Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

    8-(329) ...Abdurrahman b. Haccac şöyle rivayet etmiştir:

    Ebu Abdullah (Cafer Sadıkaleyhisselâm)'a, "Rahman, arş'a istiva etmiştir." ayetini sordum.

    Buyurdu ki: «Her şeyde eşit konumdadır. Bir şey başka bir şeye göre O'na da­ha yakın değildir. Uzak bir şey O'na uzak olmaz ve yakın bir şey O'na yakın olmaz. Her şey O'na göre eşit konumdadır.»


    Yorum


      Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

      9-(330) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

      Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: «Allah'ın bir şeyden veya bir şeyin içinde ya da bir şeyin üzerinde olduğunu iddia eden kimse küfre girmiştir.»

      Dedim ki: Bunu bana açıkla.

      Buyurdu ki: «Bir şeyin O'nu kapsamasını veya bir şeyin O'nu korumasını ya da bir şeyin O'nu geçmesini kastediyorum.»

      Diğer bir rivayette İmam (aleyhisselâm)’ın şöyle buyurduğu belirtiliyor: «Allah'ın bir şeyden olduğunu iddia eden kimse, O'nu sonradan olma bir var­lık konumuna indirmiş olur. Allah'ın bir şeyin içinde olduğunu ileri süren kimse, O'­nu bir alanla sınırlandırmış olur. O'nun bir şeyin üzerinde olduğunu söyleyen bir kimse, O'nu taşınır bir şey durumuna düşürmüş olur.»


      Yorum


        Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

        C) "GÖKTEKİ İLAH'DA YERDEKİ İLAH'DA O'DUR" AYETİ HAKKINDA


        10-(331) ...Hişam b. Hakem şöyle rivayet etmiştir:

        Ebu Şakir ed-Deyesanî de­di ki: Kur'ân'da bir ayet var ki, tam da bizim görüşümüzü ifade etmektedir.

        Dedim ki: Bu, hangi ayettir?

        Dedi ki: "O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır." (Zuhruf, 84) ayetidir.

        "Ona nasıl bir cevap vereceğimi bilemedim. Yenilmiştim."

        Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a haber verdim.

        Buyurdu ki: «Bu, pis bir zındığın söyleyeceği sözlerdir. Bir daha onun yanına gidersen de ki: "Kûfe'de adın nedir? "falandır." diyecektir. Sonra: "Basra'da adın ne­dir?" diye sor, sana: "falandır." diyecektir. Sen de deki: İşte Rabbimiz de böyledir, gökte ilâhtır, yerde ilâhtır, denizlerde ilâhtır, ovalarda ilâhtır, her yerde ilâhtır.» Yola koyuldum ve Ebu Şakir'in yanına geldim ve İmam'ın dediklerini ona söyledim.

        Dedi ki: Bu cevap Hicaz'dan gelmiştir.

        Yorum


          Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

          21) ARŞ VE KURSİ BABI

          l-(332) ...Ahmed b. Muhammed el-Berkî, merfu olarak şöyle rivayet etmiştir:

          Caselik,
          [35] Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)'a şöyle sordu:

          "Allah'mı arşı taşıyor; yoksa arş mı Allah'ı taşıyor, bana haber ver?"

          Emir'ül-Mü'minin şöyle buyurdu: «Arşı, gökleri, yeri, bu ikisinde bulunan varlıkları ve bu ikisinin arasında yer alan varlıkları Allah Azze ve Celle taşır. Şu ayette bu gerçeğe işaret edilir: "Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. And olsun ki onların nizamı bozulursa, kendisinden başka hiç kimse on­ları tutamaz- Şüphesiz O, halimdir, çok bağışlayıcıdır." (Fatır, 41)

          Adam dedi ki: "Öyleyse bana: "Rabbinin arşını o gün, onların üstünde sekiz melek taşır." (Hakka, 17) ayetini açıkla, nasıl böyle söyleyebiliyor? Üstelik az önce Allah'ın arşı, gökleri ve yeri taşıdığını söylememiş miydin?

          "Emir'ül-Mü'minin şöyle dedi: «Allah-u Teâlâ arşı dört nurdan yaratmıştır: Bütün kırmızıların türediği kırmızı nur. Bütün yeşillerin türediği yeşil nur. Bütün sa­rıların türediği sarı nur. Bütün beyazların türediği beyaz nur. Bu, Allah 'in taşıyıcıla­rına bahşettiği ilimdir ve o, azametinden bir nurdur. Mü'minlerin kalpleri O'nun nuru ve azametiyle görürler. Azameti ve nuruyladır ki cahiller O'na düşman olmuşlardır. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar O'nun azameti ve nuruyla O'na gidecek yollar aramaktadırlar. Bu amaçla değişik ameller yerine getirmekte ve benzer dinlere intisab etmektedirler. Dolayısıyla taşman her şeyi yüce Allah, nuru, azameti ve kud­retiyle taşır. Onların hiçbiri kendine zarar veya yarar dokunduramaz. Ölüm, yaşatma veya yeniden diriltme hususunda etkin olamaz. Her şey taşınmaktadır. Allah Tebareke ve Teâlâ, onlar (gökler ve yer)'i ve onları saran şeyler (göklerde ve yerde bulunanlar)'! düşmesinler diye tutmaktadır. O her şeyin hayatıdır, her şeyin nurudur. Allah cahil­lerin yaptıkları yakışıksız nitelemelerden yücedir, münezzehtir.»

          Adam dedi ki: "Allah Azze ve Celle nerededir?" bana söyle.

          "Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm) dedi ki: «O, buradadır, şuradadır, yukarı, aşağı, bizi kuşatandır. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: "Üç kişinin gizli konuş­tuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunursa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir." (Mücadele, 7) Dolayısıyla kürsî, "Gökleri, yeri, bu iki­sinin arasında bulunan varlıkları ve yerin altındaki varlıkları ve açıkça söylenen söz­leri kuşatmıştır. Çünkü O, sır olan şeyleri, gizlilikleri bilir." (Ta-ha, 6-7) Aşağıdaki ayette buna işaret edilir: "O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gö­zetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." (Bakara, 255)

          Arşı taşıyanlar, Allah'ın ilmini yüklediği âlimlerdir. Allah'ın melekûtunda ya­rattığı hiçbir şey bu dört nurun kapsamının dışına çıkmaz. Ki Allah bu melekûtunu seçkin (asfiya) kullarına ve halil (dostu) İbrahim'e göstermiştir: "Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk."
          [36] (En'am, 75) Arşı taşıyanlar, Allah'ın verdiği hayatla yaşadıkları, kalpleri O'nun nu­ruyla gördükleri ve O'nun bilgisine ulaştıkları halde Allah'ı taşıyabilirler mi?» [37]


          [35]- Hıristiyan âlimlerinden birinin adı

          [36]- "Melekût" kelimesi, Kur'ân dilinde "O'nun yasası, bir şeyin olmasını dilediği zaman ona 'Ol' demesidir. O şey hemen oluverir. Her şeyin egemenliğini (melekûtunu) elinde bulunduran (O Allah) her türlü noksanlıktan münezzehtir." (Yâsîn, 83) ayetlerinden anlaşılacağı üzere varlıkların Allah'a dönük iç yüzü demektir. (En'âm, 75) ayetinden anlaşılacağı gibi, varlıkların bu yüzüne bakmak ile kesin iman birbirinden ayrılmaz bir ikili oluşturur. [el-Mîzân, c.8, s.488]

          [37]- Caselik'in, "Söyle bana, Allah mı arşı, yoksa arş mı Allah'ı taşıyor?" sorusundan açıkça anla­şılıyor ki, Caselik taşımayı bir cismin başka bir cismi taşıması anlamında anlıyor. Oysa İmam'ın, "Arşı, gökleri, yeri... taşıyan Allah'tır." sözünden anlaşıldığına göre, İmam taşımayı analitik anlamda alıyor ve onu bir şeyin varlığını taşıma şeklinde tefsir ediyor. Bu da nesnelerin varlıklarının Allah ile kaim olma­sı ve bu kaim oluşun kendi başlarına değil, kesinlikle Allah'a bağımlılık şeklinde olması şeklindedir. Malumdur ki, bu anlamın gerektirdiği sonuç nesnelerin Allah'ı taşıyanlar değil, O'nun tarafından taşı­nanlar olmasıdır. Bundan dolayı Caselik bu sözleri işitince İmam'a, "O gün onların üstünde sekiz melek, Rabbinin arşını taşırlar." (Hakka, 17) ayetinin anlamını soruyor. Çünkü az önceki anlamda bir şeyin varlığını taşımak sadece Allah'a mahsustur, bu konuda hiç kimse O'na ortak olamaz. Oysa bu ayet taşımayı Allah'tan başkasına izafe ediyor. Bu yüzden İmam, taşımayı ikinci kez tefsir ederek taşı­mayı ilim taşıma anlamında ve arşı da ilim anlamında alıyor.

