Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #91
    Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

    7-(301) ...Muhammed b. Müslim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

    «Dileme sonradan var olmuştur.»

    Yorum


      #92
      Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

      15) ZÂTİ SIFATLAR VE FİİLİ SIFATLAR [27] HAKKINDA:

      [Bu değerlendirme müellife aittir; rivayetlerin devamı değildir.]

      Allah'ı nitelendirmede kullanabildiğin ve varlık âleminde de var olan iki sıfat­tan her biri fiilî sıfattır. Şimdi bu cümleyi tefsir edelim: Sen varlık kapsamında Allah 'in dilediği, dilemediği, hoşnut olduğu, öfke duyduğu, sevdiği ve buğz ettiği şeyleri ispat ediyorsun. Eğer irade, tıpkı ilim ve kudret gibi zati sıfat olsaydı Allah'ın dile­mediği şey bu nitelikler açısından eksik olacaktı. Eğer Allah'ın sevdiği şey zati sıfatı olsaydı buğz ettiği şey, bu sıfattan yoksun olacaktı. Görmez misin ki biz, varlık âleminde Allah'ın bilmediği, güç yetiremediği bir şey bulamıyoruz. Aynı durum Onun ezelî zati sıfatlarının geri kalanları için de geçerlidir. Biz Allah-ı kudret ve acizlikle, ilim ve cehaletle, sefahet ve hikmetle, hatayla, üstünlük ve zilletle nitelendirmeyiz; ama Allah, kendisine itaat edeni sever, isyan edene de buğz eder; itaat edeni dost edi­nir, isyan edene düşmanlık eder. O, hoşnut olur ve buğz eder demek caizdir. Dua ederken şöyle diyoruz: "Allah'ım benden hoşnut ol, bana öfkelenme. Beni dost edin ve bana düşman olma." Ama şöyle demek caiz değildir:

      "Bilmeye güç yetirir; ama bilmemeye güç yetirmez. Sahip olmaya güç yetirir; ama sahip olmamaya güç yetirmez. Üstün ve hikmet sahibi olmaya güç yetirir; ama üstün ve hikmet sahibi olmamaya güç yetiremez. Cömert olmaya güç yetirir; ama cömert olmamaya güç yetiremez. Bağışlayan olmaya güç yetirir; ama bağışlayan ol­mamaya güç yetiremez." Şöyle demek de caiz değildir: "Allah, Rab, Kadîm, Aziz, Hâkim, Mâlik, Âlim ve Kadîr olmayı diledi. Çünkü bunlar zâti sıfatlardır.

      İrade ise fiilî bir sıfattır. Görmez misin ki: Şunu istedi, şunu istemedi." dene­biliyor. Oysa zâti sıfatlar, Allah'tan kendi karşıtlarını olumsuzlamaktadırlar. "Allah Hay/diridir, Âlimdir, Semi'/işitendir, Basir/görendir, Aziz/üstündür, Hâkim/hikmet sahibidir, Gani/zengindir, Melik/hükümrandır, Halimdir, Adildir, Kerimdir" denilir.

      İlmin karşıtı cehalettir, kudretin karşıtı acizliktir, hayatın karşıtı ölümdür, üs­tünlüğün karşıtı zillettir, hikmetin karşıtı hatadır, hilmin karşıtı acelecilik ve cehalet­tir, adaletin karşıtı zorbalık ve zulümdür.


      Yorum


        #93
        Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

        16) İSİMLERİN SONRADAN OLUŞU BABI

        1-(302) ...İbrahim b. Ömer, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

        «Allah Tebareke ve Teâlâ, "bir ismi" seslendirilmez harflerden, ko­nuşulmaz lâfızlardan, bedenleşmez şahıstan (vücut kalıbı ile somutlaştırılamaz), vasfedilmez benzetmeden, boyasız renkten, boyut ve kenarlar Ondan olumsuzlanmış (nefyedilmiş), sınırlar Ondan uzaklaştırılmış, bütün tasavvur edebilenlerin duyumsa­maları Ondan perdelenmiş ve örtüsüz gizlenmiş olarak yarattı.

        Onu dört eşit parçaya dayalı tam bir kelime haline getirdi ki, bu parçaların hiç biri diğerinden önce değildir. Sonra yaratılmışların muhtaç oldukları üç ismi ortaya çıkardı, birini ise perdeledi; bu, gizlenmiş, saklanmış isimdir.

        Zahir olan da: Allah, Tebareke ve Teâlâ’dır. Bunlar açık isimlerdir.

