Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

PEYGAMBERLERİN MASUMUMLUĞUNU İSPAT EDEN KUR'ÂNÎ DELİLLER

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    PEYGAMBERLERİN MASUMUMLUĞUNU İSPAT EDEN KUR'ÂNÎ DELİLLER

    Soru-15: Peygamberlerin masumluğuna acaba Kur'ân'dan delil göstermek mümkün müdür? Lütfen bu konuda bize geniş bilgi verin...

    Cevap-15: İleride İnşallah bu konuda geniş ve detaylı bilgiler vermeğe çalışacağız. Ancak şimdilik Merhum Allâme Tabâtabâî'nin konu hakkında yazdığı bir yazıyı huzurunuza takdim ediyoruz. Merhum Allame Meşhur "El-Mizan" tefsirinde bu konuda şöyle yazıyor:

    Peygamberlerin sahip oldukları ismet (kusursuzluk) niteliği üç kısma ayrılır:

    a)-Vahyi alırken yanılmama b)-Tebliğ ve elçilik görevini yerine getirirken yanlış yapmama c)-Günah işlememe (günahlara karşı korunmuş olma). Günah kulluğun saygınlığını lekeleyen ve efendiye muhalefet anlamına gelen her türlü kusur demektir. Yani kulluğa ters düşen söz ve davranış demektir. İsmet niteliği ile, masum olan insanın içinde yer alıp da onu caiz olmayan yanılma ve günahlara karşı koruyan bir özelliği kastediyoruz.
    Günah kavramının kapsamına girmeyen ve vahyi algılama vb. tebliğ etme ile ilgisi bulunmayan, diğer bir ifadeyle vahyi algılama, onu tebliğ etme ve onunla amel etme konusunun kapsamının dışında olan, sözgelimi insanın dış âlemi algılama ve kavrama, ya da kimi bilimsel değerlendirmelerde yanılgıya düşmesi, varoluşsal olguları yapıcılık-bozgunculuk, yarar-zarar açısından tanımlarken hata etmesi, meselesi bu konunun dışındadır.

    Her ne ise bizim gördüğümüz şudur: Kur'an-ı Kerim, her üç açıdan da peygamberleri masum (yanılmaz) olarak nitelemektedir.
    Peygamberlerin Allah'tan vahyi alırken, aldıkları bu vahyin içerdiği mesajı insanlara sunarken, Allah adına elçilik görevini yerine getirirken masum, yanılmaz olduklarının kanıtı şu âyet-i kerimedir: "Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanları anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitap indirdi.

    Oysa. Kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildi. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. " Bu ayet-i kerimede, açık bir şekilde, yüce Allah'ın peygamberleri müjdeleme ve uyarma görevini yerine getirmek üzere gönderdiği, onlarla birlikte kitap (ki vahiy dediğimiz şey budur) indirdiği vurgulanmaktadır. Asıl misyonları da, inanç sistemine ve pratik yaşayışa ilişkin gerçeği açıklamaktır.


    Diğer bir ifadeyle, Peygamberlerin Allah katında üstlendikleri görev, insanları hak nitelikli inanç sistemine ve buna dayalı hak nitelikli hayat biçimine eriştirmektir. Yüce Allah'ın, peygamberleri gönderme hususunda öngördüğü hedef budur. Yine Allah Teâlâ Hz. Musa'nın lisanıyla şöyle buyurmuştur: "Benim Rabbim, şaşırmaz ve unutmaz." (Taha, 52) Buradan açıkça anlaşılıyor ki, Allah yaptığı bir işte, hiç bir tavrında yanılmaz. Bir şeyi dilediği zaman, onu, sonuçta amaca ulaşacak ve yanlışa sapmayacak bir yolla irade eder. Bir hedef için herhangi bir yolun izlenmesini öngördüğü zaman, bu yöntemde asla şaşırmaz. Hem nasıl olur, yaratma ve emretme yetkisi O'na ait değil midir? Mülk ve egemenlik O'nun tekelinde değil midir? O, kendilerine vahiy indirmek, dinin kapsadığı bilgileri öğretmek suretiyle peygamber göndermiştir. Böyle de olmalıdır. Onları birer elçi olarak görevlendirerek mesajını insanlara duyurmalarını öngörmüştür. Ki, bu kaçınılmaz bir realitedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır. " (Talak, 3) "Allah, emrinde galip olandır. " (Yusuf, 21)


    Şu ayet-i kerime de, peygamberlerin masum olduklarına, hatadan beri olduklarına, vahyi algılama ve tebliğ etme açısından yanılmaz olduklarına delalet etmektedir: "O, gaybı bilendir. Kendi gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak elçileri içinde razı olduğu kimseler başka. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyiciler dizer. Öyle ki, onların Rablerinden gelen risaleti tebliğ ettiklerini bilsin. Allah onların nezdinde olanları sarıp-kuşatır ve her şeyi sayı olarak da sayıp tespit etmiştir. " (Cin, 26-28) Buradan anlıyoruz ki, yüce Allah, elçilerini vahyinin muhatabı olmaya özgü kılar. Sonra gaybı kendilerine göstererek onlara destek olur. Önlerinde ve arkalarında onları denetler. Yanlarında olanı çepeçevre kuşatır. Amaç, vahyi, yok olmaya, şeytanların ve başka art niyetli unsurların girişimleri sonucu değişmeye karşı koruma altına almadır. Böylece Rablerinin mesajını insanlara net biçimde ulaştırmalarını sağlamadır.


    Bir diğer ayette de Yüce Allah, bu gerçeği vahiy meleğinin lisanıyla şöyle dile getirilir: "Biz ancak Rabbimizin emriyle ineriz. Önümüzde, ardımızda ve bunlar arasında olan her şey O'nundur. Senin Rabbin kesinlikle unutkan değildir. " (Meryem, 64) Bu ayetler gösteriyor ki; vahiy, inişinden, peygambere ulaştırılmasına ve onun aracılığı ile insanlara duyurulmasına kadar ki süreç içinde koruma altındadır. Herhangi bir değişikliğe uğramama konusunda güvence altındadır.