          Yalnız bu açıklama, iki tefsir arasında çelişki olduğu izlenimini verdiği için İmam sözlerini biraz daha açıklıyor. Bu açıklamada arşın ilim demek olduğu şeklindeki sözünü açıklayarak bu ilmin sıradan insanların anladığı anlamda ilim olmadığını, sıradan insanların ilk plânda anladıkları ilmin nefsanî bir suret olan husulî (zihni) ilim olduğunu, oysa bu ilmin Allah'ın ululuğunun ve gücünün nuru olduğunu, bu ilmin Allah'ın izni ile bu taşıyıcılara verilip onlara gösterildiğini ve buna taşıma adının verildiğini anlatıyor. Bununla birlikte o ilim, aynı zamanda Allah tarafından taşınmaktadır. Bunda çelişki yoktur. Nitekim bizim fiillerimizin varlığı, bizim yanımızda hazır ve bizim tarafımız­dan taşmıyor olduğu gibi, aynı zamanda Allah katında da hazırdır ve O'nun tarafından taşınmaktadır. Allah, bu varlığı bize sunan asıl maliktir.

          Kısacası bütün nesnelerin ortaya çıkmasını sağlayan ilâhî yüceliğin ve ilâhî gücün nuru, kendi dışındaki her şeyi kuşatan arştır. Bu, yüce Allah'ın arşın kapsamındaki her şeye malik oluşudur. Bu nu­run taşıyıcısı, yüce Allah'tır. Sonra da yüce Allah'ın kendilerini bu nurdan nasiplendirdiği kimseler, Al­lah'ın izni ile onu taşırlar. Allah ise, hem taşıyanın, hem de taşmanın taşıyıcısıdır. Buna göre, "sonra arşa kuruldu." (Bakara, 29) ifadesinde sözü edilen arşa kurulma, egemenlik ve "Rabbinin arşını ta­şırlar." ifadesindeki arş, ilim demektir. Bunların ikisi de aynı şeydir. Bu da bütün nesnelerin ortaya çıkmasını sağlayan, varlık düzenindeki bütün ayrıntılı tedbirlerin ana hatlarının yoğunlaştığı makamdır. Burası tedbirlerin çıkışına kaynaklık eden merkez ile nesnelerin ortaya çıkışını sağlayan ilim makamıdır.

          İmam'ın sözlerinin, "O'nun yüceliği ve nuru sayesinde müminlerin kalpleri gerçekleri görür ol­du." diye başlayan bölümü şu anlama gelir: Bu makam öyle bir makamdır ki, müminler toplumunun içinde bulunduğu mutluluk düzeninin tedbirine kaynaklık eder, müminlerin Allah'a doğru ilerleyişleri­nin yolunu gösterir, Rablerinin yüce konumunu tanımayan bütün inatçı Allah düşmanlarını kapsayan bedbahtlık düzenine merkezlik eder. Daha doğrusu bu makam, genel evrensel düzene kaynaklık eden bir makamdır. O düzen ki, bütün varlıklar onun altında yaşar, davranışları ve gelenekleri ile Allah'a yaklaşma doğrultusunda yol alanlar ona uyarak yol alırlar. Fakat bu varlıkların kimi Allah'a doğru yak­laşma dileklerinin bilincinde iken, kimi de bu bilinçten yoksundur.

          İmam'ın, "O, her şeyin hayatı ve her şeyin nurudur." şeklindeki sözü, daha önceki sözlerini açıklayan bir gerekçe gibidir. O sözler, her şeyin Allah tarafından taşındığını açıklayan sözlerdir. Bu sözün anlamı şudur: Bütün nesneler Allah sayesinde var olmaktadır. Bütün nesneleri kavrayan, bütün nesnelere varoluş süreçlerinin özel yolunu gösteren O'dur. O, aslında karanlık olan bu yolu kendi nuru ile aydınlatmaktadır. Buna göre nesneler kendileri için hiçbir şeye malik değildirler. Onlara malik olan ve varlıklarım taşıyan yüce Allah'tır.

          Ali (a.s), "Allah orada, burada, üstte, alttadır." şeklindeki sözleri ile şunu kastediyor: Allah, bü­tün nesnelerin varoluşlarının sağlayıcısı, koruyucusu ve taşıyıcısı olduğu için O'nun olmadığı hiçbir yer olmadığı gibi belirli bir mekânı da yoktur. O'nun bir yerde olması veya yeri belli bir nesne ile birlikte olması demek, o nesneyi koruması, varlığını taşıması ve onu kuşatması demektir. O nesne diğer bütün nesneler ile birlikte O'nun koruması ile korunmuş, O'nun tarafından taşınmakta ve kuşatma altındadır.

          Bu durum, Allah'ın nesnelere ilişkin fiilî bilgisi olarak yorumlanır. Böyle demekle her şeyin O'nun katında olduğunu, O'ndan saklı olmadığını kastediyoruz. Bundan dolayı İmam, "O hâlde kürsî; gökleri, yeri, gökler ile yer arasındaki ve yer altındaki bütün varlıkları kuşatmıştır." diyerek kürsînin kapsamlılığına işaret ettikten sonra, "Eğer yüksek sesle konuşacak olursan, O gizliyi de, gizlinin gizli­sini de bilir." buyurarak kürsînin ilim anlamına işaret etmiştir. Bundan çıkan sonuç şudur:

          Arş ile özdeş anlamda kullanıldığı kürsî; kapsama, tedbir ve koruma makamı olmasının yanı sı­ra aynı zamanda ilim ve hazır olma makamıdır. İmam daha sonra bu sonucu, "O'nun kürsîsi, gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır." ayetine uyarlamıştır.

          İmam'ın, "Allah'ın melekûtunda yarattığı hiçbir şey bu dört şeyin dışında değildir." şeklindeki sözü, ilk başta sözünü ettiği dört renge işaret gibidir. Miraç hadislerini incelerken bu konu ele alınacak­tır, inşaallah. İmam, "Yüce Allah'ın seçkin kullarına... gösterdiği melekût budur." şeklindeki sözüyle de arşın melekûttan ibaret olduğunu belirtiyor. Yalnız melekût, üst ve alt olmak üzere iki tanedir. Arş, bütün tedbirlerin ana hatlarının merkezi ve ileride gelecek hadisin delaletiyle iki gayp kapısının içeride olanı olduğu için, üst melekût olması ihtimali güçlüdür.

          İmam'ın, "Arşı taşıyanlar nasıl Allah'ı taşıyabilirler ki?!" sözü, sözlerinin başında, arşın nesnele­rin varlığını taşıma ve gerçekleştirme makamı olduğu yönündeki sözünü pekiştirir niteliktedir. Buna göre arşı taşıyanlar, aslında Allah tarafından taşınanlardır, taşıyıcılar değillerdir. Nasıl taşıyıcı olabilir­ler ki?! Oysa varoluşları ve varoluş süreçleri kendileri ile değil, yüce Allah ile kaimdir. İmam, bu varo­luş makamını ilim olarak kabul ettiği için "Oysa onların kalpleri O'nun verdiği hayat sayesinde diridir ve O'nun nuru sayesinde O'nu tanıyabilmişlerdir." şeklindeki sözleri ile arşı taşıyanların varoluşlarını ve varoluşlarının kemalini kalplerle ve Allah'ı tanıyabilirle nuru ile ifade etmiştir. [el-Mîzan, 8/223-225]




          Yorum


            Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

            2-(333) ...Safvan b. Yahya şöyle rivayet etmiştir:

            Hadisçi Ebu Karra, İmam Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)'ın yanına götürmesini benden istedi. Onun için imamdan izin istedim, izin verildi. Ebu Karra içeri girdi ve İmam'dan helâl ve haram kavramlarıyla ilgili bir takım sorular sorduktan sonra şöyle dedi: "Allah'ın taşındığını kabul ediyor musun?"

            Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Her taşınan edilgendir (mefuldür), başka­sına eklemlenmiş, başkasına muhtaçtır. Ayrıca lâfız olarak mahmul, eksiklik ifade eder. Taşıyan (hamil) ise faildir, etkindir. Telâffuzda övgü ifade eder. Aynı durum, üst, alt, yukarı ve aşağı ifadeleri için de geçerlidir. Allah şöyle buyurmuştur: "En gü­zel isimler O'nundur. O'nu bu isimlerle çağırın." (A'raf, 180) Allah'ın indirdiği hiçbir kitapta O'nun taşındığından söz edilmemiştir. Bilâkis, O'nun karada ve denizde var­lıkları taşıdığından, gökleri ve yeri düşmesinler diye tuttuğundan söz edilmiştir. Al­lah'tan başka varlıklar ise taşınanlardır. Allah'a ve büyüklüğüne iman eden bir kim­senin dua ederken: Ey mahmul (taşman) dediği duyulmamıştır.»

            Ebu Karra dedi ki: Fakat Allah: "Rabbinin arşını O gün, onların üstünde sekiz melek taşır." (Hakka, 17) "Arşı taşıyanlar..." buyurmuştur.

            Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm) buyurdu: «Arş, Allah değildir. Arş, ilim ve kudretin ismidir. Arşta her şey yer alır. Sonra Allah taşıma fiilini başkasına izafe etmiştir. Çünkü yarattıklarından bazılarından arşını taşımaları suretiyle kendisine kulluk etmelerini istemiştir. Bunlar ilminin taşıyıcılarıdır. Yarattıklarından bazıları, arşının etrafından O'nu teşbih ederler ve bunlar O'nun ilmiyle bilirler. Ayrıca kulla­rının amellerini yazan melekler de arşın etrafında yer alırlar. Yeryüzündeki kulların­dan da Beytullah etrafında tavaf etmeleri suretiyle kendisine kulluk etmelerini iste­miştir ve Allah, buyurduğu gibi arşa istiva etmiştir. Arşı, arşı taşıyanları ve arşın et­rafında olanları Allah taşır, onları korur, onları tutar. Her nefis üzerinde egemendir, her şeyin üstündedir, her şeyin üzerindedir. Allah hakkında "Taşınan veya aşağı." şeklinde bir ifade ne yalın, ne de başka bir ifadeye ulanmış olarak kullanılamaz. An­lam ve lâfız bozulmasına neden olacak bir terkip telaffuz edilemez.»

            Ebu Karra dedi ki: Öyleyse sen şu rivayeti yalanlıyorsun:

            "Allah öfkelendiği zaman arşı taşıyan melekler omuzlarında bir ağırlık hisset-meleriyle bilirler. Bu yüzden hemen secdeye kapanırlar. Allah'ın öfkesi dinince onların omuzlarındaki ağırlık da hafifler."

            Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Bana söyler misin, Allah Tebareke ve Teâlâ, İblis'i lanetlediği günden bu yana ona kızgın değil midir? Ondan hiç razı oldu mu? Senin Onu vasfedişini esas alırsak, bu demek olur ki, Allah, İblis'e onun dostla­rına ve yardakçılarına her zaman kızgındır. Peki, Rabbini halden hale değişmekle vasfetmeye nasıl cüret edebiliyorsun? Kulların yaşadıkları durumsal değişimlerin O’nun da yaşadığını nasıl söyleyebiliyorsun? Allah yücedir, münezzehtir. Yok olup gi­denlerle yok olmaz, değişenlerle değişmez, dönüşenlerle dönüşmez. Onun dışındaki­ler Onun elinde ve yönetimi altındadırlar. Hepsi O'na muhtaçtır ve O, başkasından müstağnidir, kimseye muhtaç değildir.»


            Yorum


              Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

              3-(334) ...Fudayl b. Yesar şöyle rivayet etmiştir:

              Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, "...Kürsüsü gökleri de kaplayıp kucaklamıştır, yeryüzünü de..."(Bakara, 255) ayetinin anlamını sordum.

              Buyurdu ki: «Ey Fudayl! Her şey kürsünün içindedir. Gökler, yer ve her şey kürsünün içinde yer alır.»


              Yorum


                Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                4-(335) ...Zurare b. A'yen şöyle rivayet etmiştir:

                Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a, "...Kürsüsü gökleri de kaplayıp kucaklamıştır, yeryüzünü de..."(Bakara, 255) ifadesiyle ilgili olarak şu soruyu sordum:

                "Göklerle yer mi kürsüyü içine alır; yoksa kürsü mü gökleri ve yeri içine alır?" Buyurdu ki: «Bilâkis, kürsü gökleri, yeri ve arşı içine alır. Kürsü her şeyi kapsar.»
                [38]


                [38]- Tevhid adlı eserde Hannan b. Südeyr şöyle der: Cafer Sadık (a.s)'a arşın ve kürsînin ne oldu­ğunu sordum. Bana şu cevabı verdi: "Arşın birçok değişik sıfatı vardır. Kur'ân'da kullanıldığı yere uy­gun bir sıfatı vardır. Meselâ, "O, büyük arşın Rabbidir." ifadesi, "O büyük mülkün Rabbidir." de­mektir... "Sonra arş, kürsî ile birlikte zikredildiğinde, ondan farklı anlama gelir.

                Çünkü bunlar en büyük iki gayp kapısındandırlar. Her ikisi de gayptır. Gaypta birbirinin yanın­dadırlar. Çünkü kürsî, gaybm dış kapısıdır. Yoktan var olmaların doğuş yeri bu kapıdır. Bütün nesnele­rin ortaya çıkışları oradandır. Arş ise, gaybın iç kapısıdır. Niteliğe, oluşa, miktara, sınıra, nereye, dile­ğe, irade biçimine, sözcüklere, hareketlere, terke, başlangıca ve dönüşe ilişkin bilgi burada bulunur."

                "Buna göre bunlar, ilimde birbirinin yanında iki kapıdır. Çünkü arş mülkü, kürsî mülkünden başkadır. Arş ilmi de, kürsî ilminden daha gizlidir. Bundan dolayı, "O, büyük arşın Rabbidir." buyruluyor. Yani arşın sıfatı, kürsînin sıfatından daha büyüktür. Bununla birlikte birbirinin yanındadırlar."

                İmam'a, "Kurbanın olayım, arş niçin üstünlükte kürsînin komşusu oldu?" dedim. Bana şu ceva­bı verdi: "Arşın kürsînin komşusu olmasının sebebi, arşta niteliklere ilişkin bilginin bulunması, kürsîde ise beda kapsamındaki gelişmelerin, bunların gerçekliklerinin, ayrılma ve birleşme sınırlarının bilgisi­nin bulunmasıdır. Dolayısıyla bu ikisi birbirinin komşusudur. Sözgelimi, biri ötekini taşıyor. Tıpkı âlimlerin sözlerindeki sözgelimleri gibi. Bir de, arş ve kürsî böyle (bir örnekle) açıklanmıştır ki, âlimler her ikisinin de doğru olduğunu anlasınlar, kavrasınlar. Çünkü Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah güçlüdür, azizdir." [et-Tevhid, s.321, Tahran basımı]

                İmam'ın (a.s), "Arşın birçok değişik sıfatı vardır." şeklindeki sözü, daha önce sözünü ettiği­miz arşa kurulmanın, evrensel tedbirlerle ilgili dizginlerin Allah katında toplanması demek olduğu yolundaki görüşü destekler. Sözlerinin sonundaki, "Tıpkı âlimlerin sözlerindeki söz gelimleri gibi." ifadesi de, bu görüşü doğrulamaktadır.

                İmam'ın, "Bu da nesnelerin niteliklerine ilişkin bilgidir." sözünden maksat, varlıkların yüce ne­denlerine ve nihaî sebeplerine ilişkin bilgidir. Çünkü "nasıl" soru edatı ile bir nesnenin sıfatı sorulduğu gibi, varoluş sebebi de sorulabilir. Örneğin, "Şu nesne nasıl var oldu?" veya "Zeyd, yapamayacağı şu işi nasıl yaptı?" denebilir.

                İmam'ın, "Sonra arş, kürsî ile birlikte zikredildiğinde ondan farklı anlama gelir." sözünden maksadı şudur: Arş ve kürsî, nesnelerin ortaya çıkışına ve bu âleme inişine merkezlik eden bir gayp makamı olmaları açısından bir olmakla birlikte arş, kürsîden farklı bir kavramdır. Çünkü söz konusu gayp makamı özü itibariyle iki makama ve iki kapıya ayrılır. Fakat bu iki kapı, iki zıt şey değil, iki birlikte olan şeydir. Biri bu âleme açılan dış kapı, öbürü ondan sonra gelen iç kapıdır. İmam, "Çünkü kürsî, gaybın dış kapısıdır..." şeklindeki sözleri ile bu gerçeği açıklıyor.