        Allah bu isimlerin her birine dört rüknü musahhar kılmıştır. Bunlar da toplam olarak on iki rükün ederler. Sonra bu rükünlerin her biri için otuz isim yarattı. Ki bunlar fiilen rükünlere nispet edilirler. Bu isimler şunlardır:

        "Rahman, Rahim, Melik (mülkün sahibi), Kuddûs (kutsal), Hâlık (yaratıcı), Bari (yoktan var eden), Musavvir (şekil veren), Hayy (diri), Kayyûm (egemen olup idare eden), uyuklama ve uyku tutmaz, Âlim, Habîr (her şeyden haberdar olan), Semi' (işiten), Basîr (gören), Hakîm (hüküm ve hikmet sahibi), Azîz (üstün), Cebbar (dilediğini yapan), Mütekebbir (ululanan), Aliy (yüce), Azîm (büyük), Muktedir, Kadîr, Selâm (esenlik veren), Mü'min (güvenlik veren), Müheymin (gözetip koruyan), Münşî (inşa eden), Bedî' (örneksiz yaratan), Refî' (yüksek yüce), Celîl (ulu), Kerîm, Razık (rızık veren), Muhyî (hayat ve­ren), Mumît (öldüren), Bâis (yeniden dirilten), Vâris (vâris olan)..."

        Bu ve sayıları üç yüz altmışı bulan Allah'ın güzel isimleri, yukarıda işaret ettiğimiz üç isme dayanırlar. Bu üç isim rükündürler. Gizli ve saklı tek isimse bu üç isim­le perdelenmiştir. Aşağıdaki ayette buna işaret edilmiştir: "De ki: İster Allah-ı çağırın, ister Rahman’ı çağırın; hangisini çağırırsanız, güzel isimler Onundur." (İsrâ, 110)»
        [28]


        [28]- İmam (a.s) bu rivayette, "Yüce Allah öyle bir isim yarattı ki, harflerle telaffuz edilemez..." diyor. İmam'ın saydığı niteliklerden açıkça anlaşılıyor ki, bu isimden maksat, ne kelime kalıbıdır ve ne zihnî bir kavram olarak bu kelimenin delâlet ettiği anlamdır. Çünkü gerek kelimenin ve gerekse bu ke­limenin delâlet ettiği zihnî kavramın İmam'ın saydığı niteliklerle nitelenmeleri anlamsızdır. Bunun böy­le olduğu açıktır. İmam'ın daha sonraki sözleri de bu amaca uygun değildir. Buna göre İmam'ın isimden maksadı, eğer ortada bir kelime varsa, o kelimenin işaret ettiği dış gerçektir. Açıktır ki, bu anlamdaki isim, özellikle onun Allah, Tebareke ve Teâlâ şeklinde üçe ayrılışı göz önüne alındığında, ya yüce zatın kendisi veya onunla birlikte var olan ve asla onun dışında olmayandır.

        İmam, "bir isim yarattı" diyerek bu ismin yaratılmışlığından söz ediyor. Ne var ki, bu yaratma­dan maksat, yaratma fiilinin bilinen anlamı değildir. Bununla kastedilen anlam, yüce zatın, isimlerden bir ismin ortaya çıkmasını sağlayacak şekilde belirmesidir. O takdirde bu rivayet yukarıda yaptığımız şu açıklama ile uyuşur: O açıklamada demiştik ki: Allah'ın isimleri birbirine dayanır. Bazıları diğer bazılarının sübutuna aracıdır. Sonunda hepsi öyle bir isme varıp dayanır ki, bunun belli olması, belli olmaması ile aynıdır; yüce zatın o isimle kayıtlanması, hiçbir kayıtla kayıtlanması ile aynı anlama gelir.

        İmam'ın, "Açığa vurulan isimler ise Allah, Tebareke ve Teâlâ isimleridir." sözü, bütün özel ke­mal yönlerinin varıp dayandığı ve yaratıkların bütün ihtiyaç yönlerinden muhtaç oldukları genel yönle­re yönelik bir işarettir. Bu genel yönler üç tanedir. Birincisi, Allah'ın zatının bütün kemalleri bir araya toplamış olması yönüdür. Bu, "Allah" isminin delâlet ettiği yöndür. Öbürü, kemal sıfatlarının ve iyilik­lere ve bereketlere kaynak olmanın sabit olması yönüdür. Bu yöne "Tebareke" ismi delâlet eder. Bir diğe­ri, noksanlıkların olmaması ve ihtiyaçların bulunmaması yönüdür. Buna da "Teâlâ" ismi delâlet eder.

        İmam'ın "onlara mensup fiil olarak" sözündeki "onlara" zamiri, isimlere dönüktür. Bu sözü ile yukarıda değindiğimiz isimlerin birbirinden çıktığı gerçeğine işaret ediyor. "Bu isimler ve üç yüz altmış sayısını buluncaya kadar diğer en güzel isimler" sözü, yüce Allah'ın isimlerin doksan dokuz sayısı ile sınırlı olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

        İmam, "O üç isim ise, rükünleri ve perdeleridir." diyor. Bu sözlerin anlamı şudur: Gizli ve saklı olan dördüncü isim, isim olması hasebi ile yüce zatın bir belirlenmesi ve açığa çıkmasıdır. Zatı itibariy­le gizli ve ortaya çıkmaz olması hasebi ile de onun ortaya çıkışı ortaya çıkmamasının, belirlenmesi belirlenmemesinin aynısıdır. Biz bu gerçeği bazen şöyle dile getiririz: Yüce Allah sınır yokluğu da dahil olmak üzere hiçbir sınırla sınırlı değildir, sıfat yokluğu da dahil olmak üzere hiçbir sıfat O'nu kapsa­maz. Bu da, biz insanların bir nitelemesidir. Oysa yüce zat, bu nitelemeden daha yüce ve daha büyüktür.

