Materyalist Ekol Ne Diyor?
Varlığın madde alemiyle sınırlı olduğunu iddia eden bu ekol; dinin doğuşu hakkında üç ayrı görüş ortaya atmıştır.
1- Cehalet
Materyalistler diyorlar ki; Tanrı ve din kavramı insan zihninde cehaletten doğmuştur: "İlk insanlar tamamen bilgisiz olduklarından, gerek dünya ve gerekse kendileri hakkında bir bilgileri olmadığından ve dünya üzerinde etki yaratabilmek için ancak çok basit araçlardan yararlandıklarından, kendilerini şaşkınlığa çeviren bütün olayların sorumluluğunu (taşıdıkları özelliklere göre) doğa üstü güçlere (iyi ruh, kötü ruh, cinler, şeytanlar ve yaratıcılar gibi) yüklüyorlardı."[6]
Kısacası Engels'in deyimi ile: "Din (tanrı) insanların sınırlı (dar) anlayışından doğmuştur."[7] Örneğin, eski insanlar yağmur ve karın güneş ısısıyla denizlerden yükselen buharların soğuk tabakaya ulaşarak donmasından, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımın da bulutlar arası elektrik akımından doğduğunu bilmiyorlardı.[8]
Yine, onlar diyorlar ki; "İlkel insanlar sıtma hastalığının bataklık ve benzeri yerlerde yaşayan sivrisinekten geçtiğini bilmedikleri için, asırlarca kötü ruhlardan yakınıp durdular. Ama gün geçtikçe insan bilinçlendi, bilinçlendikçe de yıllardır yaratıcının eteğinden tuttuğu şeylerin gerçekte maddesel nedenleri olduğunu gördü. Bu gün bilim bir çok şeyin maddesel nedenini anlamış, bir kısmını da anlamak yolundadır. Böylece cehaletten doğan yaratıcı kavramı hayalet aleminde yok olup gitmektedir."
Cevap:
Görünürde aldatıcı bir şekilde takrir edilen bu görüş, aslında hiçbir ilmi gerçeğe dayanmayan temelsiz bir iddiadan başka bir şey değildir. Çünkü ilk önce bu görüş kendisiyle çelişmektedir. Biz burada tanrı kavramı gibi dinsel kavramların menşeini araştırıyoruz. Biz insanları dinsel inanç ve kavramlara yönlendiren etkenlerin neler olduğunu inceliyoruz. Materyalistler insan zihninde tanrı kavramı gibi dinsel kavramların oluşmasına vesile olup, onları dini inanç ve eğilimlere iten sebebin insanların cehaleti olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddianın kendisi tanrı kavramının daha önceden insan zihninde oluştuğunu göstermektedir. Zira daha önceden yaratıcı düşüncesine sahip olmayan bir insan, onun bir şeyi meydana getiren sebep olduğunu kestiremez. O halde, herhangi bir nesnenin veya herhangi bir hadisenin nedenini araştıran insan eğer, onu tanrıya bağlıyorsa, demek ki, o insan bu incelemeyi yapmadan daha önce hem nedensellik ilkesini yani, bir nesnenin, bir hadisenin nedensiz meydana gelemeyeceğini, hem de tanrı kavramını bilmektedir ki, o nesne veya hadiseyi tanrıya nispet vermektedir. Oysa, bizim bahsimiz, bu kavramın ilk olarak insanın zihninde nasıl oluştuğu hakkındadır. Buna göre, ilk insanlar yaratıcı düşüncesine daha önceden sahiplermiş ki, örneklerde zikredilen nesnelerin de onun tarafından meydana getirildiğini düşünmüşler.
Sonra insanoğlunun zihninde kendine yer bularak onu meşgul eden konuları üç ana başlık altında toplamamız mümkündür:
1- Yalnızca insanoğlunun akıl ve mantık yapısı gereği zihninde oluşan ve onu kendine çeken konular. Başka bir tabirle, insan zihninde oluşan bir takım şeyler var ki, insanın akılsal ve mantıksal yapısı onların insan zihninde oluşmasında yeterlidir. Açıktır ki, bu gibi konuların insan zihninde oluşmalarını tevcih etmek için insanın kendi akılsal ve mantıksal yapısından başka bir neden aramak doğru olmayıp bilimsellikten uzaktır. Buna örnek olarak, nedensellik kanununu zikredebiliriz. Yani, yaratılışı gereği akıl ve mantık sahibi olan insan, varoluşundan itibaren bir şeyin kendiliğinden ve nedensiz olarak var olamayacağını kavramış ve dolayısıyla karşılaştığı her şeyin nedenini araştırmaya koyulmuştur. İnsanı bu kanuna müteveccih kılan onun kendi akıl ve mantık yapısından başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanoğlunun bu konuya gösterdiği teveccühün sırrını, onun akli ve mantıki yapısında aramalıyız. Bunun için başka nedenler peşine gitmemiz ve onu başka nedenlere bağlamamız, ne doğrudur, ne bilimsel.