                İmam'ın (a.s), "Çünkü kürsî, gaybın dış kapısıdır. Yoktan var olmaların ve nesnelerin ortaya çı­kışlarının doğuş yeri bu kapıdır." sözünün anlamı şudur: Varlık âleminde adım atan her şey, bir ön ör­neği olmadan buradan ortaya çıkar. Bütün nesneler buradan gerçeklik kazanır. Çünkü bütün nesneler, bir ön örneği olmayan yeni şeylerdir. Bir şeyin bir ön örneği olmayan yeni şey olması için eski durum­dan meydana gelmesinin beklenmemesi gerekir. Bu eski durum, bu yeni şeyden önceki eski şeyleri üre­ten durumdur. O eski durum gider, yerine bu yeni durum ortaya çıkar. Bu da, bir sebebin hükmünü yok edip başka bir sebebin hükmünü ortaya koyma demektir ki, buna "beda" denir. Dolayısıyla çatışmalı sebeplerin ve çelişik güçlerin işleyişine dayanan bu âlemdeki bütün olup bitenler, değişen iradeler (be-dalar) sonucu örneksiz olarak ortaya çıkan şeylerdir.

                Ancak varlık âleminde sürekli çatışan bu çelişkili sebeplerin ve iradelerin üzerinde de onlara egemen olan bir sebep vardır ki, ancak onun istediği olur. Bu irade, bu sebebi şu sebeple etkisiz bırakır, şu iradenin hükmünü değiştirir, her şeyin mutlak etkisini başkası ile kayıtlandırır. Belirli bir amaçla bir yolu kat etmek isteyen birini düşünelim. Bu kimse yolu yürümeye koyulur. Yolda ilerlerken kimi za­man dinlenme molası verir. Bu molanın gerekçesi, yol almanın ve hareket hâlinde olmanın gerekçesi ile çatışabilir. Böylece bir irade diğer bir iradeyi değiştirmiş olur. Fakat ortada her iki iradeye egemen olan, iradelerin birini öne alıp öbürünü arkada bırakarak çalışmayı isteği uyarınca düzenleyen başka bir irade vardır. Hareketin ve molanın sebepleri olan iradelerin her biri kendi hesabına çalışmakla ve rakibi ile çatışmakla birlikte, her ikisi de üstlerindeki iradeye itaat etmekte ortaktırlar, kendilerinden üstün sebebin gereklerini yerine getirmekte dayanışma halindedirler.

                İşte iki çelişkili sebebin ayrıldığı ve birbirleri ile çatıştıkları makam kürsîdir. Buna karşılık, bu iki sebebin uzlaştığı ve bağdaştığı makam ise arştır. Açıktır ki, ikinci makam birincisinden öndedir ve bu iki makam özetlik ve ayrıntılılık, gizlilik ve açıklık bakımından birbirinden farklıdır.

                Bu makamlara arş ve kürsî adlarının verilmesi gayet yerindedir. Çünkü bu makamlar, hüküm­darın tahtının ve bağlı koltuklarının özelliklerine sahiptirler. Zira kürsî, hükümdarın hükümlerinin me­murları ve işçileri aracılığı ile ortaya çıktığı bir aşamadır. Memurların ve işçilerin her biri kendi hesa­bına ülkenin bir bölüm işleri üzerinde çalışır. Bu koltuklar kimi zaman birbirleri ile çatışırlar. Bu çatış­ma sonucunda bazısının hükmü diğerinin önüne geçtiği gibi, kimisi başkasının hükmünü ortadan kaldı­rır. Fakat ikisi birlikte ve uyumlu biçimde arşın (tahtın) hükümlerine itaat eder. Taht hükümdara mah­sustur. Sebeplerin çatışmasına konu olmayan, memurların ve işçilerin yürürlükten kaldıramayacağı hü­küm onun hükmüdür. Bütün ayrıntıların ana hatları ve memurlarla işçiler aracılığı ile ortaya çıkan bü­tün gelişmelerin içyüzleri onun tahtında (arşında)dır.

                Bu açıklama ile İmam'ın (a.s), "Çünkü kürsî, gaybın dış kapısıdır..." şeklindeki sözünün anlamı ortaya çıkıyor. "Yoktan var olmaların doğuş yeri bu kapıdır." Yani evrende örneksiz olarak ortaya çı­kan şeyler, buradan ortaya çıkarlar. "Bütün nesnelerin ortaya çıkışı oradandır." Yani yaratılışın ayrıntı­ları ile değişik ve farklı birimleri oradan ortaya çıkarlar.

                İmam'ın, "Arş ise, gaybın iç kapısıdır." sözü, kürsînin dış kapı olmasının karşıtıdır. Bu kapıların dış ve iç, zahir ve batın olmaları, o kapılardan çıkan hükümlerde farklılık olup olmaması bakımındandır

                İmam'ın (a.s), "Niteliğe... ilişkin burada bulunur." şeklindeki sözü, nesnelerin ayrıntılarının va­rıp dayandığı ana hatların bütün bilgi ve taslaklarının orada bulunduğu anlamındadır.

                İmam'ın (a.s), "Niteliğe... ilişkin bilgi" ifadesindeki "nitelik" ten maksat, sanki bir nesnenin se­beplerinden meydana gelmesinin özelliğidir. Aynı ifadesindeki "oluş" tan maksat, bir nesnenin varolu­şunun tamamı, "başlangıç" ve "dönüş"ten maksat ise, nesnelerin varoluşlarının başlangıçları ve sonlan demektir. "Miktar" ve "sınır" ise aynı anlama gelirler. Yalnız miktar, bir nesnenin kendisi itibariyle du­rumu demekken sınır, bir nesnenin başkasına nispetle başkasının kendisine karışmasına engel olan, baş­kasını kendisinden ayıran durumu demektir. İmam'ın (a.s) "nere?" sözü, mekânla ilgili bir mensubiyet demekken "dilek" ve "irade biçimi" kelimeleri aynı anlamdadır. Dileğin, isteğin özü ve irade biçiminin, isteğin özelliği anlamına gelmesi de mümkündür.

                İmam'ın (a.s), "sözcüklere, hareketlere ve terke ilişkin bilgi" sözüne gelince; sözcüklere ilişkin bilgi, sözcüklerin tabiî olarak dış dünya ile bağlantılı anlamlarının nasıl ortaya çıktığı ile ilgili bilgi de­mektir. Çünkü vaz'î delâlet, sonuçta tabiî delâlete varıp dayanır. Hareketlere ve terke ilişkin bilgi ise, zatlarla bağlantıları bakımından yapılanlara ve terk edilenlere ilişkin bilgi demektir. "Sözcüklere, hare­ketlere, terke ilişkin bilgi" sözüyle, emirler ve yasakların nasıl fiiller ve terklerden kaynaklandığına iliş­kin bilgi ile kelimelerin nasıl aynı kaynağa dayanan gerçeklerinden kaynaklandığına ilişkin bilgi de kastedilmiş olabilir. Terk, hareketlerin karşıtı olarak ortaya çıkan nispî durgunluk demektir.

                İmam'ın (a.s) sözlerinde geçen "beda", bir sebebin başka bir sebebe üstün gelerek onu etkisiz hâle getirmesidir. Kâinattaki bütün çatışan sebepler, etkileri bakımından bu kategoriye girerler.

