Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

    3-(389) ...Ali b. Hanzala, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle ri­vayet etmiştir:

    «Bazen bahtiyar bir insan bedbahtların yolundan yürütülür. Öyle ki insanlar: Bu adam ne kadar çok bedbahtlara benziyor veya bu da onlardandır." der­ler. Sonra mutluluk gelip adamı bulur.

    Bazen de bedbaht bir insan, mutluların yolundan yürütülür. Öyle ki insanlar: "Bu adam, ne çok bahtiyarlara benziyor veya o da onlardandır." derler. Derken bed­bahtlık gelip o adamı bulur. Allah bir kimse hakkında bahtiyarlık öngörmüşse dün­yada dişi devenin iki sağımı arasındaki zaman kadar dahi kalsa Allah onun hayatım mutlulukla sonlandırır.»


    Yorum


      Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

      30) HAYR VE ŞER BABI

      l-(390) ...Muaviye b. Vehb şöyle rivayet etmiştir: ..

      Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Tevrat'ta Musa (aleyhisselâm)’a vahyedilen, ona indirilen açıklamalar arasın­da şu ifadeler yer alır: «Benim, ben "Allah'ım." Benden başka ilâh yoktur. Varlıkları yarattım. Hayrı yarattım ve onu sevdiğim kimselerin elleriyle varlıklara akıttım. Ne mutlu hayrı elleriyle kullarıma akıttıklarıma. Ben "Allah'ım." Benden başka ilâh yok­tur. Varlıkları ve şerri yarattım. Onu istediğim bazı kimselerin elleriyle varlıklara ulaştırırım. Şerri ellerine verdiklerime yazıklar olsun!»

      Yorum


        Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

        2-(391) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

        Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah, indirdiği kitapların birinde şöyle buyurmuştur: Benim, ben "Allah'ım." Benden başka ilâh yoktur. Hayrı yarattım, şerri yarattım. Hayrı elleriyle uyguladı­ğım kimselere ne mutlu. Şerri elleriyle uygulattığım kimselere yazıklar olsun! "Bu nasıl oldu, şu nasıl oldu?" diyenlere yazıklar olsun!»

        Yorum


          Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

          3-(392) ...Abdu'l-Mümin el-Ensarî Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

          «Allah Azze ve Celle buyurmuştur ki: Ben Allah'ım. Ben­den başka ilâh yoktur. Hayrın ve şerrin yaratıcısıyım. [61] Hayrı elleriyle uygulattığım kimselere ne mutlu. Şerri elleriyle uygulattığım kimselere de yazıklar olsun! "Bu na­sıl oldu, şu nasıl oldu?" diyenlere yazıklar olsun!»

          Ravilerden Yunus der ki: Burada kastedilen, kendi kafasına göre fikir yürüte­rek hayr ve şer olayının bu şekilde cereyan edişini inkâr edenlerdir.


          [61]- Bana öyle geliyor ki, insanın güzellik kavramının farkına varması, ilk defa kendi türüne yö­nelik gözlemleri esnasında gerçekleşmiştir. İnsan denen türün yaratılışındaki denge olgusunu, tüm or­ganların belli bir uygunluk içinde vücuttaki yerlerini almış olmasını, özellikle yüzdeki organlar arası ahengi kastediyoruz. Bunun dışında insan, doğadaki diğer somut olguların şahsında da bu anlamı göz­lemlemiş, algılamıştır. Sonuç itibariyle güzellik, bir şeyin doğası itibariyle amacına uygun olması de­mektir. İnsan yüzünün güzel olması demek, göz, kaş, kulak, burun ve ağız gibi organların olmaları gereken bir nitelik veya durum üzere ve birbirleriyle uyum içinde olmaları demektir. O zaman insanın canı ona doğru çekilir, tabiatı ona eğilim gösterir. Bir şeyin bunun aksi bir durumda olması da kötü, kötülük ve çirkin gibi yerine göre kullanılan ifadelerle nitelendirilir. Şu hâlde kötülük, âdem nitelikli [varlıktan yoksun] bir anlamdır. Buna karşılık güzellik varoluşsal bir anlamdır.

          Daha sonra bu niteleme tüm itibarî eylem ve anlamları, toplumsal koşullarda öngörülen tanım­lamaları kuşatacak şekilde genelleştirilmiştir. Burada da değerlendirme ve nitelemenin esasını, bir şeyin insan hayatının mutluluğu veya bu hayattan yararlanma olarak tanımlayabileceğimiz toplumsal hedefle­re uygunluğu veya uygun olmayışı oluşturur. Meselâ adalet güzeldir. Hak edene iyilikte bulunmak gü­zeldir. Eğitim, öğretim, öğüt vb. olgular güzeldirler. Zulüm, haksızlık gibi olgular da kötü ve çirkin şeylerdir. Bunun nedeni birinci gruptaki olguların insan mutluluğu veya insanın toplumsal koşullarda yararlanması amacına uygun olmaları, ikinci gruptaki olguların da bu amaca uygun olmayışlarıdır.

          Güzel olarak nitelenen kısım ve onun karşısında yer alan çirkin olaylar, toplumsal amaca uy­gunluğu dolayısıyla bu vasfı kazanan fiile bağlıdırlar. Dolayısıyla toplumsal amaç ve hedeflere uygun­luğu sürekli ve kalıcı olan fiillerin güzellikleri de sürekli ve kalıcıdır. Buna adaleti örnek gösterebiliriz. Diğer bazı fiillerin de çirkinliği öyledir; örneğin zulüm.

          Olgular veya fiiller, insan türünün kemaliyle yahut bireyin mutluluğu veya başka bir şeyle ilin­tileri açısından iyi ve kötü niteliğini alırlar. Şu hâlde güzellik ve çirkinlik izafî (göreceli) niteliklerdir. Fakat bu izafîlik bazı alanlarda daimîdir, değişmez; diğer bazı alanlarda ise değişkendir. Hak eden biri­ne mal bağışlamanın güzel, hak etmeyen birine vermenin de çirkin, kötü olması...

          Meselâ deprem ve sel gibi felâketler bir kavmin başına geldiği zaman, bunlar o kavmin düş­manları açısından güzel nimetler olarak algılanırlarken, kendilerine yönelince çirkin ve kötü olarak al­gılanırlar. Yine din perspektifinde tüm genel musibetler yeryüzünde bozgunculuk yapan kâfirlerin veya azgın günahkârların başına gelince mutluluk, bolluk; salih müminlerin başına gelince de mutsuzluk ve sıkıntı olarak belirginleşirler.

          Yine bir diğer örnek olarak, bir yemeği yemek, kişinin kendi malı ise, güzeldir, mubahtır. Fakat başkasının malından ve onun rızası alınmadan yeniliyorsa çirkindir, haramdır. Çünkü başkasının malı­nı, onun rızası alınmadan yemekle ilgili yasağa veya sırf Allah'ın helâl kıldığı şeyleri yemekle ilgili emre uyma ile ilgisi kesilmiş olur. Söz gelişi, bir kadınla bir erkek arasındaki cinsel birleşme evlilik yoluyla gerçekleşiyorsa güzeldir, mubahtır. Fakat nikâhsız ve zina şeklinde gerçekleşiyorsa, çirkindir, haramdır. Çünkü nikâhsız birleşme şeklindeki eylem ilâhî yükümlülükle uygunluk niteliğini yitirmiş olur. Şu hâlde güzellikler, olgulara ve fiillere ilişkin varlıksal tanım ve nitelemelerdir. Kötülükler ise ademî (varlıktan yoksun) tanım ve nitelemelerdir. Yoksa güzel veya çirkin, iyi veya kötü niteliğine ma­ruz kalan şeyin özü, aslı birdir.

