İlk çağ felsefesi varlığın nedenini, kökenini açıklamak için 'herşeyin başı, kökü, ilkesi' sayılan "ana madde" (arkhe) üzerinde durmuştur. Yaratılış felsefesinin mihverini bu arkhe oluşturmaktadır. Örneğin Millet'li filozof Thales, arkhe olarak su'yu, sonsuz okyanus'u keşfetmiştir. Okyanus, tanrılar da dahil her şeyin kendisinden çıktığı bir sonsuz maddedir.
Diğer filozoflara göre arkhe 'sonsuzluk', 'hava', 'ateş' ve 'toprak' gibi unsurlar arasında değişkenlik göstermektedir. 'Arkhe' arayışından doğal olarak tanrı tasavvurları doğmaktaydı. Buna göre, hemen hemen bütün tanrı tasavvurlarında tanrının ezeli olduğu kabul ediliyor, fakat bu ezeli tanrının şuurlu ve kendi özünü bilen; alemi bilen; alemi ihtiva eden; zamanla ilgisi bulunan olup olmadığı gibi konularda farklılıklar görülüyordu.
llk çağ felsefesinin sözkonusu tanrı tasavvurlarından biri de deism'dir. Deizm, Latince'de tanrı anlamına gelen 'deus' sözcüğünden türemiştir. Osmanlıca'ya inkar-ı vahiy, ilahiyye, Allah'dan gayrısına iman etme-yenlerin mezhebi gibi tanımlarla çevrilen deizm günümüz Türkçesi'ne 'yaradancılık' olarak çevrilmiştir. Sadece bir ilk neden olarak Tanrı'ya inanan, fakat O'na başkaca hiçbir güç ve nitelik tanımayan; ayrıca, belli bir dinin dogmalarını ve ilkelerini benimsemeyen, vahyi ve tüm vahiy dinlerini inkar eden; Tanrı'nın evreni yarattıktan (daha doğrusu şekillendirdikten) sonra onu, kendi yasasına göre işlemek üzere kendi başına terket-tiğini öne siiren tanrı tasavvuruna deizm denmektedir.
Sözcük olarak deizmle yakınlığı olan teizm orjin itibariyle deizmle ayrn anlama gelmekte idi. Aralanndaki fark yalnızca etimolojik idi: Deizm Latince 'Deus' (Tanrı)dan türemiş iken, Teizrrf Yunanca 'Theos' (Tanrı)dan gelmekte idi. Zaman içerisinde teizm yaratıcı uluhiyet anlayışını ifade etmek için kullanılır oldu; deizm ise Rönesans ve aydınlanma yüzyıllarına doğru, 'doğal din' akımıyla adeta anlamdaş kılınarak, neredeyse ateizm formuna büründürülmüştür.
Teizm, alemin sebebi ve alemden ayrı bir Allah'ın varlığına inanırken, deizm böyle değildir. Teizm, deizmin aksine vahyi, kitap ve vahye dayalı dini reddetmemektedir. Felsefe tarihinde deizm esas olarak Aristo metafizi-ğinde temellendirilmiştir. Âristo (M.0.384-322), "var olan, form kazanmış maddedir" diyordu. Fakat, madde ile form arasındaki ilintinin relatif olduğunu söylüyordu. Daha aşağısına göre form olan, kenâinden yukarısına göre madde oluyordu. Tuğlanın toprağa göre form; duvara göre madde oluşu gibi..
Her nesne cinsi bir alt basamaktakinin formu, bir üsttekinin madelesi oluyordu. Bu madde sıralamasının en alt basamağı "salt madde", en üst basamağı ise "salt form" oluyordu. llk madde (proto hyle) tamamiyle formsuz olup, gerçek değil yalnızca bir imkandır. Fakat bu formsuz madde yalnız yokluk değil, aynı zamanda reel etkilerle kendini gösteren nedendir de. Asıl gerçek olan salt form ise kendiliğinden en yüksek realiteye sahiptir.
Sadece bir 'olabilirlik' olan madde, kendi kendinde gerçekleşme, hareket ya da oluş ilkesi ihtiva etmez. Hareket varlığın kendisi gibi öncesidir. Aristo felsefesinde hareketin nedani form'un madde üzerindeki etkisidir. Şöyleki: Bir yandan maddede bir biçim kazanma eğilimi vardır. Diğer yandan formda da bir amaca göre hareket etme gücü vardır. Her formun, kendinden bir üst forma göre madde olduğu tekrar hatırlanmalıdır...
Bu böyle sonsuza kadar uzar gider. Bu sonsuz silsilenin nihayetinde kendisi "salt form" olan, hareket etmeyen ama bütün hareketlerin ilk nedeni olan bir ilke bulunmaktadır. Işte bu ilke'ye Aristo ilk hareket ettirici (muharrik-ül evvel) demektedir. Kendisi hareketsizdir. Fakat maddede, kendisine göre biçimlen mek hevesini uyandırır. Amaçsal bir nedendir bu yani maddeyi bir amaca göre biçimlenmek üzere uyandırır.