                İmam'ın (a.s), "Dolayısıyla bu ikisi birbirinin komşusudur. Söz gelimi, biri ötekini taşıyor." sözünün anlamı, daha önceki açıklamadan anlaşıldığı gibi şudur: Arş ile kürsî, birbirleri ile uyumlu iki komşudur. Daha doğrusu bunlar ana hatlı ve ayrıntılı olma bakımından farklılık gösteren tek bir gerçek­tirler. Birine ötekini taşıdığının izafe edilmesi, söz gelimi ve örnek kabilindendir. Çünkü ince ve esrarlı bilgiler, söz gelimleri ve örnekler aracılığı ile anlaşılır. İmam, "Arş ve kürsî, böyle (bir örnekle) açık­lanmıştır ki, âlimler her ikisinin de doğru olduğunu anlasınlar, kavrasınlar." sözü ile şunu söylemek is­tiyor: Bu örnek verilmiştir ki âlimler, onunla ana hat ile ayrıntı, batın ile zahir biçiminde farklılık arz eden, âlemde geçerli olan tedbirlerin ortaya çıkış biçimi ile ilgili kendilerine sunulan gerçek bilgilerin doğruluğunu kanıtlasınlar. Bunları iyi anlamak gerekir. [el-Mîzan, c.8, s.225-229]

                1. Benzeri bir anlamı içeren ve aynı soru-cevap tarzında ifadeler kapsayan birçok rivayet Ehl-i Beyt İmamları'na dayandırılmıştır. Ancak ifade, zahiri itibariyle gariptir. Çünkü "kürsiyyuhu" ifadesi­nin mensup (yani nesne olarak) "es-semavati ve'l-arze" ifadesinin de merfu (yani özne olarak) okundu­ğuna ilişkin herhangi bir kıraat mevcut değildir. Dolayısıyla bu sorunun sağlam bir dayanağı yok gö­rünmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, bu rivayet, halk arasında, kürsü'nün belli bir cisim olduğu ve gökler üzerine ya da yedinci göğün (cisimler âleminin) üzerine konulduğu şeklindeki yaygın söylentiye dayan­maktadır. Bu söylentilere göre, maddî âleme ilişkin hükümler göğün bu en üst katmanının üzerinde bu­lunan kürsüden veriliyor. Dolayısıyla göklerle yer kürsü'nün konulduğu, kürsüyü kaplayan alan konu­mundadır. Çünkü kürsü onların üzerine konulmuştur. Tıpkı yerin üzerine konulmuş bir kürsü gibi. Bu bakımdan yöneltilen soruya en elverişli anlam şudur: Göklerle yer kürsü'yü kaplamalıdır. Öyleyse kür­sü'nün gökler ve yeri kaplaması ne anlam ifade eder.

                Nitekim "arş" ile ilgili olarak da benzeri ifadeler kullanılmıştır. Verilen cevapta ise, konuyla iliş kin olarak kullanılan "kaplama" deyimi ile herhangi bir cismin bir başka cismi kaplaması gibi maddî âlemde alışageldiğimiz şeklinde bir anlam kastedilmediği vurgulanmıştır.

                Kürsü Allah'ın ilminin bir mertebesidir. Varlık âleminde, hiçbir şekilde sınırlandırılamayan bir ilim mertebesi vardır. Demek istiyorum ki: İçinde yaşadığımız bu evrenin üstünde bir başka evren yer alıyor ve bu evrende yer alan varlıklar, alışageldiğimiz maddî sınırlarla tasavvur edilecek, sınırlandırı­lacak türden değildirler. Bizim varoluşumuz için geçerli olan tanımlamalar, belirlemeler bu üst evrende iş görmezler. Bu evren sınırlandırılamaz olmakla beraber, ulu Allah tarafından bilinmektedir. Yani söz konusu üst evrenin varlığı, ilmin kendisidir. Tıpkı varlık bütününde yer alan sınırlı ve belli varlıkların, var oluşu merhalesinde Allah tarafından biliniyor olması gibi. Yani varlıklar âleminin varlığı Allah'ın ilminin, Onun katında biliniyor olmanın kendisidir.

                "Sınırlandırılmayan ilim" diye sözünü ettiğimiz hususu, İmam Cafer Sadık'ın (a.s): "Arş, hiç kimsenin sınırlarını kavrayıp kuşatamayacağı ilimdir." [başka bir hadis bağlamında] açıklamasından al­gılıyoruz. Bilindiği gibi, ölçülememe, sınırlandırılamama, söz konusu ilmin kapsamına giren olguların sayısal çokluğundan ileri gelen bir durum değildir. Çünkü sonsuz bir sayının varlığı imkânsızdır. Varlı­ğa bürünen her sayı sonludur. Çünkü kendisinden bir sayı daha fazla olandan daha azdır.

                Eğer ilim, yani arşın sonsuz olmayışı, kapsamına giren olguların çokluk itibariyle sonsuz olma­yışından ileri geliyorsa, bu durumda kürsü arşın bir parçası olarak belirginleşir. Çünkü o da, sınırlı da olsa ilimdir. Aksine, sonsuz olmama ve ölçülebilir olma, varlığın kemali ile ilgili bir durumdur. Yani, varlık bütünü ile ilgili sınırlar ve kayıtlar çokluk, belirginlik ve bizim maddî evrenimizde yer alan var­lıklar arasında olduğu gibi ayrıcalık gerektirir. Bu da türlerin sınıflara ve fertlere, fertlerin de durumlara ve mevcut olmayan izafîliklere bölünmesini doğurur. Bu durum da şu ayet-i kerimede işaret edilen hu­susla uygunluk arz etmektedir: "Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri Bizim katımızda olmasın; ancak onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz." (Hicr, 21)

                Şu varlıklar bütünü, miktarı bilinmeyen bir ilmin kapsamına giren malum olgular olmaları, ya­ni, ölçülemez bir varoluşla bir ilmin kapsamı içinde var olmaları gibi, sınırlarıyla da birlikte bilinmekte­dirler. Kendi miktarlarım da kuşatan bir bilgi tarafından kuşatılan malum olgulardır. İşte açıklamaya çalıştığımız kürsü budur. [el-Mîzan, c.2, s.501-503]



                Yorum


                  Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                  5-(336) ...Zurare b. A'yen şöyle rivayet etmiştir:

                  Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a "Kürsüsü gökleri de kaplayıp kucak­lamıştır, yeryüzünü de..."(Bakara, 255) ifadesiyle ilgili olarak şu soruyu yönelttim: "Gökler ve yer mi kürsüyü kapsıyor, kürsü mü gökleri ve yeri içine alıyor?" Buyurdu ki: «Hiç kuşkusuz her şey kürsünün içindedir.»

                  Yorum


                    Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                    6-(337) ...Ebu Hamza, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle riva­yet etmiştir:

                    «Arşı taşıyanlar (ki arş ilimdir), sekiz kişidir. Dördü bizden, dördü de Allah'ın dilediği başka kimselerdendir.» [39]

                    [39]- Musa b. Cafer (a.s)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilir:

                    «Kıyamet günü arşı sekiz kişi taşır. Dördü öncekilerden; Nuh, İbrahim, Musa ve İsa, dördü son­rakilerden; Muhammed, Ali, Hasan ve Hüseyin'dir, (hepsine selâm olsun)» Arşın ilim anlamına geldiği göz önüne alınırsa... arşın taşıyıcıları olarak söz edilmesinin sakıncası yoktur. [el-Mîzan, c.8, s.234]

                    Yorum


                      Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                      7-(338) ...Dâvud er-Rakki şöyle rivayet etmiştir:

                      Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, "Allah'ın arşı suyun üzerindeydi." (Hûd, 7) ayetinin anlamını sordum.. Buyurdu ki: «Bu konuda ne söylüyorlar?»

                      Dedim ki: Diyorlar: Allah'ın arşı suyun üzerinde Allah'ta arşın üzerindeydi.

                      Dedi ki: «Yalan söylüyorlar. Böyle bir iddiayı ortaya atan kimse, Allah'ı taşınan bir varlık konumuna getirmiş, O'nu yaratılmışlar gibi vasfetmiş ve O'nu taşıyan şeyin ondan güçlü olduğunu öngörmüş olur.»

                      Dedim ki: Sana kurban olayım, o zaman bu ayeti bana açıkla.

                      Buyurdu ki: «Yer, gökler, cinler, insanlar, güneş veya ay olmadan önce Allah, dinini ve ilmini suya yükledi. Varlıkları yaratmayı dileyince onları önüne serpiştirdi ve onlara şöyle dedi: "Rabbiniz kim?"

                      İlk önce Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Ta­lih) ve imamlar (aleyhimusselâm) konuştular ve: "Sen bizim Rabbimizsin." dediler.

                      Bunun üzerine yüce Allah, ilmi ve dini onlara yükledi, sonra meleklere şöyle dedi: «Bunlar benim dinimin ve ilmimin taşıyıcılarıdır. Yaratılmışlar içinde benim güvenilir kullarımdır, onlar sorumludurlar.

                      Sonra Ademoğullarına dedi ki: Allah'ın Rabliğini, şu zatların velayet yetkisi­ni, itaat edilmelerinin zorunluluğunu kabul edin.

                      Dediler ki: Evet, Rabbimiz, kabul ediyoruz.

