Bir kimse uyuyacağı zaman her şeyi olan bu dünyanın malzemesini de yanına alır, onu bir kenara ayırır, onu kurar ve kendi zekası ve aydınlığıyla rüyasını görür. Böylece bu kişi kendi kendine aydınlanmış olur. Orada ne araba vardır, ne koşumlar ne de yollar. Fakat arabayı, koşumları ve yolları kendi kendine kurar. Orada ebedi mutluluklar, zevkler ve memnuniyetler yoktur. Fakat ebedi mutlulukları, zevkleri ve memnuniyetleri kendi kendine kurar. Orada su birikintileri, nilüfer gölleri ve çaylar yoktur. Fakat su birikintilerini, nilüfer göllerini ve çayları kendi kendine kurar. Zira o bir yaratıcıdır.
Duyuru
Daraltma
Henüz duyuru yok.
Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
Daraltma
X
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
Yeni Bilim Başlıyor….
Beyinlerimiz, temelde başka boyutlardan, uzay ve zamanın ötesindeki daha derin varoluş düzeninden yansıyan frekansları yorumlamak suretiyle nesnel gerçekliği matematiksel olarak oluşturmaktadır: Beyin, holografik evrenin içerdiği bir hologramdır.“Bizim ötemizde” yalnızca engin bir dalgalar ve frekanslar okyanusu vardır ve gerçekliğin bize böyle somut görünmesinin nedeni yalnızca, beyinlerimiz bu holografik karmaşayı alıp onu taşlara, sopalara ve dünyamızı oluşturan diğer tanıdık objelere dönüştürme yeteneğine sahip olmasıdır. Başka bir deyişle, bir porselenin pürüsüz yüzeyi ve ayaklarımızın altındaki plaj kumu, gerçekte yalnızca fantom organ sendromunun süslü bir çeşitlemesidir.
Bu da bizi, algılananın mutlak evren değil, sadece insanın evreni olduğuna; bunun gibi her boyut algılayıcısına göre de sonsuz sayıdaki evrenlerin bulunduğuna ve evrende mevcut olan bağlantılar dolayısıyla insanın boyutsal bilinç sıçraması sonucu genişleyen-değişen algı durumu ile birlikte Hakikâti olan bu boyutlara uzanabileceği gerçeğine götürür. Böylece evren ve boyutları tüm varlıkların katılımlarıyla rölatif (izafi) bir biçimde hiyerarşik olarak var olmuş Tekil bir yapıdır
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
DAVID BOHM: David Bohm 20 Aralık 1917’de Wilkes-Barre, Pennsylvania’da doğdu. Bohm, kozmik güçlerden, anlayışlarımızın ötesinde, çok daha geniş bir uzay kavramı ile ilgili şaşırtıcı düşüncelerden etkilenmiş bir bilim adamıdır. Bohm teorisine, modern fiziğin iki temel direği olan kuantum mekaniği ve rölativite teorisinin gerçekte birbirlerine zıt olduğunu öne sürerek başladı. Üstüne üstlük bu zıtlık sadece küçük detaylarda değil, çok temel noktalardaydı; çünkü kuantum mekaniği gerçekliğin süreksiz, nedensiz ve mekândan bağımsız olmasını gerektirirken rölativite teorisi ise gerçekliğin sürekli, nedenli ve mekâna bağımlı olmasını gerektiriyordu. Bu farklılığın matematiksel bazı tekniklerle aslında var olmadığı gösterilebilir ama bu yaklaşım Bohm’un teorisine sınırsız sayıda keyfi özellik getirir ve Ptolmaic Astronomi’nin parçalayıcı teorisini birleştirmek için kullanılan ilmekleri anımsatır. Dolayısıyla, bilim adamları arasında yaygın olan anlayışa karşıt olarak, yeni fizik temeli itibariyle kendi içinde çelişiyor gibi görünüyor ve yeni, tamamlanmış bir gerçeklik modeli sunmaktan uzak duruyor. Pek çok önde gelen fizikçinin bu farklılığa yeterince ilgi göstermemesi Bohm için ileride sorun oldu. Kuantum fiziğine göre gezinen iki foton kuantası arasında ne kadar mesafe olursa olsun, ölçüldüklerinde her zaman özdeş bir polarizasyon açılarına sahip oldukları görülecektir. Bu da şu anlama geliyor; iki foton bir şekilde bir anda birbirleriyle iletişim kuruyor ve böylece hangi kutuplaşma açısında olacaklarını biliyorlar. Sonuçta, teknoloji parçacık deneyini gerçekleştirmek için elverişli hale geldi, ama hiç kimse sonuca ulaşan bir üretimde bulunamadı.