    Masumiyeti kanıtlamaya ilişkin bu iki yaklaşım, peygamberlerin sadece vahyi algılamaları ve mesajı tebliğ etmeleri açısından masum olduklarını, zihinlerde çağrıştırır niteliktedir. Daha önce vurguladığımız, amelde masumiyeti, tavırda yanılmazlığı çağrıştırmıyorlar. Ancak, bu iki yaklaşımın masumiyete ilişkin kanıtsallığını şu şekilde bütünlemek mümkündür ki, düşünce ve fikir erbabına göre "Fiil de tıpkı söz gibi delil oluşturur, mesaj verir." Buna göre, bir işi yapan kimse, bu fiiliyle yaptığı işi güzel ve caiz gördüğünü anlatır. Bu, "Falan işi güzel ve câiz görüyorum" demesi ile vurgulama bakımından birdir. Eğer, aksini emreden peygamberden günah nitelikli bir davranış sudur etse, onun açısından, bu bir çelişki olur. Çünkü fiili, bu durumda sözü ile çelişir. O zaman da, peygamber birbiriyle çelişen iki şeyin tebliğcisi konumuna düşer. Oysa iki zıt şeyi tebliğ etme, gerçeği tebliğ olarak adlandırılamaz.

    Çünkü iki zıt şeyi duyuran kimse, hakkı duyurmuş olamaz. Bunun nedeni birbirine zıt olan iki şeyin birbirlerini geçersiz kılacak nitelikte olmalarıdır. Buna göre, peygamberin, ilahi mesajı duyurma açısından masum oluşu, ancak günahtan masum olması ve söz fiil çelişkisinden korunmuş olması ile gerçekleşmiş olur. Bu da, son derece açık bir husustur.

    Şu ayetler, peygamberlerin, mutlak olarak masum olduklarını dile getirirler: "İşte Allah'ın hidayet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidayetlerine uy." (En'am, 90) "Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Allah kimi hidayete erdirirse onun için bir saptırıcı yoktur. " (Zümer, 36-37) "Allah, kime hidayet verirse, işte hidayet bulan odur." (Kehf, 17) Burada yüce Allah, hidayete erdirmesi sayesinde hidayet üzere olan kimseler üzerinde saptırıcıların etkilerini geçersiz kılıyor. Dolayısıyla, onlarda sapıklık bulunmaz. Her günah da bir sapıklıktır.

    Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey Âdemoğulları, size and vermedim mi ki: "Şeytana kulluk etmeyin, Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin, doğru yol budur. Andolsun o, sizden birçok nesli saptırmıştı." (Yasin, 60-62) Bu ayeti kerimede, görüldüğü gibi, her türlü günah, şeytana yönelik kulluk olarak nitelendirildikten sonra, şeytanın saptırması sonucu gerçekleşmiş sapmalar olarak tanımlanıyor. Buna göre, yüce Allah'ın peygamberleri hidayete erdirdiğini vurgulaması, ardından, kendisinin hidayete erdirdiği kimselerden sapmayı nefyetmesi, sonra her türlü günahı sapma olarak nitelemesi, yüce Allah'ın peygamberleri, kendilerinden günah sudur etmekten beri kıldığını, vahyi algılama ve tebliğ etme noktasında, onları yanılmaz kıldığının somut kanıtıdır.


    Şu âyetler de bu gerçeği vurgular niteliktedir: "Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular, şehitler ve sâlihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?" (Nisa, 69) "Bizi doğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin, yoluna ki onlar ne gazaba uğramışlar ve ne de sapmışlardır." (Fatiha, 5-7) Görüldüğü gibi, kendilerine nimet verilenlerden olan peygamberler, sapmış olmayanlar olarak nitelendiriliyor. Eğer kendilerinden herhangi bir günah sudur etseydi, kuşkusuz bununla sapmış olanlardan olacaklardı.
    Çıkardığımız bu sonucu, yüce Allah'ın peygamberleri tanımlamaya ilişkin şu sözleri de pekiştirmektedir: "İşte bunlar; kendilerine Allah'ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Âdem’in soyundan Nuh ile birlikte taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail'in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman'ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar. Sonra onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır." (Meryem, 58-59) Bu ayetlerde, gördüğünüz gibi, en başta peygamberlerin tümünde bulunan iki özelliğe dikkat çekiliyor: Nimet verilenlerden olma. Hidayet üzere olma... Öyle ki "En'amellahu aleyhim= Allah'ın nimet verdiği" ifadesinden sonra yer alan "Mimmen hedeyna vectebeyna=doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizden" ifadesinin başında, beyan etmeye, açıklamaya yönelik "min" edatı kullanılmıştır. Sonra bu peygamberler, tevazuun, hakirliğin son zirvesi kullukla vasfediliyorlar. Daha sonra bunları izleyen kuşaklarsa kötü niteliklerle tanımlanıyorlar. Dolayısıyla, ikinci grubun, birinci grupla aynı niteliklere sahip olmadığı vurgulanıyor.

    Çünkü ilk grupta yer alan kişiler, övgüye değer, teşekküre layık kimselerdir, ikinci gruptakiler değil. Ayeti Kerime ikinci gruptakileri ise, şehvetlere kapılan, ihtiraslarının peşinde koşan ve yakında azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklar olarak tanımlıyor.
    Şu halde, ilk grupta yer alan peygamberler, şehvetlerine uyan, dolayısıyla azgınlığın cezasına çarptırılacak kimseler değildirler. Bu niteliğe sahip birinden günah namına bir şeyin söz konusu olmayacağı açıktır. Hatta bunlar, eğer peygamberlikle görevlendirilmeden önce şehvetlerine uyan kimseler olsalardı, bu durumlarını azgınlık izleyecekti, dolayısıyla azgınlığın cezasına çarptırılmış olacaklardı. Çünkü şu ifade, şehvetine uyan herkesi kapsayacak niteliktedir: "Namazı zayi ettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. "


    Bu yaklaşım, peygamberlerin masum olduklarını aklen kanıtlamak isteyenlerin şu değerlendirmelerine de yakındır: Peygamberlerin gönderilmiş olmaları ve onlar aracılığı ile bir takım mucizelerin gerçekleşmiş olması, sözlerinin doğruluğunun kanıtıdır. Bu demektir ki, onlar kesinlikle yalan söylemezler. Ayrıca, ilahi mesajı eksiksiz olarak insanlara duyurabileceklerini, buna layık olduklarını göstermektedir. Akıl, herhangi bir maksada ve merama aykırı davranışlar ve günahlar işleyen bir insanın, söz konusu maksada ve merama yönelik davet işlevini yerine getirmesini kabul etmez. Böyle bir çelişkiyi onaylamaz. Dolayısıyla peygamberlerin çeşitli mucizeler göstermiş olmaları, onların vahyi alırken, onun içerdiği mesajı insanlara sunarken,, kendilerine yöneltilen emir ve yükümlülükleri yerine getirirken her türlü hatadan beri olduklarına ilişkin yaklaşımı onaylayıcı bir olgudur.