İşte Aristo'nun tanrı tasavvuru bu şekilde açıklanmaktadır. Varlığı yukarıda izah edildiği gibi harekete geçiren Tanrı'nın artık onunla herhangi bir ilişkisi yoktur. Aristo'nun tanrısı salt düşünmedir, salt tindir, bilincin bilincidir, cisimsizdir. Tanrı hiçbir şey istemez, hiçbir şey yapmaz, evren üzerinde hareket ve edimleriyle etkide bulunmaz.
Evreni etkilemesi, onun Tanrı'yı etkilemesiyle olur. Varlık alanında olup-bitenler hep maddenin Tanrı'yı özleyişi yüzünden olur ve özleyişin konusu olması dolayısıyla Tanrı her türlü hareketin nedenidir. Tanrı hareket, şekil (form) ve gaye olarak sebeptir. Yaratıcı değil, yapıcı (sani=demiurgus)dır. Çünkü madde zaten ezelidir. Dikkat edilirse nirvana ya da fena fillah felsefesinde, Tanrı'yı özleyen insan, sanki Aristo'nun, Tanrı'yı özleyen madde'sinin yerini almış gibidir. Aristo'nun ilke-tanrı'sı evreni yaratmakla/ oluşturmakla işini bitirmiştir.
Ve evren artık kendi yasalarıyla işlemektedir. Yani varlık -ve tabi dünya-, Tann'dan bağımsız, müstakil hüviyetine kavuşmuştur. Aristo'nun tanrı tasavvuru asıl ürünlerini rönesans döneminde vermeye başlamıştır. Kopernik sistemi, o güne kadar olan doğayla ilgili açıklamayı alt üst etmiş, bu subjektif açıklamayı aşmayı hedeflemişti. llk ve orta çağlarda Dünya gibi küçücük bir yıldızı koca evrenin merkezi yapmak, doğa görüşünün subjektifliğinin bir kanıtı idi.
Halbuki evren sonsuzdu. Rönesans öğretisi evrenin kuruluş gayesinin insan olduğu şeklindeki antroposentrik (insan-merkezli) felsefeyi kökünden yıkı-yordu. Rönesans devri Aristocularına 'aleme müdahale etmeyen Tann' anlayışı oldukça çekici gelmişti. Çünkü kilise ile bilim adamları arasında bir çekişme yaşanıyor-du. Eğer Tanrı alemi yarattıktan sonra ona müdahale et'miyorsa, birilerinin, alemi araştıranlara müdahale etme hakkı ve yetkisi de olmamalıydı.
Bu, bilim adamlarına bir rahatlık veriyordu. Öte yandan deizm, geleneği sorgulama imkanı doğurdu. Mademki Tanrı aleme müdahale etmiyordu, o halde tarihteki hiç bir şey dokunulmaz/eleştirilmez değildi. Kilise tanrı'nın bedeni değil, insan eliyle yapma bir şeydi. Aristo deizminin aydınlanma felsefesiyle yeni bir çehreye büründûğü görülmektedir. XVIII. Yüzyıl aydınlanma felsefesinin baskın karak-teri doğal din ya da diğer bir adlandırmayla 'akıl dini'dir. Doğal din'i aydıhlanma'nın genç dünya görüşü içinde aramak, anlamak gerekmektedir. Aydınlanma, vahiy dini Hristiyanlık ile akıl dinini uzlaştırmayı denemiştir.
Salt akıldan yana olanlar ise deistlerdi. Uzlaştırıcılardan biri de John Locke'du ve Locke, vahyin akıldan üstün olduğunu kabul ediyor ama, akla uygun olması gerektiğini söylüyordu. Aslında dinin akla uygun olması gerektiği ilkesi sonuna kadar götürülürse, vahye gerek olmadığı sonucuna, yani 'doğal din'e ulaşı-lacaktır ki, deistlerin yaptığı da işte budur. Doğal din'in kökleri antikçağda Stoa felsefesine kadar götürülmelidir.
Hatta onu eski Hint ve Çin düşün-celerinde arayanlar da vardır. Stoa felsefesinde doğa ile akıl aynı anlama gelmektedir. Doğa içinde evrensel akıl egemendir. Insan da doğanın bir parçasıdır. Buna göre doğal din, her türlü metafizik güçten bağımsız * olarak aklın bulduğu, aklın ışığı ile varılan bir akıl dini demektir. Doğal din'in iki önemli temsilcisi Fransız düşünür Jean Bodin (1530-1597) ile Ingiliz düşünürü Herbert of Cherbury (1583-1648)'dir.
