Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #46
    Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

    2-(256)...Safvan b. Yahya şöyle rivayet etmiştir:

    Muhaddis Ebu Karra, kendisini Ebul-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın huzuruna götürmemi istedi. Ben de onun için izin istedim, İmam bana izin verdi. Ebu Karra İmam'ın huzuruna girdi, ona helâl, haram ve çeşitli hükümlerle ilgili bir takım sorular sordu. Derken sorular tevhidle ilgili olmaya başladılar. Ebu Karra dedi ki:

    Biz, Allah'ın görünmesini ve konuşmasını peygamberler arasında taksim etti­ğini, konuşmayı Musa'ya ve görünmeyi de Muhammed'e ayırdığını rivayet ediyoruz.

    Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm) dedi ki: «Gözler O'nu göremez" (En'am, 103) "Bilgice O'nu kuşatamazlar." (Ta-ha, 110) "O'nun gibi hiçbir şey yoktur." (Şura, 11) diye Allah adına insanlara ve cinlere duyuran kimdir? Muhammed değil midir?»

    Dedi ki: Evet, odur. «Nasıl olur da bir adam, bütün insanlara gelir ve onlara Allah tarafından gönderildiğini, onları Allah'ın emriyle Allah'a ibadet etmeye davet ettiğini bildirir. "Gözler O'nu göremez." (Enam, 103) "Bilgice O'nu kuşatamazlar." (Ta-ha, 110) "O'nun gibi hiçbir şey yoktur." (Şura, 11) der, ardından ben, O'nu gö­zümle gördüm, bilgice algıladım ve O, beşer suretindedir, iddiasında bulunur.

    Böyle bir iddiayı ileri sürmekten utanmıyor musunuz? Dinsizler bile O'nu bu şekilde itham etmemişlerdi: Allah, katından bir şey getiriyor sonra bu getirdiğinin aksini söylüyor diye suçlamamışlardı!»

    Ebu Karra dedi ki: Ama O, şöyle de diyor: "Andolsun ki onu, inerken bir kere daha gördü." (Necm, 13)

    Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Aynı surede onun neyi gördüğünü göste­ren bir ayet vardır: "Gönlü gördüğünü yalanlamadı." (Necm, 11) Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kalbi, onun gözlerinin gördüğünü yalanlamadı. Sonra gözleri­nin neyi gördüğünü haber veriyor ve diyor ki: "Andolsun o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü." (Necm, 18) Allah'ın ayetleri Allah değildir. Çünkü Allah: "Bilgice O'nu kuşatamazlar." (Ta-ha, 110) buyurmuştur. Gözler O'nu gördüğü zaman bilgice de kuşatılmış, algılanmış, tanımlanmış olur.»

    Bunun üzerine Ebu Karra dedi ki: Sen, rivayetleri yalanlıyor musun?

    Ebu'l-Hasan (İmam Rıza aleyhisselâm) dedi ki: «Rivayetler Kur'ân ile çeliştiği zaman onları yalanlarım. Müslümanlar şu hususta ittifak etmişlerdir:

    "Allah, bilgice kuşatılmaz, gözler Onu görmez ve Onun gibi bir şey yoktur."»
    [7]

    [7]- İmam'ın sözlerinin zahiri, Ebu Karra'nın görüşlerine cevap vermek maksadına yönelik oldu­ğunu gösteriyor. Çünkü Resûlullah'ın Allah-ı maddi gözlerle gördüğünü kanıtlamaya çalışıyordu. İmam da, Resûlullah'ın gördüğünün ayetler olduğunu ve ayetlerin Allah demek olmadığını söyleyerek ona susturucu bir cevap veriyor. İmam'ın bu açıklaması ile ayetler Allah olmasalar da Allah-ı gösteren işa­retler olmaları hasebiyle ayetlerini görmenin Onu görmek olması arasında bir çelişki yoktur. Bu görme de, bu anlamı içeren birçok rivayette işaret edildiği gibi kalp ile gerçekleşen bir görmedir.

    Bu rivayette İmam'ın Allah'ın görülmesini şiddetle olumsuzlamasının sebebi ise, Allah'ın görül­mesi meselesinin o dönemde ele alınış tarzıdır. Çünkü o çağda yaygın olan kanaat, Allah'ın cismanî gözlerle cismanî olarak görüldüğü şeklindeydi. Bu ise ne akılla, ne de Kur'ân'ın açık nassıyla bağdaşır. [el-Mîzan, c.7, s.445; (Necm, 11-13) Tefsir]




    Yorum


      #47
      Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

      3-(257) ...Muhammed b. Ubeyd şöyle rivayet etmiştir:

      Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a Allah'ın görülmesi meselesi ve bu hususta amme (Sünni) ve hassa (Şii)'lerin aktardığı rivayetlerle ilgili soru içeren bir mektup yazdım ve bu konuyu bana açmasını istedim.

      Bana kendi el yazısıyla şöyle yazdı: «Herkes, görme aracılığıyla tanımanın, bilmenin zorunlu olacağı hususunda görüş birliği içindedir ve buna karşı çıkan yok­tur. Allah'ın gözle görülmesi caiz olursa zorunlu olarak O'nu tanımak da gerçekleşir. Bu tanıma da ya imandır ya da iman değildir. Eğer görme yoluyla gerçekleşen bu ta­nıma iman sayılırsa dünya yurdunda kanıtlar aracılığıyla gerçekleşen tanımanın iman sayılmaması gerekir; çünkü kanıt aracılığıyla tanıma, görme aracılığıyla ger­çekleşen tanımanın karşıtıdır. O zaman da dünyada bir tek mü'min olmazdı; çünkü hiçbiri yüce Allah'ı görmüş değildir. Eğer görme aracılığıyla gerçekleşen görme iman sayılmıyorsa o zaman kanıt yoluyla gerçekleşen tanıma, ahirette ya yok olacak veya olmayacak. Bu da gösteriyor ki Allah Azze ve Celle gözle görülmez; çünkü gözle görme bizim az önce tanımladığımız sonucu doğurur.»


