Nihat DAĞLI
Materyalist görüşlere bakıldığında, insana ve insanı kuşatan eşyaya getirdikleri yorumlarda metafıziğin verilerine rastlanılmaz. Bu yorumlarda daha çok, kutsallıktan soyunmuş bir eşyayı görüyoruz; her şey elle tutuluyor ve gözle görülebiliyor, gözün görmediği ve elin tutmadığı bir şey yok sayılıyor. Eşyanın öncesine ve sonrasına dair net bir bilgi verilmiyor.
Bu çerçevede yapılan insanı tanımlama girişimlerinde de, bu bakışın yoğun tesiri görülüyor. İnsan, çok dar bir alana çekiliyor; “karbon, hidrojen, oksijen, azot ve fosfor atomlarının belirli bir molekül dizisinin oluşturduğu bir metre seksen santimlik bir kütlenin” içerisinde değerlendiriliyor.
Merak ettiğimiz şu: Bu tezi ortaya koyanlar, yazdıklarına ve söylediklerine acaba kendileri de inanmışlar mı veya bu inançlarını ömür boyu koruyabilmişler mi? Gecenin karanlığın da ve yalnız kaldıklarında, aynı şeyi düşünmeye devam etmişler mi? Sevdiklerinde, hayal kırıklığına uğradıklarında, en yakınlarındaki insanların ölmesinde veya bir kalp spazmı esnasında vicdani ses, hiç mi onları rahatsız etmemiş? Salt eşya bilgisinin, fiziğin ve biyolojinin izah edemediği eşya-ötesi metafızik bir dünyanın da var olduğunu küçücük yüreklerinde bir an olsun hiç hissetmemişler mi?
Sanmıyorum; insanın kendisiyle ilgilendiği, yüreğinin yollarına düştüğü demlerde duyulan vicdani ses, muhakkak onları da yakalamış, din ve ahlaki hayattan koymuş olmanın ağırlığı altında ezilmiş ve herşeye rağmen telef olmamış kalbi dünyalarının tokatlarıyla dövülmüşlerdir, diye düşünüyorum Nitekim, yazdıkları kitapların satır aralarında, kendileriyle hesaplaşmalarına şahit oluyoruz. Mesela Charles Darwin... Hıristiyan teolojisinden materyalizme kayan Darwin’in otobiyografisinde şu ilginç itirafları okuyoruz:
Materyalist görüşlere bakıldığında, insana ve insanı kuşatan eşyaya getirdikleri yorumlarda metafıziğin verilerine rastlanılmaz. Bu yorumlarda daha çok, kutsallıktan soyunmuş bir eşyayı görüyoruz; her şey elle tutuluyor ve gözle görülebiliyor, gözün görmediği ve elin tutmadığı bir şey yok sayılıyor. Eşyanın öncesine ve sonrasına dair net bir bilgi verilmiyor.
Bu çerçevede yapılan insanı tanımlama girişimlerinde de, bu bakışın yoğun tesiri görülüyor. İnsan, çok dar bir alana çekiliyor; “karbon, hidrojen, oksijen, azot ve fosfor atomlarının belirli bir molekül dizisinin oluşturduğu bir metre seksen santimlik bir kütlenin” içerisinde değerlendiriliyor.
Merak ettiğimiz şu: Bu tezi ortaya koyanlar, yazdıklarına ve söylediklerine acaba kendileri de inanmışlar mı veya bu inançlarını ömür boyu koruyabilmişler mi? Gecenin karanlığın da ve yalnız kaldıklarında, aynı şeyi düşünmeye devam etmişler mi? Sevdiklerinde, hayal kırıklığına uğradıklarında, en yakınlarındaki insanların ölmesinde veya bir kalp spazmı esnasında vicdani ses, hiç mi onları rahatsız etmemiş? Salt eşya bilgisinin, fiziğin ve biyolojinin izah edemediği eşya-ötesi metafızik bir dünyanın da var olduğunu küçücük yüreklerinde bir an olsun hiç hissetmemişler mi?
Sanmıyorum; insanın kendisiyle ilgilendiği, yüreğinin yollarına düştüğü demlerde duyulan vicdani ses, muhakkak onları da yakalamış, din ve ahlaki hayattan koymuş olmanın ağırlığı altında ezilmiş ve herşeye rağmen telef olmamış kalbi dünyalarının tokatlarıyla dövülmüşlerdir, diye düşünüyorum Nitekim, yazdıkları kitapların satır aralarında, kendileriyle hesaplaşmalarına şahit oluyoruz. Mesela Charles Darwin... Hıristiyan teolojisinden materyalizme kayan Darwin’in otobiyografisinde şu ilginç itirafları okuyoruz:
Yorum