    Bu yaklaşıma şöyle bir karşılık verilemez: "İnsanlar -ki akıl sahibi varlıklardır- çeşitli mesajların algılanışında ve bir çok toplumsal hedefe ulaşmada, tebliğ açısından noksanlıktan ve yetersizlikten kurtulmayan bazı insanların sebep olmaları sonucu belli sonuçlara varırlar..." Çünkü insanlar için geçerli olan bu durum, iki şeyden dolayıdır ki hiçbirisi peygamberlerin davetiyle ilgili olarak değerlendirmeye tabi tutulamaz. Ya bu tavrın nedeni, az miktardaki kusur ve yanılgıyı önemsememeleri ya da, insanların amacı, istenen şeyin az bir miktarına ulaşmadır. İstedikleri az olanı alıp çok olandan kaçınmaktır. Her iki durum da yüce Allah'ın şanına yaraşmaz.


    Yine şu ayet-i kerimeye dayanılarak da bu yaklaşıma karşı çıkılamaz: "Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup çıktığında bir grup da dince derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarmak için geride kalabilir. Umulur ki, onlar da kaçınıp sakınırlar. " (Tevbe, 122)
    Ayet-i kerime, gerçi, masumluk niteliğine sahip olmayan Müslümanların geneli ile ilgilidir, ancak onlara dinde öğrendiklerini, derin kavrama imkânına kavuştuklarını tebliğ etme iznini veriyor. Oysa uyardıkları şeye ilişkin bir onaylama söz konusu değildir. Sözlerinin insanlar katında hüccet olmasını onaylayıcı bir kanıt yoktur. Dolayısıyla sakıncalı husus sözlerinin hüccet olması durumunda söz konusu olabilir. Ayetin öğrendiklerini tebliğ etme izni veriyor olması durumunda, herhangi sakıncalı bir husus söz konusu değildir.
    Peygamberlerin masum olduklarını ifade eden ayetlerden biri de şudur: "Biz elçilerin her birisini ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderdik." (Nisa, 64) Burada elçinin itaat edilmesi gereken biri olarak görevlendirilişi, peygamber göndermenin amacı olarak sunuluyor ve amaç bununla sınırlandırılıyor. Bu durum zorunlu olarak Resul'ün şahsında itaat edilen söz veya fiil gibi şeylerin tümüne yüce Allah'ın iradesinin taalluk etmesini gerektirir. Çünkü söz ve davranış tebliğ sürecinde başvurulan, sürekli kullanılan araçlardır. Eğer peygamberden vahyi anlama noktasında veya vahyi tebliğ etme aşamasında bir hata gerçekleşirse, bu, yüce Allah'ın batılı istediği anlamına gelir ki, yüce Allah haktan başka bir şey istemez.


    Aynı şekilde, eğer buğz edilen ve yasaklanan sözlü ya da fiili bir günah, peygamber tarafından işlenirse, özü itibariyle Allah'ın iradesi ile ilintili olur, dolayısıyla istenen, sevilen bir itaat konumuna gelir. Böylece yüce Allah, bir tek fiille ilgili olarak hem isteyen hem istemeyen, hem nehy eden hem emreden, hem seven hem buğzeden olur. Hiç kuşkusuz, ulu Allah çelişik sıfat ve fiillerden münezzehtir, yücedir. Böyle bir değerlendirmenin yanlış ve batıl olduğu ortadadır. Bazılarının savundukları gibi, güç yetirilmeyeni teklif etmeye ilişkin görüşü kabul etsek dahi bu değerlendirme yanlıştır. Çünkü güç yetirilmeyenin teklif edilmesi, imkânsızın, muhalin teklif edilmesi anlamına gelir. Bizim üzerinde durduğumuz husus ise, kendisi muhal olan bir tekliftir. Çünkü bir tek fiille ilgili olarak hem tekliftir, hem değildir, hem irade edilendir, hem edilmeyendir, hem sevilendir, hem sevilmeyendir, hem övülendir, hem yerilendir.


    Bunun bir kanıtı da şu âyet-i kerimedir: "Elçiler, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderildi. Öyle ki elçilerden sonra insanların Allah'a karşı delilleri olmasın." (Nisa, 164) Bu ayetten açıkça anlaşılıyor ki, yüce Allah insanların içinde bulundukları günah ve ilahi emirlere muhalefet etme nitelikli tavırlarına ilişkin mazeretlerini ortadan kaldırmayı diliyor. Mazereti de ancak elçilerin -Selam üzerlerine olsun- gönderilmiş olması ortadan kaldırır. Bilindiği gibi, elçilerin insanların mazeretlerini ortadan kaldırmaları, kanıtlarını geçersiz kılmaları, ancak bizzat kendilerinde, Allah'ın iradesine ve rızasına uyum olmayan bir söz veya fiilin, hata ya da günahın bulunmaması ile mümkün olabilir. Aksi takdirde, insanların peygamberlerde bulunan herhangi bir kusura veya günaha yapışıp Allah'a karşı bunu bir kanıt olarak sunmaları imkânı doğardı. Bu ise, yüce Allah'ın öngördüğü amaç ile çelişen bir olgudur.


    Eğer desen ki: Yukarıda değinilen ayetler, peygamberlerin hata yapmayacaklarına, günah işlemeyeceklerine delalet etmektedir. Bu ise, herhangi bir şeyle ilgili olarak "İsmet" sıfatına sahip olma anlamına gelmez. Çünkü bazılarının iddiasına göre "İsmet", insanı yanılmaktan alıkoyan, günah işlemeye ve hataya düşmeye karşı koruma altına alan bir güçtür. Güç ise, sadece fiilin gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi değildir. Aksine güç, psikolojik bir başlangıç noktasıdır. Fiil bu noktadan kaynaklanır. Tıpkı fiillerin psikolojik melekelerden kaynaklanmaları gibi.


    Buna karşılık olarak ben de derim ki: Evet, ama yukarıdaki incelemede ihtiyaç duyulan husus, peygamberden hata ve günahın meydana gelmiş olmamasıdır. Doğru olan ya da ibadet nitelikli olan bir fiilin kaynaklanacağı gücün sabit olmamasının buna bir zararı olmaz. Bu, gün gibi ortadadır.
    Ayrıca, "İsmet" sıfatının koruyucu bir güce dayandığını, mucize ile ilgili incelemede sunduğumuz ayetlerden yola çıkarak kanıtlamak mümkündür: "Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Allah, her şey için bir ölçü koymuştur." (Talak, 3) "Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerindedir. " (Hud, 56)
    Ve yine olayların her biri için, kaynaklanacağı bir başlangıç noktası ve gerçekleşmesini sağlayacak bir sebep gereklidir.