2- İnsanoğlunun akıl ve mantık yapısıyla ilgili olmayıp, onun duygu ve içgüdüleriyle alakadar olan, yani onun fıtri yapısıyla bağlantılı olan konular. Başka bir tabirle de, bir takım konular ve hususlar da vardır ki, onlar insanoğlunun fıtrî yapısı ve içgüdüleriyle ilintilidir. Onları insan zihninde oluşturan ve insanoğlunun o hususlarla ilgilenmesini sağlayan onun fıtrî yapısı ve içgüdüleridir. Açıktır ki, insanoğlunun bu hususlara teveccühünün sırrını da, onun fıtrî yapısı ve içgüdülerinde aramalıyız. Bunun için başka nedenler aramamız da ne doğrudur, ne de bilimsel. Buna örnek olarak da, insanoğlunun evlilik hayatına olan teveccüh ve ilgisini misal getirebiliriz. İnsanoğlu varoluşundan bu yana belli bir yaşa geldiğinde elbette ki, bu hususa ilgi göstermiş ve gereğini yapmıştır. Açıktır ki, insanı bu konuya yönlendiren onun yaratılış yapısından başka bir şey değildir. Dolayısıyla da, "İnsanoğlunu bu hususa teveccüh ettiren etken nedir?" sorusunu yönelten kimse, "İnsanoğlunun bu hususa teveccüh etmesini sağlayan, onun kendi fıtrî yapısı ve içgüdüleridir" cevabından başka bir cevap alamaz. Başka bir cevap verilse de, onun hata olduğundan kimse şüphe etmez.
3- İnsanoğlunun hayatında kendine yer bulup onun zihnini meşgul ettiği halde, ne onun akli ve mantıki yönünden, ne de yaratılış ve fıtrat boyutundan kaynaklanan konular. Aksine, insan mantığı ve fıtratında bir yeri olmadığı halde, bir takım dış etkenler sayesinde insan hayatında kendine yer bulan konular. Buna, bazı insanların bir takım şeyleri herhangi akli bir sebebi olmadığı halde, uğursuz saymalarını misal gösterebiliriz. Açıktır ki, bu gibi olayları ne insanların mantıksal boyutuna bağlayabiliriz, ne de yaratılış yapılarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu gibi konuların tevcihi için, bir takım dış etkenler aramalıyız. Bu etkenler, bir takım toplumsal etkenler de olabilir, psikolojik bir takım sebepler de olabilir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanoğlunun hayatında kendine yer bulan bir konu, eğer onun mantıksal boyutu veya yaratılış yapısı ile ilgili ise, artık onun tevcihi için bir takım dış etkenler peşinde koşmak abes olmakla birlikte, bilimsellikle de bağdaşmaz.
İnsanoğlunun varoluşundan itibaren dini konu ve kavramlara ilgi gösterdiği şüphesizdir. Peki, insanoğlunun bu hususlarla ilgilenmesini sağlayan ve onu bu konularda araştırma yapmaya iten etken nedir? Acaba insanoğlunun bu hususlarla ilgilenmesini sağlayan, onun kendi akıl ve mantık yapısı veya fıtrî yapısı mıdır? Yoksa, ne onun akli ve mantıki yapısında, ne de fıtrî yapısında bu gibi konuların bir yeri olmayıp, onun bu gibi konularla ilgilenmesini sağlayan başka etkenler mi vardır?