      Yorum


        #48
        Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

        4-(258) ...Ahmed b. İshak şöyle rivayet etmiştir:

        Ebu'l-Hasan Salis (Ali b. Muhammed el-Hudî aleyhisselâm)'a bir mektup yazarak Allah Azze ve Celle'yi görme meselesi ve bu meseleyle ilgili olarak insanlar arasın­daki görüş ayrılıklarını sordum. Bana şu cevabı yazdı:

        «Gören ile görülen arasında görmenin aştığı bir hava boşluğu olmadığı sürece görme eylemi gerçekleşemez. Gören ile görülen arasında bu boşluk ortadan kalktı mı görme gerçekleşemez. Bu da gören ile görülen arasında bir benzerliğin olduğu anlamına gelir. Çünkü gören, aralarındaki gerektirici sebep açısından görülenle eşit olduğu zaman bu, benzeşmeyi kaçınılmaz kılar. Bu da teşbihin ta kendisidir. Çünkü sebeplerle müsebbipler arasında kaçınılmaz bir bağlantı vardır.»


        Yorum


          #49
          Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

          5-(259)...Abdullah b. Sinan, babasından şöyle rivayet etmiştir:

          Bir gün Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın huzuruna gittim. O sırada haricilerden biri içeri girdi ve şöyle dedi: "Ey Ebu Cafer! Neye tapıyorsun?"

          - «Allah'a» dedi.

          - "Peki, O'nu gördün mü?" diye sordu.

          - «Hayır, çünkü O'nu çıplak gözle görmek mümkün değildir; fakat kalpler O’nu iman hakikatleriyle görür. Mukayeseyle bilinmez, duyularla algılanmaz, insanlara benzemez. Ayetlerle vasfedilir, alâmetlerle bilinir. Hükmederken zulmetmez. İşte Allah bu! O'ndan başka ilâh yoktur.» Adam çıkıp gitti bir yandan da şöyle diyordu:

          Allah risâletini, temsil yetkisini kime vereceğini herkesten daha iyi bilir.


          Yorum


            #50
            Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

            6-(260) ...Ebu'l-Hasan el-Mevsilî şöyle rivayet etmiştir:

            Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki: «Yahudi din bilginlerinden bi­ri, Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib)’in -salavatullahi aleyhi- yanına geldi ve dedi ki: "Ey Mü'minlerin Emiri! Rabbine ibadet ederken O'nu gördün mü?"

            Dedi ki: «Yazıklar olsun sana! Ben görmediğim rabbe ibadet etmem ki.»

            - "Peki, O'nu nasıl gördün?"

            Dedi ki: «Yazıklar olsun sana! Çıplak gözler, O'nu algılayıp göremez; ancak kalpler iman gerçekleriyle O'nu görür
            [8]

            [8]- Bu rivayetten anlaşılıyor ki, burada kastedilen görme, somut gözle görme olmadığı gibi, delil aracılığı ile elde edilen kalbî bir inanç da değildir.

            "Musa belirlediğimiz vakitte gelip de Rabbi onunla konuşunca, "Rabbim, kendini bana göster de sana bakayım." dedi. (Allah,) "Sen beni asla görmeyeceksin; ama şu dağa bak, eğer o ye­rinde kalırsa, sen de beni göreceksin." dedi." (Araf, 143) Ayette geçen "tecella" fiili "celâ" kökünden gelir görünme, ortaya çıkma anlamına gelir. Ayette geçen "dekken", "medkuken" anlamında kullanıl­mış ve un ufak edilmiş, yerle bir edilmiş demektir. "Harre" fiilinin kökü olan "hurûr," düşmek; "sa'ka," ölmek veya duyu organlarının donması ve algılama yeteneklerini yitirmeleri yolu ile bayılmak; "efâka" fiilinin kökü olan "ifâkat" ise, akıl ve duyu organlarının tekrar sağlıklı durumlarına dönmeleri demektir.

            Ayetten çıkan anlam şudur: "Musa (kendisi için) belirlediğimiz vakitte (buluşma vaktinde) gelip de Rabbi (kendi kelâmı ile) onunla konuşunca, (Musa) dedi ki: Rabbim bana kendini göster de sana bakayım." Yani beni sana bakmaya muktedir kıl ki, sana bakıp seni göreyim. Çünkü görmek, bakmanın ve bakmak da imkânına kavuşturulmanın ve bu imkânı bulmanın sonucudur. "(Allah) dedi ki: Sen beni asla görmeyeceksin; ama şu dağa bak. "Musa Peygamber'in yakınında olan ve görebil­diği bir dağa işaret ediliyor, "eğer o yerinde kalırsa, beni göreceksin." Yani sen beni görmeye daya­namazsın. O hâlde şu dağa bak. Ben ona tecelli edeceğim. Eğer o yerinde kalır ve beni görmeye daya­nırsa, bil ki, bana bakmaya, beni görmeye dayanabilirsin. "Rabbi dağa tecelli edince onu parampar­ça etti." Yani onu havaya dağıttı veya onu yerinden koparıp yürüttü. "Musa kendinden geçerek yere düştü." Gördüğü manzaranın dehşetinden ölü veya baygın durumda yere düştü. "Aydınca, 'Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin. Tevbe edip sana döndüm...' dedi." Yani yaptığım teklifi geri alarak sana döndüm. "Ben, inananların ilkiyim." Yani ben, senin görülmeyeceğine inananların başında gelirim. Ayetin zahirî anlamı budur.

            Eğer ayette sözü edilen görme ve bakma olayını normal avamca anlayışa göre değerlendirirsek, bunu gözle görme ve bakma anlamına algılarız. Hiç şüphesiz görme olayının gerçekleşebilmesi için gö­rülen cismin şekil ve renk bakımından benzerinin taslak hâlinde görme cihazında oluşması gerekir.

            Kısacası, maddî görme olayının gerçekleşebilmesi için hem görülenin, hem de görenin maddî bir cisme ihtiyacı vardır. Oysa Kur'ân bize Allah'ın hiçbir bakımdan hiçbir şeye benzemediğini kesin bir dille öğretiyor. Allah, cisim veya cisim benzeri bir şey değildir; zaman, mekân ve yön kapsamına girmez. Ne dış dünyada ve ne zihinde hiçbir şey hiçbir bakımdan O'nun benzeri veya yaklaşığı değildir.

