Nedense dünya bilimi madde ötesiyle hiç ilgilenmez, insanın beş duyusuna çarpmayan her şeyi yok sayar! Bu yüzden, mistiklerin binlerce yıl evvel sezgi yoluyla vardığı sonuçlar ancak günümüzde bilim tarafından doğrulanabilmiştir. Nitekim fizikçiler atom altı parçacıklar dünyasına indiklerinde, maddenin hem ışık dalgası hem madde özelliği gösterdiğini, bir bakıma hem var hem yok olduğunu yeni keşfettiler. Oysa mistikler eşyanın kendine özgü bir vücudu olmadığını, evrendeki tüm nesnelerin bölünmez Bütün’ün geçici tezahürleri olduğunu binlerce yıl evvel biliyorlardı. Bu bilimsel körlük, bu bilginin tekelini elinde tutma hırsı hala devam ediyor.
Bugün bile sözlük ve ansiklopedilerde beynin tarifi “kişilik ve zekayı yaratan düşünce ve duyguların merkezi” diye yapılır, dahası “bilincin, içgüdülerin, deneyimle kazanılan tüm bilgilerin beyinde oluşup biçimlendiği” söylenir. Oysa San Francisco’daki Mount Zion Hastahanesi’nde nörofizyolog olarak çalışan Benjamin Libet ve Bertram Feinstein’ın yaptıkları bir deney bilim çevrelerinde fırtınalar koparmıştır. Bu bilim adamları, bir hastanın tenine uygulanan dokunma uyarısının beyne elektrik sinyali olarak ulaşma süresini ölçtüler. Hastaya, kendine dokunulduğunu hissettiği anda düğmeye basmasını söylediler. Beynin bu uyarıyı saniyenin 0.0001’i kadar bir sürede kaydettiğini, ama hastanın düğmeye uyarıdan saniyenin 0.1’i kadar sonra bastığını gördüler. Asıl şaşırtıcı olan, hastanın uyarıdan sonra düğmeye bastığının şuuruna ancak 0,5 saniye sonra varmış olmasıydı. Bu deney, tepki kararının hastanın şuurdışı zihni tarafından verildiğini gösteriyordu, hastanın farkındalığı sanki yarışta geride kalan bir at gibiydi! Daha rahatsız edici olansa, deneylerde yer alan hastalardan hiçbirinin, düğmeye basmaya şuurlu olarak karar vermelerinden önce şuurdışı zihinlerinin düğmeye bastığının farkında olmayışlarıydı. Hastaların beyni, öyle olmadığı halde eylemleri şuurlu olarak bizzat kendilerinin denetlediği sanısını yaratıyordu. Bu durumda kararı veren kimdi, şuurlu zihin mi, yoksa şuurdışı zihin mi?
Bilim adamı Hunt daha iyi bir buluş yaptı, insanın enerji alanının uyarılara beyinden önce tepki verdiğini keşfetti. Enerji alanının EMG kayıtlarıyla, beynin EEG kayıtlarını aynı anda aldı ve yüksek bir ses çıkardığı ya da parlak bir ışık yaktığı anda, enerji alanının EMG’sinin, uyarıyı henüz EEG’de görünmeden önce aldığını gördü. Hunt bu deney konusunda şöyle diyordu: “Sanırım beynin, insanın dünyayla ilişkisindeki en etkin öge olduğunu kabul ederek onu gereğinden fazla önemsemişiz. Beyin aslında çok iyi bir bilgisayardır. Ancak zihnin yaratıcılık, imgeleme, spiritüellik gibi görünümlerine gelince, ben bunların beyinde yer aldığını sanmıyorum. Zihin beynin içinde değildir, zihin o yapılaştırıcı alandadır (düşünce nehrinde) ”
Bugün bile sözlük ve ansiklopedilerde beynin tarifi “kişilik ve zekayı yaratan düşünce ve duyguların merkezi” diye yapılır, dahası “bilincin, içgüdülerin, deneyimle kazanılan tüm bilgilerin beyinde oluşup biçimlendiği” söylenir. Oysa San Francisco’daki Mount Zion Hastahanesi’nde nörofizyolog olarak çalışan Benjamin Libet ve Bertram Feinstein’ın yaptıkları bir deney bilim çevrelerinde fırtınalar koparmıştır. Bu bilim adamları, bir hastanın tenine uygulanan dokunma uyarısının beyne elektrik sinyali olarak ulaşma süresini ölçtüler. Hastaya, kendine dokunulduğunu hissettiği anda düğmeye basmasını söylediler. Beynin bu uyarıyı saniyenin 0.0001’i kadar bir sürede kaydettiğini, ama hastanın düğmeye uyarıdan saniyenin 0.1’i kadar sonra bastığını gördüler. Asıl şaşırtıcı olan, hastanın uyarıdan sonra düğmeye bastığının şuuruna ancak 0,5 saniye sonra varmış olmasıydı. Bu deney, tepki kararının hastanın şuurdışı zihni tarafından verildiğini gösteriyordu, hastanın farkındalığı sanki yarışta geride kalan bir at gibiydi! Daha rahatsız edici olansa, deneylerde yer alan hastalardan hiçbirinin, düğmeye basmaya şuurlu olarak karar vermelerinden önce şuurdışı zihinlerinin düğmeye bastığının farkında olmayışlarıydı. Hastaların beyni, öyle olmadığı halde eylemleri şuurlu olarak bizzat kendilerinin denetlediği sanısını yaratıyordu. Bu durumda kararı veren kimdi, şuurlu zihin mi, yoksa şuurdışı zihin mi?
Bilim adamı Hunt daha iyi bir buluş yaptı, insanın enerji alanının uyarılara beyinden önce tepki verdiğini keşfetti. Enerji alanının EMG kayıtlarıyla, beynin EEG kayıtlarını aynı anda aldı ve yüksek bir ses çıkardığı ya da parlak bir ışık yaktığı anda, enerji alanının EMG’sinin, uyarıyı henüz EEG’de görünmeden önce aldığını gördü. Hunt bu deney konusunda şöyle diyordu: “Sanırım beynin, insanın dünyayla ilişkisindeki en etkin öge olduğunu kabul ederek onu gereğinden fazla önemsemişiz. Beyin aslında çok iyi bir bilgisayardır. Ancak zihnin yaratıcılık, imgeleme, spiritüellik gibi görünümlerine gelince, ben bunların beyinde yer aldığını sanmıyorum. Zihin beynin içinde değildir, zihin o yapılaştırıcı alandadır (düşünce nehrinde) ”
Yorum