                      Sonra meleklere şöyle dedi: Siz de şahit olun. Melekler yarın şöyle dememe­leri için: ("Şahit olduk... Bizim bundan haberimiz yoktu. Veya şöyle dememeleri için: Daha önce atalarımız, şirk koşmuştu. Biz onlardan sonra gelen bir zürriyyetiz. Şimdi bizi bâtıl ehlinin yaptıklarından dolayı helak mi edeceksin? " (Araf, 172-173) Ey Dâvud, biz Ehl-i Beyt'in velayeti, mîsak ile insanlara onaylatılmıştır.»
                      [40]

                      [40]- Arş ilim demektir. Su yaratılışın kaynağıdır. Ayrıntılar ortaya çıkmadan önce Allah'ın fiilî il­mi, suya taalluk etmişti. [el-Mîzan, c.8 s.230]



                      Yorum


                        Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                        22) RUH BABI

                        l-(339) ...Ahvel şöyle rivayet etmiştir:

                        Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a "Ona şekil verdiğim ve içine ruhumdan üflediğim zaman..." (Hicr, 29) ayetinde sözü edilen "Âdem (aleyhisselâm)’ın içinde ki ruhu" sordum.

                        Buyurdu ki: «Bu ruh, yaratılmıştır. İsa (aleyhisselâm)’ın içindeki ruh da yara­tılmıştır.»


                        Yorum


                          Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                          2-(340) ...Humran şöyle rivayet etmiştir:

                          Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, "Kendisinden bir ruh." (Nisa, 171) ayetinin anlamını sordum.

                          Buyurdu ki: «Bu, Allah'ın ruhudur ve yaratılmıştır. Allah bu ruhu Âdem (aleyhisselâm) ve İsa (aleyhisselâm) için de yaratmıştır.»


                          Yorum


                            Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                            3-(341) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

                            Ebu Abdullah (Cafer Sadıkaleyhisselâm)’a "Ona ruhumdan üflediğim zaman..." (Hicr, 29) ayetini sordum ve dedim ki: "Bu üfleme nasıl olmuştur?"

                            Buyurdu ki: «Ruh, rüzgâr gibi hareket eder. Ruh denilmesi de bu yüzdendir; rüzgâr anlamına gelen "rîh" kökünden türemiştir. Bu sözcük rîh lâfzından çıkarılmış­tır; çünkü ruhlarla rüzgâr (rîh) türdeştirler. Allah'ın ruhu kendine izafe etmesi de onu diğer ruhlar arasından seçmiş olmasından dolayıdır. Nitekim Allah, evlerden birine (Kâbe), "Benim evim." (Bakara, 125) resullerden birine (İbrahim), "Benim dostum." (Nisa, 125) demiştir. Bütün bunlar yaratılmışlardır, yapılmışlardır, sonradan olmadır­lar, Allah'ın Rububiyeti altındadırlar, O'nun tarafından yönetilmektedirler.»


                            Yorum


                              Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                              4-(342) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

                              Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'a, "Allah'ın, Âdem'i kendi suretinde yarattığı" na ilişkin olarak aktarılan rivayetin doğru olup olmadığını sordum.

                              Buyurdu ki: «Âdem (aleyhisselâm)’ın sureti sonradan olma, yaratılmış bir su­rettir. Allah, değişik suretler içinde onu seçti ve kendisine nispet etti. Tıpkı Kâbe’yi ve ruhu kendisine nispet edip "evim " (Bakara, 125) demesi ve "Ona ruhumdan üfledi­ğim zaman."(Hicr, 29) demesi gibi.»
                              [41]

                              [41]- Bunlar ruh kavramının anlamıyla ilgili rivayetler içinde en değerlileri ve en önemlileridir. Olağanüstü yoğunluktaki gerçekleri içermektedirler. "Allah yolunda öldürülenlere de "ölüler" de­meyin; hayır, onlar diridirler, ama siz farkında değilsiniz." (Bakara, 154) Bu ayet ve konuya ilişkin diğer ayetler üzerinde iyice düşünüldüğü zaman, bundan daha geniş boyutlu bir gerçek açıklığa kavuşa­caktır. Sözünü ettiğimiz "ruhun soyutluğu" dur. Yani bedenden ayrı, beden ve diğer maddî terkiplerin hükmüne tâbi olmayan bir olgu oluşudur. Ruh bedenle bir tür birleşim gerçekleştirmiş, onu bilinç, irade ve kavramaya ilişkin öteki nitelikleriyle yönlendirir. Yukarıda söz konusu ettiğimiz ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman bu anlam iyice belirginleşir. Bu ayetlerden çıkan sonuca göre insan, kişilik olarak beden değildir. Bedenin ölmesi ile ölmez, onun yok olması ile yok olmaz. Bedensel terkibin ayrışması, elementlerinin dağılması ile ortadan kalkmaz. İnsan bedenin yok olmasından sonra da varlığını sürdü­rür, kalıcı nimetler içinde sürekli ve rahat bir hayat yaşar. Ya da bitmez tükenmez bir mutsuzluk girda­bında elem verici bir azap çeker. İnsanın ölümden sonraki mutluluğu ya da mutsuzluğu onun karakte­ristik özelliğine ve amellerine bağlıdır; bedensel olgulara ya da toplumsal yargılara değil.

                              Açıkça görülüyor ki, bunlar cismanî hükümlerden ayrı hükümlerdir, bütün yönleriyle dünyevi maddî özelliklerden farklıdırlar. Dolayısıyla insan ruhu bedenden ayrı bir olgudur.

                              Bu gerçeği pekiştiren ifadelerden biri yüce Allah'ın şu sözüdür: "Allah, öldükleri sırada can­ları alır, ölmeyenleri de uykularında; sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de gönderir." (Zümer, 42) "Teveffî" ve "istifa" deyimleri, bir hakkın eksiksiz olarak tamamıyla alın­masını ifade ederler. Ayet-i kerimede geçen "tutmak" "almak" ve "göndermek" gibi fiiller, bedenle ru­hun farklılıklarını ifade etmektedirler.

                              Bunlardan biri de şu ayettir: "Dediler ki: 'Biz yerde kaybolduktan sonra, biz mi yeni bir yaratılışta olacağız?' Doğrusu onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir. De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, sizi (canınızı) alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz." (Secde, 10-11)

                              Burada Allah, ahireti inkâr eden kâfirlerin kuşkularından birini gündeme getiriyor. Diyorlardı ki: Öldükten ve bedensel terkibimiz ayrıştıktan sonra organlarımız birbirlerinden ayrılır, vücudumuzun her bir parçası bir tarafa dağılır. Görünümümüz başkalaşır ve biz toprağın içinde kayboluruz. Dış âlemi algılamamızı sağlayan duyularımız iş görmez hâle gelir. Bütün bunlardan sonra ikinci bir yaratılış müm­kün olur mu? Onlara göre bu, imkânsız bir şeydir. Burada Allah elçisine şu cevabı vermesini telkin edi­yor: "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, sizi (canınızı) alır." Bu ayetten anlıyoruz ki, sizin üzerinize vekil edilen bir melek var; o, sizin canınızı alır ve sizi tutar. Kaybolup gitmenize izin vermez. Onun koruması ve kontrolü altında olursunuz. Toprağa karışıp kaybolan, yalnızca sizin bedenlerinizdir, ruhlarınız değil. "Küm=siz" zamiri bunu gösteriyor. Çünkü yüce Allah, "sizi (canınızı) alır." buyuruyor.

                              Aşağıdaki ayetleri de bu meseleye örnek olarak gösterebiliriz: "Ona kendi ruhundan üfledi." (Secde, 9) Yüce Allah bu hususu insanın yaratılışı ile ilgili olarak gündeme getiriyor. Başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 85) Burada yüce Allah "ruh"un köken olarak kendi "emr"inden olduğunu bildiriyor. Bir başka ayette ise "emrini" şöyle tanımlıyor: "O'nun emri, bir şeyi istedi mi ona, sadece 'ol' demektir, hemen oluverir. Yüce­dir O ki, her şeyin melekûtu O'nun elindedir." (Yâsîn, 82-83) Bu, "ruh"un "melekut'tan olduğu ve onun "ol" kelimesi olduğu sonucunu ortaya çıkarıyor. Sonra "emr"i bir başka yerde, başka bir nitelikle tanıtıyor: "Bizim emrimiz bir tektir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 50) "Göz açıp yumma" ifadesi, gösteriyor ki, "ol" kelimesinden ibaret olan "emir" bir kerede var olan bir olgudur, tedricî bir varoluşu yoktur. O, varlığı zaman ve mekâna bağlı olmaksızın var olur. Bundan da anlaşılıyor ki, emir ve ondan olan ruh cismanî, maddî bir varlık değildir. Çünkü cismanî, maddî varlıkların temel özellikle­ri, tedricî bir varoluşa sahip olmaları, zaman ve mekâna bağımlı olmalarıdır. Dolayısıyla insan ruhu cismanîlikle, maddî bedenle ilintili olsa bile, maddî ve cismanî bir olgu değildir.