Biz yukarıda, insanoğlunun dini kavramlara ilgi göstermesinin ve dini konularda araştırma yapmasının, hem insanın mantıksal boyutunun gereği olduğunu, hem de yaratılış yapısının zorunlu kıldığı bir olay olduğunu ispatladık. O halde insanoğlunun hem mantıksal boyutunu, hem de yaratılış yapısını bir kenara bırakıp da, ondaki bu eğilimi tevcih etmek için, materyalistlerin ve bazı psigolokların yaptığı gibi, bir takım dış etkenler aramak doğru olmadığı gibi, bilimsellikle de çelişmektedir.
İlaveten, biz yukarıda da izah ettiğimiz üzere, insanlar yaratıcı düşüncesine, alemin bir bütün olarak nedenini ararken kendi akli yapıları ve fıtratlarında bulunan duygular sayesinde varmışlardır, yoksa tek tek nesnelerin nedenini ararken değil. Eğer dinler tarafsız bir şekilde incelenirse, bu gerçek apaçık olarak görülür.
Kısacası, tek tek her nesnenin bir var eden nedeni olduğunu bilen insan, niçin bir bütün olarak alemin de bir var edeni olabileceğini düşünmesin? Onu düşünen bunu düşünemez mi?!..
İnsanın yaratılışında bulunan diğer eğilim ve duyguları ihmal etsek bile, hayatının başından itibaren nedensellik ilkesinin, yani her meydana gelen bir olayın kendiliğinden ve sebepsiz meydana gelmesinin imkansız olduğunun farkında olan insan, elbette ki, varlık aleminin tamamının da bir sebep ve nedeni olup olmadığını araştırmaya koyulacak veya en azından bu ilkenin farkında olmak, onun zihninde bütün varlıkların da bir menşei ve yaratanı olup olmadığı sorusunu doğuracaktır. Bu durumda başka dış etkenler peşinde olmak elbette ki, doğru değildir.
Kısacası, insanın bu evrenin akılları hayran bırakan çok ince bir nizam içerisinde hareket ettiğini, onda hiçbir kusur ve eksikliğin olmadığını görmesi, insan zihninde böyle düzenli bir teşkilata sahip olan varlık aleminin bir menşei ve müdebbiri olup olmadığı sorusunu doğurarak, onu bu konuda araştırma yapmaya sevk etmekte yeterlidir. Dolayısıyla insanın bu araştırmasını yorumlamak için başka nedenler aramak doğru ve bilimsel değildir.
Varlığın madde alemiyle sınırlı olduğunu iddia eden bu ekol; dinin doğuşu hakkında üç ayrı görüş ortaya atmıştır.
1- Cehalet
Materyalistler diyorlar ki; Tanrı ve din kavramı insan zihninde cehaletten doğmuştur: "İlk insanlar tamamen bilgisiz olduklarından, gerek dünya ve gerekse kendileri hakkında bir bilgileri olmadığından ve dünya üzerinde etki yaratabilmek için ancak çok basit araçlardan yararlandıklarından, kendilerini şaşkınlığa çeviren bütün olayların sorumluluğunu (taşıdıkları özelliklere göre) doğa üstü güçlere (iyi ruh, kötü ruh, cinler, şeytanlar ve yaratıcılar gibi) yüklüyorlardı."[6]
Kısacası Engels'in deyimi ile: "Din (tanrı) insanların sınırlı (dar) anlayışından doğmuştur."[7] Örneğin, eski insanlar yağmur ve karın güneş ısısıyla denizlerden yükselen buharların soğuk tabakaya ulaşarak donmasından, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımın da bulutlar arası elektrik akımından doğduğunu bilmiyorlardı.[8]
Yine, onlar diyorlar ki; "İlkel insanlar sıtma hastalığının bataklık ve benzeri yerlerde yaşayan sivrisinekten geçtiğini bilmedikleri için, asırlarca kötü ruhlardan yakınıp durdular. Ama gün geçtikçe insan bilinçlendi, bilinçlendikçe de yıllardır yaratıcının eteğinden tuttuğu şeylerin gerçekte maddesel nedenleri olduğunu gördü. Bu gün bilim bir çok şeyin maddesel nedenini anlamış, bir kısmını da anlamak yolundadır. Böylece cehaletten doğan yaratıcı kavramı hayalet aleminde yok olup gitmektedir."