          Kur'ân'ın bakışı, Allah dışındaki her şeyin O'nun tarafından yaratıldığı şeklindedir. Nitekim şöyle buyuruyor: "Allah her şeyin yaratıcısıdır." (Zümer, 62) "Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (Furkan, 2) Bu iki ayet, her şeyin yaratılmış olduğunu ortaya koyuyor. Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor'. "O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde, 7) Burada da yaratılan her şeyin güzel olduğu vurgulanıyor. Bu güzellikten maksat ise, hilkat için gereken, onun ay­rılmaz bir parçası olan ve onun ekseni etrafında dönen bir güzelliktir. Şu hâlde her şey, yaratılıştan ve varoluştan pay aldığı oranda güzellikten pay alır. Şöyle ki: Güzellik, bir şeyin amacına ve maksadına uygun olması, kendisiyle hedeflenen gayeyle tamtamına örtüşmesi demektir. Varlık bütününün parçala­rı, evrensel düzenin boyutları arasında tam bir uyum ve örtüşme vardır. Allah, amacını bozacak şekilde parçaları arasında hiçbir uyumluluk olmayan, birbirini geçersiz kılan bir şey yaratmaktan münezzehtir.

          Yarattığı bir şeyin, O'nu aciz bırakması, akıllara durgunluk veren şu olağanüstü düzenle güttü­ğü amacı iptal etmesi düşünülemez. Nitekim şöyle buyuruyor: "O tek ve her şeye üstün olan Allah'­tır." (Zümer, 4) "O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir." (En'âm, 18) "Ne göklerde, ne de yerde, Allah'ı aciz bırakacak bir güç vardır. O bilendir, güçlüdür." (Fâtır, 44) Buna göre hiçbir şey Allah'ı, yarattıklarıyla ilgili iradesi, kullarına ilişkin dilemesi hususunda aciz bırakamaz, O'nu en­gelleyemez; O'na baskı kuramaz, O'nun üstünde bir güce sahip olamaz. Şu hâlde, varlık âlemindeki her nimet varlığı itibariyle güzeldir ve yüce Allah'a nispet edilir. Aynı şekilde başa gelen her felâket de kötüdür. Fakat bu felâket, özü itibariyle yani, yaratılmış varlıklara egemen olan temel özellik (nispet) bakımından yüce Allah'a nispet edilir. Gerçi başka bir nispetle kötü olarak nitelenir. Şu ayetlerin vurgu­lamak istediği anlam budur: "Onlara bir iyilik gelirse, 'Bu, Allah'tandır.' derler; başlarına bir kö­tülük gelince de, 'Bu, sendendir (sen Peygamberin yüzündendir).' derler. De ki: 'Hepsi Allah'tan­dır.' Bu adamlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?!" (Nisa, 78) "Onlara bir iyi­lik gelince, 'Bu, bizim hakkımızdır.' derler; eğer kendilerine bir kötülük ulaşırsa, Musa ve onun­la beraber olanları uğursuz sayarlardı. İyi bilin ki, onlara gelen uğursuzluk Allah kalındandır; fakat onların çoğu bunu bilmezler." (A'râf, 131)

          Kötülük bağlamına gelince; Kur'ân, onu insanla ilintilendirirken insan nefsine isnat eder. Şu ayet, "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir." (Nisa, 79) ve diğer ayetler bunun birer örnekleridir: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleri­niz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçoğunu da affeder." (Şûra, 30), "Bir millet kendi du­rumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez." (Ra'd, 11) "Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirmedikçe, Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden...dolayıdır." (9/53) Bu hususu vurgulayan daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

          Bunu şöyle açıklamak mümkündür: Görüldüğü gibi önceki ayetler, kötü nitelikli felâketleri de tıpkı iyilikler gibi yaratılışları itibariyle güzel olgular kategorisine sokuyor. Dolayısıyla onların kötü ol­malarının tek nedeni, bazı şeylerin doğalanyla uyuşmamaları, bundan dolayı da onlar için zararlı olma­ları kalıyor. Sonuçta mesele şu noktaya dayanıyor: Yüce Allah, musibete duçar kalan ve zarara uğrayan bu olgular için gerektirdikleri ve doğaları gereği ilgi duydukları şeyler meydana getirmemiş, onlara yapmakta olduğu bağışı durdurmuştur. İşte bu bağışın durdurulması, zarara uğrayan olgular açısından musibet ve kötülük konumundadır. Şu ayet, bu hususu son derece açık bir şekilde ortaya koymaktadır: "Allah'ın insanlara açtığı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz (ona mâni olan bulunamaz). Onun tuttuğunu Ondan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir." (Fâtır, 2)

          Ardından yüce Allah, bağışın birinden alı konmasının veya rahmetinin akışının artış ve eksilişi­nin karşı tarafın kapasitesine, üstesinden gelebilme yetkisine bağlı olduğunu açıklıyor. Nitekim örnekle anlattığı bir ayette şöyle buyuruyor: "Gökten su indirdi de vadiler kendi ölçüşünce çağlayıp aktı." (Ra'd, 17) Bir başka ayette de buyuruyor ki: "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın ve biz onu ancak bilinen bir miktarda indiririz." (Hicr, 21) Demek ki yüce Allah, karşı ta­rafın hak ettiği miktarda ve bildiği durumuna uygun olarak verir. "Hiç yaratan (yarattığını) bilmez mi? O latiftir, her şeyden haberdardır." (Mülk, 14)

          Bilindiği gibi nimet, azap, belâ ve rahatlık her şeyin özel durumuna göre belirginleşir. Yüce Al­lah bir ayette bu hususa şöyle işaret ediyor: "Herkesin yöneldiği bir yönü vardır." (Bakara, 148) Her şey kendine özgü yöne yönelir, kendi durumuna uygun hedefi, gayeyi ve amacı ister.

          Bu noktada şöyle bir sezgiyi dile getirmek mümkündür: Bolluk, sıkıntı, nimet ve musibet, Kur'ân öğretisine göre, serbest irade koşullarında yaşayan insan bağlamında, yine insanın iradesiyle ilintili olgulardır. Çünkü insan bir yol üzerindedir. Bu yolu iyi veya kötü kat etmesine paralel olarak sonunda mutluluk veya mutsuzlukla karşılaşır. Bütün bunlar insanın serbest iradesinin müdahalesinin söz konu­su olduğu olgulardır.

          Kur'ân-ı Kerim de bu sezgiyi onaylıyor ve şöyle buyuruyor: "Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirmedikçe, Allah'ın da onlara verdiği nimeti değiştir­meyeceğinden... dolayıdır." (Enfâl, 53) İçlerinde besledikleri temiz niyetler ve yaptıkları salih amel­ler, kendilerine özgü kılman nimetlerin verilmesinde etkilidir. Fakat niyet ve tavırlarını değiştirince, yüce Allah da rahmetinin akışını durdurmak suretiyle onlara yönelik fiilim değiştirir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçoğunu da affeder." (Şûra, 30)

          Buna göre, insanların işledikleri ameller, felâketlerin başlarına gelmesinde ve musibetlerin kar­şılarına çıkmasında etkili olurlar. Bunun yanında Allah, birçok kusurlarım da affeder [bunlardan dolayı karşılarına herhangi bir olumsuzluk çıkarmaz].

          Yine yüce Allah, şöyle buyurmuştur: "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir..." (Nisa, 79) Sakın ola ki aklına, yüce Allah'ın bu ayeti Peygamberine (s.a.a) vahye-derken şu ifadelerde açıkladığı belirgin bir gerçeği unuttuğu şeklinde bir fikir gelmesin: "Allah her şe­yin yaratıcısıdır." (Zümer, 62), "O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde, 7) Şöyle ki bu ayetlerde yüce Allah, her şeyi kendisinin yarattığını ve yarattığı her şeyin, özü itibariyle güzel ol­duğunu vurguluyor. [Ama tefsirini yapmakta olduğumuz ayette insanın başına gelenlerin iyi ve kötü di­ye ikiye ayrıldığını; iyiliğin Allah'tan, kötülüğün de insanın kendi nefsinden olduğunu ifade ediyor ve bu iki ayette vurguladığı gerçeği, burada unutuyor sanki. Ancak sen böyle bir vehme asla kapılmamalı­sın.] Çünkü yüce Allah başka ayetlerde şöyle buyuruyor: "Râbbin asla unutkan değildir." (Meryem, 64) "Rabbim ne yanılır, ne de unutur." (Tâhâ, 52)

          Buna göre, "Sana gelen iyilik..." ifadesinin anlamı şöyledir: Senin karşına çıkan her iyilik -ki karşına çıkan her şey iyidir, güzeldir- Allah'tandır. Sana gelen her kötülük ise, amacına ve arzuna uy­gun olmamasından dolayı senin açından kötü olduğu için kötüdür. Aslında onlar da özü itibariyle iyi­dirler, güzeldirler. Senin nefsin onları kötü seçimiyle üzerine çekti, onları çağırmış oldu. Dolayısıyla onlar da Allah'tandırlar. Allah, [senden kaynaklanan bir seçim ve irade olmaksızın] doğrudan sana kö­tülük veya zarar yöneltmekten münezzehtir.