Jean Bodin'e göre ister tek tanrıcı, isterse çok tanrıcı olsun, bütün dinler gereksiz-dir. Insan mutluluğu için doğanın ve aklın yasalan yeterlidir. Cherbury'lı Herbert'a göre de gerek pagan dinlere gerekse vahyî dinlere gerek "yoktur. Zaten bu dinlerin her biri ancak rölatif olarak doğrudur. Kurtuluş ve mutluluk ıçin yalnız akıl ile doğa yasası fazlasıyla yeterlidir. Bütün dinler, doğal olan ve her insanda baştan beri bulunan tek bir dinin çocuklarıdır.
Herbert'in, dünyayı yarattığını kabul ettiği bir Tanrı'ya inandığı, ayrıca bu tanrıya tapılması gerektiğini de kabul ettiği bildirilmektedir. Çünkü bunlar doğal hakikatlerdir. Çeşitli dinlerin ileri sürdükleri bu 'doğal hakikatler'e gölge düşüren akıl dışı tasarımlarla ilgilenmemeli, doğal hakikatlerle yetinmelidir... Herbert'ı John Toland, Anthony Collins (1676-1729), Matthew Tindal (1657-1733) gibi düşünürler izlemiştir. John Toland (1670-1722) deizmin öncüsü sayılmaktadır. 0, "Toland çıkınca Kilise'de Isa'nın adı anılmaz oldu" sözünü söyleten adamdır.
Toland Hrıstiyanlığı her türlü sırlardan arındırarak tamamen bir akıl dini haline getirmeyi denemiştir. Doğal dinin rahible'rinin bilim adamları olmasını istemiştir. Bilim adamları ise, söylediklehne gözü kapalı inanılacak kişiler değildir; sürekli eleştirileceklerdir. Toland'ın tasarladığı din 'özgür düşünürler' (free-thinkers) topluluğunun kültürüdür. 'Özgür düşünme • (freethinking) doğal din'de oldukça vurgu yapılan bir konudur.
Toland, Osmanlı aydınlarını bile etkilemişti. Bir bayan, Osmanlı ülkesinden yazdığı mektuplarından birinde: "burada aydınlar arasında egemen olan din deizmdir. Peygamber'i pek ciddiye almazlar, ama tann tanımaz değildirler. Bu inançlarını gizlerler ve halka göstermezler" diye yazıyor, ve şarabın ancak halk için yasaklanmış olduğunu söylediklerini ekliyordu.
XVII. Yüzyıl Fransız maddecilerinin tamamı deisttirler. J.J.Rousseau (1712-1778), Voltaire, ve I. Kant (1724-1804) bunlardandır. Voltaire'e göre tanrı düşüncesinden başka her şey saçmadır; Isa adındaki bir Yahudi'ye ne gerek vardır?!
Voltaire, akıl kabul ettiği için Tann'nın varlığına ve ruhun ölümsüzlüğüne inanmıştır. Fakat onun, tanrı inanışında pragmatist olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, ilerde bu inançlarından şüphe ettiği halde 'ahlak için zorunlu olduklarından' bunları kabul etmeye devam etmiştir. Voftaire, "Tanrı olmasay-dı da biz onu icad etmek zorunda kalacaktık.." der.
Çünkü tanrı inancı, ahlakî hayata temel oluşturmakta-dır. Rousseau da tapma biçimlerinin, kuralların, din adamlannın v.b. gereksiz olduğunu açıkça söylemiştir. Kısaca doğal din akımı tanrı'nın bir olduğunu kabul etmekte, ahlak bilincini yerleştirmekte; özgür düşünceye vurgu yapmakta; ilahi adaletin hem bu dünyada hem de öbnr dünyada ödül ve ceza vermesi gerektiğini belirtmekte; insanın günahlarından dolayı vicdan azabı çekmesi ve tevbe etmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Şu halde deizm sadece akıl ile idrak edilen bir Tanrı varlığını kabul etmektedir. Bu tanrı tam aşkındır, içkinliği reddeder. Bu anlamda panteizmin zıddıdır. Tanrı'yı aleme müdahale ettirmemenin bir nedeni de Tanrı'nın bu aşkınlığını korumak ve antropomorfizmden kaçınmaktır. Bunun için Kilise'nin testis inancını reddetmişlerdir. Deizm'de vahyin bildirdiği Allah'a yer yoktur! İlaveten, her türlü vahyi, ilhamı, dini, takdiri de reddeder. Peygamber fikri çoktan anlamını yitirmiştir; doğal dinin peygamberleri bilim adamlarıdır...
