Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

    2-(344) ...İbrahim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

    «Allah'ın ismi kutludur, zikri uludur ve övgüsü yücedir. O'nu tenzih ederiz. O, kutsaldır, birdir, tektir. Hep vardır, hiçbir zaman yok olmayacaktır. O, Evvel, Ahir, Zahir ve Batındır. Önceliğinin öncesi yoktur. Ululuğun en yüceliğinde yüksek­tir. Rükünleri yücedir. Kurduğu evren binası yüksektir ve egemenliği büyüktür. Nimetleri geniş, yüceliği parlaktır. Vasfedenler, sıfatlarının derinliğini kavramaktan acizdirler. İlâhî bilgileri taşımaya güç yetiremezler. Sınırlarını belirleyemezler. Çün­kü keyfiyet esaslı bir açıklamayla O'nun nihayetine ulaşmak mümkün değildir.»

    Yorum


      Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

      3-(345) ...Feth b. Yezid el-Curcanî şöyle rivayet etmiştir:

      Mekke'den dönüp Horasan'a gittiğim bir sırada Irak'a doğru giden İmam Ebu'l Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm) ile karşılaştım. Onun şöyle dediğini duydum:

      «Kim Allah'tan korkup sakınırsa başkaları da onun heybetinden ürker. Kim Allah'a itaat ederse başkaları da ona itaat eder.» Ben yavaşça ona doğru yaklaştım ve selâm verdim. Selâmımı aldı sonra şöyle dedi:

      «Ey Feth! Yaratıcıyı razı eden yaratılmışların öfkesine aldırış etmemelidir. Allah'ı öfkelendiren kimseye de Allah, yaratılmışların öfkesini yöneltse yeridir. Ya­ratıcı; ancak O'nun kendini vasfettiği gibi vasfedilir. Duyuların algılamaktan, vehim­lerin kavramaktan, zihinlerin sınırlandırmaktan, görüşlerin ihata etmekten aciz ol­dukları bir zâtı vasfetmek mümkün müdür? O, vasfedenlerin vasfedişlerinden ulu­dur, niteleyenlerin niteleyişlerinden yücedir. Yakınlığından uzaktır, uzaklığından ya­kındır. Yakınlığının aynısından uzaktır. Nasılı nasıl kılan (keyfiyete keyfiyet veren) O'dur. O'nun hakkında "nasıldır?" denemez. "Nerede"ye neredelik (mekâna mekân olma özelliğini) veren O'dur; ama O'nun hakkında "nerededir?" sorusu sorulamaz. Çünkü O, nasıllıktan ve neredelikten uzaktır.»


      Yorum


        Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

        4-(346) Muhammed b. Ebu Abdullah merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

        Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm) Kûfe'de minberde halka hitab ettiği bir sırada Zi'lib adı verilen usta bir konuşmacı ve yürekli bir adam ayağa kalktı ve dedi ki: "Ey Emir'ül-Mü'minin, Rabbini gördün mü?"

        Dedi ki: «Ey Zi'lib, yazıklar olsun sana. Ben görmediğim bir Rabbe kulluk eder miyim?»

        Dedi ki: Ey Emir'ül-Mü'minin, O'nu nasıl gördün?

        Dedi ki: «Yazıklar olsun sana Zi'lib, gözler O'nu doğrudan gözlemlemek sek­ilinde göremezler. Fakat kalpler iman hakikatleriyle O'nu görürler. Yazıklar olsun sana ey Zi'lib, benim Rabbim latiftir; ama letafetle vasfedilemez. Ulular ulusudur; ama azametle vasfedilemez. Büyükler büyüğüdür; ama büyüklükle vasfedilmez. Celâlet sahibi uludur; ama irilikle vasfedilmez. Her şeyden öncedir. O'ndan önce bir şey var­dır, denemez. Her şeyden sonradır. O'ndan sonrası vardır, denemez. Şeyleri bir düşün­cenin sonucu olarak dilemiş değildir. Hilesiz, hurdasız idrak eder. Her şeydedir; ama -onlarla kaynaşmadan ve onlardan ayrılmadan. Zahirdir; ama doğrudan gözlemlen­mek anlamında değil. Belirgindir, ama görülmesinin peşinde olunmasına ihtiyacı yoktur. Uzaktır, bir mesafeyle değil. Yakındır, aynı civarda olmak suretiyle değil. Lâ­tiftir; ama cismani bir letafetle değil. Vardır; ama bu, yokluktan sonraki bir varlık değildir. Faildir, zorunluluktan değil. Bir hareket olmaksızın takdir eder. Düşünceye gerek olmadan irade eder. İşitir; ama bir aletle değil. Aracısız görür. Mekânlar O'nu içine alamaz, vakitler O'nu içeremez, sıfatlar O'nu sınırlandıramaz. Uyuklamaz. Olu­şu vakitlerden, varlığı yokluktan, öncesizliği başlangıçtan öncedir.

        Duyuları bahşetmesiyle hiç kimsenin O'nu duyumsayamayacağı bilindi. Cev­herleri var etmesiyle cevherinin olmadığı bilindi. Varlıkları zıtlar şeklinde yaratmasıyla O'nun zıddının olmadığı bilindi. Eşyayı birbirine eş yaratmasıyla eşinin olma­dığı bilindi. Karanlığı aydınlığın, yaşı kurunun, yumuşağı sertin, sıcağı soğuğun zıddı yaptı. Uyumsuzları kaynaştırdı,
        [43] uyumluları ayrıştırdı [44] Ayrışmaları ayrıştıralım; kaynaşmaları da kaynaştıranın varlığına delâlet etsin diye. Bir ayette şöyle buyrulmuştur: "İbret alırsınız diye her şeyi çift yarattık." (Zâriyat, 49)

        Önce ile sonranın arasını ayırdı ki öncesinin ve sonrasının olmadığı bilinsin. Varlıkların doğalarını, onları var edenin doğasının olmayışının bir kanıtı olarak var etmiştir. Varlıkları vakitlerle muvakkat kılmakla, onları vakitli kılanın bir vakte bağlı olmadığını göstermiştir. Varlıkların bir kısmını bir kısmına perde yapmıştır ki, O'nunla yarattığı varlıklar arasında bir perdenin olmadığı bilinsin. Kulluk sunacak kimsenin olmadığı bir zamanda Rab idi, tapacak kimsenin olmadığı bir zamanda ilâh idi, bilinecek nesnelerin olmadığı bir zamanda bilen idi ve işitilecek bir şeyin olma­dığı bir zamanda işiten idi.»
        [45]