        Bu gerçek, bütün kemal sıfatlarını bir araya toplayan yüce zata işaret eden "Allah" isminin, za­tın ve bu gizli ve saklı dördüncü ismin altında zatın isimlerinden biri olmasını gerektirir. "Tebareke" ve "Teâlâ" isimleri de öyle. Bu üç isim bir arada, biri öbüründen önde olmaksızın o gizli isminin perdeleri ve örtüleridir. Bu üç perde isim, perdelenen dördüncü isimle birlikte hepsi zatın altındadır. Zatın kendisine gelince, ona hiçbir işaret varmaz, hiçbir ifadenin kapsamına girmez. Çünkü onu ima eden her işaret, ondan söz eden her ifade isimlerden bir isimdir ve o isim de anlattığımız şekilde sınırlıdır. Oysa yüce zat bundan ulu ve üstündür.

        İmam'ın "İşte "De ki: İster Allah'ı çağırın, ister Rahman'ı çağırın. Hangisini çağırırsanız çağırın, en güzel isimler O'nundur." ayetinin anlamı budur." şeklindeki sözünden şöyle yararlanabili­riz: Ayetteki "felehu=O'nundur" ibaresindeki zamir "eyyen=hangisini" kelimesi ile bağlantılıdır ki, bu kelime kinayelerden olan bir şart ismidir. Bu kelimenin anlamındaki tek belirlilik, belirliliğin yokluğu­dur. Açıktır ki, ayette "Rahman" ve "Allah" kelimeleri ile bu kelimelerin kendileri değil, bu iki kelime­nin işaret ettiği dış gerçek kastediliyor. Bu yüzden "İster Allah ismi ile ister Rahman ismi ile çağırın" denmemiş, "İster Allah'ı çağırın, ister Rahman'ı çağırın..." buyrulmuştur. Buna göre ayetin demek istediği şudur: Bu isimlerin hepsi kendisinden hiç haberdar olmadığımız, hiçbir işaretin yöneltilemeyeceği bir makama ait ve mensuptur. O'na yönelik tek haber ve işaret, hiçbir haberin ve hiçbir işaretin ol­mamasıdır. Bu gerçeği iyi anlamak gerekir.

        Bu rivayette "Tebareke," "Teala" ve "O'nu uyuklama ve uyku tutmaz" ifadeleri de Allah'ın ismi olarak geçiyor. Bu, sıfatlarından biri ile anılan zata delâlet eden her şeyin isim olarak ele alındığını gös­teriyor. Yoksa ismin bir edebî terim olarak anlamı kastedilmemiştir.

        Bu rivayet, genel incelemelerin ve alışılan anlayışların üzerinde ve uzağında olan bir meseleye işaret eden seçkin rivayetlerden biridir. Bundan dolayı bu rivayeti açıklarken sadece işaretlerle yetin­dik. Rivayetin tam bir açıklaması ise konumuzun sınırlarını aşan, geniş bir inceleme ile gerçekleşebilir. Yalnız bu konuda yapılacak inceleme, "Allah'ın İsimlerinin ve Sıfatlarının Bize ve Birbirine Nispeti" ["Zati Sıfatlar Ve Fiili Sıfatlar Hakkında" babının dip notu] hakkında yaptığımız incelemenin çerçeve­sini aşmaz. Okuyucuya tavsiyem, bu meselenin kafasında iyice aydınlanmasını sağlaymcaya kadar o incelememizi dikkatli bir şekilde irdelemesidir. Başarı Allah'tandır. [el-Mîzan, c.8, s.508-510]




        Yorum


          #94
          Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

          2-(303) ...îbn Sinan şöyle rivayet etmiştir:

          Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a sordum: Allah varlıkları yaratmadan önce kendini biliyor muydu?

          -«Evet.» dedi.

          Dedim ki: Kendini görüyor, işitiyor muydu?

          Dedi ki: «Buna ihtiyacı yoktu; çünkü O'na bir sorusu ve O'ndan bir isteği yoktu. O, kendisiydi, kendisi de O'ydu. Kudreti yürürlükteydi. Kendini adlandırma­ya ihtiyaç duymuyordu; ancak O, başkalarının kendisini çağırmaları için kendine isimler koymayı öngördü. Eğer O, ismiyle çağırılmasaydı bilinmezdi.

          Kendisi için ilk seçtiği isimler: el-Aliy (yüce), el-Azîm (büyük) isimleri oldu. Çünkü O, bütün varlıklardan daha yücedir. Bunun anlamı şudur: O, Allah'tır, adı da el-Aliyy ve el-Azîm'dir. Bu, O'nun ilk ismidir. Her şeyden üstün ve yüce.»