                              Ruh ile maddî ve cismanî beden ilişkisinin mahiyetini ortaya koyan birçok ayet vardır. Bir ayeti kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sizi ondan (yani yerden) yarattık." (Tâhâ, 55) Konuya iliş­kin diğer örnekleri şöylece sıralayabiliriz: "İnsanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı." (Rah­man, 14) "İnsanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, hakir bir sudan yaptı." (Secde, 7-8) "Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir sperma olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra spermayı embriyoya çevirdik. Embriyoyu bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir." (Mü'minûn, 12-14)

                              "Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik." (Mü'minûn, 14) el-İnşa -Ragıp el-İsfahani'nin dediği gibi- Bir şeyi var edip terbiye etmek demektir. en-Neş'u ve en-Neş'etu da aynı anla­ma gelir. Nitekim Araplar taze delikanlıya "Naşi" derler.

                              Ayetlerin akışının bu aşamasında yaratma=halk kelimesi yerine var etme=inşa kelimesi kullanılmaya başlanıyor. "Sonra onu yarattık.." yerine "Sonra onu başka bir yaratılışla inşa ettik" deniliyor. Bu şekildeki bir ifade değişikliğiyle, önceki maddenin içermediği, birbirlerine yakın olmadıkları yeni bir durumun ortaya çıktığına işaret ediliyor. Çünkü alaka=döllenmiş yumurta, nitelikleri, özellikleri, rengi ve tadı bakımından nutfeden farklı olsa da nutfede bu niteliklerin ve özelliklerin tümünün yerine tama­men benzer olmasa da uyumlu nitelikler ve özellikleri vardır. Kırmızı yerine beyaz rengin olması gibi. Neticede her ikisi de renktir. Ama yüce Allah'ın bu süreçten sonra gerçekleştirdiği yaratılış bundan tamamen farklıdır. Artık hayat, bilgi ve güç sahibi bir insan vardır. Ve bunun bir de zatının özü vardır ki, biz bunu "ben" diye isimlendiririz. Önceki nutfe, alaka, çiğnem et ve etle kaplanmış kemik aşama­larında da ise bunun yerini tutacak bir özellik söz konusu değildi. Aynı şekilde sözünü ettiğimiz bu önceki aşamalarda hayat, güç ve bilgi gibi nitelik ve özelliklerin yerine tutacak başka olgular da yoktu. Şu halde, öncesinde yokluk bulunan yeni bir oluşumdur bu.

                              "Buna göre insan, önceleri sürekli değişen, farklı biçimler alan doğal bir cisimdi; sonra yüce Allah bu donuk ve hareketsiz cismi yeni bir yaratılış sürecine sokarak irade ve bilinç sahibi bir varlık hâline getirdi. Bu yeni haliyle bilinç, irade, düşünce ve olgular üzerinde tasarrufta bulunma, yer değişti­rerek ya da değişime uğratarak doğal olgulara ilişkin düzenlemelerde bulunma gibi hareketlerde, faa­liyetlerde bulunabiliyor ki cisimler, maddî olgular böyle hareketlerde bulunamazlar. Şu hâlde ruh cis-manî değildir ve ruhun içine konulduğu yer onun üzerinde etkin değildir.

                              Ruhun oluşumuna yol açan cisim -ki bu cisim kendisinden ruh var edilen bedendir- açısından ruh, ağacın meyvesi ya da daha uzak bir bağlantıyla kandilin ışığı gibidir. Bu şekilde ruhun bedenle olan ilişkisinin nasıl meydana geldiği ortaya çıkıyor. Ölümle birlikte bu ilişki kopuyor, bağlantı kesi­liyor. Şu hâlde ruh varoluşunun ilk aşamasında bedenle aynıdır, sonra ondan yaratılarak ayrı bir olgu olarak ortaya çıkıyor, ardından bütünüyle ondan bağımsız bir yapıya kavuşuyor. Yukarıya aldığımız ayetlerin ifadelerinden çıkan sonuç budur. Bu gerçeği ima ya da dolaylı anlatımla ifade eden başka ayetler de vardır. Titiz bir gözlemci bunları rahatlıkla fark edebilir ve doğru yol kılavuzu ulu Allah'tır. [el-Mîzan, (Hicr, 29; Mü'minûn, 14) Tefsir; c.l, s.493-496]



                              Yorum


                                Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                                23) TEVHİD KÜLLİYATI BABI

                                l-(343) Muhammed b. Ebu Abdullah ve Muhammed b. Yahya merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmişlerdir:

                                «Emir'ül-Mü-minin (Ali aleyhisselâm), ikinci kez Muaviye ile savaşmak üzere halkı davet etti. İn­sanlar toplandığı zaman onlara hitab etmek üzere ayağa kalktı ve şöyle dedi:

                                «Allah'a hamd olsun. O, birdir, tektir, hiçbir şeye muhtaç değildir. Tersine her şey O'na muhtaçtır. Birdir. O, hiçbir şeyden olmadı. Yarattıklarını da bir şeyden meydana getirmedi. O, kudretiyle varlıklardan ayrıdır ve varlıklar da O'ndan ayrıdır. O'nun elde edilmesini sağlayacak bir sıfatı, benzerini ortaya koymaya imkân vere­cek bir sınırı yoktur. O'nun sıfatlarını yazmada lügatler yorgun düştü, türlü niteleme­ler hep bu zeminde yitip gittiler. Düşünce ekollerinin derin araştırmaları, O'nun melekûtu içinde şaşkına döndüler. Tefsir külliyatları O'nun ilminde derinlik kazanma­dan güdük kaldılar. O'nun gaybının önündeki görünmez perdeler, bilinmesini engel­ledi. Kılı kırk yaran akıllar, O'nun katındaki lâtîf olguları kavrama hususunda bir so­nuca ulaşamadan şaşkına döndüler. Allah yücedir, münezzehtir ki ilgilerin uzak bo­yutluluğu O'na ulaşamaz. Derinlere dalan kıvrak zekâlar, O'nu kavrayamaz. Sayılı bir vakti, uzun bir eceli ve sınırlı bir özelliği bulunmayan Allah yücedir. Başlangıç noktası konumundaki bir evveliyatı ve bitiş noktası konumundaki bir sonu, tükenip gideceği bir nihayeti bulunmayan Allah'ı tenzih ederim. O, yücedir ve kendisini vasfettiği gibidir. Başka vasfediciler O'nun özelliklerini kavrayamazlar. Bütün varlıkları yaratırken onlar için belirli bir sınır tayin etmiştir ki, kendisine benzemekten uzak olsunlar ve kendisi de onlara benzemekten uzak olsun. Varlıklara hulul etmemiştir (içine girmemiştir): ta ki "onların içindedir" denebilsin. Varlıklardan uzak değildir ki,
                                "onlardan ayrıdır" denebilsin. Onları boşaltmamıştır ki, "nerededir?" denebilsin. Fa­kat Allah onları ilmiyle kuşatmış, yaratması onları sağlam kılmış, koruması onları sayılır kılmıştır. Havadaki görünmez gizlilikler, gece karanlığının fark edilmez örtülülükleri, yüksek göklerde ve aşağı yerlerde bulunan hiçbir şey O'na saklı kalmaz. Her şeyin bir koruyucusu, bir denetleyicisi vardır. Her bir şey bir başka şeyle kuşatıl­mıştır ve Allah her şeyi kuşatmıştır.