        [43]- Ruh ve beden gibi

        [44]- Ölümden sonra bedenin çürümesi gibi

        [45]- İmam'ın (a.s) bu sözleri Allah'ın zatının ve zatıyla ilgili sıfatlarının birliğinin anlamım açıkla­mak için serdedilmiştir. Bu açıklamada Allah'ın zatının sonsuz ve sınırsız olduğu, dolayısıyla zatının karşısında hiçbir zatın bulunmadığı vurgulanmaktadır. Çünkü eğer böyle bir şey olsaydı, bu zat O'nu sınırlılıkla tehdit eder, ölçülülüğe mahkûm kılardı. Böyle bir şey olmadığına göre O her şeyi kuşatıcı­dır, her iş üstünde egemen güçtür. Böyle (sonsuz) bir varlığın zatından ayrışan bir sıfat da olmaz. Çün­kü bu durumda ezelîliği bozulmuş olur, sınırsızlığına halel gelir. [el-Mîzan, c.6, s. 133]


        Yorum


          Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

          5-(347) ...İsmail b. Kuteybe anlattı:

          Ben ve İsa Şelekan Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına gittik ve İmam kendisi söze başlayıp dedi ki: «Bazı insanlara hayret ediyorum. Bunlar Emir'-ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm)’ın hiçbir zaman söylemediği şeyleri ona mal ediyorlar.

          Emir'ül-Mü'minin Kûfe'de insanlara şöyle hitab etti: «Hamdini kullarına ilham eden, onları rububiyetini bilecek bir öz yaratılışla var eden Allah'a hamd olsun. Yarattıklarıyla kendi varlığını göstermiş, yarattıklarını sonradan var etmiş olmakla kendisinin öncesizliğini, yarattıklarını birbirine benzer kılmakla kendi benzersizliği­ni kanıtlamıştır. Ayetlerini kudretinin tanıkları olarak gözler önüne sermiştir.

          Zâtının vasfedilmesi imkânsızdır. Gözlerle görülmesi, vehimlerle ihata edil­mesi mümkün değildir. Varoluşunun başlangıcı, kalıcılığının sonu yoktur. Duyular O'nu algılayamaz. Perdeler O'nu örtemez. O'nunla yarattıkları arasındaki perde, on­ları yaratmış olmasıdır. Çünkü yarattıklarının zatları için mümkün olan, O'nun için imkânsızdır, O'nun için imkânsız olan da onlar için yerindedir. Çünkü yaratan yara­tılandan, sınırlayan sınırlandırılandan, Rab kulluk sunandan farklıdır, ayrıdır.

          Allah birdir; ama sayısal anlamda değil. Yaratıcıdır, organları hareket ettir­mek anlamında değil. Aracısız görür, aletlerin farklı olması söz konusu olmaksızın işitir. Hazırdır; ama cismani dokunuş tarzında değil. Gizlidir; ama bir perdenin arka­sında olmak suretiyle değil. Açık ve ayrıdır; ama arada mesafe olması şeklinde de­ğil. Ezelî oluşu fikirlerin istedikleri gibi at oynatmalarına engeldir. Devamlılığı akıl­ların dik başlılığını önler. Zâtının künhü, keskin gözleri tutsak etmiştir. Varlığı ve­himlerin kıvrımlarını ezip geçmiştir. Kim Allah'ı vasfederse, O'nu sınırlandırmış, O'­nu sınırlandıran O'nu saymış, O'nu sayan ezelîliğini geçersiz kılmıştır.

          O'nun hakkında: "Nerededir?" diyen, O'nun için bir son öngörmüştür. O'nun için: "Neyin üzerindedir?" diyen, bir yerlerde olmadığım tasavvur etmiştir. "Neyin içindedir?" diyen, O'nu bir şeye sokmuş gibi tasavvur etmiştir.»


          Yorum


            Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

            6-(348) ...Feth b. Abdullah rivayet ediyor:

            Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’a tevhid ile ilgili bazı sorular içeren bir mektup yazdım. Bana kendi el yazısıyla şu cevabı gönderdi:

            «Kullarına hamdini ilham eden Allah'a hamd olsun.»

            Sehl b. Ziyad'ın aktardığı rivayette yer alan ifadeleri: "Varlığı vehimlerin kıv­rımlarını ezip geçmiştir." İfadesine kadar aynen zikretmiştir.

            Fazladan şunları söylemiştir: «O'na boyun eğmenin ilk adımı O'nu bilmektir. O'nu eksiksiz bilmenin şekli O'nu birlemedir. O'nu kusursuz olarak birlemek için O'ndan sıfatları nefyetmek gerekir. Her sıfat mevsuftan (vasıflanan) ayrı olduğuna ve her mevsuf sıfattan ayrı olduğuna tanıklık eder. Bunların her biri diğerinin ezelî oluşunun imkânsız olduğuna tanıklık ederler. Allah'ı vasfeden, O'nu sınırlandırmış, O'nu sınırlandıran, O'nu saymış, O'nu sayan ezelîliğini geçersiz kılmış olur.

            O'nun hakkında: "Nasıldır?" diyen, O'nu vasfetmenin peşindedir.

            "Neyin içindedir?" diyen, O'nu bir şeyin kapsadığını tasavvur etmektedir.

            "Neyin üzerindedir?" diyen O'nu bilmemiştir.

            "Nerededir?" diyen, bir yerlerde olmadığım tasavvur etmektedir.

            "O, nedir?" diye soran, O'nu nitelemek istemiştir.

            "Nereye kadardır?" diyen, O'nun için son öngörmüştür.

            Bilinen bir şey yokken O, bilendi. Yaratılan bir şey yokken O, yaratıcıydı. Kulluk sunan kimse yokken O, Rab idi. Rabbimizi böyle vasfederiz. O, vasfedenlerin tüm nitelemelerinden münezzehtir.»
            [46]


            [46]- "Dinin başlangıcı Onu (Allah'ı) tanımaktır. Onu tanımanın kemâli, Onu doğrulamaktır. Onu doğrulamanın kemâli, Onu birlemektir. Onu birlemenin kemâli, sırf Ona yönelmektir (ihlâs). Sırf Ona yönelmenin (İhlâsın) kemâli, sıfatları Ondan nefyetmektir. Çünkü her sıfat, mevsuftan başka olduğunun tanığı, her mevsuf da sıfattan ayrı olduğunun şahididir. Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, Onu (o sıfata) yanaşık kılmış olur. Onu yanaşık kılan, Onu ikilemiş olur. Onu ikileyen, Onu parçalara bölmüş olur. Onu parçalara bölen, Onu tanımamış olur. Onu tanımayan, Ona işaret etmiş olur. Ona işaret eden, Onu sınırlamış olur. Onu sınırlayan, Onu sayıya sokmuş olur." (Nehc'ül-Belâğa, birinci hutbenin başları)

            Bu beyan, tevhit hakkında eşi-benzeri görülmemiş en güzel açıklamadır. Açıklamanın birinci bölümünün özü şudur: Allah'ı tanımanın kemâl yönündeki son aşaması, sıfatları O'ndan nefyetmektir.