          Ayette özel olarak Peygamberimize (s.a.a) hitap ediliyorsa da, anlamı herkesi kuşatacak genel­liğe sahiptir. Diğer bir ifadeyle, bu ayet de "Bu böyledir... Allah değiştirecek değildir." ve "Size ge­len her musibet..." ayetleri gibi, bireysel hitabın yanı sıra, toplumsal hitabı da içerir niteliktedir. Çün­kü toplum da bireyden ayrı olarak insanî bir organizmaya, iradeye ve seçme yeteneğine sahiptir. Top­lumun bir organik yapısı vardır. Toplumu oluşturan bireylerden öncekiler ve sonrakiler, bu yapı çerçe­vesinde yok olur, erirler; geçmişte kalanlar ölüp gidince, sonradan gelenler öncekilerin, ölüler dirilerin kötülüklerinden sorumlu olurlar; onlardan dolayı sorguya çekilir, azaba çarptırılırlar. Hatta günah işle­meyen birey, günah işleyenlerin günahı karşılığı cezalandırılır vs. Oysa bu, tek tek bireylere uygulanan hükümler açısından hiçbir zaman doğru olmaz. Tefsirimizin ikinci cildinde "Ceza Açısından Amellerin Hükmü"nü incelerken, bu konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunduk.

          Nitekim Resûlullah (s.a.a) Uhud Savaşı sırasında yüzünden yara almış, mübarek dişleri kırıl­mıştı. Müslümanlar da birçok yaralar almışlardı. Hâlbuki o, günahtan ve yanılgıdan beri olan masum bir peygamberdir [ve böyle bir cezalara maruz kalması asla düşünülemez]. O hâlde, ona isabet eden şey, içinde bulunduğu topluma isnat edilirse -ki onlar Allah'ın ve Resulünün emrine muhalefet etmişlerdi- bu, içinde bulunduğu toplumun kendi elleriyle kazandığı şeylerden dolayı başına gelen bir kötü­lüktür. Şayet onun mübarek şahsına isnat edilirse, bu, Allah yolunda karşısına çıkan ilâhî bir sınama amaçlı musibet olur; insanları bilinçli olarak Allah'a davet etme onuru uğruna çekilen mihnet olur. Bu ise insanın derecesini yükselten bir nimetten başka bir şey değildir.

          Aynı şekilde, Kur'ân'ın bakışma göre, bir kavme isabet eden kötülüklerin kaynağı onların amel­leridir. Yine onlara isabet eden iyiliklere gelince, onlar sadece yüce Allah'tandır.

          Evet, burada iyilikleri bir açıdan insanlara nispet eden ayetler de vardır kuşkusuz. Meselâ: "O ülkelerin halkı inansalar ve (günahlardan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık." (A'râf, 96) "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları za­man, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler tayin etmiştik." (Secde, 24) "On­ları rahmetimizin içine aldık; doğrusu onlar iyi kimselerdendi." (Enbiyâ, 86) Bu anlamı içeren ayetlerin sayısı oldukça fazladır.

          Ne var ki, yüce Allah Kur'ân'da yarattığı herhangi bir varlığın, kendisi için öngörülen bir amacı gerçekleştirmesinin, bir hayra ulaşmasının ancak Allah'ın muktedir kılması ve yol göstermesi ile müm­kün olabileceğini vurgulamaktadır: "...Her şeye kendi (özel) yaratılışını veren, sonra da onu (o doğ­rultuda) hidayet eden Allah'tır." (Tâhâ, 50) "Eğer Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, içiniz­den hiçbir kimse asla temiz bir hâle gelemezdi." (Nûr, 21) Bu iki ayetle ve bundan önce zikrettiği­miz ayetlerle, iyiliklerin yüce Allah'tan olması hususunda karşımıza yeni bir anlam çıkıyor. O da şu ki: İnsan, ancak yüce Allah'ın sahip kılması ile ona ulaştırması ile bir iyiliğe sahip olabilir. Demek ki bü­tün iyilikler Allah'ın, kötülükler de insanındır. Böylece, "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir..." ayetinin anlamı daha bir belirginlik kazanıyor.

          İyilikler Allah'tandır, çünkü her iyi O'nun tarafından yaratılmıştır. Hilkat ve güzellik de ayrıl­maz ikilidir. Yine iyilikler O'ndandır, çünkü hayırdırlar. Hayr ise, O'nun elindedir. Bir kimse ancak O'­nun sahip kılmasıyla bir hayra sahip olabilir. Kötülükler ise ona nispet edilmezler. Çünkü kötü bir şey, kötülük bağlamında yaratılmış değildir. Yüce Allah ise yaratır. Yaratma O'nun işidir. Kötülük, meselâ insanın Allah katından gelen bir rahmeti yitirmesidir; insanlar tarafından işlenen bir amelden dolayı, yüce Allah o rahmetin akışını durdurmuştur.

          Bazı varlıkların çirkinlik özelliğine ve ona bağlı olarak belirginleşen diğer hususlara gelince, bunlar şeriat veya akıl sahibi toplum bireyleri perspektifinden bakınca belirginleşen hususlardır; bu­nun da varoluşsal perspektifle bir ilgisi yoktur. Sözgelimi Başkan Zeyd, başkanlık niteliğiyle bizim yanımızda toplumsal bir objedir. Bunun toplumsal hayata yansıyan etkileri vardır. Saygı görme, ön­celik tanınma, söz geçirme, işleri yönetme gibi. Fakat gerçeği ve varoluşu açısından yalnızca bir in­san bireyidir. Özü itibariyle, yönetilen diğer insanlarla aralarında bir fark yoktur. Bu perspektiften bakınca, başkanlığın ve ona bağlı olarak belirginleşen olguların bir anlamı olmaz. Aynı şekilde zen­gin, yoksul, efendi, hizmetçi, üstün, ezilen, onurlu, cimri ve sayılmayacak daha bir sürü nitelik için de aynı durum söz konusudur.

          Kısacası, yaratılış her şeyi kuşatan bir olgu olmakla beraber, yalnızca varoluşları ve objeler dün­yasında gerçek oluşları açısından değişik isimler altında belirginleşen sosyal ortamda ortaya çıkan obje­ler ve pratik fiillerle ilintilidir. Bunun ötesinde fiiller ve objeler için kullanılan çirkin, güzel, günah, itaat ve diğer sosyal niteliklere gelince, yaratma ve var etmenin bunlarla bir ilintisi yoktur. Bunların varlıkları yalnızca teşri alanında, toplumsal yargı sahasında, varsayım ve itibar meydanında söz konusu olabilir.

          Hiç kuşkusuz varlığı zorunlu (vacib-el vücud) olan yüce Allah'ta son bulur evrende etkin olan nedenler silsilesi. O'nunla, parça ve bütün olarak evren arasındaki ilişki nedensellik esasına dayanan bir ilişkidir. Daha önce irdelediğimiz illet ve malul ile ilintili bölümlerde şunu ortaya koyduk: Nedensellik varlıkla ilgilidir. Şöyle ki: Marulda somutlaşan gerçek varlık, illetinin varlığından sızmıştır. Onun dı­şında kalan mahiyet gibi olgular ise, sızılmışlıktan ve kaynaklanmışlıktan, illete de gereksinim duymak­tan uzaktırlar. Bunun çelişik evrime önermesi ise şöyle olur:

          Gerçek varlığa sahip olmayan bir şey malul olmadığı gibi, yüce Allah'a da gelip dayanmaz.