          Yorum


            #95
            Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

            3-(304) ...Muhammed b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:

            İmam'a (aleyhisselâm), "İsim nedir?" diye sordum.

            Buyurdu ki: «Vasfedilenin sıfatıdır.»

            Yorum


              #96
              Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

              4-(305) ...Abdul-A'lâ Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

              «Allah'ın ismi Onun gayrisidir, O değildir. Ad konulan her varlık "şey"dir. Allah hariç, her şey de yaratılmıştır... Dillerin ifade ettiği ve ellerin işlediği (yazdığı) şeyler (Allah sözcüğü) mahlûkturlar. Allah sözcüğü Onu gösteren işaretlerden biridir.

              Gayeyi gösteren işaretler işaret edilen gayenin kendisi değildirler. Çünkü işa­retler vasfedilirler. Vasfedilen şeyler yapılmıştırlar. Fakat eşyayı yaratan zât, müsemma sınırıyla vasfedilmiş değildir. Oluşturulmuş değildir ki, oluşumu başka bir oluşumla bilinsin. İnsanlar O'nu tanıma hususunda hangi sona ulaşırlarsa Allah bun­dan gayrisidir. Bu hükmü anlayan kimse ebediyen sürçmez. Bu, yalın tevhiddir.

              Allah'ın izniyle O'nu arayın, O'nu tasdik edin, O'nu doğru anlayın. Allah'ı bir hicapla, bir suretle veya bir örnekle bildiğini iddia eden bir kimse müşriktir; çünkü O'nun hicabı, örneği ve sureti O'nun gayrisidir. Bilâkis Allah birdir, birlenmesi gere­kendir. O'nu başkasıyla bildiğini iddia eden bir kimse O'nu nasıl birlemiş olur? Allah 'ı ancak Allah ile bilen bilmiştir. O'nu, O'nunla bilmeyen, O'nu bilmemiştir, olsa ol­sa O'ndan başkasını bilmiştir. Yaratıcı ile yaratılan arasında bir şey yoktur.
              [29] Eşyanın yaratıcısı Allah, bir şeyden olmuş değildir. Allah isimleriyle adlandırılır; ama o, isimlerden gayrıdır, isimler de O'nun gayrisidir.»

              [29]- Tuheful Ukûl’de geçen Sedir hadisinden iktibas ettiğimiz bu metin Cafer Sadık (a.s)'ın kelamındandır: «Allah'ı, kalbi vehim ve zan yoluyla (zihnî ve fikrî tasavvurlarla) tanıyabildiğini zanneden müşriktir.» "Eğer Allah'ı kendisinden başka bir yolla tanımak mümkün olsa farz edilen bu vasıta ya O’nun mahlûkudur ya da değildir. Eğer mahlûkudur denilirse karşıt bir şeyle bir diğer karşıtı tanımaktan söz edilmiş olur ki, bu muhaldir. Yok, eğer mahlûk değildir denilirse o zaman da mahlûkla halik -yara­tılanla yaratan- arasında bir vasıta -ve tabiî ki üçüncü bir varlık- farz edilmiş demektir ki bu da imkânsızdır. O halde Sübhan Hak Teâlâ, kendisinden başka bir şeyle -vasıtayla- tanınamaz." [s. 115]

              «Allah'ı isimlendirilen yoluyla değil, isim yoluyla tanıdığım zanneden O'na ta'n ettiğini itiraf et­mektedir. Zira isim, hadis bir fenomendir sonradan ortaya çıkmıştır, o halde böyle biri Allah'ı da hadis -sonradan var olmuş- kabul etmiş olmaktadır. İsimle, isimlendirilen şeye birlikte tapınmakta olduğunu zanneden biri Allah'a ortak koşuyor demektir. Her kim Allah'ı tavsif ve sıfat yoluyla tanıyıp bu tanıyış­la O'na tapındığını zanneder de vasfolunanı bulup görmeksizin ve idrak etmeksizin tanıdığını sanacak olursa işi gaipliğe -ve neticede mahdudiyete- dökmüş olur, oysaki Allah Teâlâ gaip değildir. Sıfatla mevsufa -sıfatlandırılana- birlikte tapındığını zanneden kimse tevhidi geçersiz saymış olur, zira sıfat sı­fatlandırılan şeyden farklıdır. Her kim mevsuf -sıfatlandırılan sıfata nispet vererek ona bu yolla tapın­dığını sanırsa büyüğü küçük saymış ve Allah'ı, layık olduğu konumda görememiştir.»