    Dolayısıyla peygamberin aynı tarz üzere doğru ve ibadet nitelikli sergilediği filler, peygamberle birlikte bulunan ve nefsinde yer alan bir sebebe dayanırlar. Bu sebebe koruyucu güç diyoruz. Bunu şöyle açabiliriz: Peygamberin birer itaat ve ibadet olarak sergilediği varsayılan fiiller, bizim sergilediğimiz ve bazısı itâat, bazısı da günah nitelikli fiillerimiz gibi ihtiyari (isteğe bağlı) fiillerdir. Hiç kuşkusuz, isteğe bağlı bir fiil, bir bilgi ve dileyişten kaynaklanmasından ötürü isteğe bağlıdır. Bir fiilin itaat ve günah şeklinde farklı nitelikler kazanması, kaynaklandığı ilmî biçimin farklılığından ileri gelir. Örneğin, eğer amaç emredileni yapmak suretiyle kulluk tavrını sürdürmekse, itaat niteliği gerçekleşir. Şayet istenen -dileyişin dayandırıldığı ilmî biçimi kastediyorum- heva ve hevese uymak ve Allah'ın yasakladığı şeyi yapmaksa günah niteliği gerçekleşir. Buna göre, fiillerimizin itaat ve günah şeklinde farklı biçimler almasının sebebi, fiilin kaynaklandığı bilgimizin farklılığıdır.

    Eğer iki bilgiden biri, yani kulluk tavrını sürdürmenin, ilahi emre itaat etmenin gerekliliğine ilişkin hüküm devam edecek olursa, bu, ancak itaat nitelikli bir fiil olarak dışarı yansır. Eğer ancak günah türü fiillere kaynaklık eden diğer bilgi devam ederse (böyle bir duruma düşmekten Allah'a sığınırız) ancak günah nitelikli bir fiil şeklinde gerçekleşir. Buna göre, peygamberin sergilediği fiiller, daima itaat olarak nitelendirilirler. Bunun tek nedeni, fiillerinin dileyişi sonucu kaynaklandıkları bilginin yapıcı, olumlu ve değişken olmamasıdır. Söz konusu bilgi, kulluğun gerekliliğini her zaman kabullenip ona göre tavır almanın gerçekliliğine inanmadır. Bilindiği gibi, ilmî şekil ve hiç bir şekilde ortadan kaybolmaz köklü nefsani biçim, tıpkı iffet, cesaret ve adalet gibi ruhsal bir melekedir. Buna göre, peygamberde ruhsal bir meleke vardır. İtaat ve boyun eğme niteliğindeki fiiller bu melekeden kaynaklanır. Buna, günahtan koruyan güç de denir.


    Bir başka açıdan meseleye yaklaşacak olursak; peygamber vahyi algılamada ve vahyin içerdiği mesajı tebliğ etmede hata etmez. Şu halde, onun kişiliğinde ruhsal bir biçim vardır ki bu, bilgileri algılama ve başkalarına aktarmada yanılmaya pay bırakmaz. Fiil planında da isyan etmez. Eğer peygamberin şahsından, aynı tarz üzere ve ancak doğruluk ve itaat şeklinde beliren fiillerin, beraberinde olan herhangi bir sebebin aracılığı söz konusu olmaksızın ve peygamberin nefsine herhangi bir şeyin eklenişi gerçekleşmeksizin ortaya çıktıklarını varsayarsak, bu demektir ki, onun isteğe bağlı fiilleri, bu şekilde, Allah'ın iradesi ile gerçekleşmişlerdir ve peygamberin bir müdahalesi de söz konusu olmamıştır. Bu da, peygamberin bilgisinin ve fiiller üzerinde etkili olan iradesinin geçersiz kılınması sonucunu doğurur. Böyle bir değerlendirme, isteğe bağlı fiillerin, isteğe bağlı olmaktan çıkmaları anlamına gelir.

    Bu da peygamberin bilgi ve iradesi ile hareket eden bir insan oluşu ile çelişir. Şu halde, "İsmet" niteliği, yüce Allah'ın peygamber olan insanın kişiliğinde var ettiği bir sebeptir. Peygamberin doğruluk ve itaat şeklindeki isteğe bağlı fiilleri, bu sebepten kaynaklanır. Daha önce de vurguladığımız gibi, "İsmet" niteliği köklü bir bilgi, kişiliğe sinmiş bir melekedir.



    #2
    Ynt: PEYGAMBERLERİN MASUMUMLUĞUNU İSPAT EDEN KUR'ÂNÎ DELİLLER

    Arkadaşlar Peygamberler Günahsız ve hatasız kullar değillerdir. Masum da değillerdir. Bu yazıyı yazan kişi Kuran'ı nasıl okumuş bilmiyorum ama Kuranda özellikle belirtiliyor hatasız olamayacağımız.

    Çünkü hepimiz hata yapan ademin evlatlarıyız. Peygamberler, imamlar ve evliyalar da insan ve onlar da Ademin evlatlarıdır.

    Eğer açar okursanız Kuranda peygamberlerin hatalarına dair bir çok kıssa vardır.

    Örneğin Yunus peygamberi okuyun. Adem peygamberi okuyun. Birisinin canına kıymak büyük günahtır. Musa peygamberin haksız yere birisini öldürdüğünü biliyor muydunuz?

    Peygamberler yaptıkları hataladan ders almışlar ve tevbe etmişlerdir. Allah da onların tevbesini kabul etmiştir. Yani hatasız kul oldukları için peygamberlik verilmemiştir.

    Biraz Kuran'a bakalım:


    Kasas Suresi:

    15. Ve (Musa), halkının [şehirde olup bitenden] habersiz [evlerinde oturdukları bir gün] şehre indi; ve biri kendi halkından, ötekisi düşmanlarından olan iki adamın birbiriyle kavga ettiğini gördü. Kendi halkından olan kişi düşman tarafından olan kişiye karşı o'nu yardıma çağırdı; bunun üzerine Musa onu yumrukla devirip işini bitirdi. [Ama hemen sonra kendi kendine:] “Bu düpedüz Şeytan'ın işi!” dedi, “Doğrusu o [insanı] yoldan çıkaran apaçık bir düşmandır!”

    16. [Ve] “Ey Rabbim!” diye dua etti, “Ben kendime yazık ettim! Beni ba-ğışla.” Ve [Allah] da o'nu bağışladı. Çünkü O çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır.

    17. “Ey Rabbim!” dedi (Musa,) “Bana bahşettiğin nimetler hakkı için bir daha asla suçlulara arka çıkmayacağım!”

    .....................................

    33. [Musa:] “Ey Rabbim!” dedi, “Ben onlardan birini öldürdüm ve bu yüzden onların da beni öldürmelerinden korkuyorum...”