Vahyin imkanını kabul etmek, tanrı'nın bir biçimde müdahalesi anlamına gelmektedir. Deist düşüncede dinin en önemli görevi insanların gönlünü düzenlemek, davranışlarını insamleştirmek; insanlara itidal, düzene saygı ve itaat ruhu aşılamak olmalıdır. Görüldüğü üzere deizm ve doğal din bir anlamda modernizmin habercisidir. Bireyin varlık üstünde kendi kendine düşünme ve kendi kendine yeterliliğinin ilanı olmuştur.
Deizm insaniyetin tekliğinin beyanı idi. Sekülerizmin, modernitenin doğuş alametlerini taşıyordu. Özellikle özgürlük, özgür düşünce gibi kavramları doğal din akımının çokça kullandığı görülmektedir. Bu, alemden bağımsız ve aleme müdahale etmeyen bir Tann karşısında insanın gerçek bir bağımsızlığı, başı-na buyrukluğu idi; bir anlamda kendi tanrılığını ilan etmesi idi.
Tanrı aleme müdahale etmediğine göre, yeryüzünün efendisi olan insan istediği gibi müdahale etme imkanına sahipti! Sekülerizm işte böyle doğmaktaydı. Deizm, modernizmin ürettiği sekülerizm, hümanizma, doğal din akımı, bireycilik, özgür düşünce, hoşgörü, insanın kendi kendine yeterliği gibi felsefi kavram ve tavırlarla çok yakından alakalıdır. Modernizmle beraber insan yeryüzünün tannsı oluyordu; insanın kendi aklına ve bilime mutlak surette güvenmesi gerekiyordu.
Deizmin gelişıp yaygınlaşması güçlü bir hoşgörü ruhu ile sağlanmıştı. Şimdi de artık deizm, diğer düşün-ce ve görüşlerin kabulünde hoşgörüyü kullanıyordu. Deizmin belki de modern dünyaya bıraktığı en büyük miras bu hoşgörü edebiyatıdır. Modernizme kapılannı ardına kadar açan Islam coğrafyasında, birebir Aristo deizmi ile örtüşmese de, temel yönelim olarak belki de 'neo-deizm' denebilecek bir anlayış her geçen gün artmaktadır. Bu da en çok siyasal alanda gözlemlenmektedir.
Müslüman toplumlar arasında Islami/siyasi yönelişler arttıkça, onları siyasetten tardetmek için türlü yöntemler denenmektedir. Batı tarzı teoloji eğitimi veren okul ve kurumlarda dinle siyasetin; din işleriyle dünya işlerinin birbirinden tama men ayrı şeyler olduğu tezleri işlenmektedir.
Ve şu deistik iddia açıktan açığa seslendirilmektedir: Kozmik alemde hakimiyet Tanrı'ya aittir, dünya (işlerinde) ise insanlara aittir! Aristo tam olarak böyle demiyordu ise de, rönesans ve aydınlanma devri deistleri böyle düşünüyorlardı. Türkiye gibi ülkelerdeki egemen siyasi yapılardan ateist değil de deist yönelişler görülmesi, sadece, hükmettikleri halkların bir vahiy dinine inanan kimseler olmalarından kaynaklanmamaktadır.
Bu aynı zamanda pragmatik kaygıları da taşımaktadır; çünkü tam bir nihılizmi ve anarşiyi, itaatsizliği doğuracak olan ateizmin seçimi aynı zamanda hakimiyetlerini zorlaştıracak bir şeydir. Dolayısıyla, ahiret inancını belli bir oranda vurgulayan, yaraten-öldüren, ama hiç bir şekilde siya-set işlerine karıştırılmayan bir Tanrı inanışı ve bu inanışa bina edilmiş bir din anlayışı, siyasi toplumun selameti için yeğdir...
Deizm, kendine göre bir tanrı (demiurgus) üretmiş; o da, vartığa şekil verdikten sonra elini eteğini çekmiş, tabir caizse emekliye ayrılmıştır! Islam'ın kaynağı olan Kur'an ise, tabir caizse kendinden -başka her şeyin emekliye ayrıldığı, ama kendisinin hiçbir zaman emekliye ayrılmadığı, ezeli ve ebedi bir Allah inanışına dayanıyordu. Dolayısıyla müslümanlar bu Allah inanışlarını terketmedikleri sürece her türlü deistik felsefe ile sonsuza kadar çatışmaya devam edeceklerdir.
Kur'an'ın ilahı, 'Rabbül Alemin'dir, her şeyi yoktan var eden, her şeye egemen, yerlerde ve göklerde ne varsa hepsi O'na ait, dilediğini yapan (Fe'alün lima yüri-id); din gününûn sahibi, samed; gaybı ve şehadeti bilen; insana şah damanndan daha yakın, dua edenin nidasına karşılık veren ilh. bir Allah'dır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir, hiçbir şeye benzeme-mektedir. Göklerde ve yerde, yani kozmik alemde O'nun hükmü işlemektedir. Yeryüzünde, sosyal hayatta da O'nun hükümlerinin geçerli olması zorunludur. O'na isyan eden kullar O'nun önünde hesap vermeye hazır olmalıdırlar.