            Birinci bölüme bina edilen ikinci bölümün, yani "Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, O'nu (o sıfata) yanaşık kılmış olur." ifadesinden sona kadar olan bölümün özü ise şudur:

            Yüce Allah'a birtakım sıfatlar ispat etmek, O'nun hakkında mümkün olmayan sınırlamaya bağlı sayısal birliği ispat etmeyi gerektirir. Bu iki mukaddimeden çıkan sonuç ise şudur: Allah'ı tanımanın kemâli, sayısal birliği O'ndan nefyedip, başka bir anlamdaki birliği O'nun hakkında ispat etmektir. Hz. Ali'nin (a.s) bu açıklamadan maksadı da işte bu anlamdaki birliği (tevhidi) ispat etmektir.

            Sıfatları Ondan nefyetmek konusuna gelince; Ali (a.s), "Dinin başlangıcı Onu tanımaktır." Şek­lindeki sözüyle bunu açıklamıştır. Çünkü açıktır ki, Allah'ı hiçbir şekilde tanımayan, daha din alanına girmemiştir. Tanıma, bazen tanımayla bağlantılı bir amelle ve tanımanın gereklerini yerine getirmekle birlikte olur, bazen de herhangi bir amelle birlikte olmaz. Bilindiği gibi amellerle arasında bir tür bağ­lantı bulunan bilgi, ancak onun amelî gerekleri yerine getirilirse, insanın öz benliğinde sabit ve kalıcı olur. Aksi takdirde, karşıt amelleri yapmakla bilgi zayıflamaya yüz tutarak silinip gider ya da hiçbir et­kisi olmayan faydasız bir şeye dönüşür. Ali (a.s) Nehc'ül-Belâğa'da da aktarılan bir sözünde bu konuda şöyle buyurur: "Bilgi amelle yan yanadır. Bilen amel eder. Bilgi, amele çağırır. Bilgi sahibi, bu çağrıya kulak verirse, (bilgi onda kalır) aksi takdirde ondan ayrılıp gider." (Nehc'ül-Belâğa, Kısa Sözler: 366)

            Bir şeye yönelik bilgi ve tanıma, ancak bilen ve tanıyan şahsın bilinen ve tanınan şeye samimi­yetle bağlanması ve bunu içine ve dışına, gönlüne ve davranışlarına yansıtmasıyla, yani ruhen ve cis­men onun karşısında eğilmesiyle kâmil olur. İnsanın içine ve dışına yayılan bu eğilmeye iman denir. Hz. Ali (a.s), "O'nu tanımanın kemâli, O'nu doğrulamaktır." sözüyle bu anlamı kastediyor.

            Her ne kadar "O'nu doğrulamak" olarak adlandırılan bu eğilme (huzu), putperestlerin hem Al­lah, hem de diğer ilâhlarının karşısında eğildikleri gibi, karşısında eğilen Rabbe ortak koşmakla da mümkünse de, ancak açıktır ki, başkalarından yüz çevirmedikçe bu eğilme tam ve eksiksiz bir eğilme sayılamaz. Dolayısıyla ilâhlardan biri karşısında eğilme, diğerlerinden yüz çevirme ve onlara bir tür baş kaldırma anlamını taşır. Böylece Allah'ı doğrulamak ve makamı karşısında eğilmek, ancak çok sayıda ilâhlar inancından vazgeçip onlara tapmaktan kaçınmakla kâmil olur. "O'nu doğrulamanın kemâli, O'nu birlemektir." sözü, bunu anlatmak istiyor.

            Birlemenin (tevhidin) de biri diğerinin üstünde çeşitli aşamaları vardır. En üst ve kâmil aşama­sı, tek ilâha, ilâhlık hakkını eksiksiz teslim etmekle gerçekleşir. Bunun için insanın O'nu "tek ilâh" ola­rak adlandırması yetmez. Varlık ve kemâl adına sahip olduğu -yaratma, rızık verme, diriltme, öldürme, verme, engelleme gibi- her şeyi bütünüyle O'na izafe etmesi gerekir. Bunun yanında eğilme ve tapmayı da O'na hasretmesi, O'na özgülemesi, başkası karşısında hiçbir veçhile eğilmemesi gerekir. Hatta ancak O'nun rahmetini ummalı, ancak O'nun gazabından korkmalı, ancak O'nun katındakine göz dikmeli ve ancak Onun kapısına yönelmelidir.

            Başka bir ifadeyle, ilim ve amelde, bilgi ve davranışta sırf O'na yönelmelidir (ihlâs). "Birleme­nin kemâli, sırf ona yönelmektir." ifadesinin anlamı budur.

            İnsan sırf Allah'a yönelerek ihlâs makamına erişip Allah'ın yardımıyla Allah'ın dostları arasına girdiği zaman, O'nu hakkıyla tanımaktan, büyüklüğü ve yüceliğine yaraşan bir sıfatla nitelemekten âciz olduğunu anlar. Hatta bazen yüce Allah'a yakıştırdığı sıfatların, karşılaştığı yapılmış ve yaratılmış şey­lerden algıladığı anlamlar ve gözlemlediği mümkün varlıkların analizinden ulaştığı kavramlar olduğunu görür. Oysa bu yolla algılanan anlamlar, birtakım sınırlı ve kayıtlı kavramlardır ki, birbirini iter, bir­biriyle karışma ve birleşmeyi kabul etmezler. Örnek olarak varlık, ilim, kudret, hayat, rızık, izzet, gına vs. kavramlarına bakabilirsiniz.

            Sınırlı kavramların birbirlerini itmesinin nedeni, her kavramın öteki kavramdan boşaltılmış ol­ması, öteki kavramı içermemesidir. İlim kavramı ile kudret kavramım ele alırsak, göreceğiz ki, ilmin anlamını tasavvur ettiğimiz zaman kudret anlamını içermeyen bir anlamı tasavvur ediyoruz. İlmin ifade ettiği anlamda kudretin anlamım bulamıyoruz. Aynı şekilde bir sıfat olarak ilmin anlamını tasavvur et­tiğimizde göreceğiz ki, onu, ilim sıfatına sahip olan zatın anlamından ayrı olarak düşünüyoruz.