              Bunun üzerine "peki, tevhid yolu nasıldır?" diye sorulunca İmam şu cevabı verdi: «Bu konuşu­labilir, bu çıkmazı aşmanın yolu vardır -yani gerçek anlamda tanıtılacak olursa herhangi bir engel yok­tur.- Zira hazır, nazır ve şahid olanın bizzat kendisi -zatı- sıfatından önce tanınıp bilinir; gaib olanın ise sıfatı kendisinden önce tanınıp bilinir.» "Hazır ve şahidin, kendi sıfatından önce bilinmesini açıklama­sınız?" diye sorulunca İmam şu cevabı verdi: «Yani O'nu tanımak ilmini bilmeli ve kendini O'nunla ta­nımalısın; kendini kendin aracılığıyla tanıyıp da onda var olan her şeyin Allah'tan olduğunu ve Allah tarafından var edildiğini anlayarak değil! Tıpkı Yusuf’un kardeşlerinin onu tanıyıp ta "Sen Yusuf değil-misin?" diye sormaları ve onunda "Ben Yusuf um, bu da benim kardeşim..." demesi gibi...

              Kardeşleri, Yusuf u bizzat kendisi ve zatıyla tanıdılar; başka bir vasıtayla -veya tavsif ve nakille-değil, keza zihnî tavsifler, düşünce ve hesaplarla da değil!...» Görüldüğü gibi bu hadis çok net olarak şunu demektedir: Münezzeh Hak Tealâ'yı duyu, his ve düşünce dışında bir yolla tanımak -O'ndan gayrisi için- mümkün ve kolaydır -ki gerçek tanıyış budur- bu durumda münezzeh Hak Tealâ bizzat kendisiyle tanınmış olacak ve o zaman her şey -hatta bizzat tanıyan ve tanıtan da- Hak Tealâ ile tanınacaktır...

              «Yarattığıyla O'nun arasında, bizzat yarattığından başka hicab yoktur.» [Saduk, Tevhid] hadisiyle bu hadisi yan-yana koyduğumuzda şu gerçek çıkar ortaya; bu tür gerçek "tanıma ve marifet'e engel olan şey, insanoğlunun benliği ve dünyaya düşkünlüğüdür. Nitekim çevresindeki her şeyi hatta kendisini bile unutabilmeyi başarıp Rabbu'l-Âlemi’nin dergâhına yönelirse gerçek marifete ulaşacak ve O'nu bilip tanıyabilecektir. Şia ve Sünni hadis kaynaklarında geçen meşhur "Nefsini .-kendini- tanıyan, Rabbini tanır." mealindeki hadiste kast olunan tanıma "nefsinin acziyet, ihtiyaç ve hiçliğini" tanımadır; nelere ve ne gibi kemallere sahip olduğunu değil... Aksi takdirde gerçek tanıyış ve marifetten mahrum olunacak ve izler, deliller, eserler vasıtasıyla tanıma olan "fikrî ve zihnî yollarla gaib olanı arama" ma­rifetiyle oyalanıp durulacaktır. [Söyleşiler, Allâme Tabatabaî ve Henri Corbin, s.143-145]




              Yorum


                #97
                Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                17) İSİMLERİN MANALARI VE TÜREYİŞLERİ BABI

                1-(306) ...Abdullah b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:

                Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a "Bismillâhirrahmanirrahim" in tefsirini sordum.

                Buyurdu ki: «"Ba" harfi bahaullah (Allah'ın parlaklığını), "sin" harfi senâullah (yüksekliğini) ve "mim" harfi mecdullah (ululuğunu) sembolize eder.»

                Bazıları da şöyle rivayet etmişlerdir: «"Mim" harfi, Allah'ın mülkünü sembo­lize eder. Allah, her şeyin ilâhıdır. Rahman, bütün kullarına merhamet eder. Rahîm, özel olarak mü'minlere merhamet eder.»


                Yorum


                  #98
                  Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                  2-(307) ...Nadr b. Suveyd, Hişam b. Hakem'in Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a Allah'ın isimleri ve bu isimlerin türeyişleri ile ilgili bir soru sorduğunu ve İmam'ın da ona şu cevabı verdiğini rivayet etmiştir:

                  - "Allah sözcüğü hangi kökten türemiştir?"

                  - Buyurdu ki: «Ey Hişam. Allah sözcüğü ilâh sözcüğünden türemiştir. İlâh sözcüğü ise, ilâh edinilen birinin varlığını gerektirmektedir.

                  İsim, isimlendirilenin gayrisidir. Anlamdan ayrı olarak isme ibadet eden kim­se küfre girmiş ve hiçbir şeye tapmamıştır. İsme ve anlama ibadet eden kimse şirk koşmuş ve iki ilâha tapmış olur. İsimden ayrı olarak sadece "anlama" ibadet eden kimse salt tevhidi benimsemiştir. Anladın mı ey Hişam?»

                  Dedim ki: Daha fazla açıklama yap.

                  Buyurdu ki: «Allah'ın doksan dokuz
                  [30] ismi vardır. Eğer isim, isimlendirilen ol­saydı o zaman bu isimlerin her biri ilâh olurdu. Fakat Allah anlamdır, bu isimlerle O'na işaret edilir ve tümü de O'nun gayrisidir. Ey Hişam! Ekmek, yenen bir madde­nin adıdır; su da içilen bir maddenin adıdır. Giysi, giyilen bir maddenin adıdır. Ateş, yakıcı bir maddenin adıdır. Ey Hişam! İnançlarım savunacak, Allah Azze ve Celle'den başka ilâhlar edinen düşmanlarımızla tartışacak kadar anladın mı?»