                                O, birdir, tektir, hiçbir şeye muhtaç değildir. Zaman aşımından dolayı değişi­me uğramaz. Bir şeyi yapmaktan yorgun düşmez. Dilediği şeye sadece "ol" der, o da hemen oluverir. Yarattıklarını, önceden var olan bir örnek, bir model olmaksızın var etmiştir. Yorgun düşmemiş, bitap kalmamıştır. Bir şeyi yapan, mutlaka onu bir başka şeyden yapar; ama Allah yarattıklarını bir şeyden yapmış değildir. Her bilen, ceha­letten sonra öğrenip bilgi sahibi olmuştur; ama Allah hiç cahil olmadı, hiç öğrenme­di. O, varlıkları olmalarından önce ilmiyle kuşatmıştır. Varlıkların olması ilmini artır­mış değildir. Onları yaratmadan önce, onlara ilişkin ilmi, onları yarattıktan sonra on­lara ilişkin bilgisinin aynısıdır. İktidarını sağlamlaştırmak veya yok olmaktan kork­tuğu ya da bir eksiklik hissettiği veya iktidarım ele geçirmek için fırsat kollayan bir tevhid karşıtı bir güce karşı yardımcı olmaları için ya da çok sayıdaki benzerlerden kurtulmak için büyüklenen bir ortağa karşı yardımlarını almak için varlıkları yaratmış değildir. Bilâkis onlar kulluk sunmak, önünde boyun eğmek üzere yaratılmışlardır.

                                Meydana getirdiklerini yaratmanın ve yarattıklarını yönetmenin ağır gelmedi­ği Allah münezzehtir, yücedir. Yarattıklarının bu kadarıyla yetinmesi bir acizlikten veya yorgunluktan kaynaklanmamaktadır. Ne yarattığını bildi ve bildiklerini yarattı. Düşünüp bunun sonucunda elde ettiği sonradan olma bilgiyle yarattıklarını tespit et­miş değildir. Yaratmadıkları ile ilgili olarak da içine bir kuşku girdiği için onları ya­ratmamış değildir. Aksine kesinleşmiş bir hüküm, sağlam bir bilgi ve muhkem bir emir belirleyici olmuştur. Rubûbiyet makamı itibariyle birdir. Sırf kendisi birlik ni­teliğine sahiptir. Ululuk ve övgüde tektir. Birlenme, ululanma ve yüceltilme husu­sunda birdir. Hamd ile birlenir. Ululanarak yüceliği vurgulanır. Oğullar edinmekten yücedir. Kadınlara dokunmaktan arıdır, paktır, uzaktır. Ortaklarla beraber olmaktan münezzehtir. Yarattıkları arasında O'na karşıt biri yoktur. Sahip oldukları arasında O'na eş olacak biri yoktur. Mülkünün üzerinde egemen olmada hiç kimse O'na ortak değildir. Birdir, tektir, hiçbir şeye muhtaç değildir. Ebediliğin yok edicisi, son olu­şun mirasçısıdır. Her zaman vardır, hiçbir zaman yok olmayacaktır, bir ve ezelîdir, öncesizdir. Zamanın başlamasından önce vardı. Olayların gelip geçmesinden sonra var olacaktır. Yok olmaz ve tükenmez. Rabbimi böyle vasfediyorum. O'ndan başka ilâh yoktur. Büyüktür ki ne büyüklük? Uludur ki ne ululuk? Üstündür ki ne üstün­lük? O, zâlimlerin söylediklerinden yücedir, büyüktür.» :

                                Bu, Ali (aleyhisselâm)'ın. ünlü hutbelerinden biridir. Halk arasında o kadar ya­yılmıştır ki önemi pek fark edilmediği de söylenebilir. Aslında bu hutbe, tevhid bilgi­sini öğrenmek isteyenler için yeterli bir kaynaktır. Bunu iyice inceleyip anlamaları kâfidir. Eğer cinlerin ve insanların dilleri bir araya gelseler -Arada bir Nebi'nin dili olmaması koşuluyla- tevhidi açıklasalar, yine de onun gibi -Anam babam ona kur­ban olsun- açıklayamazlar. Böyle bir açıklama yapmaya güç yetiremezler.

                                Eğer onun (aleyhisselâm) açıklaması olmasaydı insanlar, tevhid yolunu nasıl izleyeceklerim bilemezlerdi. Şu sözüne bakmaz mısınız: "O, hiçbir şeyden olmadı. Yarattıklarını da bir şeyden meydana getirmedi." Burada: "O, hiçbir şeyden olmadı." diyerek sonradan olma anlamını olumsuzluyor. Meydana getirdiği varlıkların üzeri­ne bir asıl ve örnek olmaksızın nasıl yaratılma ve ortaya çıkarma niteliklerinin vaki olduğunu açıklıyor. Bunu yapmakla: "Bütün varlıklar birbirlerinden meydana gel­mişlerdir." diyenlerin görüşlerini çürüttüğü gibi.

                                "Bir şey ancak bir temelden meydana getirilebilir ve ancak bir örnek göz önün­de bulundurularak tasarlanabilir." diyen düalistlerin (ikinci /saneviye) iddialarını da çü­rütmüş oluyor. "Yarattıklarını da bir şeyden meydana getirmedi." demekle de düa­listlerin bütün tezlerini ve şüphelerini savmış oluyor.

                                Çünkü düalistlerin
                                [42] Evrenin sonradan olma bir varlık olması meselesiyle ilgili olarak en fazla şunu söyleyebilirler: "Yaratıcı, varlıkları bir şeyden yaratmıştır veya bir şeyden yaratmamıştır. "Eğer bir şeyden yarattı." deseler bu yanlıştır. "Bir şeyden yaratmamıştır." demeleri de çelişki ve imkânsızı ileri sürmektir. Çünkü "..den / dan" bir şeyi gerektirirken "hiçbir şey..." bunu olumsuzlamaktadır. Böylece Emir'ül-Mü'minin, bu lafzı en beliğ ve en sahih sözler düzeyine çıkarmış ve buyurmuştur ki:

                                «Olan şeyleri bir şeyden yaratmamıştır.» Böylece "bir şey..." gerektiren "min" edatını olumsuzlamış, aynı şekilde "şeyi" de olumsuzlamıştır; çünkü her şey yaratıl­mış ve sonradan olmuştur; ama yaratıcının meydana getirdiği bir temelden değil.

                                Nitekim düalistler şöyle diyorlar: "Allah varlıkları kadîm bir asıldan yaratmış­tır. Varlıkları planlama ancak bir örneği göz önünde bulundurmasıyla mümkündür."

                                Bir de şöyle buyurmuştur: "O'nun elde edilmesini sağlayacak bir sıfatı, benze­rini ortaya koymaya imkân verecek bir sınırı yoktur. O'nun sıfatlarını yazmada lü­gatler yorgun düştü." Bu sözleriyle müşebbihe ekolünün görüşlerini çürütüyor. Çün­kü onlar Allah'ı külçe, billur ve benzeri şeylere benzetiyorlardı. Böylece Ali (aleyhis­selâm) onların Allah'ın uzun boylu ve istiva etmiş olma gibi yakıştırmalarını da olumsuzluyor. Müşebbihe diyor ki: "Kalpler Allah'ı keyfiyet olarak algılayıp inan­madıkça, O'nunla ilgili bir şekil ispat etmedikçe, bir şey anlayamazlar ve bir yaratı­cının varlığına inanamazlar." Ali (aleyhisselâm) onların bu yakışıksız değerlendirme­lerini çürüterek Allah'ın "keyfiyetsiz bir" olduğunu, kalplerin tasvir ve ihata etmeksi­zin bildiklerini vurguluyor. Bir de "ilgilerin uzak boyutluluğu O'na ulaşamaz. Derin­lere dalan kıvrak zekâlar, O'nu kavrayamaz. Sayılı bir vakti, uzun bir eceli ve sınırlı bir özelliği bulunmayan Allah yücedir." buyurmuştur.

                                Sonra: "Varlıkların içine girmemiştir, ta ki onların içindedir denebilsin. Var­lıklardan uzak değildir ki, onlardan ayrıdır denebilsin." buyurmuştur.

                                Bu sözleriyle Ali (aleyhisselâm) arazlara ve cisimlere özgü uzaklık ve ayrılık özelliklerini olumsuzlamıştır. Varlıklara dokunmadan onların içine girmek, hulul et­mek, arazlara özgü bir niteliktir. Arada bir mesafe olmak suretiyle bir şeyden ayrı ol­mak da cisimlere özgü bir niteliktir. Ali (aleyhisselâm) Allah'ı bu tür yakıştırmalardan tenzih ediyor. Sonra şöyle buyurmuştur: «Fakat Allah onları ilmiyle kuşatmış, yarat­ması onları sağlam kılmış Allah, kuşatma ve yönetme şeklinde varlıklardadır; ama onların içine girmek, temas etmek şeklinde değil.»



                                [42]- Büyük bir ihtimalle burada kastedilen dualistler aydınlık ve karanlık ikilemine inananlar de­ğil, eşyanın kadimliğine inananlardır.



                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X