            Bu kavramlar, bilgiler ve algılar, yüce Allah'a hakkıyla intibak etmekte, yüce Allah'ı olduğu gi­bi anlatmakta yetersiz kalırlar. Bu nedenle ihlâs makamına ermiş olan kimse, Rabbini vasfetmede tela­fisi mümkün olmayan aczini ve yetersizliğini ikrar etmekten başka bir çaresi olmadığını anlayarak dö­nüp ispat ettiğini nefyeder ve kurtuluşu olmayan bir hayrete düşer. Hz. Ali'nin sırf O'na yönelmenin (İhlâsın) kemâli, sıfatlan O'ndan nefyetmektir. Çünkü her sıfat mevsuftan başka olduğunun tanığı, her mevsuf da sıfattan ayrı olduğunun şahididir." şeklindeki sözünün anlamı budur.

            Hz. Ali'nin (a.s) bu sözlerinin hemen öncesinde hutbenin başındaki sözleri de bizim bu açıkla­mamızı desteklemektedir. Konu üzerinde derin düşünen zeki bir insan bunu teslim eder. Orada şöyle buyuruyor Hz. Ali (a.s): "O, öyle bir mabuttur ki, himmetler yücelere çıkmakla O'nu idrak edemez. Üs­tün zekâlar derinlere dalmakla O'na ulaşamaz. O, öyle bir mabuttur ki, sıfatının belirli bir sınırı, mevcut bir niteliği, sayılı bir vakti ve süreli bir müddeti yoktur."

            "Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, O'nu (o sıfata) yanaşık kılmış olur." ifadesinden sona kadar olan sözleriyle de Hz. Ali (a.s), sıfat ispat etmeyi çözümleme yoluyla, yüce Allah'ın sınırı olmadığı ve sayı­ya sığdırılmayacağı sonucuna varıyor. Tıpkı birinci bölümdeki sözleriyle tanıma ve bilmeyi çözümleme yoluyla sıfatı nefyetme sonucuna vardığı gibi.

            Böylece Allah'a sıfat yakıştırmaya kalkışan, Onu o sıfata yanaştırmış, o sıfatla yan yana koy­muş olur. Çünkü bilindiği gibi sıfat ile mevsuf ayrı ayrı şeylerdir. İki ayrı şeyi bir araya toplamak, onla­rı birbirine yanaştırmakla olur. Onu sıfatına yanaştıran, Onu ikilemiş olur. Çünkü bu durumda Onu bir mevsuf, bir de sıfat olarak ele almış olur. Mevsuf ile sıfat da iki şeydir. Onu ikileyen, Onu iki parçaya bölmüş olur. Onu parçalara bölen, kafasının bir köşesinde aklî bir işaretle Ona işaret ederek Onu bilme-miş tanımamış olur. Ona işaret eden, Ona sınır belirlemiş, Onu sınırlamış olur. Çünkü işaret, işaret eden­le işaret edilenin arasında bir nevi mesafenin varsayımıyla birinciden başlayıp ikincide biten bir eylem olduğuna göre aralarında işaretin gerçekleşmesi için işaret edilenin işaret edenden ayrı olmasını gerek­tirir. Onu sınırlayan, Onu sayıya sokmuş, Onu sayısal anlamda birlemiş, "bir" bilmiş olur. Çünkü sayı, varlıksal bölünme ve ayrılmanın gereğidir. Allah bundan münezzehtir, yücedir. [el-Mîzan 6/121-124]




            Yorum


              Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

              7-(349) ...Haris el-A’ver şöyle rivayet etmiştir:

              Emir’ül-Mü’minin Ali (Aleyhisselam) bir gün ikindiden sonra bir hutbe verdi.

              İnsanlar, onun Ulu Allah'ı vasfedişine ve ululamasına hayran kaldılar.

              Ebu İshak der ki: Haris'e dedim ki: "Bu hutbeyi ezberlemedin mi?"

              Dedi ki: "Hutbeyi yazmıştım." Sonra yazdığı hutbeyi bize okudu:

              «Ölümsüz Allah'a hamd olsun. O'nun akıllara durgunluk veren olağanüstülük­leri tükenmez. Çünkü "O, her gün bir iştedir." (Rahman, 29) Yepyeni bir şeyin var edilişini gerçekleştirir ki, daha önce yoktu böyle bir şey.

              "Doğmamıştır," bu yüzden izzet ve üstünlükte ortağı olmaz.

              "Doğurmamıştır," bu yüzden geride mirasçı bırakıp yok olmaz. İnsanların ve­himleri O'nu algılayamaz ki, O'nu somut bir karartı gibi takdir edebilsinler. Gözler O'nu göremez ki, gözün ayrılmasından sonra görülmesi engellenmiş olsun.

              O'nun önceliğinin sonu yoktur ve O'nun sonluğunun bir sınırı ve nihayeti yok­tur. O'nu geçen bir vakit ve O'ndan önce olan bir zaman söz konusu değildir.

              Artma ve eksilme O'na arız olmaz.

              "Nerede ve ne" ile nitelendirilemez, mekânla vasfedilemez. Allah'ın bilgisi ol­guların gizliliklerine nüfuz eder ve yaratılanlara, belirginleşen ilâhi planlamanın işa­retleri sayesinde akıllarda aşikârdır. O'nu nebilerden sordular da onlar O'nu sınırla ve cüzle vasfetmediler. Bilâkis onlar O'nu fiilleriyle yapıp ettikleriyle vasfettiler. O'­nun ayetleriyle O'na delâlet ettiler. Düşünürlerin akılları O'nu inkâr edemez. Çünkü gökleri ve yeri yaratan, ikisinde bulunan ve ikisinin arasında yer alan varlıkları var eden, onları meydana getiren Allah'ın kudretini savacak kimse yoktur.

              O yaratılanlardan farklıdır, O'nun gibisi yoktur. Yaratılanları kendisine kulluk etmeleri için yarattı. Onları kendisine itaat edecek güçte var etti. Onların yaratılışla­rına, bunun üstesinden gelmelerini sağlayan özellikler yerleştirdi. Bahanelerini kes­mek için kanıtlar ortaya koymuştur. Dolayısıyla helak olan bir belgeye dayalı olarak helak olur ve kurtulan O'nun lütfuyla kurtulur. Başlangıçtan yeniden dirilişe kadar lütuf Allah'ındır. Sonra yüce Allah -Ona hamd olsun- kendisine övgüyle başlamış­tır. Dünyanın sona erişini ve ahiretin başlamasını kendisine hamd ile gerçekleştir­miştir. "Onlar arasında hak ile hükmetti" buyurmuştur.