          Salt itibari [gerçekten öyle olmadığı halde öyle sayılan, saymaca: Kâğıt paranın değeri itibari­dir. (Türkçe Sözlük, TDK)] olguların yüce Allah'a dayandırılması bir problem oluşturur. Çünkü onların gerçek bir varlıkları yoktur. Varlıkları ve olumlanmaları bütünüyle itibarîdir. Değerlendirme koşulları­nı, konumu ve varsayım sınırını aşmaz. Şeriatın kapsadığı emir, yasak, hüküm ve durumların tümü iti­bari olgulardır. Bunların da yüce Allah'a nispet edilmelerinde problem vardır. Mülk, izzet ve rızık gibi olgular için de aynı durum söz konusudur.

          Bu düğümü şu şekilde çözebiliriz: Bunlar gerçi gerçek bir varlıktan yoksundurlar, ancak, bunların etkileri ve sonuçları vardır ve bunlar, onların isimlerini kalıcı kılmaktadır. Bu etkiler ve sonuçlar ise, gerçek varlıklardır ve itibarî olarak amaçlanmışlardır. Dolayısıyla yüce Allah'a nispet edilirler. Şu halde bu sonuçların nispet edilmeleri, bu itibari olguların da nispet edilişlerini mümkün kılmaktadır. Buna göre, toplumun bireyleri olarak aramızda etkin olan hükümranlık, gerçi itibari bir olgudur ve ger­çek varlıktan bir paya sahip değildir, ancak o bizim tarafımızdan, tasavvur edilen mevhum bir anlamdır. Biz onu, zihin dışı objektif sonuçlara ulaşmak için araç olarak kullanırız. Eğer bu mevhum anlam takdir edilip varsayılmazsa, bu sonuçlara ulaşmamız mümkün olmaz. Sözünü ettiğimiz sonuçlar; zorbaların, güç ve etkinlik sahibi bireylerin, toplumdaki zayıf ve düşkünlerin haklarını gasp edenlerin ezilmeleri, herkesin olması gereken yerde olması, her hak sahibinin hakkının verilmesi şeklinde sıralanabilir. Kısacası mülk itibari bir olgudur ancak.

          Bu tür zihin dışı etki ve sonuçlar kalıcı oldukları sürece egemenliğin anlamı ve ismi de kalıcı olacaktır. Dolayısıyla bu zihin dışı sonuçların, zihin dışı nedenlerine nispet edilmeleri, mülkün-egemenliğin O'na nispet edilmesi demektir. Aynı durum itibari izzet, zihin dışı sonuçları ve gerçek illetle­rine nispet edilişi için de geçerlidir. Emir, nehiy, hüküm ve kanun koymak ve benzeri olgular da bun­dan farklı değildir. Bütün bunlardan sonra şu husus açıklığa kavuşuyor: Yukarıda sözü edilen itibari ol­guların tümü, sonuçlarının, Allah'a nispet ediliyor olması dolayısıyla zatına yaraşır bir şekilde Ona nis­pet edilirler. [el-Mîzan, c.5, s.12-20; c.7, s.426; c.3, s.228-229]




          Yorum


            Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

            31) CEBR, KADER, VE'L-EMR BEYNE'L-EMREYN [62]

            1-(393) Ali b. Muhammed, Sehl b. Ziyad ve İshak b. Muhammed'den ve baş­kalarından merfu olarak şöyle rivayet etmiştir:

            Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) Sıffin'den döndükten sonra Kûfe'de oturuyordu. Bir ara yaşlı bir adam çıkageldi ve İmam'ın önünde çömeldi. Sonra şöyle dedi: Ey Emir'ül-Mü'minin, bize haber ver. "Bizim Şamlılarla savaş­mak üzere gidişimiz Allah'ın kaza ve kaderi sonucu muydu?"

            "Emir'ül-Mü'minin dedi ki: «Evet, ey yaşlı adam. Aştığınız hiçbir tümsek ve indiğiniz hiçbir vadi yoktur ki, bunu Allah'ın kaza ve kaderiyle gerçekleştirmiş olmayasınız.»' Bunun üzerine yaşlı adam şöyle dedi:

            Ey Emir'ül-Mü'minin, ben Allah katından yorulmamın sevabını mı alacağım?

            Buyurdu ki: «Yavaş ol yaşlı adam! Allah'a yemin ederim ki O, siz yürürken yürüyüşünüzün, siz dururken duruşunuzun ve siz dönerken dönüşünüzün ecrini bü­yük kılmıştır. Hiçbir durumunuzda zorlanmadınız, mecbur bırakılmadınız.»

            Yaşlı adam dedi ki: Nasıl hiçbir durumumuzda zorlanmadık, mecbur bırakıl­madık? Yürüyüşümüz, hareketimiz ve geri dönüşümüz kaza ve kaderin sonucu değil miydi?
            [63]

            Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) dedi ki: «Sen her halde bunun kesinleşmiş bir kaza, bir hüküm, kaçınılmaz bir kader olduğunu sanıyorsun. Eğer böyle olsaydı Allah tarafından gerçekleştirilen sevabın, cezanın, emir ve yasağın, menetmenin bir anlamı olmazdı. Vaadin ve azab tehdidinin anlamı kalmazdı. Günah işleyenin yerilmesi, iyilik yapanın övülmesi söz konusu olmaz; hatta günah işleyen iyilik yapandan daha iyi konumda olurdu. İyilik yapan günah işleyenden daha çok cezaya layık olurdu. Bunlar putlara kulluk sunanların, Rahman'a kafa tutanların ve şeytan hizbinin, bu ümmetin kadercilerinin ve Mecusilerinin sözleridir.

            Allah Tebareke ve Teâlâ, insanları serbest bırakarak onlara yükümlülük ver­miştir. Sakındırarak yasaklarını yöneltmiştir. İşlenen az bir iyiliğe büyük bir sevap vermiştir. O'na karşı çıkanlar bu işe zorlanmak üzere alt edildikleri için böyle bir gü­nahı işlemiş değildirler. O'na itaat edenler, bu eyleme mecbur bırakıldıkları için O'na itaat etmiş değildirler. İnsanlara tam bağımsız olarak hareket etsinler diye bu mülkü onlara vermemiştir, onlara kontrolsüz serbestlik yetkisini tanımamıştır. Gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları boşuna yaratmamıştır. Peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndermesi, anlamsız, amaçsız değildir. Bu kâfirlerin zannıdır. Ateşte kâfirlerin vay haline.»

            Bu sözlerden sonra yaşlı adam şu beyitleri söyledi: "Sen imamsın ki, sana ita­at ettiğimiz için / Kurtuluş günü Rahman'dan bağışlanma umuyoruz.

            Kapalı olan her meselemizi açıkladın/İyiliğine iyilikle karşılık versin Rabbin"


            [62]- Cebir (Zorunluluk): İnsanın yaptığı bütün işlerin, söylediği bütün sözlerin Allah'ın kudreti ve iradesiyle olması, insanın bunlar üzerinde hiçbir etkinliğinin olmaması.

            Kaderiyye (Serbestlik): İnsanın yaptığı bütün işlerin ve söylediği bütün sözlerin kendi gücün­den ve iradesinden kaynaklanması, Allah'ın bunlar üzerinde dolaysız bir etkinliğinin olmaması.

            el-Emr beyne'l-Emreyn: İnsanın yaptığı işlerde ve söylediği sözlerde ne tam zorunlu ve seç­me hakkından yoksun olması, ne de tam serbest, Allah'ın müdahalesinden tamamen uzak bağımsız ol­ması, bu ikisinin arasında bir noktada bulunması.