Cevap:
Görünürde aldatıcı bir şekilde takrir edilen bu görüş, aslında hiçbir ilmi gerçeğe dayanmayan temelsiz bir iddiadan başka bir şey değildir. Çünkü ilk önce bu görüş kendisiyle çelişmektedir. Biz burada tanrı kavramı gibi dinsel kavramların menşeini araştırıyoruz. Biz insanları dinsel inanç ve kavramlara yönlendiren etkenlerin neler olduğunu inceliyoruz. Materyalistler insan zihninde tanrı kavramı gibi dinsel kavramların oluşmasına vesile olup, onları dini inanç ve eğilimlere iten sebebin insanların cehaleti olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddianın kendisi tanrı kavramının daha önceden insan zihninde oluştuğunu göstermektedir. Zira daha önceden yaratıcı düşüncesine sahip olmayan bir insan, onun bir şeyi meydana getiren sebep olduğunu kestiremez. O halde, herhangi bir nesnenin veya herhangi bir hadisenin nedenini araştıran insan eğer, onu tanrıya bağlıyorsa, demek ki, o insan bu incelemeyi yapmadan daha önce hem nedensellik ilkesini yani, bir nesnenin, bir hadisenin nedensiz meydana gelemeyeceğini, hem de tanrı kavramını bilmektedir ki, o nesne veya hadiseyi tanrıya nispet vermektedir. Oysa, bizim bahsimiz, bu kavramın ilk olarak insanın zihninde nasıl oluştuğu hakkındadır. Buna göre, ilk insanlar yaratıcı düşüncesine daha önceden sahiplermiş ki, örneklerde zikredilen nesnelerin de onun tarafından meydana getirildiğini düşünmüşler.
Sonra insanoğlunun zihninde kendine yer bularak onu meşgul eden konuları üç ana başlık altında toplamamız mümkündür:
1- Yalnızca insanoğlunun akıl ve mantık yapısı gereği zihninde oluşan ve onu kendine çeken konular. Başka bir tabirle, insan zihninde oluşan bir takım şeyler var ki, insanın akılsal ve mantıksal yapısı onların insan zihninde oluşmasında yeterlidir. Açıktır ki, bu gibi konuların insan zihninde oluşmalarını tevcih etmek için insanın kendi akılsal ve mantıksal yapısından başka bir neden aramak doğru olmayıp bilimsellikten uzaktır. Buna örnek olarak, nedensellik kanununu zikredebiliriz. Yani, yaratılışı gereği akıl ve mantık sahibi olan insan, varoluşundan itibaren bir şeyin kendiliğinden ve nedensiz olarak var olamayacağını kavramış ve dolayısıyla karşılaştığı her şeyin nedenini araştırmaya koyulmuştur. İnsanı bu kanuna müteveccih kılan onun kendi akıl ve mantık yapısından başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanoğlunun bu konuya gösterdiği teveccühün sırrını, onun akli ve mantıki yapısında aramalıyız. Bunun için başka nedenler peşine gitmemiz ve onu başka nedenlere bağlamamız, ne doğrudur, ne bilimsel.
2- İnsanoğlunun akıl ve mantık yapısıyla ilgili olmayıp, onun duygu ve içgüdüleriyle alakadar olan, yani onun fıtri yapısıyla bağlantılı olan konular. Başka bir tabirle de, bir takım konular ve hususlar da vardır ki, onlar insanoğlunun fıtrî yapısı ve içgüdüleriyle ilintilidir. Onları insan zihninde oluşturan ve insanoğlunun o hususlarla ilgilenmesini sağlayan onun fıtrî yapısı ve içgüdüleridir. Açıktır ki, insanoğlunun bu hususlara teveccühünün sırrını da, onun fıtrî yapısı ve içgüdülerinde aramalıyız. Bunun için başka nedenler aramamız da ne doğrudur, ne de bilimsel. Buna örnek olarak da, insanoğlunun evlilik hayatına olan teveccüh ve ilgisini misal getirebiliriz. İnsanoğlu varoluşundan bu yana belli bir yaşa geldiğinde elbette ki, bu hususa ilgi göstermiş ve gereğini yapmıştır. Açıktır ki, insanı bu konuya yönlendiren onun yaratılış yapısından başka bir şey değildir. Dolayısıyla da, "İnsanoğlunu bu hususa teveccüh ettiren etken nedir?" sorusunu yönelten kimse, "İnsanoğlunun bu hususa teveccüh etmesini sağlayan, onun kendi fıtrî yapısı ve içgüdüleridir" cevabından başka bir cevap alamaz. Başka bir cevap verilse de, onun hata olduğundan kimse şüphe etmez.