            Açıktır ki, böylesine yüce bir varlık, bildiğimiz anlamda bir görme olayının konusu olamaz, ne dünyada ve ne ahirette hiçbir taslakla (zihnî suretle) örtüşmesi düşünülemez. Peygamberlerin efendileri olan beş ulülazm peygamberden biri olan Musa gibi yüce bir peygamberin bu gerçeği bilmeyeceği dü­şünülemez. Ayrıca onun insan gözüne bağışlanacak olağan dışı bir güç sayesinde Allah'ı hareketten, za­mandan, yönden ve mekândan, maddeden ve maddî niteliklerden münezzeh olarak görmeyi temenni edeceğini de varsayamayız. Çünkü böyle bir söz, ciddiyetten son derece uzak bir söz olur. Allah, maddî bir sebebe (meselâ göze) öyle bir güç verebilir ki, bu sebep özünü ve niteliğini kaybetmeyerek madde dışı, miktarla ve zamanla sınırlanamayan yüce bir varlıkla fonksiyonel ilişki kurabilir sözünün ne anla­mı olabilir?! Bizim bildiğimiz ve maddî bir fonksiyon olan bu görme olayının maddeden hiçbir iz taşı­mayan bir varlıkla bağlantı kurması imkânsızdır. Buna göre eğer Musa Peygamber görme isteğinde bu­lunuyorsa, onun istediği görme şu bildiğimiz gözle görme değildir. Bunun gerektirdiği bir sonuç olarak Allah'ın Musa'nın cevabında imkânsız olduğunu bildirdiği görme de şu gözle görme değildir. Çünkü gözle görmenin imkânsızlığı, soru ve cevap konusu olmayacak derecede apaçık bir gerçektir.

            Yüce Allah, bazı ayetlerde görmekten ve ona yakın anlamdaki olaydan söz ediyor ve bunun sa­bit olduğunu bildiriyor. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "O gün bazı yüzler, parlar güzelleşir ve Rab-lerine bakar." (Kıyamet, 22-23), "Gönül gördüğünü yalanlamadı." (Necm, 11), "Kim Allah'la ka­vuşmayı özlüyorsa, (bilsin ki,) Allah'ın (bu buluşma için) belirlediği vakit kesinlikle gelecektir." (Ankebût, 5), "Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? İyi bil ki onlar, Rableri ile buluşmaktan şüphededirler. İyi bil ki O, her şeyi kuşatmıştır." (Fussilet, 54), "Kim Rabbi ile buluşmayı özlü­yorsa, iyi ameller işlesin ve kulluk görevlerinde hiç kimseyi Rabbine ortak koşmasın." (Kehf, 110)

            Bunlara karşılık görmenin imkânsız olduğunu bildiren ayetler de vardır. Şu ayetler gibi: "Sen beni asla görmeyeceksin." (Â'râf, 143), "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür." (En'âm, 103)

            Acaba bazılarının söyledikleri gibi ayetlerde sözü edilen görmekten maksat, kesin bilgidir de bu bilginin kesinliğini vurgulamak için mi görme kavramı kullanılmıştır?

            Hiç şüphesiz bu ayetlerde kesin olan bir bilginin varlığı kanıtlanıyor. Fakat mesele bu kesin bilginin mahiyetini belirlemektedir. Çünkü biz her kesim bilgiyi, görme ve buluşma gibi görmeye yakın anlam taşıyan kavramlarla tanımlamıyoruz. Nitekim geçmişte İbrahim Peygamber'in, İskender'in ve Kisra'nın yaşadığını onları görmediğimiz hâlde biliyoruz. Yine Londra, Şikago ve Moskova adlı şehir­lerin var olduklarını kesin olarak biliyoruz, ama onları görmüş değiliz. Fakat ne kadar vurgulamalı bir ifade kullanmak istersek isteyelim bu bilgiye görme demiyoruz. Meselâ sen, "Ben İbrahim Peygam­ber'in, İskender'in ve Kisra'nın var olduklarını onları görmüş gibi biliyorum." dersin; fakat "Onları gör­düm" veya "görüyorum" demezsin. Bunların yanı sıra "Londra'nın, Şikago'nun ve Moskova'nın var ol­duklarını biliyorum." dersin; ama "Bu şehirleri gördüm" veya "görüyorum" demezsin.

            Bundan daha açığı temel aksiyomlar ve postulatlarla ilgili kesin bilgimizdir ki, bunlar genelle­me niteliğinde olduğu için somut ve algılanabilir şeyler değildirler. "Bir, ikinin yarısıdır.", "Dört, çift sayıdır." ve "Tamlama, iki ayaktan oluşur." şeklindeki sözlerimiz gibi. Bunlar, bilgi diye tanımlamaları uygun olduğu hâlde asla görme diye adlandırmaları uygun olmayan kesin bilgilerdir.

            Akıl ve düşünce veya vehim ürünü bütün tasdiki hükümlerde de durum aynıdır. Husulî ilimler diye adlandırdığımız zihnî bulgular da böyledir. Bunlara bilgi adını veririz, fakat onları görme kavramı ile ifade etmeyiz. Onlardan "Onları biliyoruz" diye söz ederiz; ama "Onları görüyoruz" demeyiz. Eğer onlarla ilgili olarak görme kavramını kullanırsak, onu gözlemlemek ve bulmak anlamında değil, hüküm vermek ve kabul etmek anlamında kullanırız. ["Böyle görüyorum" ifadesini, "Böyle hüküm veriyorum" anlamında kullandığımız gibi.]

            Fakat bilgilerimiz arasında öyleleri var ki, onlar hakkında hiç tereddüt etmeden görme kavramı­nı kullanırız. Meselâ, "Benim ben olduğumu görüyorum" ve "Şunu istediğimi, şundan hoşlanmadığımı, şunu sevdiğimi, şundan nefret ettiğimi, şunu arzu ettiğimi, şunu temenni ettiğimi görüyorum" deriz.

            Yani, "Kendimi buluyor ve doğrudan doğruya gözlemliyorum. Onunla aramda herhangi bir engel yok­tur", "Algılanabilir olmadığı gibi düşünce ürünü de olmayan iç isteğimi buluyor ve gözlüyorum", "İç dünyamda hoşlanmama, sevgi, nefret, arzu ve temenni buluyorum."