              Denildi ki: Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a özgüdür. Bedeni olmaksızın büyüklük niteliğine bürünen, benzeri olmadan ululukla nitelenen, zevale ermeden ar­şa istiva eden, kullarından uzaklaşmadan ve onlara temas etmeden onlardan yüce ve aşkın olan Allah'a hamd olsun. O'nun bir sınırı yoktur ki, o sınırda son bulsun. Ben­zeri yoktur ki, onunla bilinsin. O'nun dışında kullar üzerinde tanrılık taslayıp zorba­lık yapan sapmıştır. O'nun dışında büyüklük taslayan küçülür. Varlıklar O'nun aza­meti karşısında boyun eğmiş, egemenliğini onaylamıştır. Gözler O'nu kavramanın peşinde yorgun düşmüştür. Kulların zihinleri sıfatlarını anlama hususunda yetersiz kalmışlardır. Her şeyden önce olan ilktir ve öncesi yoktur. Her şeyden sonraki son­dur ve O'ndan sonrası yoktur. Her şeyin üzerinde kahredici gücüyle zahirdir, üstün­dür. Bütün mekânlarda, oralara intikal etmeksizin hazırdır. Hiçbir dokunuş O'na te­mas etmez, hiçbir duyu O'nu hissetmez. O, gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır. O, hik­met sahibidir, bilendir. Varlıklar içinde yaratmak istediği bütün olguların yaratılışını sağlam kılmıştır. Ama daha önce var olan bir örneğe bakarak değil, yarattığı varlıklardan birini yaratmaktan dolayı yorgun da düşmemiştir. Cin ve insan toplulukların­dan başlamak istediğine başlamış, var etmek istediklerini var etmiştir ve bunu iradesi ne göre gerçekleştirmiştir. Ki her iki topluluk O'nun Rabliğini bilsin ve O'na itaat edip kulluk sunsun.

              Bütün nimetlerine karşılık, bütün övgülerle Ona hamd ederiz. İşlerimizin doğru gitmesi için O'ndan yol göstericilik istiyoruz. Kötü amellerimizden dolayı O'na sı­ğınırız. Daha önce işlediğimiz günahlardan dolayı O'ndan bağışlanma diliyoruz. Al­lah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik ederiz. Ve şahitlik ederiz ki Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür. Allah onu hak desteğinde peygamber olarak gönderdi. O, hakkı gösterir ve insanları hakka iletir. Allah onunla insanları sapıklıktan çıkarmıştır. O'­nun aracılığıyla bizi cehaletten kurtarmıştır. Allah'a ve Resulüne itaat eden büyük bir başarı elde etmiştir, görkemli bir ödüle kavuşmuştur. Allah ve Resûlü'ne isyan eden açık bir hüsrana uğramış, elem verici bir azabı hak etmiştir. Yapmanız gerektiği gibi dinleyip itaat etmek suretiyle kendinizi kurtarın. İçtenlikle öğüt alın. Güzel bir daya­nışma örneği sergileyin. Dosdoğru yolda hareket etmesi için kendinize yardım edin. Kötü işleri terk edin. Aranızda hakka dayalı bir ilişki geliştirin ve benim yanımda hak üzere yardımlasın. Ahmak zalimin elini tutun zulmetmesine engel olun. Marufu (iyiliği) emredin; münkeri (kötülüğü) yasaklayın. Erdemli kimselerin erdemini itiraf edin. Allah, yol göstericiliğiyle bizi ve sizi korusun, bizi ve sizi takva çizgisi üzerin­de sabit kılsın. Kendim ve sizin için Allah'tan bağışlanma diliyorum.»


              Yorum


                Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                24) NADİR RİVAYETLER BABI

                1-(350) ...Haris b. Muğire en-Nasrî şöyle rivayet etmiştir:

                Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a "O'nun yüzü dışında her şey helak olacaktır." (Kasas, 88) ayetinin anlamı soruldu.

                Buyurdu ki: «Bununla ilgili olarak ne söylüyorlar?»

                Soruyu soran kişi dedi ki: "Allah'ın yüzü hariç, her şey yok olacaktır." diyorlar

                Buyurdu ki: «Allah-ı tenzih ederim. Hiç kuşkusuz büyük bir laf etmişlerdir. Oysa bu ayetten kastedilen, Allah'a giden yol anlamında yüzün yok olmayacağıdır.»
                [47]


                [47]- "Vech" kelimesinin bir organ olan yüz anlamından, bir şeyin başka bir şeyle karşılaştığı yönü anlamına geçilerek anlam ve kullanım genişliğine kavuştuğu, şüphe edilmeyecek bir gerçektir. Kelime­lerin anlamlarının gelişme sürecinde bu, bilmen bir şeydir. Fakat biraz dikkat edilirse, yüz kelimesiyle zatın kastedilmesinin pek de mümkün olmadığı görülür. Çünkü ne olursa olsun bir şey, ancak özünün (zatının) görünen ve ortada olan sıfat ve isimlerinden biriyle başka bir şeyin karşısına çıkar, ona kendi­sini gösterir. Bilgi de bu sıfat ve isimlere taalluk eder. Biz, bildiğimiz bir şeyi, onun sıfatları veya isimlerinden biri aracılığıyla biliriz. Sonra, bu bilgimizden hareketle onun zatını, özünü kanıtlarız. Ama ke­sinlikle onun zatına, özüne direkt olarak dokunanlayız.

                Çünkü bizler, varlıkları öncelikle duyu organları aracılığı ile algılarız. Bunlarsa ancak şekiller, çizgiler ve nitelikler gibi özellikleri algılayabilirler. Bu açıdan zatı ve özü algılamamız söz konusu de­ğil. Sonra algıladığımız bu özelliklerden hareketle, bunların bir de zatları ve özleri olduğunu ve o araz­lar ve sıfatların (özelliklerin) bu zatlarla kaim olduğunu anlarız. Çünkü arazlar ve sıfatlar, tabidirler. Tâbiler de, kendilerini ayakta tutacak bir şeye ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla, "Zeyd'in zatı, özü" dediği­miz zaman, gerçekte bu sözle, Zeyd'in sıfatları ve özelliklerine kıyasla kendimizin kendi sıfatlarımız ve özelliklerimize olan nispetimiz, izafemiz gibi bir nispeti, izafesi olan bir şeyi kastediyoruz. Şu hâlde zatların, özlerin kavranması, daima bir tür kıyas ve izafeyle birlikte olan düşünsel bir kavrayıştır.