            [63]- Kaza ve kader İslam'ın ilk dönemlerinde güzellik çirkinlik ve hak ederek karşılık alma kav­ramlarının ortadan kaldırılışı anlamında algılanıyordu... Yani İlâhî irade bu işe taalluk ettikten sonra benim irâde ve eylemimin hiçbir önemi kalmıyor. Bana kalan yorgunluk ve zahmetlere katlanmak olu­yor. Dolayısıyla yorgunluğumu Allah'ın hesabına yazıyorum. Çünkü beni bu zahmetlere sokan O'dur.

            İhtiyarın bu düşüncesine karşılık İmam Ali (a.s.) şöyle demişti: "Eğer böyle olsaydı, o zaman sevap ve ceza anlamsız olurdu..." İmam'ın bu sözleri aklın onayladığı ilkeleri içermektedir ki, yasama­larda bu ilkelere dayanır. İmam sözlerini tamamlarken, kanıt olarak da şöyle diyor: "Gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları boşuna yaratmamıştır." Çünkü eğer seçme özgürlüğünü ortadan kaldıran amaçsız iradeyi doğru kabul edersek, o zaman amaçsız ve hedefsiz fiilin varlığı da gerçeklik kazanır. Bu da sonuçta yaratılışın ve varoluşun amaçsız olabileceğini gündeme getirir. Bu olabilirlik, gereklilik­le aynı düzeydedir. Bu durumda yaratılışın ve varoluşun hiçbir gayesi olmaz. Gökler, yer ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıklar boşuna yaratılmış olurlar. Ahiret de anlamsızlaşır. [el-Mîzan, 1/142]


            Yorum


              Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

              2-(394) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

              «Allah'ın, çirkin hayâsızlığı emrettiğini iddia eden kimse Allah'a karşı ya­lan uydurmuş olur. Hayr ve şerrin O'ndan olduğunu söyleyen de Allah'a karşı yalan söylemiş olur.»

              Yorum


                Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                3-(395) ...Hasan b. Ali el-Veşşai, Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

                İmam'a şöyle bir soru yönelttim: "Allah, işi bütünüy­le kullara mı bırakmış, onları tamamen serbest mi bırakmıştır?"

                Buyurdu ki: «Allah’ı bundan tenzih ederiz.»

                Dedim ki: Peki, insanları günah işlemeye mi zorlamıştır?

                Dedi ki: «Allah bu haksızlığı yapmayacak kadar âdil ve hikmet sahibidir.»

                Sonra şöyle dedi: «Allah diyor ki: Ey Âdemoğlu! Ben, senin yaptığın iyilikle­re senden çok sahibim. Sen, işlediğin günahlara benden daha yakınsın. Sana bahşet­tiğim kuvvetle bana karşı çıkarak günah işledin.»


                Yorum


                  Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                  4-(396) ...Yunus b. Abdurrahman şöyle rivayet etmiştir:

                  Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm) bana dedi ki: «Ey Yunus, Kaderiyye'nin [64] dediklerini demeyin; çünkü Kaderiyye mensupları, ne cennet ehlinin görü­şünü, ne cehennem ehlinin görüşlerini ve ne de İblis'in görüşünü benimsiyorlar.

                  Cennet ehli şöyle der: "Bizi buna ileten Allah 'a hamd olsun. Eğer O, bizi buna iletmeseydi biz, buna erişemezdik." (A'raf, 43) Cehennem ehli de şöyle der: "Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galip geldi ve biz sapmış bir kavim olduk." (A'raf, 16) İblis ise şöyle demiştir: "Rabbim, beni azdırdığın için..." (Mü'minin, 106)

                  Bunun üzerine dedim ki: "Ben Kadercilerin dediklerini demiyorum; fakat şöy­le diyorum: Bir şey oluyorsa; ancak Allah'ın dilemesi, irade etmesi, takdir etmesi ve hükmetmesi aracılığıyla olur."

                  Dedi ki: «Ey Yunus, öyle değildir. Ancak Allah'ın dilediği, irade ettiği, takdir ettiği ve hükmettiği olur. Ey Yunus, meşiet (dileme) nedir bilir misin?»

                  -"Hayır" dedim.

                  -Buyurdu ki: «İlk anmadır.»

                  -Dedi ki: «İrade nedir bilir misin?»

                  -Dedim ki: Hayır.

                  -Dedi ki: «Dilenene dayalı olarak gerçekleşen azimdir.»

                  -Dedi ki: «Kader nedir bilir misin?»

                  -"Hayır" dedim.

                  Dedi ki: «Kalış ve bitişle ilgili olarak plan ve sınırları belirlemektir.»

                  Sonra dedi ki: «Kaza ise hükmetme, onaylama ve somut olarak gerçekleştirme
                  demektir.» Başını öpmeme izin vermesini istedim ve dedim ki:

                  "Farkında olmadığım, gafil olduğum bir meseleyi bana açtın."


                  [64]- İnsanların tam bağımsız hareket etme yetkisine sahip olduklarına inananlar.

                  Yorum


                    Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                    5-(397) ... İbrahim b. Ömer el-Yemanî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

                    «Hiç kuşkusuz Allah, varlıkları yarattı ve onların hangi akıbete varacaklarım bildi. Sonra onlara bir takım emirler ve yasaklar yöneltti. Onlara emrettiklerini terk edebilecekleri bir yol da var etti. Dolayısıyla bir yolu tut­maları veya terk etmeleri mutlaka Allah'ın izniyle olur.»

                    Yorum


                      Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                      6-(398) ...Hafs b. Kürdin, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle ri­vayet etmiştir:

                      Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki: «Allah'ın kötülüğü ve çirkin hayâsızlığı emrettiğini iddia eden kimse,[65] Allah'a karşı yalan uydurmuş olur.

                      Hayr ve şerrin Allah'ın dilemesi dışında gerçekleştiğini söyleyen kimse
                      [66] Allah’ı egemenliğinden yoksun bırakmış olur. Günahların Allah'ın verdiği gücün etkisi olmadan işlendiğini ileri süren kimse Allah'a karşı yalan uydurmuş olur. Kim de Al­lah'a karşı yalan uydurursa Allah, onu cehenneme sokar.»


                      [65]- Cebir fikrine inanmış ve Allah'ın insanları fiilleri işlemeye zorladığını iddia etmiş olacağı için

                      [66]- Tam serbestlik fikrine inanmış ve fiillerin insanların dilemesi sonucu yaratıldıklarını iddia et­miş olacağı için...



                      Yorum


                        Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                        7-(399) ... İsmail b. Cabir şöyle rivayet etmiştir:

                        Medine'deki mescidde bir adam "kader" hakkında konuşuyordu ve insanlar da etrafında kümelenmişlerdi.

                        Dedim ki: "Mesela, sana bir soru sormak istiyorum."

                        -"Sor" dedi.

                        -Dedim ki: "Allah Tebareke ve Tealâ'nın mülkünde O'nun irade etmediği bir şey olabilir mi?

                        "Adam uzun süre başını önüne eğdi ve derin düşüncelere daldı. Sonra başını bana doğru kaldırarak bana dedi ki: "Ey Falan! Eğer Allah'ın mülkünde O'nun irade etmediği bir şey olur desem, o zaman Allah'ın bir şeye zorlanabildiğini iddia etmiş olurum. Eğer O'nun mülkünde ancak irade ettiği şeyler olur desem, o zaman da sana günah işleme müsaadesini tanımış olurum."

                        Ardından Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Şu Kaderiyyeciye bir soru sordum, bana şöyle bir cevap verdi."

                        Buyurdu ki: «Verdiği bu cevap kendi yararınadır. Eğer dediğinden başka bir şey söyleseydi mutlaka helak olurdu.»


                        Yorum


                          Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                          8-(400) ...Ebu Tâlib el-Kummî, bir adamdan, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

                          Dedim ki: Allah, insanları günah işlemeye zorlar mı?

                          -«Hayır.» dedi.

                          Dedim ki: Her şeyi onlara mı bırakmıştır? Onlara tam serbestlik mi vermiştir?

                          -«Hayır.» dedi.

                          -"Peki, nedir meselenin aslı?" dedim.

                          Buyurdu ki: «Yukarıdaki iki şıkkın arasında Rabbinden bir lütuftur.»