Diğer filozoflara göre arkhe 'sonsuzluk', 'hava', 'ateş' ve 'toprak' gibi unsurlar arasında değişkenlik göstermektedir. 'Arkhe' arayışından doğal olarak tanrı tasavvurları doğmaktaydı. Buna göre, hemen hemen bütün tanrı tasavvurlarında tanrının ezeli olduğu kabul ediliyor, fakat bu ezeli tanrının şuurlu ve kendi özünü bilen; alemi bilen; alemi ihtiva eden; zamanla ilgisi bulunan olup olmadığı gibi konularda farklılıklar görülüyordu.
llk çağ felsefesinin sözkonusu tanrı tasavvurlarından biri de deism'dir. Deizm, Latince'de tanrı anlamına gelen 'deus' sözcüğünden türemiştir. Osmanlıca'ya inkar-ı vahiy, ilahiyye, Allah'dan gayrısına iman etme-yenlerin mezhebi gibi tanımlarla çevrilen deizm günümüz Türkçesi'ne 'yaradancılık' olarak çevrilmiştir. Sadece bir ilk neden olarak Tanrı'ya inanan, fakat O'na başkaca hiçbir güç ve nitelik tanımayan; ayrıca, belli bir dinin dogmalarını ve ilkelerini benimsemeyen, vahyi ve tüm vahiy dinlerini inkar eden; Tanrı'nın evreni yarattıktan (daha doğrusu şekillendirdikten) sonra onu, kendi yasasına göre işlemek üzere kendi başına terket-tiğini öne siiren tanrı tasavvuruna deizm denmektedir.
Sözcük olarak deizmle yakınlığı olan teizm orjin itibariyle deizmle ayrn anlama gelmekte idi. Aralanndaki fark yalnızca etimolojik idi: Deizm Latince 'Deus' (Tanrı)dan türemiş iken, Teizrrf Yunanca 'Theos' (Tanrı)dan gelmekte idi. Zaman içerisinde teizm yaratıcı uluhiyet anlayışını ifade etmek için kullanılır oldu; deizm ise Rönesans ve aydınlanma yüzyıllarına doğru, 'doğal din' akımıyla adeta anlamdaş kılınarak, neredeyse ateizm formuna büründürülmüştür.
Teizm, alemin sebebi ve alemden ayrı bir Allah'ın varlığına inanırken, deizm böyle değildir. Teizm, deizmin aksine vahyi, kitap ve vahye dayalı dini reddetmemektedir. Felsefe tarihinde deizm esas olarak Aristo metafizi-ğinde temellendirilmiştir. Âristo (M.0.384-322), "var olan, form kazanmış maddedir" diyordu. Fakat, madde ile form arasındaki ilintinin relatif olduğunu söylüyordu. Daha aşağısına göre form olan, kenâinden yukarısına göre madde oluyordu. Tuğlanın toprağa göre form; duvara göre madde oluşu gibi..
Her nesne cinsi bir alt basamaktakinin formu, bir üsttekinin madelesi oluyordu. Bu madde sıralamasının en alt basamağı "salt madde", en üst basamağı ise "salt form" oluyordu. llk madde (proto hyle) tamamiyle formsuz olup, gerçek değil yalnızca bir imkandır. Fakat bu formsuz madde yalnız yokluk değil, aynı zamanda reel etkilerle kendini gösteren nedendir de. Asıl gerçek olan salt form ise kendiliğinden en yüksek realiteye sahiptir.
Sadece bir 'olabilirlik' olan madde, kendi kendinde gerçekleşme, hareket ya da oluş ilkesi ihtiva etmez. Hareket varlığın kendisi gibi öncesidir. Aristo felsefesinde hareketin nedani form'un madde üzerindeki etkisidir. Şöyleki: Bir yandan maddede bir biçim kazanma eğilimi vardır. Diğer yandan formda da bir amaca göre hareket etme gücü vardır. Her formun, kendinden bir üst forma göre madde olduğu tekrar hatırlanmalıdır...
Bu böyle sonsuza kadar uzar gider. Bu sonsuz silsilenin nihayetinde kendisi "salt form" olan, hareket etmeyen ama bütün hareketlerin ilk nedeni olan bir ilke bulunmaktadır. Işte bu ilke'ye Aristo ilk hareket ettirici (muharrik-ül evvel) demektedir. Kendisi hareketsizdir. Fakat maddede, kendisine göre biçimlen mek hevesini uyandırır. Amaçsal bir nedendir bu yani maddeyi bir amaca göre biçimlenmek üzere uyandırır.