                Mahiyeti (belli bir sınırı) olan zatların, düşünsel olarak eksiksiz bir şekilde kavranması, ancak onların sıfatlan ve etkileri aracılığıyla, bir tür kıyas ve izafe yardımıyla gerçekleştiğine göre, zatı için sınır, varlığı için sonluluk söz konusu olmayan Allah açısından durum daha açık ve daha belirgindir. Çünkü bir şey hakkında bilgi sahibi olmak, ancak o şeyin sahip olduğu şeylerin sınırlarının belirlenme­siyle mümkündür. Bu açıdan Allah'ın bilgice kuşatılması mümkün değildir: "Bütün yüzler, o diri olan ve her şeyi ayakta tutan yüce zata boyun eğmiştir. "Onu bilgice kuşatamazlar." (Tâhâ, 111-110)

                Bir şeyin yüzü (vechi), başka bir şeye yönelik olan tarafı demektir. Bu nedenle, aynı kökten tü­reyen ve işaret edilen taraf anlamına gelen cihet (yön) de, yüz (vech) sayılmaktadır. Çünkü işaret yo­luyla belirlenen şey açısından yön (cihet), başkasına yönelen bir insanın yüzü konumundadır. Bu açıdan salih ameller Allah'ın yüzü gibidirler. Yıkıcı, bozguncu ameller de şeytanın yüzüdürler. Aşağıdaki ifa­deleri, bu anlama yormak mümkündür: "Allah'ın yüzünü isteyenler." [Rûm, 38] "Biz size Allah'ın yüzü için yediriyoruz." (İnsan, 9) Ve benzeri diğer ayetler.

                Aynı şekilde, yüce Allah'ın onlarla yarattıklarına yöneldiği rahmet, yaratma, hidayet gibi fiilî sıfatları, hatta yüce Allah'ı bir şekilde bilmemize yarayan hayat, ilim ve kudret gibi zatî sıfatları, Allah'­ın yüzüdürler. Allah, bunlar aracılığıyla yarattıklarına yönelir, yarattıklarıyla karşılaşır. Şu ayetin buna işaret ettiğini, hatta delâlet ettiğini söyleyebiliriz: "Yalnız Rabbinin celâl ve ikram sahibi yüzü baki kalacaktır." (Rahman, 27) Çünkü, ayetin zahirinden algıladığımız kadarıyla "celâl ve ikram sahibi" ifadesi, "yüz"ün sıfatıdır, "Rabb"in değil. Bu inceliğe özellikle dikkat edilmesi gerekir.

                Yüce Allah'ın tarafının O'nun yüzü ve yönü olarak kabul edilebileceği anlaşıldığına göre, bir şekilde O'na izafe edilen, O'na yakın olduğu kabul edilen şeylerin de O'nun yüzü olarak algılanması doğru olur. İsimleri, sıfatları ve dini gibi; salih ameller gibi. Aynı şekilde peygamberler, melekler, şe­hitler ve günahları bağışlanmış müminler de yüce Allah'ın yüzü konumundadırlar.

                Böylece şu hususlar açıklığa kavuşuyor:

                Birincisi: Şu ayetlerin ifade ettikleri anlam zihnimizde belirginleşiyor: "Allah'ın yanında bu­lunan bakidir." (Nahl, 96), "Onun yanında bulunanlar, büyüklük taslayıp Ona kulluk etmekten geri durmazlar." (Enbiyâ, 19), "Rabbinin yanında olanlar, büyüklük taslayıp O'na kulluktan geri durmazlar ve O'nu tespih ederler." (A'râf, 206) Yine, Allah yolunda öldürülenlere ilişkin şu ifadeyi de bu kategoride değerlendirebiliriz: "Bilâkis onlar diridirler ve Rablerinin yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân, 169), "Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın." (Hicr, 21)

                Şu hâlde bu ayetleri, önceki ayetle birlikte değerlendirdiğimiz zaman, bu olguların tümünün yüce Allah'ın baki oluşuyla beka ve sonsuzluk kazandıklarını görürüz. Dolayısıyla bunların helak olma­ları, yok olup gitmeleri mümkün değildir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "O'nun yüzünden başka her şey helak olacaktır." (Kasas, 88) Bu ayetteki sınırlandırma gösteriyor ki, bunların tümü Allah'ın yüzüdür. Diğer bir ifadeyle, O'nun tarafına, O'nun cihetine düşmektedir. O'nun yanında, O'nun tarafında mutmain olmuş, istikrar bulmuşlardır.

                İkincisi: Kulun Rabbine yönelik isteğine konu olan şeyler, Allah'ın yüzü konumundadır. Şu ayetlerdeki ifadeleri buna örnek gösterebiliriz: "Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak..." (Mâide, 2), "Rabbinden umduğun bir rahmeti bekleyerek." (İsrâ, 28), "O'na yol arayın." (Mâide, 35) Bütün bunlar, Allah'ın yüzüdür. Çünkü rahmet, rıza ve lütuf gibi fiillerinin sıfatları, Allah'ın yüzü hükmünde­dir. Şimdiye kadar yaptığımız değerlendirmelerden hareketle Allah'ın yolunu da O'nun yüzü sayabiliriz: "Allah'ın yüzünü (rızasını) kazanmak için..." (Bakara, 272) [el-Mîzan, c.7, s. 145-147]



                Yorum


                  Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                  2-(351) ...Safvan el-Cemmal, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan "O'nun yüzü dışında her şey helak olacaktır." (Kasas, 88) ayetiyle ilgili olarak şu açıkla­mayı rivayet etmiştir:

                  «Kim Allah'ın, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye emredilmesine ilişkin emrini yerine getirirse, işte onun bu davranışı helak olmayacak yüzdür. Nitekim Al­lah, şöyle buyurmuştur: "Kim Resule itaat ederse, kuşkusuz Allah 'a itaat etmiş olur." (Nisa, 80)»


                  Yorum


                    Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                    3-(352) ...Ebu Sellâm en-Nahhas, ashabımızın bazısından Ebu Cafer (Muham­med Bakır aleyhisselâm)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

                    «Allah'ın nebimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye bahşettiği mesâni [48] (Kur'an'ın omuzdaşı) biziz. Biziz Allah'ın vechi (yüzü); aranızda dolaşıp dururuz. Biz Allah'ın yarattıklarına bakan gözleriyiz, kullarına uzanan rahmet elleriyiz.