                  - "Evet." dedim.

                  Buyurdu:«Allah seni bundan yararlandırsın, ayaklarını sabit kılsın ey Hişam!»

                  Hişam der ki: Allah'a yemin ederim ki, İmam'ın yanından ayrıldığım o gün­den sonra hiç kimse tevhid konusunda beni alt edemedi.



                  [30]- [302 numaralı hadiste] "Bu isimler ve üç yüz altmış sayısını buluncaya kadar diğer en güzel isimler" sözü, yüce Allah'ın isimlerin doksan dokuz sayısı ile sınırlı olmadığını açıkça ortaya koymak­tadır. Bu rivayetler olsa olsa şuna delil olur. Yüce Allah'ın isimleri içinde doksan dokuz tanesi özel bir nitelik taşır ve kim bunlarla dua ederse duası kabul olur... Kur'ân'da Esma'ul-Husna'nın sayısını belirle­yen bir delil yoktur. Tersine "O kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. En güzel isimler Onun­dur." (Tâhâ, 8), "En güzel isimler Allah'ındır; O'nu onlarla çağırın (ibadet edin)." (A'raf, 180), "En güzel isimler O'nundur. Gökteki ve yerdeki bütün varlıklar. O'nu noksanlıklardan tenzih ederler." (Haşr, 24) ayetleri ile bunlara benzer diğer ayetler gösteriyor ki, varlık âlemindeki anlamca en güzel isimler yüce Allah'a aittir. Buna göre Esma'ul-Husna hiçbir sayı ile sınırlanamaz. Kur'ân'da zikredilen Esma'ul-Husna'nın sayısı yüz yirmi yedidir. [el-Mîzan, c.8, s.509, 507, 499, 500]



                  Yorum


                    #99
                    Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                    3-(308) ...Hasan b. Raşid, Ebu'l-Hasan Musa b. Cafer (aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

                    İmam'a "Allah" sözcüğünün anlamı hakkında bir soru soruldu. Buyurdu ki: «Büyük küçük her şeye egemen demektir.»

                    Yorum


                      Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                      4-(309) ...Abbas b. Hilâl şöyle rivayet etmiştir:

                      İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a "Allah göklerin ve yerin nurudur..." (Nur, 35) ayetinin anlamını sordum.

                      Buyurdu ki:«Göklerdeki varlıklara yol gösterir yerdeki varlıklara yol gösterir» el-Berkî kanalıyla gelen rivayette ise İmam'ın şöyle buyurduğu belirtiliyor: «Gökteki varlıklara yol gösterdi, yerdeki varlıklara yol gösterdi.»


                      Yorum


                        Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                        5-(310) ...İbn Ebu Ya'fur şöyle rivayet etmiştir:

                        Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a "O ilktir, O, sondur." (Hadîd, 3) ayetinin anlamını sordum. Dedim ki: Al­lah'ın 'ilk' olmasını öğrendik, bize Allah'ın 'son' olmasının ne anlama geldiğini açıkla

                        Buyurdu ki: «Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın dışında hiçbir şey yoktur ki bo­zulmasın, değişmesin veya değişikliğe uğrayıp yok olmasın, ya da renkten renge, biçimden biçime, nitelikten niteliğe girmesin, çokluktan azlığa, azlıktan çokluğa geçmesin. Allah her zaman vardır ve hep aynı durumdadır. O her şeyden önce var olan ilktir ve her şeyden sonra var olmaya devam edecek sondur. Başkalarında oldu­ğu gibi O'nun nitelikleri ve isimleri değişmez. Söz gelimi insan, bir keresinde toprak olur, bir keresinde et ve kan olur, bir keresinde çürüyüp un ufak olmuş kemik olur.

                        Örneğin: el-Busr (hurma koruğu), bir keresinde el-Belh (henüz olmamış alacalı hurma) olur. Bir keresinde el-Busru (taze hurma) olur, bir keresinde er-Rutab (olgun ta­ze hurma) olur, bir keresinde et-temr (hurma) olur. Her defasında ismi ve niteliği de­ğişir; ama Allah Celle ve Azze açısından bunun tam tersi geçerlidir.»