    Taha Suresi:

    40. Kız kardeşin [Firavun ailesine] gidip de onlara: ‘Ona bakabilecek birini size göstereyim mi?’ dediği zaman [bunun böyle olmasını Biz takdir etmiştik]. Ve böylece seni yeniden annene kavuşturduk ki onun yüzü gülsün ve [artık] üzülmesin. Ve [büyüyüp belli bir yaşa vardığın zaman] birini öldürmüştün: Fakat Biz seni (bu yüzden içine gömüldüğün) tasadan kurtarmış ve seni çeşitli sınamalardan geçirmiştik. (Bu olaydan) sonra yıllarca Medyen halkı arasında yaşadın; ve sonunda, [Benim] takdir(im)e uyarak işte [buraya] geldin ey Musa:


    Sâd Suresi:

    22. Davud, onları yanında görünce telaşlanıp korktu; bunun üzerine: “Korkma!” dediler, “Biz [sadece] iki dâvâcıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti: şimdi aramızda adaletle karar ver, doğrudan ayrılma ve [ikimize] dürüstlük yolunu göster”.

    23. “Bu benim kardeşim: Onun doksandokuz koyunu var, benimse [sadece] bir koyunum; buna rağmen, ‘onu bana ver’ dedi ve bu tartışmada bana zorla dediğini yaptırdı”.

    24. [Davud] dedi ki: “Bu [adam] senin koyununu kendininkiler arasına katmayı istemekle sana haksızlık yapmış! Zaten yakınların çoğu birbirlerine aynı şeyi yaparlar, [Allah'a] inanıp doğru ve yararlı işler yapanlar hariç: böylesi de ne kadar az!” Davud, (bunları söylerken) Bizim kendisini sınadığımızı [birden] anladı; bunun üzerine Rabbinden günahını bağışlamasını diledi, secdeye kapandı ve tevbe ederek O'na yöneldi.

    25. Biz de bu [günahı]nı bağışladık: [öteki dünyada] o'nu Bizim yakınlığımız ve menzillerin en güzeli beklemektedir.

    Davud peygamberin suçu neymiş anlamadıysanız Muhammed Esed'in açıklamasını okuyunuz.

    Taberî ve diğer bazı ilk dönem müfessirlerin detaylarıyla naklettiklerine göre, Hz. Davud, evinin damından zaman zaman gördüğü güzel bir kadına aşık oldu. Araştırınca, kadının Uriah adlı bir askerinin karısı olduğunu öğrendi. Kapıldığı tutkunun etkisiyle Hz. Davud, kendi ordu komutanına Uriah'ı kasden çıkarılmış bir savaşa göndermesini emretti. Ölmesi kesin olan bu savaşa gönderilen Uriah'ın savaşta öldürülmesinden hemen sonra Hz. Davud, dul kadınla evlendi (bu kadın daha sonra Hz. Süleyman'ı dünyaya getirdi) ... Bu kıssa, kadının adının Bath-Sheba (II Samuel xi) olduğunu bildiren Eski Ahid'in tasviri ile az çok uyuşur, fakat Hz. Davud'un Uriah'ın ölümünden önce karısı ile ilişki kurduğu şeklindeki iddiasını ise (aynı kaynak xi, 4-5) reddeder -bu iddialar Müslümanlar tarafından her zaman tezyif ve rencide edici bulunarak reddedilmiştir: karş. Dördüncü Halife Ali b. Ebî Tâlib'in sözleri (Zemahşerî'de Sa‘îd b. Museyyeb'den naklen zikredilmiştir): “Her kim Davud'un olayını efsanede belirtildiği şekilde anlatırsa ona yüzaltmış değnek vurun- bu ceza, peygamberlere iftiranın karşılığıdır.” (24:4'de belirtilen, herhangi bir kişiyi kesin bir delili olmaksızın zina ile suçlamanın cezasının seksen değnek olduğu hükmü dolaylı olarak hatırlatılmaktadır.) Müfessirlerin çoğuna göre âniden Hz. Davud'un önünde beliren iki “dâvâcı”, o'na günahını anlatmaları/hatırlatmaları için gönderilmiş iki melektir. Ancak, onların belirmesinde, Hz. Davud'un kendisinin, işlediği günahın farkına varmış olmasının mecazî anlatımını görmek de mümkündür: en azından, kendisini bir süre etkileyen tutkunun “duvarlarını yıkan” kendi vicdanının sesini duymasının.
    Yusuf ve Adem kıssalarını biliyorsunuz.


    Tabi bu günahlar peygamberlik gelmeden önce işlenmiş de olabilir. Bu konuyu da gözardı etmemek gerek.

    Çünkü şöyle bir ayet var. Peygamberimize hitaben Allah diyor ki;

    ..... Ve eğer sana ilim geldikten sonra onların asılsız görüşlerine uysaydın muhakkak ki zalimlerden olurdun. (Bakara - 145)


    Yorum


      #3
      Ynt: PEYGAMBERLERİN MASUMUMLUĞUNU İSPAT EDEN KUR'ÂNÎ DELİLLER

      apollonius sevgili kardeşim, sen bu ayetlerin tefsirine bakdınmı? umumen sen "teki evla" ve "günah" kavramlarını biliyormusun? şianın bu konudakı görüşlerini buradan okuya bilirsiniz: http://www.velayet.com/index.php?topic=2041.0

      Yorum


        #4
        Ynt: PEYGAMBERLERİN MASUMUMLUĞUNU İSPAT EDEN KUR'ÂNÎ DELİLLER

        Kardeşim sana bir tavsiye vereceğim. Alimlerin ne derse desin saygı göster ama Kuranla ilgili bir şey söylendiğinde aç kendin de bak, teyid et. Hadi peygamberlerin hatasız kul olduğu iddiasına inandın, peki alimlerin hatasız kul olduğu kanısına nereden vardın? Oradaki yorum hatalı olmuş. Birazdan altına yazmak üzere açıklama hazırlıyorum. Benim kişisel fikrime göre değil, ayetler eksik verilmiş. Kuranda tamamı var. Tamamı verilse anlarsın Hz. Musanın yaptığının günah olduğunu.

        Yorum


          #5
          Ynt: PEYGAMBERLERİN MASUMUMLUĞUNU İSPAT EDEN KUR'ÂNÎ DELİLLER

          Enbiyaların Masumiyetinin Mertebeleri: Kendisiyle masuniyet kastedilen ismet nübüvvet makamında birçok mertebeleri vardır.

          a-Vahyi alış ve tebliğ edişteki masumiyet

          b- Günahlardan ve masiyetten masumiyet

          c- Ferdi ve dünyevi işlerde hatadan masumiyet

          İlk mertebedeki ismet ümmetin ittifak ettiği bir mevzudur. Çünkü bu mertebede meydana gelecek bir hata veya karmaşıklık insanların güvenini sarsar. Bu durum peygamberlerin verdiği haberlere ve konuşmalarına güvenmemeyi beraberinde getirir. Nübüvvetten beklenen asıl gaye gerçekleşmemiş olur.