                    Bizi tanıyan tanımıştır, ne mutlu ona. Bizi tanımayan da tanımamıştır ve müt-takilerin imamlığından yoksun kalmıştır.»


                    [48]- "Andolsun sana ikililerden yedi ve bu büyük Kur'ân'ı verdik." (Hicr, 87)

                    Yorum


                      Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                      4-(353) ...Muaviye b. Ammar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan "En güzel isimler Allah'ındır. O'na bu isimlerle dua edin." (A'raf, 180) ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

                      «Allah'a yemin
                      [49] ederim ki

                      biziz Allah'ın en güzel isimleri.
                      [50] Öyle ki Allah, bizim imamlığımızı kabul etmeyen hiçbir kulun amelini kabul etmeyecektir.» [51]

                      [49]- Allah'tan başkası adına yapılan yeminlerin Allah'a şirk olduğu yolundaki iddia:

                      Bu görüşü ileri sürenlere sözünü ettikleri şirkten ne kastettiklerini sormak gerekir.

                      Eğer böyle demekle, yeminin yüceltme ve ululaştırma anlamı üzerine kurulduğu için Allah'tan başkası adına yapılan yeminle adına yemin edilen şeyin yüceltildiğini ve ululaştırıldığım, dolayısıyla bu tutumun bir tür boyun eğme ve kulluk arz etme girişimi olduğu için şirk olduğunu savunuyorsa, şöyle demek gerekir ki, her yüceltme girişimi şirk değildir. Yüceltmenin şirk olması için sadece Allah'a mah­sus olan ve O'nu başkalarından müstağni kılan yüceliğin, adına yemin edilen şeye atfedilmesi gerekir.

                      Nitekim yüce Allah, birçok yaratığı üzerine yemin etmiştir. Göğe, yeryüzüne, güneşe, aya, ge­celeri ortaya çıkıp gündüzleri güneşin altında gizlenen yıldızlara, parlayan yıldıza, dağa, denize, incire, zeytine, ata, geceye, gündüze, sabah vaktine, şafağa, ikindi vaktine, kuşluğa, kıyamet gününe, nefse, ki­taba, Kur'ân'a, Peygamberimizin (s.a.a) hayatına, meleklere ve ayetlerde yer alan birçok şeye yemin et­miştir. Hiçbir yemin, yüceltme anlamı içermeden yapılmaz.

                      Buna göre, bizim de yüce Allah'ın ifade tarzına uyarak bazı şeyleri sahip oldukları yücelik ölçü­sünde yüceltmemize ve sadece bununla yetinmemize engel olan nedir? Eğer bu şirk olsa, en önce ondan yüce Allah kaçınır, bu konuda en büyük titizliği O gösterirdi.

                      Bunların yanı sıra yüce Allah daha birçok şeyi yüceltmiştir. Kur'ân, arş ve Peygamberimizin ah­lâkı gibi. Nitekim şöyle buyuruyor: "Yüce Kur'ân hakkı için" (Hicr, 87) "O, yüce arşın Rabbidir." (Tevbe, 129) "Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin." (Nur, 4) Ayrıca yüce Allah peygamberlerinin ve müminlerin, kendisi üzerinde hakları olduğunu ifade etmiş ve bunları yüceltmiştir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:"Andolsun ki, peygamber olan kullarımıza şu sözleri verdik. Mutlaka kendilerine yardım edilecektir." (Sâffât, 172) "Müminlere yardım etmek bizim üzerimize borçtur." (Rûm, 47)

                      Her türlü yeminde Allah'ın üslûbunu kendimize örnek alarak bu şeyleri yüceltmekte, Allah'ın üzerine yemin ettiği bir şey veya dostlarının, üzerinde sahip olduklarım ifade ettiği haklarının biri üze­rinde Allah'a yemin etmemizde ne engel var? Evet, şer'î sonuçları olan ve mahkemelerde yapılan ye­minler fıkıhta belirtildiği gibi Allah'tan başkası adına yapılamaz. Fakat biz şu anda bunu konuşmuyoruz.

                      Eğer yeminin şirk olduğunu savunmakla, şekli nasıl olursa olsun, mutlak anlamda yüceltme Allah'tan başkası için yapılamaz, hatta Allah'ın ifadeleri ile bile bu yüceltmelere girişilemez denmek isteniyorsa, bu iddia delilden yoksundur, hatta kesin deliller onun tersinedir.

                      Bazıları da şöyle demişlerdir: Peygamberimiz (s.a.a) ve diğer Allah dostları hakkı için yemin etmek onlara yakınlaşmaya çalışmak, herhangi bir şekilde onların şefaatini istemek, onlara kulluk sun­mak ve görünmez bir egemenlik atfetmektir. Bu konuda söyleyeceğimiz söz az önceki sözlerimizin tek­rarıdır. Eğer bu görünmez egemenlikle sadece Allah'a mahsus olan egemenlik kastediliyorsa, Allah'ın kitabına inanan bir mümin bu egemenliği Allah'tan başka hiç kimseye yakıştırmaz.

                      Yok, eğer bu egemenlikle Allah'ın izni ile bile olsa maddî olmayan mutlak egemenlik kastedili­yorsa, bazı Allah dostlarının bununla sıfatlanamayacağım söylemenin delili nedir? Oysa yüce Allah, meleklerde bazı gaybî egemenliklerin bulunduğunu belirtiyor: "Sonunda birinize ölüm gelince, elçi­lerimiz hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını alırlar." (En'âm, 61) "De ki: Sizin için gö­revlendirilen ölüm meleği canınızı alır." (Secde, 11) "Andolsun, söküp çıkaranlara, yavaşça çek­enlere, yüzüp yüzüp gidenlere, yarışıp geçenlere, derken işleri düzenleyenlere." (Nâziât, 5) "Ceb­rail'e kim düşman ise, bilsin ki, onu senin kalbine Allah'ın izniyle indiren odur..." (Bakara, 97) ...

                      Allah, İblis ve askerleri hakkında şöyle buyuruyor: "Sizin şeytanı ve adamlarını göremeyece­ğiniz yerlerden onlar sizi görür. Biz şeytanları inanmayanlara dost yaptık." (A'râf, 27) Peygam­berlerin ve başkalarının ahirette şefaat edecekleri ve dünyadaki mucizeleri ile ilgili birçok ayet vardır.