İşte Aristo'nun tanrı tasavvuru bu şekilde açıklanmaktadır. Varlığı yukarıda izah edildiği gibi harekete geçiren Tanrı'nın artık onunla herhangi bir ilişkisi yoktur. Aristo'nun tanrısı salt düşünmedir, salt tindir, bilincin bilincidir, cisimsizdir. Tanrı hiçbir şey istemez, hiçbir şey yapmaz, evren üzerinde hareket ve edimleriyle etkide bulunmaz.
Evreni etkilemesi, onun Tanrı'yı etkilemesiyle olur. Varlık alanında olup-bitenler hep maddenin Tanrı'yı özleyişi yüzünden olur ve özleyişin konusu olması dolayısıyla Tanrı her türlü hareketin nedenidir. Tanrı hareket, şekil (form) ve gaye olarak sebeptir. Yaratıcı değil, yapıcı (sani=demiurgus)dır. Çünkü madde zaten ezelidir. Dikkat edilirse nirvana ya da fena fillah felsefesinde, Tanrı'yı özleyen insan, sanki Aristo'nun, Tanrı'yı özleyen madde'sinin yerini almış gibidir. Aristo'nun ilke-tanrı'sı evreni yaratmakla/ oluşturmakla işini bitirmiştir.
Ve evren artık kendi yasalarıyla işlemektedir. Yani varlık -ve tabi dünya-, Tann'dan bağımsız, müstakil hüviyetine kavuşmuştur. Aristo'nun tanrı tasavvuru asıl ürünlerini rönesans döneminde vermeye başlamıştır. Kopernik sistemi, o güne kadar olan doğayla ilgili açıklamayı alt üst etmiş, bu subjektif açıklamayı aşmayı hedeflemişti. llk ve orta çağlarda Dünya gibi küçücük bir yıldızı koca evrenin merkezi yapmak, doğa görüşünün subjektifliğinin bir kanıtı idi.
Halbuki evren sonsuzdu. Rönesans öğretisi evrenin kuruluş gayesinin insan olduğu şeklindeki antroposentrik (insan-merkezli) felsefeyi kökünden yıkı-yordu. Rönesans devri Aristocularına 'aleme müdahale etmeyen Tann' anlayışı oldukça çekici gelmişti. Çünkü kilise ile bilim adamları arasında bir çekişme yaşanıyor-du. Eğer Tanrı alemi yarattıktan sonra ona müdahale et'miyorsa, birilerinin, alemi araştıranlara müdahale etme hakkı ve yetkisi de olmamalıydı.
Bu, bilim adamlarına bir rahatlık veriyordu. Öte yandan deizm, geleneği sorgulama imkanı doğurdu. Mademki Tanrı aleme müdahale etmiyordu, o halde tarihteki hiç bir şey dokunulmaz/eleştirilmez değildi. Kilise tanrı'nın bedeni değil, insan eliyle yapma bir şeydi. Aristo deizminin aydınlanma felsefesiyle yeni bir çehreye büründûğü görülmektedir. XVIII. Yüzyıl aydınlanma felsefesinin baskın karak-teri doğal din ya da diğer bir adlandırmayla 'akıl dini'dir. Doğal din'i aydıhlanma'nın genç dünya görüşü içinde aramak, anlamak gerekmektedir. Aydınlanma, vahiy dini Hristiyanlık ile akıl dinini uzlaştırmayı denemiştir.
Salt akıldan yana olanlar ise deistlerdi. Uzlaştırıcılardan biri de John Locke'du ve Locke, vahyin akıldan üstün olduğunu kabul ediyor ama, akla uygun olması gerektiğini söylüyordu. Aslında dinin akla uygun olması gerektiği ilkesi sonuna kadar götürülürse, vahye gerek olmadığı sonucuna, yani 'doğal din'e ulaşı-lacaktır ki, deistlerin yaptığı da işte budur. Doğal din'in kökleri antikçağda Stoa felsefesine kadar götürülmelidir.
Hatta onu eski Hint ve Çin düşün-celerinde arayanlar da vardır. Stoa felsefesinde doğa ile akıl aynı anlama gelmektedir. Doğa içinde evrensel akıl egemendir. Insan da doğanın bir parçasıdır. Buna göre doğal din, her türlü metafizik güçten bağımsız * olarak aklın bulduğu, aklın ışığı ile varılan bir akıl dini demektir. Doğal din'in iki önemli temsilcisi Fransız düşünür Jean Bodin (1530-1597) ile Ingiliz düşünürü Herbert of Cherbury (1583-1648)'dir.
