nun tedbiri sayesinde yaşadıklarını ve O'nun bâkî (kalıcı), kendilerinin ise, fanî (gidici) olduklarını bilmekteler.
Allah'ın yaratıkları olan göğü, yeri, güneşi, ayı, gece ve gündüzü görmekle, kendilerini ve bunları yaratan, ezelî, ebedi ve işlerini tedbir üzere yapan bir yaratıcının olduğuna inanmaktadır. Akıl ile iyiyi kötüden ayırt ediyorlar. Karanlığın cehalette, aydınlığın ise, ilimde olduğunu anlıyorlar. İşte bu, aklın onlara gösterdiği şeydir..." [33]
İşte bu nedenlerden dolayıdır ki, biz Ehl-i Beyt dostları, gerçekte bazı işlerin iyi, bazılarının da kötü olduğuna, aklın bunları şeriata dayanmaksızın idrak ettiğine, Allah Teala'nın da, ancak aklın onayladığı, zâtı itibarıyla iyi olan işleri yaptığına ve emrettiğine inanıyoruz.
Yorum