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
ASPECT DENEYİ ya da EPR PARADOKSU: Ardından 1982’de dikkate değer bir olay gerçekleşti. Paris Üniversitesi Optik Fizikçilerinden Alain Aspect, Gerard Roger ve Jean Dalibard tarafından gerçekleştirilmiş olan deney 20 yüzyılın en önemli deneylerinden biri olabilecek olan çalışmayı gerçekleştirdi. Bu keşfin, bilimin yüzünü değiştirebileceğini düşünenler hala vardır. iki tanecikten birinin yönü değiştirildiğinde diğer parçacığın da aynı anda yönünün değiştiği gözlemlenmiş ve bu tanecikler arasındaki mesafe, en büyük hız olan ışık hızının bile milyonlarca, milyarlarca yıl gidebileceği bir uzaklığa kadar artırılmış olsa da birindeki hareket değişikliğinin diğerine aynı anda yansıdığı anlaşılmıştır. Sadece bu parçacıkların doğrultu değişimleri için değil spinleri… için de aynen geçerlidir. Tüm bunlardan çıkan sonuçlara sorular halinde cevap bulmaya çalışırsak; acaba elektronlar (tanecikler), tek tek gönderildikleri zaman geçeceği deliklerin tek yarıklı mı yoksa çift yarıklı mı olduğunu nereden bilmektedirler ki ona göre harekette bulunuyorlar? Ya da bir elektron (parçacık) aynı anda hem öncesinde hareket eden hem de sonrasında hareket edecek olan tüm elektronların ne şekilde davranacaklarını, deney aletlerini, deneycinin zihninin vereceği kararı önceden nasıl biliyor da bu duruma göre kendi hareketlerini (davranışlarını) belirliyor? Üstelik aralarındaki mesafenin de hiçbir önemi olmaksızın.
Bununla birlikte, parçacıklar arasındaki etkileşmenin aralarındaki mesafeye bağlı olmaksızın gerçekleşmesine ve kuantumun ihtimalli doğasına, “Tanrı zar atmaz” diyen Einstein ve arkadaşları, EPR paradoksu ile bunun, hem yerel nedensellik ilkesine (yani uzak olayların herhangi bir aracılık olmadan yerel olayların anında etkileyemeyeceği ilkesi) hem de Determinist ilkeye ters düşmesi nedeniyle, kuantum fiziğinin yetersiz ya da yanlış olduğu fikriyle karşı çıktılar. Ve bu durumun uzun yıllar felsefi olarak tartışılması sonucunda, Cern’deki fizikçi John Bell, teorik bir durum olan bu görüşlere karşın, olaya deneysel yönden uygulanabilirlik sağlanacağını göstermiş, 1982 yılında da Paris’ten Alain Aspect bu deneyi yaparak kuantum gerçekliğinin ardında bir başka gerçekliğin gizli olduğunu bulmuş ve Einsten’ın determinist (gerekirci) ilkesi ile Bohr’un madde–antimadde arasındaki etkileşmenin sonucu yerel nedensellik ilkesinin olamayacağı görüşünün bu boyutta birleşmesini sağlamıştır. Böylece bir foton (tanecik) galaksinin ya da evrenin ucundaki bir diğer fotonla (parçacıkla) veya diğer tüm fotonlarla (parçacıklarla) deneydeki gibi zaman ve mekan kavramı olmaksızın bağlantılıydı. Buna göre ya Einstein’ın uzun süre kabul gören “hiçbir iletişimin ışık hızından daha hızlı gerçekleşemeyeceği” teorisi gerçekti ya da iki parçacık mekândan bağımsız olarak birbirleriyle bağlantılıydılar. Çoğu fizikçi ışıktan hızlı oluşu reddettiği için bu korkutan manzara, bazı fizikçilerin Aspect’in bulgularını açıklamak adına ayrıntılı yöntemler denemelerine neden oldu. Ne var ki diğerleri için de bu yöntemler, daha da radikal açıklamalarda bulunmalarını sağladı.