            Bu sözler,"Senin şunu sevdiğini ve şundan nefret ettiğini görüyorum" şeklindeki sözlerden fark­lıdırlar. Çünkü bu sözün anlamı, "Seni bir şekilde gördüm ki, bundan sende sevgi veya nefret olduğu sonucuna vardım" şeklindedir. Oysa insanın kendisinin bir şeyi istediği, bir şeyden hoşlanmadığı, bir şeyi sevdiği veya bir şeyden nefret ettiği şeklinde kendini gördüğünden söz etmesine gelince; o bu söz­leri ile bu hâlleri vakıa olarak kendinde bulduğunu kastediyor, yoksa birtakım deliller aracılığı ile bu sonuçlara vardığını, akıl yürütme yolu ile varlıklarına hükmettiğini söylemek istemiyor. Tersine, insan bu hâlleri dolaysız olarak ve ip ucu niteliğindeki bir aracın kanıtlamasına başvurmaksızın kendi içinde bulmaktadır.

            İnsanın, bilinenleri objektif varoluşları ile bulması şeklinde tanımlayabileceğimiz bu tür bilgiler hakkında görme kavramı yaygın olarak kullanılır. Bunlar insanın kendi kişiliği, iç güçleri, kişilik nite­likleri ve psikolojik sıfatları ile ilgili bilgilerdir. Bunlar üzerinde herhangi bir yönün, zamanın, mekânın veya kendi dışında başka bir cismanî durumun müdahalesi yoktur. Bu gerçekleri iyi kavramak gerekir.

            Yüce Allah, görmekten söz ettiği her ayette bu görme ile birlikte bazı özelliklerden de söz edi­yor, bu görmeye bazı nitelikler ekliyor. Bu durum bize gösteriyor ki, bu görme ile bizim de kendi ara­mızda görme diye adlandırdığımız bu bilgi türü kastediliyor. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? İyi bilin ki onlar, Rableri ile buluşmaktan şüphededirler. İyi bi­lin ki O, her şeyi kuşatmıştır." (Fussilet, 54)

            Burada ilk olarak şu gerçek vurgulanıyor: Allah, her şeyde hazırdır veya her şeyde görülmekte­dir. O herhangi bir yöne, herhangi bir mekâna veya herhangi bir şeye mahsus değildir. Tersine her şeye şahittir, her şeyi kuşatmaktadır. Eğer bir şey Onu bulsa, Onu her şeyin zahirinde ve batınında, kendi vic­danında ve nefsinde bulur. Eğer Onunla bir buluşma olursa, bu nitelikte olur. Bu buluşma yön, zaman ve mekânın belirleyici olduğu cismanî bir buluşma tarzında olmaz. "Gönül gördüğünü yalanlamadı." (Necm,11) ayetinde görme olayının gönle izafe edilmesinde de bu yönde bir işaret vardır. Buradaki gönül­den maksat, insanın algılayan nefsidir; yoksa göğüs boşluğunun solunda asılı duran et parçası değildir.

            Bunun bir başka benzeri, "Hayır, aslında onların işledikleri günahlar kalplerini paslandırmıştır. Hayır, o gün onlarla Rableri arasında perde çekilecektir." (Mutafifîn, 15) ayetleridir. Bu a-yet, onlar ile Allah arasında perde olan şeyin işledikleri günahların pası olduğunu kanıtlıyor. Bu pas on­ların kalpleri ile, yani kendileri ile Rableri arasına girerek onları Rablerini görme şerefinden alıkoymuş­tur. Eğer Rablerini görebilseler onu gözleri ile değil, kalpleri ile yani kendi benlikleri ile göreceklerdir.

            Allah, bazı ayetlerde gözlerle görmenin ötesindeki bir başka görme türünün varlığından söz edi­yor. Şu ayetlerde buyurduğu gibi: "Hayır, eğer kesin bilgi ile bilseniz, cehennemi kesinlikle görür­sünüz. Sonra da onu yakin gözüyle göreceksiniz." (Tekâsür, 7), "Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu (Allah'ın onlar üzerindeki mutlak egemenlik ve saltanatını) gösteriyorduk ki (müş­riklerle tartışırken kanıt getirebilsin) ve kesin inananlardan olsun." (En'âm, 75) Ayette geçen "melekut" kavramının nesnelerin iç yüzü olduğu, duyumsanabilen görünür tarafları olmadığı belirtilmişti.

            Bu gerekçeler şunu ortaya koyuyor: Yüce Allah, bazı ayetlerde göz aracılığı ile gerçekleşen duygusal görmenin ötesinde başka bir görme türünün varlığını açıklıyor. Bu, insanda var olan bir şuur türüdür. İnsan bu şuur aracılığı ile duyumsama ve düşünme aracı kullanmaksızın nefsi ile bir şeyin bi­lincine varır. İnsanın Rabbi ile ilgili bir şuuru vardır. Bu şuur düşünce ve delil kullanma yolu ile sağ­lanmış bir inançtan başka bir şuurdur. İnsan bu şuuru doğal olarak gönlünde bulur. İnsan ile bu şuur arasına hiçbir engel girmez. İnsanı bu şuurdan gaflete düşüren tek şey, nefsi ile ve işlediği günahlarla meşgul olmasıdır. Bununla birlikte bu gaflet, görülen ve var olan bir şeyden gafil olmaktır. Yoksa bilgi­nin bütünü ile ve kökten kaybolması söz konusu değildir. Ayetlerde asla böyle bir şey yoktur. Ayetler­de bu bilgisizlikten gaflet diye söz edilir. Gaflet, bilginin bilgi ile kaybolmasıdır, yoksa bilginin kökten yok olması değildir. Ayetlerin açıkladığı ve akim açık delillerle doğruladığı gerçek budur. Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen rivayetler de bu gerçeği teyit etmektedir.

            Ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki, görme ve buluşma diye adlandırılan bu bilgi türü, "O gün ba­zı yüzler taravetli, parlak olacaklar ve Rablerine bakacaklar." (Kıyamet, 22-23) ayetlerinde görül­düğü gibi, kıyamet günü salih kullar için gerçekleşir. Bu şerefe ermenin yeri orasıdır. Dünyada ise in­san bedeni ile meşguldür, doğal ihtiyaçlarına dalmıştır, Rabbinin ayetleri aracılığı ile buluşma ve kesin bilgi yolunda yürümektedir, "Ey insanoğlu, sen Rabbine varan yolda didinip duruyorsun, sonunda O'na kavuşacaksın." (İnşikak, 6) ayetinde vurgulandığı gibi Rabbi ile buluşmaya varan yolda didinip durmaktadır. Rabbi ile buluşmadan bu bilgiye ulaşamaz. Dönülecek son merciin, varılacak son nokta­nın Allah olduğunu vurgulayan başka ayetler de vardır.