                          Yorum


                            Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                            9-(401) ...Yunus b. Abdurrahman, birden fazla kişiden, onlar da Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) ve Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

                            «Allah, kullarını günah işlemeye zorlayıp sonra da onları işledik­leri bu günahtan dolayı azaba çarptırmayacak kadar kullarına karşı merhametlidir. Allah bir şeyi emrettiği halde o şeyin olmamasından münezzehtir, yücedir.»

                            Her iki İmam'a soruldu: "Cebir ile kader arasında bir üçüncü şık var mıdır?"

                            Buyurdular ki: «Evet, göklerle yer arası kadar geniştir.»


                            Yorum


                              Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                              10-(402) ...Salih b. Sehl ashabının bazısından, onlar Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

                              İmam'a cebir ve kader meselesi soruldu.

                              Buyurdu ki: «Ne cebir (zorlama) ne de kader (tam serbestlik) doğrudur. Bu ikisi arasındaki görüş doğrudur. Bu üçüncü görüş, diğer iki görüşün ortasında yer alan gerçeği içermektedir. Bunu ancak bir âlim bilir veya âlimin öğrettiği bir kimse.»
                              [67]


                              [67]- Hiç kuşkusuz, dış âlemde türler olarak nitelendirdiğimiz şeyler, türsel fiiller gerçekleştiren, türsel eserler bırakan olgulardır. Gerçek şu ki biz türlerin varlıklarım, onların başkalarından tür olarak farklı oluşlarını, ancak eserleri ve Fiilleri aracılığı ile anlayabilmekteyiz. Bu durum, onlardan duyu or­ganlarımız aracılığı ile türlü fiilleri gözlemlemek, başkalarından farklı eserleri algılamak şeklinde olur.

                              Duyu organları, gözlemlenen eserlerin ötesinde herhangi bir gerçeği algılayamamaktalar. Sonra burhan ve kanıtlama aracılığı ile söz konusu eserlerin meydana getirici nedenlerini ve oluştukları plat­formu belirleriz. Sonra bu nedenler ve platformların, yani türlerin farklı olduklarına karar veririz. Çün­kü onlardan gözlemlediğimiz eserler ve fiiller farklıdır. Örneğin, insanların ve diğer canlı türlerinin or­taya koydukları eserlerde gözlemlenen farklılık, şöyle şöyle adlandırılan, şu şu eserleri ve fiilleri sergi­leyen değişik türlerin var olduğuna karar vermeyi bir zorunluluk hâline getirir.

                              Aynı şekilde arzular ve fiiller arasındaki farklılığı da ancak oluştukları platformları veya özellikleri aracılığı ile belirleyebiliyoruz.

                              Konumu ne olursa olsun bütün fiiller, en başta iki kısma ayrılırlar.

                              a) Meydana gelişinde bilginin herhangi bir müdahalesi söz konusu olmayan doğadan kaynakla­nan fiiller. Büyüyüp gelişme ve beslenme (bitkiler için) ve çeşitli hareketler (cisimler için) bu tür fiil­lerdendir. Sağlık, hastalık ve benzeri şeyler de bu kapsama girerler. Bu fiiller bizim tarafımızdan bilini­yor olsalar da ve bizimle birlikte var olsalar da, bilginin onlara yönelik taalluku, varoluşları ve sergile­nişleri üzerinde hiçbir etkinlik sağlayamaz. Bu tür fiiller bütünüyle doğal faillerine dayanırlar.

                              b) Bilginin, meydana gelişleri üzerinde etkin rol oynadığı, failden bilinçli olarak kaynaklanan fiiller. İnsan ve öteki bilinçli canlıların isteğe bağlı olarak sergiledikleri fiiller gibi. Bu tür fiilleri, faili, bilgisinin taalluk etmesiyle, kendi tanımlamasıyla ve ayırt etmesiyle gerçekleştirir. Bu konudaki bilgi, fiilin belirginleşmesini ve başka fiillerden ayırt edilmesini sağlar. Bu ayırt etme ve belirginleştirme, fail için kemal sayılacak bir merhumun bu fiile tatbik edip etmemesi açısından önem taşımaktadır. Çünkü kim olursa olsun bir fail bir fiili ancak varlığının kemali ve eksikliğini gidermek için yapar. Bilgiden kaynaklanan fiil, fail için kemal olan ile olmayan şeylerin birbirinden ayırt edilmesi bakımından bilgiye muhtaçtır.

                              Bu noktadan bakınca görüyoruz ki, konuşan insan tarafından düzenli harfler aracılığı ile ortaya konan sesler gibi özden kaynaklanan fiiller, aynı şekilde, insanın nefes alıp vermesi gibi doğanın da müdahalesi ile gerçekleşen fiiller ve aynı şekilde üzüntü, korku veya bunun gibi bir etkenin sonucu in­sanın sergileme durumunda kaldığı refleksler, failin uzun boylu düşünmesini gerektirmemektedir. Çün­kü burada fiil ve faile tatbik eden tek bir bilgi şekli söz konusudur. Fiili bekleyen başka bir durum yok­tur. İster istemez böyle bir fiil işlenme durumunda kalıyor. Fakat, değişik bilgi şekilleri olan fiiller böy­le değildir.

                              Bu şekillerin bazısında insanın gerçek veya hayalî kemali söz konusudur. Bazısında ise insanın ne gerçek ne de hayalî kemali söz konusu değildir. Nitekim acıkmış Zeyd açısından ekmeğin durumu bundan ibarettir. Ekmek onu doyuran ve açlığını gideren bir şeydir. Ancak bu ekmek kendinin olabile­ceği gibi, başka birine de ait olabilir. Temiz ve sağlıklı olabileceği gibi zehirli, pis ve insanı tiksindirici de olabilir. İnsanın bu ekmeği yiyeyim mi yemeyeyim mi diye düşünmesinin nedeni, bu niteliklerin hangisinin ekmeğe uyarlandığını anlamak istemesidir. Niteliklerden biri kesinlik kazanıp ötekileri dev­re dışı kalınca ve failin kemali de onda olunca, fail hiçbir şekilde bu fiili işlemekten geri durmayacaktır. Birinci kısım fiilleri "zorunlu fiiller" olarak adlandırıyoruz. Doğanın etkisi sonucu oluşan fiiller gibi. İkinci tür fiilleri de, "iradî fiiller" olarak adlandırıyoruz. Yürümek ve konuşmak gibi.

                              Bilgi ve iradeden kaynaklanan "iradî fiiller" de ayrıca iki kısma ayrılır: Çünkü fiilin iki yönün­den birini tercih ederek yapıp veya yapmamak, ya başkalarından etkilenmeksizin failin kendisine daya­lıdır. Yanında bulunan bir ekmeği yemeyi düşünen aç kimse gibi. Bu adam, ya başkasının malı olduğu ve onun izni olmadan yememesi gerektiği için onu yememeyi tercih edecek ve yemeyecek ya da onu yemeyi yeğleyecek ve yiyecektir. Ya da fiilin tercihi ve belirginleşmesi başka bir şeyin etkisine dayalı­dır. Bir zorba tarafından ölümle veya başka bir şeyle tehdit edilerek herhangi bir fiili işlemeye zorlanan, dolayısıyla kendi seçimi ve isteği ile belirginleştirmeksizin söz konusu fiili zorlanarak işleyen kimse gi­bi. Birinci kısım fiiller, ihtiyarî, yani isteyerek yapılan fiillerdir. İkinci kısma girenler ise, icbarî, yani zorlama sonucu işlenen fiillerdir. Şöyle ki; sen iyice düşündüğün zaman görürsün ki, icbarî bir fiili, gerçi bir zorlayıcının zorlamasına isnat ederiz ve zorlama aracılığı ile yapma veya yapmama şıkların­dan birinin imkânsızlaştığını dolayısıyla fail için tek bir şıkkın kaldığını söyleriz, ancak icbarî fiil de tıpkı ihtiyarî fiil gibi, ancak zorlanan failin yapmayı yapmamaya tercih etmesiyle gerçekleşebilir.