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
GİZLİ DÜZEN (Örtük, Saklı Düzen): Parçacıkların yerel olmayan ilişkilerini David Bhom bir plazma içindeki, elektronların, gelişi güzel, kaotik bir biçimde sürekli bir kararsızlık durumunu yaratarak hareket etmek yerine, tüm elektronların bilgisine göre yani holografik bir biçimde davranış sergilediğini ve buna da “plazmon” ismini vererek (aynı durumu metallerde de) deneysel olarak göstermiştir. Bu görünmeyen ve holografik özellikli sisteme “Gizli (Örtük) Düzen” ve bu düzenin kendi boyutlarınca belirdiği, göründüğü düzenleri de “Belirgin Düzenler” olarak ifade etmiştir. Böylece bir taneciğin, diğer taneciklerden, deney aletlerinden ve onu gözlemleyen (deneyi yapan ve izleyen) gözlemcinin zihninden veya gözlemcinin zihninin deney aletleri ve taneciklerden bağımsız olmadığı ve daha derin bir düzeyde birbirinden ayırt edilmeksizin Tek bir yapı oldukları, ancak belirgin düzende açığa çıktıklarında farklı isim ve yapılarla anıldıkları ve de bu iki düzen arasındaki gidiş gelişlerle de her an birbirleriyle bağlantılı oldukları görülür. Bu nedenle her şey bir diğer şeyin tüm özelliklerine sahip olan diğer aynı şeydir ki, varlık bu şekilde birbirinin devamı olarak sürekliliğini devam ettirmekte ve bundan ötürü fark edelim ya da etmeyelim, yine birbirlerini zaman – mekan kavramı olmaksızın her an ve her şekilde etkilemektedirler. Uzay- zamandan bağımsız etkileşmeyi sadece mekanlar arası değil, varlığın geçmiş-şimdi-geleceği arasında var olan aynı biçimdeki bağlantıyı da kapsayacak şekilde düşünmeliyiz. Bu zamansal bağlantıyı anlamak içinse, nasıl ki sağduyumuza göre geleceğimiz, geçmişimiz tarafından oluşturuluyorsa, geçmişimiz de aynı biçimde geleceğimiz tarafından şekillendirilmektedir. Dolayısıyla, olaya Tek bir gözle (bakış açısıyla) Bütünsel Boyuttan baktığımız taktirde ayrı ayrı olarak geçmişin mi geleceği yoksa, geleceğin mi geçmişi var ettiği sorusu anlamsızlaşır. Çünkü o boyutta, herhangi bir zaman ayrımı olmaksızın Tek bir zamanın varlığı söz konusudur. Tıpkı Einstein’ın “geçmiş, şimdi ve gelecek, sadece bir illüzyondan ibarettir. Her ne kadar gerçek görünseler de…” dediği gibi.