Jean Bodin'e göre ister tek tanrıcı, isterse çok tanrıcı olsun, bütün dinler gereksiz-dir. Insan mutluluğu için doğanın ve aklın yasalan yeterlidir. Cherbury'lı Herbert'a göre de gerek pagan dinlere gerekse vahyî dinlere gerek "yoktur. Zaten bu dinlerin her biri ancak rölatif olarak doğrudur. Kurtuluş ve mutluluk ıçin yalnız akıl ile doğa yasası fazlasıyla yeterlidir. Bütün dinler, doğal olan ve her insanda baştan beri bulunan tek bir dinin çocuklarıdır.
Herbert'in, dünyayı yarattığını kabul ettiği bir Tanrı'ya inandığı, ayrıca bu tanrıya tapılması gerektiğini de kabul ettiği bildirilmektedir. Çünkü bunlar doğal hakikatlerdir. Çeşitli dinlerin ileri sürdükleri bu 'doğal hakikatler'e gölge düşüren akıl dışı tasarımlarla ilgilenmemeli, doğal hakikatlerle yetinmelidir... Herbert'ı John Toland, Anthony Collins (1676-1729), Matthew Tindal (1657-1733) gibi düşünürler izlemiştir. John Toland (1670-1722) deizmin öncüsü sayılmaktadır. 0, "Toland çıkınca Kilise'de Isa'nın adı anılmaz oldu" sözünü söyleten adamdır.
Toland Hrıstiyanlığı her türlü sırlardan arındırarak tamamen bir akıl dini haline getirmeyi denemiştir. Doğal dinin rahible'rinin bilim adamları olmasını istemiştir. Bilim adamları ise, söylediklehne gözü kapalı inanılacak kişiler değildir; sürekli eleştirileceklerdir. Toland'ın tasarladığı din 'özgür düşünürler' (free-thinkers) topluluğunun kültürüdür. 'Özgür düşünme • (freethinking) doğal din'de oldukça vurgu yapılan bir konudur.
Toland, Osmanlı aydınlarını bile etkilemişti. Bir bayan, Osmanlı ülkesinden yazdığı mektuplarından birinde: "burada aydınlar arasında egemen olan din deizmdir. Peygamber'i pek ciddiye almazlar, ama tann tanımaz değildirler. Bu inançlarını gizlerler ve halka göstermezler" diye yazıyor, ve şarabın ancak halk için yasaklanmış olduğunu söylediklerini ekliyordu.
XVII. Yüzyıl Fransız maddecilerinin tamamı deisttirler. J.J.Rousseau (1712-1778), Voltaire, ve I. Kant (1724-1804) bunlardandır. Voltaire'e göre tanrı düşüncesinden başka her şey saçmadır; Isa adındaki bir Yahudi'ye ne gerek vardır?!
Voltaire, akıl kabul ettiği için Tann'nın varlığına ve ruhun ölümsüzlüğüne inanmıştır. Fakat onun, tanrı inanışında pragmatist olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, ilerde bu inançlarından şüphe ettiği halde 'ahlak için zorunlu olduklarından' bunları kabul etmeye devam etmiştir. Voftaire, "Tanrı olmasay-dı da biz onu icad etmek zorunda kalacaktık.." der.
Çünkü tanrı inancı, ahlakî hayata temel oluşturmakta-dır. Rousseau da tapma biçimlerinin, kuralların, din adamlannın v.b. gereksiz olduğunu açıkça söylemiştir. Kısaca doğal din akımı tanrı'nın bir olduğunu kabul etmekte, ahlak bilincini yerleştirmekte; özgür düşünceye vurgu yapmakta; ilahi adaletin hem bu dünyada hem de öbnr dünyada ödül ve ceza vermesi gerektiğini belirtmekte; insanın günahlarından dolayı vicdan azabı çekmesi ve tevbe etmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Şu halde deizm sadece akıl ile idrak edilen bir Tanrı varlığını kabul etmektedir. Bu tanrı tam aşkındır, içkinliği reddeder. Bu anlamda panteizmin zıddıdır. Tanrı'yı aleme müdahale ettirmemenin bir nedeni de Tanrı'nın bu aşkınlığını korumak ve antropomorfizmden kaçınmaktır. Bunun için Kilise'nin testis inancını reddetmişlerdir. Deizm'de vahyin bildirdiği Allah'a yer yoktur! İlaveten, her türlü vahyi, ilhamı, dini, takdiri de reddeder. Peygamber fikri çoktan anlamını yitirmiştir; doğal dinin peygamberleri bilim adamlarıdır...
Vahyin imkanını kabul etmek, tanrı'nın bir biçimde müdahalesi anlamına gelmektedir. Deist düşüncede dinin en önemli görevi insanların gönlünü düzenlemek, davranışlarını insamleştirmek; insanlara itidal, düzene saygı ve itaat ruhu aşılamak olmalıdır. Görüldüğü üzere deizm ve doğal din bir anlamda modernizmin habercisidir. Bireyin varlık üstünde kendi kendine düşünme ve kendi kendine yeterliliğinin ilanı olmuştur.