          Ayrıca Kur’an-ı Kerim nebisini koruyacağını vahy-i ilahinin tebliği için korumasının daima üzerinde olacağını açıkça belirtiyor. “O, bütün görünmeyenleri bilir sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak bildirmeyi dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunu ardından ve önünden gözcüler salar. Ki böylece peygamberlerin, Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin” (72/el-Cinn/26,27,28)

          Ayet-i Kerimede vahyin korunabilmesi için iki tür koruyucudan bahsediyor.

          a- Nebi (s.a.a)’i her yönden kuşatan melekler

          b- Bizzat melekleri ve Nebi(s.a.a)’i kuşatan Allah-u Teala Bu şiddetli koruyuş ve kamil gözetiş, sade nübüvvetin amacının gerçekleşmesine mebnidir. Hiç şüphesin nübüvvetin yegâne amacı vahy-i İlahinin beşere ulaştırılmasıdır. Öyleyse Allah’ın resulleri ve nebileri (sav), şeriatın amellerini uygulama sahasında bütün isyanlardan, zenbden/günahlardan ve kaymalardan mutlak olarak korunmuşlardır.

          Çünkü peygamberlerin gönderilmesindeki hedef peygamberlerin bu esasdan faydalanabilmesi ile gerçekleşir. Çünkü onlar insanlara bildirmekle yükümlü oldukları ilahi hükümleri kendileri yerine getirmedikleri zaman kendilerine duyulan güven kaybolur. Bunun üzerine onların gönderilmelerindeki hikmet gerçekleşmemiş olur.

          Muhakkik Tusi bu delile şu veciz yolla işaret temektedir: Amacın gerçekleşebilmesi için güven güvenin gerçekleşebilmesi için de Nebilerin masum olması gerekmektedir. (Keşfü’l-Murad fi şerh-i Tecrid-i İtikad s.217)

          Peygamberlerin masum olması Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerde vurgulanan bir olgudur. Biz bunlardan bazısını serdediyoruz.

          A- Kur’an-ı Kerim peygamberlerin seçilmiş ve hidayete erdirilmiş kişiler olduklarını vurgulamaktadır. “Onları seçkin kıldık ve doğru yola ilettik” (6/el-Enam/87)

          B- Allah-u Teala, Kur’an-ı Kerim’de hidayete erdirdiği kimseyi saptırmaya kimsenin gücünün yetmeyeceğini bildirmektedir. “Allah kimi hidayete erdirmiş ise onu saptıracak kimse yoktur” (39/ez-Zümer/37)

          C- Masiyet dalalet olarak değerlendirilmiştir. “O, sizden birçoğunu saptırdı.” 36/Yasin/62)

          Bütün bu ayetlerden peygamberlerin her türlü dalaletten masum olduğu sonucu çıkartılabilir.

          Peygamberlerin masım olduğuna dair getirdiğimiz akli deliller, onların bisetten önce de masum olduklarına da delildir. Çünkü insan ömrünün bir bölümünde masiyet edip günah işlediğinde daha sonra da irşad ve hidayet sancağını yüklendiğinde insanların ona bütünüyle güveni gerçekleşmez, sözlerine gönül rahatlığıyla kulak vermelerine engel olur. Ancak bisetinden önce pak ve temiz bir hayat yaşamış olan kimse için elbette böyle bir sakınca söz konusu değildir. Böyle bir şahıs insanların güvenini celbetmeye ve onların teyidini kazanmaya muktedirdir. Ayrıca günah işlemeleri caiz olursa ve işledikleri takdirde risalet karşıtlarının ellerine resulun aleyhinde çok kolay bir şekilde kullanabilecekleri büyük bir koz geçmiş olur. Ellerine geçirdikleri bu koz sayesinde risaletin sahibini kirletmeye ve davasının basit bir dava olduğunu böylece vurgulamaya çalışırlar.

          —Basit ve çirkef bir ortamda, temiz ve pak yaşantısıyla- ter temiz yaşantısıyla Resulullah (s.a.a) Muhammedü’l-Emin lakabını almıştı. O ortamda bu lakabı alabilen yegâne kişi oydu. Zıt unsurları düşmanlarının güvenilmeyecek işlerini risalet düşmanlarının menfi çabalarını o bu özelliğiyle ve istikamet üzere oluşuyla dağıtmıştı. Cahiliyyenin cifeliğini derece derece kaldırmıştı.

          Ayrıca şurası açıktır ki; peygamberlerin hayatlarının başlangıçlarından itibaren temiz olmalarını kabul etmek, nübüvvet makamına ulaştıkları andan itibaren ismet özelliğini kazanmaları görüşünü kabul etmekten daha hayırlıdır. İlkinin irşad etmedeki etkisi ve tesiri diğerinden hiç şüphesiz daha kuvvetlidir. Hikmet-i İlahi kâmil en güzel bir ferdin nübüvvet ve risalet makamına seçilmesini gerektirmektedir.

          Peygamberlerin Hatadan ve Kaymalardan Masumiyeti
          — Peygamberler günahlardan masum olmalarının yanında- ayrıca şu aşağıda sayılacak olan durumlarda da masumdurlar.

          a- Tartışmalarda verecekleri hükümlerde ve husumetlerle ilgili verdikleri kararlarda

          Resulullah(s.a.a) her ne kadar kanıt ve yemine göre karar vermekle yükümlü idiyse de, fakat o getirilen kanıtın yanlış veya yemin eden kimsenin yalancı olması durumunda

          b-Şeri hükümlerin konulmasının teşhisinde.

          c- Günlük sıradan olaylarda

          Bu gibi yerlerde hata yapmalarını caiz görmek dini hükümler sahasında hata yapılması sonucunu doğurmasına bağlı olduğundan, peygamberler bu sahalarda masumluk vasfıyla vasıflandırılmışlardır. Bu durumlarda ve sahalarda hata yapmak, insanların peygamberlerin şahsına güvenmelerine zarar verir. Asıl peygamberlerin gönderilmesi sebebine büyük bir tehlikedir. İlk iki şıktaki geçen noktalarda peygamberlerin masum olması gerektiği son şıktaki gereklilikten daha açıktır.