            Bu bilgi türü, yüce Allah'ın kendisi hakkında var olduğunu bildirdiği ve görme ve kavuşma di­ye adlandırdığı özel zarurî ilimdir. Bu adlandırmanın hakikat tarzında mı, yoksa mecaz tarzında oldu­ğunun araştırması bizim için önemli değildir. Çünkü bilindiği gibi karineler maksadın bu yolda olduğu­nu gösteriyor. Eğer tabir hakikat nitelikli ise, bu karineler belirleyici karinelerdir. Eğer tabir mecaz nite­likli ise, karineler caydırıcı karinelerdir. Bu gerçeği böylesine orijinal bir şekilde açıklayan ilk kitap, Kur'ân'dır. Elimizdeki içerikleri ile daha önceki semavî kitaplar, Allah ile ilgili bu tür bir bilginin varlı­ğından söz etmemektedir. Bu tür meseleleri ele alan felsefecilerin bize ulaşan incelemelerinde de bu tür bilgiye yer verilmiyor. Çünkü onlara göre huzurî bilgi, sadece bir şeyin kendisini bilmesidir. Bu bilgi türünü ilk kez İslâm bahsetmiştir. Dolayısıyla ilâhî bilgilerin netleşmesinde Kur'ân'a çok şey borçluyuz.

            Şimdi incelediğimiz ayete dönelim: "Musa belirlediğimiz vakitte gelip de Rabbi onunla ko­nuşunca, 'Rabbim, kendini bana göster de sana bakayım.' dedi." ifadesi, Musa Peygamber'den (a.s) gelen ve az önce açıkladığımız gibi zarurî ilim anlamı taşıyan bir görme isteğidir. Bilindiği gibi yüce Allah, Musa Peygamber'i, O'nun ayetlerini gözleyerek elde edilen bilgiyle özel olarak donattı. Sonra buna ek olarak onu peygamber seçmekle, arkasından kendisi ile konuşmakla onurlandırdı ki bu konuş­ma, ona işitme yolu ile Allah'a ilişkin bilgi kazandırdı. Bu ayrıcalıklar üzerine kendisine ek olarak görme yolu ile de bilgi bağışlanmasını istedi ki, bu bilgi türü, Allah'a ilişkin zarurî bilginin kemal dere­cesidir. Allah, isteklerin ve arzuların en hayırlı muhatabıdır.

            Musa Peygamber'in (a.s) istediği, bu tür görmedir; gözle görme anlamındaki görme değildir. Musa gibi büyük bir peygamber, her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah'ı bu şekilde görmenin im­kânsız olduğunu bilmemekten yücedir. O Musa Peygamber ki, bu buluşma için seçtiği heyetin Allah'ı görmeyi istemeleri üzerine, "Hani siz, 'Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayız.' demiştiniz. Bunun üzerine, sizi yıldırım kapıverdi ve siz bakıyordunuz..." (Bakara, 55) "Aramız­daki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin?" (Â'râf, 155) diyerek bu kimseleri beyinsizlikle nitelemişti. Öyleyken kendisi beyinsizlikten kaynaklandığını söylediği bir istekte bulun­maya nasıl yeltenebilir? [el-Mîzan, c.8, s.370, 334-341-361]


            Yorum


              #51
              Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

              7-(261) ...Asım b. Humeyd şöyle rivayet etmiştir:

              Ebu Abdullah (aleyhisselâm) ile Allah'ı görme meselesiyle ilgili olarak aktarılan rivayetleri müzakere ediyorduk.

              Buyurdu ki: «Güneş, "kürsü"nün nurunun yetmiş cüzünden bir cüzdür. Kürsü; "arş"ın nurunun yetmiş cüzünden bir cüzdür. Arş; "hicab"ın nurunun yetmiş cüzün­den bir cüzdür. Hicab; "sitr"in nurunun yetmiş cüzünden bir tanesidir. Eğer doğru söylüyorlarsa bulutsuz bir günde çıplak gözle güneşe baksınlar da görelim!»


              Yorum


                #52
                Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                8-(262) ... Ibn Ebu Nasr, Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

                «Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki:

                «Beni bir gece göğe (miraca) götürdükleri zaman Cebrail beni bir yere ulaştır­dı ki; oraya hiç adım atmamıştı. O anda Peygamberin gözünün önündeki perde kaldırıldı ve Allah büyüklüğünün nurundan istediğini ona gösterdi.»


                Yorum


                  #53
                  Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                  A) "GÖZLER ONU GÖREMEZ; O, GÖZLERİ GÖRÜR." AYETİ HAKKINDA

                  9-(263) ...Abdullah b. Sinan, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan "Gözler Onu göremez." (En'am, 103) ifadesinin anlamıyla ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

                  «Burada kastedilen zihinlerin, tasavvurların O'nu kuşatamayacağı, kapsaya­mayacağıdır. "Doğrusu size Rabbinizden basiretler[9] geldi." (En'am, 104) Ayetinde göz­le görmenin kastedilmediğini bilmez misiniz?

                  Yine: "Kim can gözünü açıp görürse faydası kendisine..." (En'am,. 104) buyrulmuştur. Bundan maksat da insanın gözleriyle görmesi değildir.

                  Ayrıca: "Kim de kör olursa zararı kendinedir." (En'am, 104) ifadesi, gözlerin kör olması anlamında değil, zihnin kuşatamaması anlamında kullanılmıştır. Örneğin: Falan şiiri görür (şiirden anlar). Falan fıkhı görür, falan dirhemleri görür (paradan an­lar), Falan giysileri görür derler. Allah, gözlerle görülmekten yücedir, münezzehtir,»


                  [9]- Aslında bu kelimenin kökeninde yatan anlam, objeler dünyasında gözlemlenen şeyin zihne yansıması ve gerçeğine ulaşılması için algılayıcı güçlerin en güçlülerinden sayılan görme duyusu ile al­gılayıştır. Ayette geçen görme ve körlük, bilgi ve cehalet veya iman ve küfürdür. [el-Mîzan, c.7, s!434]

                  Yorum


                    #54
                    Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                    10-(264) ...Ebu Haşim el-Caferî, Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

                    İmam'a: "Allah vasfedilir mi?" diye sordum:

                    - «Kur'ân okumaz mısın?» dedi.