                      Bu kimselerin hiç tereddüt etmeden varlıklarda sabit gördükleri maddî etkileri ile görünmez egemenlik diye nitelendirdikleri manevî etkiler arasında ne fark olduğunu keşke bilsem! Eğer Allah'tan başkasına etkinlik izafe etmek yasak ise, maddî etki ile maddî olmayan etki arasında fark yoktur. Eğer Allah'ın iznine bağlı olarak böyle bir isnatta bulunmak caiz ise, bu açıdan maddî olan ve olmayan etki­lerin her ikisi de birdir. [el-Mîzan, c.6, s.279-284]



                      [50]- Bu rivayette isim, "bir şeye delâlet eden şey anlamında alınmıştır. O şey bir kelime olabilir de, olmayabilir de." Buna göre peygamberler ve veliler Allah'a delâlet eden isimler ve Allah ile yaratık­lar arasındaki aracılardır. Bir de bunlar, kulluklarında sırf Allah'a yönelmiş bulundukları için O'nun isimlerini ve sıfatlarını ortaya çıkaran kimselerdir. [el-Mîzan, c.8, s.512]



                      [51]- Kulların amelleri bizim yol göstericiliğimizde gerçekleştiği zaman kabule şayan olur


                      Yorum


                        Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                        5-(354) ...Mervan b. Sabbah şöyle rivayet etmiştir:

                        Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki:

                        «Allah, bizi yarattı, ahlâkımızı ve şeklimizi güzel kıldı. Bizi kullarının arasın­daki gözleri, halk arasında konuşan dili,
                        [52] Kullarının arasında açılan şefkat ve rahmet eli, kendisine giden yolu kıldı. O'nu gösteren kapıları, göklerinin ve yerinin hazine­darları kıldı. Bizimle meyve verir ağaçlar, meyveler olgunlaşır, nehirler akar.

                        Bizim bereketimizle göklerden yağmur yağar, kupkuru yer yeşerir. Bizim iba­detimizle Allah'a ibadet edildi. Eğer biz olmasaydık Allah'a ibadet edilmezdi.»
                        [53]

                        [52]- Dil kalpte olan düşünceleri açıkladığı gibi, imamlar da Allah'ın dinini açıklamaktadırlar

                        [53]- Çünkü Allah'ın istediği eksiksiz, bütün şartları üzerinde taşıyan gerçek ibadeti biz biliyoruz, biz söylüyoruz, biz yerine getiriyoruz


                        Yorum


                          Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                          6-(355) ...Hamza b. Bez'i, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan "Böyle­ce bizi gazaba getirince onlardan intikam aldık..." (Zuhruf, 55) ayetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir: :

                          «Yüce Allah bizim öfkelenmemiz gibi öfkelenmez. Fakat O, kendisi için öf­kelenen ve hoşnut olan veliler yaratır. Onlar yaratılmışlar ve yaratılıştan terbiye edil­mişlerdir. Allah onların hoşnutluğunu, kendi hoşnutluğu ve öfkelerini, kendi öfkesi olarak öngörmüştür. Onları kendisine davet eden davetçiler ve yol göstericiler kıl­mıştır. Zaten bu şekilde yaratılmış olmalarının amacı budur. Bu görev için yaratıl­mışlardır. Yoksa ayette, kulların öfkelenmesi gibi Allah'ın da öfkelendiği şeklinde bir anlam kastedilmiş değildir.

                          Belki bir rivayette de işaret edildiği gibi başka bir anlam kastedilmiştir: "Kim benim bir velimi aşağılarsa, onu küçük düşürürse, bana meydan okumuş, beni savaşmaya davet etmiş olur."

                          Nitekim şöyle buyurmuştur: "Resule itaat eden Allah 'a itaat etmiş olur." (Nisa, 80) "Sana bîat edenler, kuşkusuz Allah 'a Mat etmişlerdir. Allah 'in eli onların ellerinin üzerindedir." (Fetih, 10) Bu ve benzeri ayetlerin tümü sana anlattığım anlamı ifade et­mektedirler. Aynı durum hoşnutluk ve öfke gibi varlıklar için geçerli olan bütün dav­ranışlar için de geçerlidir. Eğer Allah öfkelenir ve tasalanırsa ki, öfke ve tasayı yara­tan, onları meydana getiren O'dur. O zaman birinin çıkıp: "Allah, gün gelir yok olur" demesini normal karşılamak gerekir. Çünkü Allah öfkelenip tasalanıyorsa değişime de uğruyordur. Değişime uğradıysa da bir gün yok olmayacağından emin olunmaz. Ayrıca oluşan ile oluşturan, güç yetiren ile güç yetirilen, yaratan ile yaratılan birbi­rinden ayırt edilemez olur. Allah bu tür sözlerden yücedir, uludur. Aksine O, varlık­ları yaratmıştır; ama onlara muhtaç olduğundan değil. Yaratmayı bir ihtiyaçtan dola­yı gerçekleştirmediğine göre O'nun için sınır ve keyfiyet tasavvur edilemez. Allah­'ın izniyle bu gerçeği anlayınız.»


                          Yorum


                            Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                            7-(356) ...Esved b. Said şöyle rivayet etmiştir:

                            Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanında bulunuyordum. Ben ona herhangi bir şey sormadığım halde kendiliğinden konuşmaya başladı ve şunları söy­ledi: «Biz (Ehl-i Beyt) Allah'ın hüccetleriyiz (kanıtlarıyız). Biz, Allah'ın kapısıyız. Biz Allah'ın diliyiz. Biz Allah'ın yüzüyüz. Biz Allah'ın kulları arasındaki gözüyüz. Biz Allah adına O'nun kullarının yöneticileriyiz (velileriyiz).»

                            Yorum


                              Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                              8-(357) ...Haşini b. Ebu Ammare el-Cenbî anlattı:

                              Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Ben Allah'ın gözüyüm. Ben Allah'ın eliyim. Ben Allah'ın yakınıyım. Ben Allah'ın kapısıyım.»

                              Yorum


                                Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                                9-(358) ...Ali b. Süveyd, Ebu'l-Hasan Musa b. Cafer (aleyhisselâm)’dan "Allah'a karşı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun." (Zümer, 56) ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

                                «Ayetin orijinalinde geçen "cenbullah=Allah'ın yanı-yakını" Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)'dır. Ondan sonra gelen vasiler de en so­nuncusuna kadar bu yüksek makama sahiptirler.»



                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X