          Peygamberler, Nefret Ettirici, Tiksindirici Hastalıklardan Beridirler.
          İsmetin bir mertebesi de peygamberlerin pak vücutlarında, insanların kendilerinden nefret ettirecek ve onlardan uzaklaştıracak bir hastalığın bulunmaması gerektiğidir. Çünkü bazı hastalıklar, cismi afetler ve ruhi özellikler vardır ki insanlar onlardan uzaklaşır, insanın tabiatına sıkıntı verir ve insanlar onlardan uzaklaşırlar. Bundan dolayıdır ki peygamberler ruhi ve cismi ayıplar taşımaktan uzaktırlar. Çünkü insanların peygamberlerden uzaklaşmaları ve ondan kaçınmaları peygamberlerin, ilahi risaletin insanlara bildirilmeleri olan gönderiliş hedeflerine zıtlık teşkil etmektedir. Ayrıca hakikatin ortaya çıkarılması gerektiğine dair aklın da kesin hükmü vardır. Akıl, Allah-u Teala’nın hakim olması dolayısıyla peygamberlerin bu tip ayıplardan noksanlıklardan uzak ve beri olmasına hükmetmektedir. Aklın bu sahadaki hükmü kesindir. Bundan dolayıdır ki gelen bazı rivayetlerde Eyüp (a.s)’ın nefret ettirici hastalıklara imtihan edildiğine dair gelen bazı rivayetlere karşın Ehl-i Beyt İmamlarından gelen rivayetler ise bu rivayetleri nakz edici ve aklın kesin hükmünü içerici tarzdadır. İmam Sadık (a.s) “Eyüp (a.s) bütün sıkıntılarla imtihan edilmesine rağmen hiçbir zaman kendisinden tiksindirici bir koku çıkmadı, görüntüsü hiçbir zaman çirkin olmadı, ne kötü bir kan ve ne de irin kendisinden sadır olmadı, ne kendisini gören bir kimse korkuya düşmedi, vücudundan hiçbir kurtçuk düşmedi. Allah-u Teala’nın imtihan ettiği bütün peygamberlerinin ve değerli evliyalarının durumu bu şekildedir. İnsanların onlardan uzaklaşmalarının sebebine gelince fakirliktir, durumlarını zayıf görmeleridir. Çünkü insanlar, o yüce zatların Rabbleri katındaki makamlarının yüceliğini ve rablerinin onlara olan desteklerini bilmemektedirler.” (el-Hısal c.1, yedi bablar, hd no 107) Bundan dolayı bu hadisle çelişik olan rivayetler sıhhat yönünden bir temelden yoksun olup, reddedilmiştir.

          Masumiyetin Olmadığına Delalet Eden Ayetlerin İncelenmesi
          Aklın kesin hükmünü ve Kur’an’ın peygamberlerin masum olması gerektiğine dair hükmünü öğrenmiş olduk. Ancak bu bölümde verdiğimiz hükme tezat teşkil edecek ilk bakışta şüphe oluşturacak bazı ayetlerin incelmesi yapılacaktır. Bu ayetler peygamberlerden masiyetin ve günahın sudurunu caiz gösterecek niteliktedir. Âdem (a.s) ve diğerlerini konu edine bazı ayetler.

          Bu Ayetlerin Çözümü

          İlke olarak Kur’an-ı Kerim’de çelişki olmadığını başlangıçta bir Müslüman olarak kabul etmek mecburiyetindeyiz. Ayrıca kabul etmemiz gereken diğer nokta da ayetlerin kendisinde bulunan karineler ışığında bizzat ayetin hakiki muradını anlamaya çalışmamız gerektiğidir. Bu tarz yerlerde müteşerriinin hükmü için ibtidai açıklığın kriter olmasının mümkün olmamasıdır. Şia’nın mütekellimlerinin ve müfessirlerinin büyükleri, bu Kur’an’i ayetleri özel olarak incelemeleri işin güzel tarafını oluşturmaktadır. Öyleki, iş bu raddede kalmamış, bu sahada özel, müstakil eserler telif edilmiştir. Biz, bu ayetlerin birer- birer incelenmesi ve çözüme kavuşturulması bu risalenin sınırlarını çok çok aştığından değerli okuyucuları Seyyid Murtaza’nın “Tenzihü’l-Enbiya”, Fahrüddin er-Razi’nin “İsmetü’l-Enbiya” ve Cafer Sübhani’nın “Mefahimü’l-Kur’an’ adlı mevzui/konulu tefsirinin beşinci cildine havale ediyoruz.

          İsmetin Menşei ve Sebebi
          İsmetin menşeini ve sebebini iki durumda özetleyebiliriz.

          a- Peygamberler, Allah-u Teala’nın kendilerine bahşetmiş olduğu geniş marifetten faydalanmaktadırlar. Bundan dolayı hiçbir zaman Allah-u Teala’nın rızalarını hiçbir şeyle değiştirmezler. Omların ilahi azametin, ilahi cemalın ve ilahi kemalin güzelliklerini iliklerine kadar hissedip, idrak etmeleri onları Hak Teala’dan başka bir şeye teveccüh etmelerine ve Hakkın dışında bir şey hakkında derin derin ve çokça düşünmelerine engel olmuştur. Marifetin bu mertebesinden ve derecesinden Emire’l- Müminin Ali (a.s) şöyle bahseder: “Öncesinde, sonrasında ve kendisiyle Allah’ın olmadığı hiçbir şey görmedim.” (Biharü’l-Envar, c.70 s.22). İmam Sadık (a.s) da “Ben, ikramından dolayı ibadet edilen şu Rabbe, sadece muhabbetten dolayı ibadet ederim.” (Biharü’l-Envar, c.70 s.18, dokuzuncu hadisin içeriğinde).

          b- Peygamberler itaatin semeresini ve meyvesini, günahların tesirini ve kötü sonuçlarını kamil bir şekilde bildiklerinden ötürü, vahy-i İlahiye muhalefet etmemişlerdir. Mutlak olarak ismet Allah’ın bazı veli kullarına da hastır. Ancak bazı korunmaya çalışan müminler de günahların büyük bir kısmından kendilerini koruyabilirler. Örneğin muttaki ferd gibi. Onlardan intihar veya Salih bir insanın öldürülmesi gibi bir eylem sadır olamaz. Hatta bazı sıradan Müslümanlar dahi bazı günahlar noktasında ismetten faydalanabilmektedirler. Örneğin elektriğin çarpmasını bilen kimsenin bu konuda tedbirli olması gibi. İmam Ali (a.s) bu sakınmaya çalışan muttaki kimseler hakkında “Onlar, hemen hemen cenneti görmüş gibidirler, cennetin nimetlerinden cennette faydalanmış gibidirler. Onlar, hemen hemen cehennemi görmüş gibidirler, cehennemde azap görmüş gibidirler.” (Nehcü’l-Belağa, 193. Hutbe)

          Bu tip yerlerde ismet, kişinin kötü amelin sonucunu bilmesinden dolayı kaçınmakla gerçekleşmektedir.