                              Zorlayan kimsenin fiilin gerçekleşmesinde büyük rolü olması hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü tercihi zorlayıcının zorlamasına ve tehdidine dayanıyor olsa bile, failin kendisi yapmayı yapmamaya tercih etmediği sürece fiil gerçekleşmez. Yozlaşmamış vicdan bunun en büyük tanığıdır. Böylece anla­şılıyor ki, iradî fiillerin "ihtiyarî" (isteğe bağlı) ve "icbarî" (zorlamalı) olmak üzere ikiye bölünmesi, bölünen fiili zat ve sonuçlar açısından iki farklı türe ayıran gerçek bir bölünme değildir. Çünkü "iradî fiil" bilgiye dayalı bir tercih ve tayine muhtaçtır ki, fiilin kaderini belirlesin. Bu da, hem "ihtiyarî" ve hem de "cebrî" fiilde eşit düzeyde bir gerekliliğe sahiptir. İki fiilden birinde failin tercihi kendi temen­nisine, diğerinde bir dış etkene dayanıyor olması, sonuçların farklılaşmasına yol açan türsel bir farklılı­ğa sebep olmaz. Nitekim bir duvarın dibinde gölgelenen kimse, duvarın yıkılmak üzere olduğunu fark edip korkarak oradan ayrılırsa, bu fiili, "ihtiyarî fiil" olarak tanımlanır! Ama eğer bir zorba gelir ve "eğer kalkmazsan duvarı üzerine yıkarım" diye tehdit ederse, o da korkarak oradan ayrılırsa, bu fiili "ic­barı fiil" olarak nitelendirilir. Oysa iki fiil ve iki tercih arasında temelde bir fark yoktur. Sadece tercih­lerden biri zorbanın iradesine dayanıyor.

                              Eğer desen ki: "İki fiilin birbirlerinden farklı olduklarının anlaşılması için, ihtiyarî fiilin, mey­dana gelişi ile fail katındaki bir maslahatla uyuşmasının bilinmesi yeterlidir. Övgü ve yergi de bu tür bir fiili izler; sevap ve ceza gibi daha birçok sonuç da bu tür fiiller için söz konusudur. İcbarî fiilde ise, durum bundan farklıdır. Bu tür bir fiili yukarıdaki sonuçlardan herhangi birisi izlemez." denecek olursa buna vereceğim cevap şudur:

                              Durum söylendiği gibidir, ancak bu sonuçlar, nihai toplumsal kemale uygun olarak akıllı insanların yaptıkları değerlendirmelerden ibarettirler. Dolayısıyla bunlar itibarî sonuçlardır, gerçek değil. Bu yüzden cebir ve ihtiyar meselesi felsefi bir mesele değildir. Çünkü felsefi meseleler, dış âlemde yer alan varlıkları ve onların objektif sonuçlarını kapsarlar. Fakat sonuç olarak akıllı insanların değerlen­dirmelerinden ibaret olan itibarî kavramlar felsefî bir araştırmaya tâbi tutulmaz ve aklî kanıtlarla ret veya ispat edilmez. Şu hâlde felsefî bir araştırmada söz konusu meseleyi başka bir yöntemle ele alıp şöyle demeliyiz: Hiç kuşkusuz meydana gelen her mümkün bir illete muhtaçtır. Bu hüküm, kanıt yo­luyla sabittir. Aynı şekilde, hiç kuşkusuz bir "şey" zorunlu olmadıkça var olmaz. Çünkü bir şeyin varlı­ğı herhangi bir belirleyici tarafından belirlenmediği sürece, o şey eşit bir şekilde varlığa da, yokluğa da izafe edilir. Dolayısıyla bir şey, bu eşitlik konumunu korumakla beraber var olamaz. Çünkü bir şey var­ olduğu sürece zorunlulukla nitelenmek durumundadır. Bu zorunluluğu da hiç kuşkusuz illeti tarafından kazanmıştır. Dolayısıyla varlıklar âlemini bir bütün olarak ele aldığımız zaman, tümü de varlığı zorunlu olmak üzere birbirine bağlı ardışık halkalardan oluşan bir zincir gibi görürüz. Bu zincirde varlığı müm­kün olarak nitelendirilebilecek tek bir halkaya rastlanmaz.

                              Ayrıca, söz konusu zorunluluk nispeti, dört illet, şartlar ve hazırlayıcılar gibi malûlün, yalın ve­ya birçok şeyden meydana gelen bileşik nitelikli tam (eksiksiz) illetine izafe edilmesinden kaynaklanı­yor. Fakat söz konusu malûl illetin bazı parçalarına veya söz gelimi başka bir şeye izafe edilirse, bu izafe zorunlu olarak mümkünlük nispeti niteliğini kazanır. Bu durum son derece açıktır. Eğer bu nispet, zorunluluk niteliğini taşıyor olsaydı, tam illete, tam illet olmasıyla beraber ihtiyaç duyulmaz olurdu.

                              Şu hâlde, içinde yaşadığımız doğaya iki sistem egemendir: Zorunluluk sistemi ve mümkünlük sistemi. Zorunluluk sistemi, eksiksiz tam illetlere ve onların malûllerine hâkimdir. Bu sistemin parçala­rı arasında, kesinlikle ne zat ve ne de zatın fiili açısından mümkünlük niteliğine sahip bir parçaya rast­lanmaz. Mümkünlük sistemi ise, madde, maddenin alabileceği şekilleri ve madde tarafından kabul edil­mesi imkân dâhilinde olan sonuçları kapsar. Söz gelimi, insanın ihtiyarî fiillerinden biri ele alınırsa, bu fiil, tam iletine kıyasla -ki o; insan, ilim, irade, kullanıma elverişli madde, mekân ve zamanla ilgili şart­ların gerçekleşmesi ve engellerin ortadan kaldırılması ve kısaca fiilin var olmak için ihtiyaç duyduğu her şeydir- gereklilik ve zorunluluk niteliğine sahip olur. Ama bu fiil sadece insana izafe edilirse -ki in­san, tam illetin sadece bir parçasıdır- o zaman mümkünlük niteliğine sahip olur.

                              Kaldı ki, yerinde açıklandığı gibi illete ihtiyaç duyuluyor olmasının sebebi, varlığın mümkün niteliğine sahip bir varlık olmasıdır. Yani bağımlı olmasıdır, gerçeklik bakımından kendi başına bir var­lık ifade etmemesidir. Çünkü bağımlılık zinciri sonuçta kendi başına bağımsız olan bir varlıkla nokta­lanmazsa, muhtaçlık ve yoksulluk zinciri öyle devam eder. Buradan hareketle şu sonuçları elde ediyoruz a) Malûl illetine dayanıyor olmakla, mümkünlük zincirinin son bulduğu zorunlu illete muhtaç olmaktan kurtulmaz, b) Bu muhtaçlık, var olmak bakımından olduğu için bütün varoluşsal özelliklerinin, illetleri ile olan bağlantılarının, zaman ve mekânla ilgili koşullarının korunmuş olmasıyla birlikte söz konusudur

                              Böylece iki şey açıklık kazanmış oluyor:

                              1- İnsan, diğer tüm doğal olgular ve onların doğal fiilleri düzeyinde varoluşsal olarak ilâhî ira­deye dayandığı gibi, insanın fiilleri de varoluşsal olarak ilâhî iradeye dayalıdırlar. Dolayısıyla Mutezile ekolünün, "insanın fiilleri varoluşsal olarak Allah'ın iradesine bağlı değildir." şeklindeki iddialarıyla kaderi inkâr etmeleri temelden yanlıştır. Bu dayanma, varoluş için kaçınılmaz bir durum olduğu için, malûlün varoluşsal özellikleri de burada etkin rol oynar. Şu hâlde her malûl, kendine özgü varoluş sı­nırları içinde illetine dayalıdır. Bir insan bireyi de baba, ana, zaman, mekân, şekil, nicelik, nitelik ve diğer maddî etkenlerden müteşekkil tüm varoluşsal sınırlarıyla ilk illete dayandığı gibi, insanın fiilleri de tüm varoluşsal nitelikleriyle birlikte ilk illete dayanır. Örneğin şu fiil ilk illete ve zorunlu olan irade­ye intisap ettiği zaman, bu durum onu, asıl konumunun dışına çıkarmaz. Söz gelimi, insan iradesinin et­kinliğini geçersiz kılmaz. Çünkü zorunlu ilâhî irade, ancak irade ve ihtiyar sonucu insandan sadır olan fiile taalluk eder. Eğer bu fiil, gerçekleştiği zaman irade dışı ve istem dışı olursa, bu durum yüce Allah­'ın iradesinin gerçekleşmemesi demektir ki, bu da yüce Allah açısından imkânsızdır. Bu yüzden Cebri­ye anlayışına sahip Eş'arîlerin, "İlâhî iradenin isteme bağlı fiillere taalluk edişi irade ve istemin etkinli­ğini geçersiz kılar." şeklindeki görüşleri temelden yanlıştır.