                    - "Okuyorum" dedim.

                    - «Peki, "Gözler Onu göremez; hâlbuki O, gözleri görür." (En'am; 103) ayetini okumadın mı?» diye sordu.

                    - "Evet, okudum." dedim.

                    - «Peki, basiretlerin ne olduğunu biliyor musunuz?» dedi..

                    - "Evet" dedim.

                    -«Nedir?» dedi.

                    - "Gözlerin görmesi" dedim.

                    Buyurdu ki: «Kalplerin tasavvuru gözlerin görmesinden daha büyüktür. Buna rağmen kalplerin tasavvur kapasiteleri Allah'ı kavrayamaz; ama o tasavvurları görür»


                    Yorum


                      #55
                      Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                      1 l-(265) ...Ebu Haşim el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

                      Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'a dedim ki: "Gözler O'nu göremez; hâlbuki O, gözleri görür." (En'am, 103) ayeti ne anlama gelir?

                      Buyurdu ki: «Ey Ebu Haşim! Kalplerin görmesi gözlerin görmesinden daha duyarlı ve kapsamlıdır. Sen zihinsel tasavvurunla Sind'i, Hindistan'ı ve gidemediğin daha birçok memleketi algılayıp tasavvur edebilirsin; ama onları gözlerinle göre­mezsin. Buna rağmen kalplerin tasavvur kapasiteleri Allah'ı kavrayamazlar, nerede kaldı gözler!»

                      Yorum


                        #56
                        Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                        12-(266) Ali b. İbrahim babasından, o da ashabının bazısından onlar da Hişam b. Hakem'den [10] şöyle rivayet etmişlerdir:

                        Bütün varlıklar ancak iki şeyle kavranır: Duyularla ve kalple.

                        Duyuların kavramaları üç anlama dayalı olarak gerçekleşir: Müdahale ederek kavrama, temas ederek kavrama ve müdahale ve temas etmeksizin kavrama.

                        Müdahale ederek kavrama: Duyma, koklama ve tatma şeklinde gerçekleşir.

                        Temas ederek kavrama: Dokunarak varlıkların kare ve üçgen gibi şekillerini, yumuşak, sert, sıcak ve soğuk oluşlarını algılama şeklinde gerçekleşir.

                        Dokunmaksızın ve müdahale etmeksizin kavrama yöntemine gelince: Bu da görme ile olur. Çünkü göz, varlıklara dokunmadan ve onlara müdahale etmeden, on­ları fiziki kapsamına almadan, kendi yerlerinde algılar.

                        Gözle algılamanın yolu ve sebebi vardır. Yolu hava, sebebi ise ışıktır. Gözle görülen varlık arasındaki yolda bir kopukluk yoksa bütünlük mevcutsa, ayrıca se­bep de hazır ise karşılaşılan renkler ve somut nesneler kavranır, algılanır. Göz, ulaş­maya yol bulamayacağı bir şeye yöneltildiği zaman gerisin geri döner ve o şeyin ötesini yansıtır. Söz gelimi aynaya bakan bir kimsenin gözleri aynanın ötesine nüfuz edemez. Öteye geçmek için başka da yol olmadığı için bakış geri döner, bakan kim­seyi yansıtır. Berrak bir suya bakan bir kimse de ötesine geçmeye yol bulamayacağı için kendi aksini görecektir. Kalp ise havaya egemendir. Havada olan her şeyi kavrar ve tasavvur eder. Kalp de havada olmayan bir şeye yöneltildiği zaman geri döner ve havada olan bir şeyi aksettirir. Bu yüzden aklı başında olan bir insanın, kalbini Al­lah'ın birliği gibi hava boşluğunda somut olarak yer almayan soyut bir olguya yö­neltmemesi gerekir. Çünkü böyle bir durumda kalbi hava boşluğunda mevcut bulu­nan somut bir varlıktan başka bir şey tasavvur etmeyecektir. Allah'ın gözlerle gö­rülmesi meselesiyle ilgili olarak söylediğimiz gibi Allah Celle ve Azze, yarattıkları­na benzemekten münezzehtir.


                        [10]- Bu hadis mevkuftur. (Rivayet zinciri bu halkada durmuştur.) Masum imama kadar sürme­miştir. Öyle anlaşılıyor ki müellif, Allah'ın gözlerle görülemeyeceğine, kalplerin tasavvuruyla algıla­namayacağına ilişkin olarak Ehl-i Beyt İmamlarından bir takım hadisler aktardıktan sonra, İmam Sadık'ın arkadaşlarının başında gelen Hişam b. Hakem'in aşağıdaki değerlendirmelerini imamların hadis­lerinden çıkarsanmış açıklamalar olduğunu sanarak bölümün sonuna yerleştirmiştir.



                        Yorum


                          #57
                          Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                          10) ALLAH'I, KENDİSİNİ VASFETTİĞİ NİTELİKLERDEN BAŞKASI İLE VASIFLANDIRMANIN YASAKLIĞI BABI

                          l-(267) ...Abdurrahim b. Atîk el-Kasir şöyle rivayet eder:

                          Abdulmelik b. A'yen eliyle Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a şöyle bir mektup gönderdim:

                          "Irak'ta bir grup insan ortaya çıkmış ve Allah'ı şekil ve suretle vasfediyorlar. Eğer uygun görürsen -Allah beni sana feda etsin- bana tevhidle ilgili sahih düşünce­yi bildirmeni istiyorum."

                          İmam bana şu cevabı yazdı: «Allah sana rahmet etsin, "tevhidle ilgili bir soru sordun ve çevrendekilerin düşüncelerini" (sahihliğini) öğrenmek istedin.