3- İnsanoğlunun hayatında kendine yer bulup onun zihnini meşgul ettiği halde, ne onun akli ve mantıki yönünden, ne de yaratılış ve fıtrat boyutundan kaynaklanan konular. Aksine, insan mantığı ve fıtratında bir yeri olmadığı halde, bir takım dış etkenler sayesinde insan hayatında kendine yer bulan konular. Buna, bazı insanların bir takım şeyleri herhangi akli bir sebebi olmadığı halde, uğursuz saymalarını misal gösterebiliriz. Açıktır ki, bu gibi olayları ne insanların mantıksal boyutuna bağlayabiliriz, ne de yaratılış yapılarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu gibi konuların tevcihi için, bir takım dış etkenler aramalıyız. Bu etkenler, bir takım toplumsal etkenler de olabilir, psikolojik bir takım sebepler de olabilir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanoğlunun hayatında kendine yer bulan bir konu, eğer onun mantıksal boyutu veya yaratılış yapısı ile ilgili ise, artık onun tevcihi için bir takım dış etkenler peşinde koşmak abes olmakla birlikte, bilimsellikle de bağdaşmaz.
İnsanoğlunun varoluşundan itibaren dini konu ve kavramlara ilgi gösterdiği şüphesizdir. Peki, insanoğlunun bu hususlarla ilgilenmesini sağlayan ve onu bu konularda araştırma yapmaya iten etken nedir? Acaba insanoğlunun bu hususlarla ilgilenmesini sağlayan, onun kendi akıl ve mantık yapısı veya fıtrî yapısı mıdır? Yoksa, ne onun akli ve mantıki yapısında, ne de fıtrî yapısında bu gibi konuların bir yeri olmayıp, onun bu gibi konularla ilgilenmesini sağlayan başka etkenler mi vardır?
Biz yukarıda, insanoğlunun dini kavramlara ilgi göstermesinin ve dini konularda araştırma yapmasının, hem insanın mantıksal boyutunun gereği olduğunu, hem de yaratılış yapısının zorunlu kıldığı bir olay olduğunu ispatladık. O halde insanoğlunun hem mantıksal boyutunu, hem de yaratılış yapısını bir kenara bırakıp da, ondaki bu eğilimi tevcih etmek için, materyalistlerin ve bazı psigolokların yaptığı gibi, bir takım dış etkenler aramak doğru olmadığı gibi, bilimsellikle de çelişmektedir.
İlaveten, biz yukarıda da izah ettiğimiz üzere, insanlar yaratıcı düşüncesine, alemin bir bütün olarak nedenini ararken kendi akli yapıları ve fıtratlarında bulunan duygular sayesinde varmışlardır, yoksa tek tek nesnelerin nedenini ararken değil. Eğer dinler tarafsız bir şekilde incelenirse, bu gerçek apaçık olarak görülür.
Kısacası, tek tek her nesnenin bir var eden nedeni olduğunu bilen insan, niçin bir bütün olarak alemin de bir var edeni olabileceğini düşünmesin? Onu düşünen bunu düşünemez mi?!..
İnsanın yaratılışında bulunan diğer eğilim ve duyguları ihmal etsek bile, hayatının başından itibaren nedensellik ilkesinin, yani her meydana gelen bir olayın kendiliğinden ve sebepsiz meydana gelmesinin imkansız olduğunun farkında olan insan, elbette ki, varlık aleminin tamamının da bir sebep ve nedeni olup olmadığını araştırmaya koyulacak veya en azından bu ilkenin farkında olmak, onun zihninde bütün varlıkların da bir menşei ve yaratanı olup olmadığı sorusunu doğuracaktır. Bu durumda başka dış etkenler peşinde olmak elbette ki, doğru değildir.
Kısacası, insanın bu evrenin akılları hayran bırakan çok ince bir nizam içerisinde hareket ettiğini, onda hiçbir kusur ve eksikliğin olmadığını görmesi, insan zihninde böyle düzenli bir teşkilata sahip olan varlık aleminin bir menşei ve müdebbiri olup olmadığı sorusunu doğurarak, onu bu konuda araştırma yapmaya sevk etmekte yeterlidir. Dolayısıyla insanın bu araştırmasını yorumlamak için başka nedenler aramak doğru ve bilimsel değildir.
Yorum