                        Yorum


                          Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                          6-(311) ...Meymun el-Bani şöyle rivayet etmiştir:

                          "O ilktir, O sondur." (Hadîd, 3) Ayetiyle ilgili bir soruya Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şu cevabı verdiğini duydum:

                          «İlktir; ama kendinden önce var olan bir şeyden itibaren ilki değildir. Öncesin­den yer alan bir zamandan itibaren var olmaya başlamamıştır. Ya da mahlûkların nite­likleri için öngörüldüğü gibi belli bir nihayete doğru son değildir. Bilâkis Allah ka­dîmdir, ilktir, sondur. Her zaman vardır, yok olmaz, başlangıcı ve sonu yoktur. Onda sonradan olma olgusu yaşanmaz, bir halden bir hale geçmez. Her şeyin yaratıcısıdır»
                          [31]


                          [31]- Öncelik ve sonralıktan maksat, zamansal öncelik ve sonralık değildir. Dolayısıyla, "iki ucu sonsuz bir zamansal doğru vardır ve âlem bu doğrunun bir parçasında vakidir, bu zamansal doğrunun iki tarafı ise âlemden soyut haldedir. Allah'ın varlığı ise, bütün zamana tekabül etmektedir, zamansal doğrunun, iki tarafı itibariyle Allah'ın varlığından hali olduğu bir noktası yoktur. Yani zamansal doğrunun uçları nihayetsize doğru gidecek olurlarsa, Allah'ın varlığı bir zaman âlemden önce olacak, bir zaman da âlemden sonra olacaktır." şeklinde bir anlam çıkarılamaz. Eğer böyle olursa, yüce Allah, yenilenen her zamanın değişmesiyle birlikte zatı ve durumu itibariyle değişikliğe uğrardı. Allah'ın ön­celiği ve sonralığı da zamana tabi olurdu. Dolayısıyla asıl ilk ve son olan Allah değil, zaman olurdu.

                          Aynı açıklama geçerli olmak üzere Allah'ın zahirliği ve batınlığı da mekânsal değildir. Bilakis Allah, aşkın zatı itibariyle varsayılan her şeyin önündedir, zatı itibariyle varsayılan her şeyin sonudur. Aynı anlam ve değerlendirme ile zahir ve batındır. Zaman Onun tarafından yaratılmış, Ondan sonradır.

                          Ezeliyetin hakikati, Allah'ın zatı ve sıfatının sonsuz ve sınırsız oluşudur. Ondan önce olmuş olan bir şeyin sonrasında olmadığı açısından bakıldığında, bu Onun ezeliyeti olur. [Ezeliyet: Bir öncenin son­rasında olmayış.] Ondan sonra olacak olan bir şeyin öncesinde olmadığı açısından bakıldığında, bu O-nun ebediyeti olur. [Ebediyet: Bir sonranın öncesinde olmayış.] Her iki açıdan bakıldığında da, bu Onun devamlılığı, sürekliliği olur. [Devamlılık: Bir öncenin sonrasında ve bir sonranın öncesinde olmayış]

                          Yüce Allah'ın ezeliyetini, "Zamanın sonsuzluğunda bir zamanlar vardı ki, yaratıklardan ne bir haber vardı, ne bir iz; fakat yüce Allah vardı. Böylece yüce Allah sonsuz zamanlarda, sonradan meyda­na gelmiş olan yaratıklarından öncedir." şeklindeki açıklama büyük bir hata ve rezalettir ki, birçokları buna duçar olmuştur. Oysa hareket hâlinde olanların hareketinin miktarından ibaret olan "zaman" nere­de, yüce Allah'ın ezeliyetinde O'na ortak olma nerede?! [el-Mîzan, (Hadid, 3) Tefsir; c.6, s.127]




                          Yorum


                            Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                            7-(312) ...Ebu Haşim el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

                            Ebu Cafer-i Sâni (Muhammed b. Ali el-Cevâd aleyhisselâm)'ın yanındaydım. Bir adam ona bir soru sordu ve dedi ki: "Allah Tebareke ve Tealâ'nın kitabında Onun ba­zı isim ve sıfatlarından bahsediliyor. Bu isim ve sıfatlar Allah'ın kendisi midirler?"

                            Ebu Cafer (aleyhisselâm) buyurdu ki:

                            «Bu sözlerin iki boyutu vardır. Eğer sen, bunlar O mudur? Derken O'nun sayı­sal anlamda çokluk olup olmadığını soruyorsan yüce Allah bundan münezzehtir. Şa­yet, bu isim ve sıfatların her zaman var olduklarını kastediyorsan "her zaman olmak"ın iki anlamı vardır. Şayet bunların Allah katında bilgisi dâhilinde olduklarını, Allah 'in bu isim ve niteliklere müstahak olduğunu kastediyorsan bu söylediğin doğrudur.

                            Şayet sen, bu isim ve sıfatların tasvirlerinin, hecelenişlerinin ve harflerinin her zaman var olduklarını kastediyorsan Allah ile beraber başkasının var olduğunu tasav­vur etmekten Allah'a sığınırız. Bilâkis Allah vardı, yaratılmışlar yoktu.

                            Sonra bu isim ve sıfatları kendisiyle yarattığı varlıklar arasında birer aracı ol­maları için yarattı ki, yaratılmışlar bunlar aracılığıyla O'na yakarıp dua etsinler, O'na kulluk sunsunlar. Buna Allah'ı zikretme diyebiliriz. Allah vardı ve zikretme yok­tu. Zikir ile anılan, her zaman var olan kadîm Allah'tır.