                          Şunu bil ki, "Benzeri hiçbir şey olmayan, işiten ve gören yüce Allah," (Şura, 11) O'nu yarattıklarına benzeterek vasfeden iftiracıların nitelemelerinden münezzehtir. Bil ki, Allah sana rahmet etsin, tevhidle ilgili sahih düşünce, doğru mezhep, Kur'ân'da yer alan ve Allah'ın sıfatlarıyla ilgili açıklamalardır. O halde sen de aşırı tenzihçi bir yaklaşımla ilâhi varlığı temelden geçersiz kılan iptal anlayışı ile O'nu yarattıkla­rına benzeten anlayışı olumsuzlayıcı bir yaklaşım içinde ol.

                          Ne, ilâhî varlığı temelden iptal eden olumsuzlayıcı anlayış doğrudur.

                          Ne de O'nu yarattıklarına benzeten teşbihçi anlayış.

                          Allah sabittir, vardır. Bunun dışında O'nu niteleyenlerin nitelemelerinden mü­nezzehtir, yücedir. Allah-ı vasfederken Kur'ân'ın çizdiği sınırların dışına taşmayın; yoksa size apaçık beyan (açıklama) geldikten sonra sapmış olursunuz.»
                          [11]


                          [11]- Olumsuzlama mezhebinden maksat, sıfatların anlamlarını yüce Allah'tan olumsuzlamaktır. Mutezile mezhebinin yaklaşımım buna örnek gösterebiliriz. Olumlu sıfatların, karşıtlarının olumsuzlanması şeklinde algılanması da bu anlama gelir. Örneğin, "Allah'ın kadir olmasının anlamı, O'nun aciz ol­mamasıdır. Âlim olmasının anlamı, cahil olmamasıdır." demek gibi.

                          Teşbih mezhebinden maksat da, yüce Allah'ın başkalarına benzetilmesidir. -Oysa benzeri hiçbir şey yoktur.- Yani bizdeki gibi, anlamlan sınırlı, başkalarından bu özellikleriyle ayrılan sıfatların, O'nun açısından da olumlanması. O'nun kudretinin bizim kudretimiz, O'nun ilminin bizim ilmimiz gibi olması yani. Eğer O'nun bizimkine benzer sıfatları olursa, bizimkine benzer ihtiyaçları da olur. O zaman da "varlığı zorunlu ilâh" olamaz. Allah bundan münezzehtir.

                          Teşbihsiz olumlama: O'nun için asıl anlamlarıyla bazı sıfatların olumlanmasıdır. Bu arada bu sıfatlar açısından, mümkün nitelikli varlıklarda rastlandığı türden sınırlandırıcı özelliklerin olumsuzlanması gerekir. Yani sıfat olumlanmalı, ama sıfatın sınırlılığı olumsuzlanmalıdır. [el-Mîzan, c.7, s.61]




                          Yorum


                            #58
                            Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                            2-(268) ...Ebu Hamza şöyle rivayet eder:

                            Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) bana dedi ki: «Ey Ebu Hamza! Allah, sınırlılık an­lamını içeren hiçbir nitelikle vasfedilemez. Rabbimiz vasıftan büyüktür. Sınırlandırılamayan, gözler tarafından görülmeyen, fakat gözleri gören, lâtif ve her şeyden ha­berdar olan Allah, sınırlılık anlamını içeren bir nitelikle vasfedilebilir mi?» [12]

                            [12]- Mümkün olan varlıklarda gözlemlenen bütün kavramlar ve sıfatlar, birtakım sınırlı şeylerdir ki kaçınılmaz olarak bir sınırlayanı, bir yapıp yaratanı, bir gözetip yetiştireni vardır. O da Allah'tır. Sı­nırlama, Allah'ın yapımı olduğu için, sınırlılık O'ndan aşağı bir mertebedir, O'nda söz konusu değildir. O'nun yüce katı bu sınırlardan münezzehtir... Yaratılmışların ayrılmaz niteliği olan bu sınırlar, Allah'ın kutsal zatının koyduğu, var ettiği şeyler olduğu için, fiilin (işin) failden (işi yapandan) sonraki mertebede olması türünden bir sonralıkla Allah'ın yüce zatından sonraki mertebededirler. Dolayısıyla Allah'ın yüce zatının bu sınırlarla sınırlanmış olması mümkün değildir. Çünkü zatın bulunduğu mertebede fiil yoktur.

                            Bu demektir ki, lafzımız ifade edemese de, kavramımız yetersiz kalsa da, O'nun sıfatları da her­hangi bir sınırla sınırlanmış değildir. Böylece O birdir, ancak sınırlılığı gerektiren sayısal anlamda de­ğil. Yaratması, işitmesi, görmesi, şahit (hazır) olması ve diğer sıfatları da böyledir.

                            Bunun ayrıntılarından biri de, yaratıklarından ayrılığının onlardan uzakta olduğu, onlarla ara­sında mesafe bulunduğu anlamında olmadığıdır. O, yaratıklarına bitişik veya onlardan aralı olmaktan, yaratıklarının içinde veya dışında olmaktan yüce mi yücedir. Yaratıklarından ayrılığı her halükârda on­lara egemen olduğu, onlara güç yetirdiği, yaratıkların da her halükârda O'na boyun eğmiş oldukları, O'na dönüşte oldukları anlamındadır.

                            Yüce Allah'ın tevhidi ve tavsifinin (O'nu birleme ve nitelemenin) zahirinin batınından, batının da zahirinden ayrı olmamasını sağlayan, bu sınırsızlığıdır. Zahir ile batın, ancak sınırla başkalaşır, bir­birinden ayrılır. Sınır kalktığında zahir ile batın birbirine karışır, "bir" olur. Aynı şekilde nitelenen zahi­rin kuşatılmış olması, ancak sınırlanmaları ve kendileri için belirlenen sınırı aşmamalarıyla mümkün olur. Bir şeyin yanında hazır olanın, bütün varlığıyla onun yanında hazır olması, bir şeyden de gaip ola­nın, ona göre yitik olması, onların sınırlı olmalarından kaynaklanır. Yoksa sınırlılık olmasa, hazırın, tüm varlığıyla bir şey için hazır olması, gaibin de gaybet perdesi arkasında gizli kalması mümkün ol­maz. Çünkü böyle bir şeyi, kendinden, kendi sınırsızlığından başka bir şey gizlememektedir. Bunda an­laşılmayacak bir şey yoktur. [el-Mîzan, c.6, s. 126-137]



                            Yorum


                              #59
                              Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                              3-(269) ...Muhammed b. Hüseyin şöyle rivayet etmiştir:

                              Biz, Ebu'l-Hasan Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın huzuruna girdik ve dedik ki: Söylentilerde Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Rabbi Azze ve Celle'yi "her bakımdan mükemmel, olgun otuz yaşlarında bir genç suretinde gördüğünü be­lirtiyor." buna ne dersin? Ayrıca dedik ki: Hişam b. Salim, Sahibut-Tak, [13] el-Meysemî diyorlar ki: "Allah, göbeğine kadar boştur, bundan aşağısı doludur." [14] Bu sözleri duyar duymaz derhal secdeye kapandı. Sonra dedi ki: «Seni tenzih ederim. Seni gereği gibi tanımadılar ve hak ettiğin şekilde birlemediler. Bu yüzden seni nitelemeye kalkıştılar. Seni tenzih ederim. Eğer seni bilse­lerdi; senin kendini vasfettiğin gibi vasfederlerdi. Seni tenzih ederim. Seni başkasına benzetmeye nasıl gönülleri elverdi?

                              Allah'ım seni; ancak senin kendini vasfettiğin sıfatlarla vasfederim. Seni ya­rattıklarına benzetmem. Sen, her türlü iyiliğe layıksın. Beni zalimlerden kılma.» Sonra bize döndü ve şunları söyledi:

                              «Zihninizde neyi tasavvur ederseniz Allah'ın ondan başka olduğunu bilin.»
                              [15] Ardından şunları ekledi: «Biz Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Ehl-i Beyt'i, orta yoldayız. Aşırılar bize yetişemez ve geride kalanlar da bizi geçemezler.

                              Ey Muhammed! Resûlullah, Rabbinin azametine baktığı zaman kendisi her bakımdan mükemmel, olgun, otuz yaşlarında bir genç suretindeydi. Ey Muhammed! Benim Rabbim yaratılmışların niteliklerine sahip olmaktan yücedir, münezzehtir.» Dedim ki: Sana kurban olayım! İki ayağı yeşillikler içinde olan kimdi? Buyurdu ki: «O, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) idi. Kalbiyle Rabbine baktığı zaman Rabbi onu, hicablar nuruna benzer bir nurun içine koydu ki hicapların gerisinde olan şeyler onun için açıklığa kavuşsun. Çünkü Allah'ın nurunun bir kısmı yeşil, bir kısmı kırmızı, bir kısmı beyaz... vs.dir. Ey Muhammed! Kitab ve sünnet neye şahitlik ediyorsa biz de bunu söylüyoruz.»



                              [13]- Ebu Cafer Muhammed b. Numan el-Ahvel

                              [14]- Hadis: Zayıf. [Allâme Meclisi, Mir'at'u'1-Ukul, c.l, s.347]

                              [15]- el-İhticac adlı eserde Hz. Ali'nin (a.s) bir hutbesinde şöyle buyurduğu kaydedilir. «Delili ayetleridir. Varlığı ispatıdır... Tasavvur edilen her şey O'nun tersinedir... Zatı ve özü bi­linen, ilâh olamaz. O, delil ile kendine delâlet eden, bilgi ile kendine ulaştıran ilâhtır.» Bu hutbedeki en latif konulardan biri, şu güzel cümlede ifade edilmiştir: "Varlığı ispatıdır." Bu sözle şunu kastediyor: O'nu ispat edecek kanıt, bizzat O'nun dıştaki varlığıdır. Yani O, zihne girmez, akla sığmaz.

                              "Tasavvur edilen her şey O'nun tersinedir." ifadesiyle kastedilen, O'nun zihinsel biçimden baş­ka olduğu değildir. Çünkü bütün dış (objektif) varlıklar böyledir. Tam tersine maksat şudur:

                              Yüce Allah, ne olursa olsun zihinsel tasavvurun hikâye ettiği, anlattığı şeyin tersinedir, o değil­dir. Dolayısıyla hiçbir zihinsel biçim O'nu kuşatamaz. Hatta O'nun kutsal katının bu tasavvurdan, yani" O her tasavvurun tersinedir" tasavvurundan da münezzeh olduğundan gaflet etmemelisin.

                              "Zatı ve özü bilinen, ilâh olamaz."ifadesi, yüce Allah'ın herhangi bir bilgiye konu olmaktan, her­hangi bir anlama ve algılamaya yenik düşmekten çok daha yüce olduğunu beyan etmek için serdedilmiştir. Çünkü zatı ve özüyle bizim bilgi ve tanımamıza konu olan her şey, bizden ve bilgimizden başka bir şeydir ki, bilgimize konu olabiliyor. Fakat Allah bizi de, bilgimizi de kuşatıcıdır: bizi de, bilgimizi de var edici, ayakta tutucudur. Böylece hiçbir şekilde kendimizi ve bilgimizi O'nun zatının kuşatmasın­dan ve egemenliğinin kapsamında olmaktan kurtaramayız. Kurtaramayınca da O'nun hakkında, ayrı bir şeyin ayrı bir şeye olan bilgisi gibi bir bilgimizin olması mümkün değildir. Ali (a.s) bu gerçeği, "O, delil ile kendine delâlet eden, bilgi ile kendine ulaştıran ilâhtır." sözüyle beyan etmiştir.

                              Yani, kendisine delâlet edecek delili, kendisine doğru kılavuzlayacak kılavuzu var edip kendi­sine delâlet etmesini, kılavuzlamasını sağlayan delil ve kılavuz, yine yüce Allah'ın kendisidir. Aynı şe­kilde bilginin kendisine ulaşmasını, kendisiyle bir tür ilintili olmasını sağlayan, yine yüce Allah'ın ken­disidir. Bunun sırrı şudur: Her şey, ama bütün her şey, O'nun kuşatması ve hegemonyası altındadır. O hâlde bir şeyin O'na yol bularak O'nu kuşatması nasıl mümkün olabilir?! Oysa O, onun kendisini de, yol bulmasını da kuşatmış bulunmaktadır. [el-Mîzan, c.6, s. 135-137]



                              Yorum


                                #60
                                Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                                4-(270) ...Ebu Hamza, Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’dan şunları dinlemiş:

                                «Göklerde ve yerde bulunan herkes Allah'ın büyüklüğünü vasfetmek üzere bir araya gelseler buna güç yetiremezler.»

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X