          İsmetle İhtiyar Birbiriyle Zıt Değildir
          İsmetin kaynağında, masumun iradesiyle çelişen hiçbir durum söz konusu değildir. Masumun iradesi ve ihtiyarı elinden alınmış değildir. Aksine Masum kişi Allah’ı hakkıyla tanımakta, itaatin güzel sonucunu ve masiyetin yıkıcı etkilerini bilmektedir. Masiyeti işleme kudreti olduğu kudretini hiçbir zaman bu şekilde kullanmaz. Şefkatli bir baba misali, evladını öldürme kudreti bulunduğu halde öldürmez ve ona zarar vermek dahi istemez. Bundan daha açık olanı da Allah-u Teala’dan çirkin bir şeyin sudur etmemesidir. Kadir-i mutlak Allah-u Teala itaat edenleri cehenneme, isyan edenleri cennete koyma kudreti varken ancak adaleti ve hikmeti ameli işlemekten engel olmaktadır. Bu açıklamalar ışığında masiyeti terk etme ve itaati yerine getirme peygamberler için büyük bir övünç kaynağıdır. Onlar masiyeti işleme kudretin ve itaati terk etme kudretine sahip oldukları halde ihtiyari kudretleriyle taate devam eder, masiyeti terk ederler.

          Masumiyet Peygamberliği Gerektirmez
          Biz bütün peygamberlerin masum olduğu inancında olmamıza rağmen, masum olan her insanın da peygamber olmadığı görüşündeyiz. Yani masumiyetin peygamberliği gerektirdiği görüşünde değiliz. Her nebi masumdur. Fakat her masum nebi değildir. İnsan takarrub ile bu makamı elde edebilir fakat peygamber olamaz. Kur’an-ı Kerim’in Hazreti Meryem hakkında söylediği şu sözler konuya açıklık getirir niteliktedir. “Ey Meryem! Şüphesiz Allah, seni seçti, tertemiz kıldı, seni dünya kadınlarına üstün kıldı.” (3/Al-i İmran/42) Kur’an’ın Meryem (a.s) hakkında “ıstıfa/tertemiz kılma” kelimesini kullanması Meryem’in masumiyetine delalet eder. Çünkü bu sözcük Peygamberler hakkında Kur’an-ı Kerim’de kullanılmıştır. “Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim Ailesini ve İmran Ailesini seçti/ıstıfa etti.” (3/Al-i İmran/33) Ayrıca ayet-i kerime Hazret-i Meryem(a.s)’ın temizliğini konu edinmektedir. Onun hakkında “ıstıfa” kelimesinin kullanılmasıyla onun her türlü kirlilikten ve günahtan uzak oluş kastedilmiştir. Bu taharet ve beraat, Yahudilerin İsa(a.s)’ın babasız dünyaya gelmesi hakkında attıkları iftiradan beraattan farklıdır. Çünkü Meryem (s.a)’ın bu masiyetten tebrie edilmesi İsa (a.s)’ın veladetinin ilk günlerinde kendisiyle konuşmak suretiyle olmuştu. “Bunun üzerine Meryem çocuğa işaret etti. Biz beşikteki bir sabi ile nasıl konuşalım dediler” (19/Meryem/29) ayrıca eklememiz gereken diğer nokta da Hazreti Meryem’in ıstıfa ve tathirini içeren ayet-i celile O’nun Hazreti İsa’ya hamileliği döneminde olmuştu.

          Yorum


            #6
            Ynt: PEYGAMBERLERİN MASUMUMLUĞUNU İSPAT EDEN KUR'ÂNÎ DELİLLER

            Sâd Suresi:

            22. Davud, onları yanında görünce telaşlanıp korktu; bunun üzerine: “Korkma!” dediler, “Biz [sadece] iki dâvâcıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti: şimdi aramızda adaletle karar ver, doğrudan ayrılma ve [ikimize] dürüstlük yolunu göster”.

            23. “Bu benim kardeşim: Onun doksandokuz koyunu var, benimse [sadece] bir koyunum; buna rağmen, ‘onu bana ver’ dedi ve bu tartışmada bana zorla dediğini yaptırdı”.

            24. [Davud] dedi ki: “Bu [adam] senin koyununu kendininkiler arasına katmayı istemekle sana haksızlık yapmış! Zaten yakınların çoğu birbirlerine aynı şeyi yaparlar, [Allah'a] inanıp doğru ve yararlı işler yapanlar hariç: böylesi de ne kadar az!” Davud, (bunları söylerken) Bizim kendisini sınadığımızı [birden] anladı; bunun üzerine Rabbinden günahını bağışlamasını diledi, secdeye kapandı ve tevbe ederek O'na yöneldi.

            25. Biz de bu [günahı]nı bağışladık: [öteki dünyada] o'nu Bizim yakınlığımız ve menzillerin en güzeli beklemektedir.
            Sad Suresi


            ayetlerde bahsi geçen Davud a.s.'ın suçu ne idi? Allah'ın affettiği..

            Konuyla ilgili olarak, Hasan Kanaatli Peygamberler Tarihi kitabında beş altı tane rivayet nakleder. Ancak bunların bir kısmı yine Peygamberlerin Masumiyeti inancıyla bağdaşmamaktadır..

            içlerinden en masum rivayet ise şudur ki bu Davud a.s.'ın Masumiyetine gölge düşürmediği gibi ayette geçen Davud a.s.'ın suçunu açıklamaktadır..

            Davud a.s. bir gün ibadet eder bir gün de davalara bakar onlara hükmederdi. Allah'ın kendini sınayacağını biliyordu. İbadette olduğu gün ibadet mekanına hiç kimsenin alınmaması için bekçilerine talimat vermişti. ancak o gün beklenmedik şekilde iki kişi hemen onun karşısında bitiverdiler. Bu ani karşılaşmadan Davud a.s. çok korktu ve Rabbinin kendini denediğini sandı. Bu iki kişi hırsızlık için eve sızmış kişilerdi. ve Davud a.s. karşılarında görüp emellerine ulaşamayacaklarını anlayınca hemen suçlarını örtmek için bir plan kurup davacı gibi göründüler. Davud a.s. ise onların hırsız olduklarını anlayıp onlara zarar vermek istedi. Onlar davalarını anlatınca Davud a.s. bu fikrinden vazgeçti ve gerçekleşmemiş hırsızlık sebebiyle onları cezalandırmayı Peygamberliğine yakıştıramadı ve tevbe etmesi gerektiğini anladı.. işte suçu bu hırsızlık gerçekleşmeden onları cezalandırma düşüncesi ve dahası onların ifadelerini almadan cezalandırma düşüncesi idi ki bundan tevbe etti..

            Yorum

            YUKARI ÇIK
            Çalışıyor...
            X