                              İlâhî irade: Tüm varoluşsal özellikleri, nedenlerine olan bağlantıları ve var olmasında etkili olan koşullarıyla birlikte bir fiile tahakkuk eder. Diğer bir ifadeyle İlâhî iradenin, söz gelimi Zeyd tarafından sergilenen bir fiile taalluk edişi mutlak değildir. Tersine, ilâhî irade bu failin isteğine bağlı olarak falan­ca failden falan zaman ve mekânda fiilin gerçekleşmesine taalluk etmiştir. Şu halde İlâhî iradenin fiil üzerindeki etkinliği, fiilin isteğe bağlı (ihtiyarî) olmasını gerektirir. Aksi takdirde, İlâhî iradenin mura­dından ayrılması gerekecektir. Öyleyse, fiili zorunlu kılan ilâhî iradenin etkinliği, fiilin isteğe bağlı ol­masını da gerektiriyor. Yani, İlâhî irade açısından zorunlu olan fiil, fiili işleyen insan iradesi açısından isteğe bağlı olmasını gerektiriyor. Şu halde insanın iradesi ilâhî iradeye paralel değil, onun uzantısında yer almaktadır. Dolayısıyla aralarında bir çekişme söz konusu değildir ve ilâhî iradenin etkinliğinden dolayı beşeri irade etkinliğini yitirmemektedir. Görülüyor ki, Cebriye ekolünün hatasının özü Allah'ın iradesinin taalluk etmesinden dolayı kulun iradesinin etkisizleştiğini zannetmeleridir.

                              Mutezile ekolü, İlâhî iradenin fiillere taalluk etmesinin, isteğe bağlılığı geçersiz kılacağı husu­sunda Cebriye ekolünün görüşünü Kabul etmişlerdir. Beri tarafta ise, isteğe bağlı fiillerin ihtiyari olu­şunda ısrar etmişlerdir. Sonuçta İlâhî iradenin fiillere taalluk edişini reddetmişlerdir. Bu yüzden fiiller için bir başka yaratıcı öngörmek durumunda kalmışlardır. Yani insanın kendi fiillerinin yaratıcısı oldu­ğunu ileri sürmüşlerdir. Fiillerin dışındaki olguların yaratıcısı da yüce Allah olduğuna göre, Mutezile ekolü, iki yaratıcı olduğunu kabul etme gibi sapık bir inancı benimseme durumunda kalmışlardır... İmam Ali (a.s.) şöyle demiştir: "Kaderiyyenin miskinleri Allah'ı adaletle nitelendirelim derken O'nu gücünden ve egemenliğinden soyutladılar."

                              Doğruluğunda kuşku olmayan kesin gerçek şudur: İnsanların fiilleri hem faile ve hem de ilâhî iradeye izafe edilirler ve bu iki nispetlilik birbirlerini geçersiz kılmazlar. Çünkü bunlar, birbirlerinin karşısında değil, yanındadırlar.

                              Buna bir örnek verecek olursak, köle ile efendisinin durumunu örnek verebiliriz. Efendi kölele­rinden birini cariyelerinden biriyle evlendirir, sonra ona bir tarla verir, dayalı döşeli bir ev tahsis eder. Bir insanın hayatı boyunca ihtiyaç duyabileceği her şeyi belli bir sure için onun emrine verir.

                              Eğer biz, efendi kölesine bunları vermiş olmasına, bunları kölenin mülkü etmesine rağmen, köle bunların maliki değildir. Köle nere, sahip olmak nere? dersek, Cebriye'nin görüşünü yansıtmış oluruz.

                              Eğer biz, efendi kölesine mal vermekle, bazı şeyleri onun mülkü kılmakla, onu söz konusu mal­ların maliki kılar ve kendisi de maliklikten çekilir. Asıl malik söz konusu köledir, dersek, Mutezile eko­lünün görüşünü ifade etmiş oluruz.

                              Eğer biz, konumlarını, statülerini korumakla birlikte iki mülkiyeti bir arada bulundursak ve: "Efendinin konumu efendiliktir. Kölenin konumu da köleliktir. Köle ancak efendinin mülkünün kapsa­mında olan bir şeye sahiptir. Efendi aynı zamanda kölenin sahip olduğu şeyin de sahibidir" dersek Ehl-i Beyt İmamlarının ileri sürdükleri ve aklî kanıtların onayladığı gerçek sözü ifade etmiş oluruz.

                              2- Fiiller eksiksiz illetlerine izafe edildikleri gibi (bu izafe edilişin, zorunlu olarak eksiksiz illet­lerine izafe edilen diğer olgular gibi zorunlu ve gerekli olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun) eksiksiz il­letlerinin bazı cüzlerine de -insan gibi- izafe edilirler. (Bu izafe edilişin ise mümkünlük niteliğine sahip olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun.) Şu hâlde zorunlu ve eksiksiz illetinden dolayı herhangi bir fiilin varoluşsal olarak zorunluluk niteliğine sahip olması, bu fiilin bir başka açıdan varoluşsal olarak müm­künlük niteliğine sahip olmasına engel değildir. Öyleyse, önce de söylediğimiz gibi iki türlü nispet var­dır ve bunlar arasında bir çelişki yoktur. Dolayısıyla günümüzde materyalistlerin ve çağdaş filozofların ortaya attıkları doğa sisteminin determinizminin evrenselliği ve isteme bağlı fiillerin geçersizliği şek­lindeki teori yanlıştır. Aksine, evrensel sistemin dayanağı olan gerçek şudur:

                              Olaylar eksiksiz illetleri bakımından zorunlu birer varoluşa sahiptirler. Ama maddeleri ve illet­lerinin parçaları bakımından varoluşları mümkünlük niteliğine sahiptir. İnsanın fiil ve davranışlarında da temel ölçü budur. Davranışlarının konumsal dayanağı umut, terbiye ve eğitim gibi olgulardır. Varlığı zorunlu ve gerekli olan olguları, terbiye ve eğitime dayandırmak bir anlam ifade etmez. Bu hususta umuda da dayanılmaz. Ne demek istediğimiz son derece açıktır. [el-Mîzan c.l, s.152-156,144,145,157]



                              Yorum


                                Ynt: Usul-u Kafi - Tevhit Kitabından hadisler

                                11-(403) ...Yunus, bir kişiden, o Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

                                Bir adam İmam'a dedi ki:

                                "Sana kurban olayım. Söyler misin Allah, kulları günah işlemeye zorlar mı?"

                                Buyurdu ki: «Allah, kulları önce günah işlemeye zorlayıp sonra da işledikleri bu günahtan dolayı onları azaba çarptırmayacak kadar âdildir.»

                                Bunun üzerine adam dedi ki: Kurban olayım. Allah kullarına tam serbestlik mi vermiştir?

                                Buyurdu ki; «Eğer kullarım tam serbest bırakmış olsaydı emir ve yasaklarla onları belli bir alanla sınırlandırmazdı.»

                                Adam şöyle dedi: Kurban olayım. Öyleyse bu ikisinin arasında bir yer mi var­dır?

                                -«Evet.» dedi «ve bu ver, göklerle yer arası kadar geniştir.»


                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X