Deizm insaniyetin tekliğinin beyanı idi. Sekülerizmin, modernitenin doğuş alametlerini taşıyordu. Özellikle özgürlük, özgür düşünce gibi kavramları doğal din akımının çokça kullandığı görülmektedir. Bu, alemden bağımsız ve aleme müdahale etmeyen bir Tann karşısında insanın gerçek bir bağımsızlığı, başı-na buyrukluğu idi; bir anlamda kendi tanrılığını ilan etmesi idi.
Tanrı aleme müdahale etmediğine göre, yeryüzünün efendisi olan insan istediği gibi müdahale etme imkanına sahipti! Sekülerizm işte böyle doğmaktaydı. Deizm, modernizmin ürettiği sekülerizm, hümanizma, doğal din akımı, bireycilik, özgür düşünce, hoşgörü, insanın kendi kendine yeterliği gibi felsefi kavram ve tavırlarla çok yakından alakalıdır. Modernizmle beraber insan yeryüzünün tannsı oluyordu; insanın kendi aklına ve bilime mutlak surette güvenmesi gerekiyordu.
Deizmin gelişıp yaygınlaşması güçlü bir hoşgörü ruhu ile sağlanmıştı. Şimdi de artık deizm, diğer düşün-ce ve görüşlerin kabulünde hoşgörüyü kullanıyordu. Deizmin belki de modern dünyaya bıraktığı en büyük miras bu hoşgörü edebiyatıdır. Modernizme kapılannı ardına kadar açan Islam coğrafyasında, birebir Aristo deizmi ile örtüşmese de, temel yönelim olarak belki de 'neo-deizm' denebilecek bir anlayış her geçen gün artmaktadır. Bu da en çok siyasal alanda gözlemlenmektedir.
Müslüman toplumlar arasında Islami/siyasi yönelişler arttıkça, onları siyasetten tardetmek için türlü yöntemler denenmektedir. Batı tarzı teoloji eğitimi veren okul ve kurumlarda dinle siyasetin; din işleriyle dünya işlerinin birbirinden tama men ayrı şeyler olduğu tezleri işlenmektedir.
Ve şu deistik iddia açıktan açığa seslendirilmektedir: Kozmik alemde hakimiyet Tanrı'ya aittir, dünya (işlerinde) ise insanlara aittir! Aristo tam olarak böyle demiyordu ise de, rönesans ve aydınlanma devri deistleri böyle düşünüyorlardı. Türkiye gibi ülkelerdeki egemen siyasi yapılardan ateist değil de deist yönelişler görülmesi, sadece, hükmettikleri halkların bir vahiy dinine inanan kimseler olmalarından kaynaklanmamaktadır.
Bu aynı zamanda pragmatik kaygıları da taşımaktadır; çünkü tam bir nihılizmi ve anarşiyi, itaatsizliği doğuracak olan ateizmin seçimi aynı zamanda hakimiyetlerini zorlaştıracak bir şeydir. Dolayısıyla, ahiret inancını belli bir oranda vurgulayan, yaraten-öldüren, ama hiç bir şekilde siya-set işlerine karıştırılmayan bir Tanrı inanışı ve bu inanışa bina edilmiş bir din anlayışı, siyasi toplumun selameti için yeğdir...
Deizm, kendine göre bir tanrı (demiurgus) üretmiş; o da, vartığa şekil verdikten sonra elini eteğini çekmiş, tabir caizse emekliye ayrılmıştır! Islam'ın kaynağı olan Kur'an ise, tabir caizse kendinden -başka her şeyin emekliye ayrıldığı, ama kendisinin hiçbir zaman emekliye ayrılmadığı, ezeli ve ebedi bir Allah inanışına dayanıyordu. Dolayısıyla müslümanlar bu Allah inanışlarını terketmedikleri sürece her türlü deistik felsefe ile sonsuza kadar çatışmaya devam edeceklerdir.
Kur'an'ın ilahı, 'Rabbül Alemin'dir, her şeyi yoktan var eden, her şeye egemen, yerlerde ve göklerde ne varsa hepsi O'na ait, dilediğini yapan (Fe'alün lima yüri-id); din gününûn sahibi, samed; gaybı ve şehadeti bilen; insana şah damanndan daha yakın, dua edenin nidasına karşılık veren ilh. bir Allah'dır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir, hiçbir şeye benzeme-mektedir. Göklerde ve yerde, yani kozmik alemde O'nun hükmü işlemektedir. Yeryüzünde, sosyal hayatta da O'nun hükümlerinin geçerli olması zorunludur. O'na isyan eden kullar O'nun önünde hesap vermeye hazır olmalıdırlar.