                            İsim ve sıfatlar ise mahlûkturlar. Bunların anlamları ve maksatları ise farklı­laşma ve kaynaşma şanına yakışmayan yüce Allah'tır. Ancak bölünen bir madde farklılaşır ve birleşip kaynaşır. "Allah birleşimdir. Allah azdır veya çoktur." dene­mez. O, zatıyla kadîmdir. Çünkü "bir"in dışındaki her şey bölünür. Allah ise birdir, bölünmez, azlık ve çoklukla tasavvur edilmez. Bölünen veya azlık ve çoklukla nite­lenen her şey mahlûktur ve yaratıcısına delâlet eder.

                            "Allah her şeye güç yetirir." dediğin zaman O'nu hiçbir şeyin aciz bırakmaya­cağını anlatmış oluyorsun. Böylece kullandığın ifadeyle acizliği O'ndan olumsuzlamış, acizliği O'nun gayrisi kılmış olursun.

                            Aynı şekilde "Allah âlimdir." dediğin zaman da, telâffuz ettiğin sözle cehaleti O'ndan olumsuzlamış ve cehaleti O'nun gayrisi kılmış olursun. Allah her şeyi yok ettiği zaman sureti, heceleri ve teker teker harfleri de yok eder. İlmi her zaman var­ olan Allah hep vardır.» Bunun üzerine adam şöyle dedi:

                            Öyleyse Rabbimizi nasıl işiten olarak isimlendiriyoruz?

                            Buyurdu ki: «Çünkü kulaklarla algılanan şeyler O'na saklı kalmaz. Biz O'nu, başta bulunan kulak şeklinde anlaşılan bir organla nitelendirmiyoruz. Aynı şekilde O'nu gören olarak da nitelendiriyoruz; çünkü gözlerle görülen renk, cisim gibi şeyler O'na saklı kalmaz. Fakat O'nu görme organı gözle nitelendirmeyiz. Aynı şekilde sivrisinek ve ondan daha küçük şeyleri, onların gelişip serpilme yerlerini, şuurlarını, cinsel arzularını, yavrularına karşı şefkatli oluşlarını, bazısının bazısıyla birleşmesi­ni, dağlarda, çöllerde, vadilerde, ıssız yerlerdeki yavrularına yiyecek ve içecek götü­rüşlerini bilen latîf ilminden dolayı O'nu latîf olarak da isimlendiririz. Bundan dola­yı sivrisineğin ve ondan daha küçük başka varlıkların yaratıcısının keyfiyetsiz olarak latîf olduğunu biliriz. Keyfiyet, şekillendirilen, biçim verilen mahlûklar için geçerli bir durumdur. Sonra Rabbimizi kuvvetli olarak isimlendiririz; ama yaratılmış varlık­larda gözlemlediğimiz türden şiddetle vurup kapma anlamında bir kuvvet değil. Eğer Allah'ın kuvveti, kulların sahip olduğu anlamda şiddetle vurup kapma niteliğine sa­hip bir kuvvet olsaydı o zaman kuvvetler arasında benzerlik meydana gelirdi ve kuv­vette artma ihtimali baş gösterirdi. Bir şey de artma ihtimali varsa eksilme ihtimali de vardır. Eksik olan ise kadîm olmaz. Bir şey kadîm değilse acizdir. Dolayısıyla bizim Rabbimiz Tebareke ve Teâlâ’nın benzeri, karşıtı, eşi, keyfiyeti, sonu yoktur ve gözlerle görülmez. Gönüllerin O'nu bir şeye benzetmeleri, zihinlerin O'na sınır biç­meleri, vicdanların O'nu oluşum gibi tasavvur etmeleri haramdır. O, yarattıklarının aletlerine, var ettiklerinin özelliklerine sahip olmaktan yücedir, uludur, büyüktür.»

                            Yorum


                              Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                              8-(313) Ali b. Muhammed, Sehl b. Ziyad'dan, o İbn Mahbub'dan, o kendisine anlatan birinden, o Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

                              Bir adam İmam'ın yanında: "Allah-u Ekber: Allah daha büyüktür." dedi. İmam: «Allah kimden, hangi şeyden daha büyüktür?» diye sordu. Adam: Allah her şeyden daha büyüktür.

                              Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Allah'a sınır biçmiş oldun.» Adam: "Peki, nasıl söylemeliyim?" diye sordu. Buyurdu ki: «Allah vasfedilmekten büyüktür de.»


                              Yorum


                                Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                                9-(314) ...Cumey'l b. Umeyr şöyle rivayet etmiştir:

                                Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki: «Allah-u Ekber ne demektir?»

                                Dedim ki: Allah her şeyden büyüktür.

                                Dedi ki: «Orada bir şey mi var ki, Allah ondan büyük olsun?»

                                Dedim ki: O halde nedir?

                                Buyurdu ki: «Allah vasfedilmekten büyüktür.»


                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X