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
Gizli Düzende varlığın Tek olması ve Belirgin Düzenlerdeki tüm şeylerin birbirleriyle bağlantılı, ilintili olması dolayısıyla, evrenin herhangi bir noktasında meydana gelen bir aktivite, evrenin bilemediğimiz ve hatta hayal bile edemeyeceğimiz bir diğer noktasındaki bambaşka şeyleri etkileyerek onların çeşitli şekillerde harekete geçmesini sağlamaktadır. Bu durumun tüme olan genelleştirilmesini parçacıklar açısından irdelersek; bir elektron (tanecik) tüme (Bütüne) ait olan bilgiye göre hareket ederken aynı zamanda tüm parçacıklar da bir elektronun tüm özelliklerine sahip olarak davranışlarını düzenlerler. Yani bir parçacık bütün parçacıkların davranışlarını etkilerken aynı şekilde tüm parçacıklar da bir taneciğin hareketini etkilemektedir. Varlığın Gizli Düzendeki Tekliği (Bütünselliği) ve Belirgin Düzenlerdeki her bir şeyin de diğer tüm şeylerle olan bağlantısını göz önüne aldığımızda ise, Tek’in dışında ikinci bir şeyin hiçbir şekilde mevcut olmadığını, bu nedenle de Belirgin Düzenlerde görünenlerin kendilerine özgü özgür ve hür iradelerinin olmadığını görürüz. David Bohm, atomaltı parçacıkların, birbirlerini ayıran mesafeye rağmen ilişkide kalabilmelerinin nedenini parçacıkların ileri geri bazı gizemli sinyaller vermelerine değil, gerçekte ayrı olduklarının bir illüzyon (aldatmaca) oluşuna bağlıyor. Bohm, fiziksel gerçekliğin nihai doğasının bize göründüğü gibi ayrı objelerin bir toplamı değil, daha çok sürekli ve dinamik bir akışa ait bölünmemiş bir bütün olduğunu önermektedir. Bohm’a göre, kuantum mekaniğine ve rölativite teorisine ait anlayışlar bölünmemiş, tüm parçaları tek bir birlik içinde birleşen bir evreni işaret etmektedir.
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
Sözedilen bölünmemiş bütün statik değil, daha çok sabit bir akış ve değişim halindedir; buna her şeyin ondan varolduğu ve sonuçta her şeyin onda eriyeceği bir tür görünmez esir (eter) denilebilir. Aslında, zihin ve madde de bir bütündür. Bohm kendi teorisini “holo eylem” olarak tanımlıyor. Holo ve eylem kelimeleri gerçekliğin iki asli özelliğine işaret etmektedir. Eylem kısmı gerçekliğin sabit bir değişimi halinde olduğuna, akışın ise yukarıda bahsedildiği gibi olduğuna işaret eder. Holo kısmı gerçekliğin holograma çok benzer bir şekilde yapılandığını gösterir. Bohm, evrenin bir holograma benzediğini söylemektedir.
Üç boyutluluğu ifade etmek için şöyle bir örnek verelim. Eğer bir gül hologramını tam ortadan ikiye bölündüğünü düşünürseniz, sonuç itibariyle iki parçada gülün kendisini içerecektir. Yani holografik bir şeyi ikiye bölerseniz, gülün tam ve kesin hali iki parçada da var olacaktır. İki boyutlu fotoğrafların aksine holografik resimlerin parçaları, tüm resmin bilgilerini de içerir.Yani, Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir. “Tümü her parçanın içinde”, cümlesi hologramların mantığını anlamayı kolaylaştıracak bir ifade olacaktır. Güncel bilim anlayışı, bir fareyi incelerken de, bir atomu incelerken de aynı prensiple hareket eder. İncelediğini küçük parçalara ayırır, parçaları anlamaya çalışır, küçük parçaları anladığında ise, bütüne gider yani tümevarım metodunu izler. Oysa hologramların her parçası bütünü içinde barındırır. Yani parçalar, bütünün sadece ufaltılmış bir modelidir. Dolayısıyla, hologramları anlamak için, tümevarım yöntemi geçersizdir. bu durum Bohm’u Aspect’i daha iyi anlamak için başka yöntemler kullanmaya itti.
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
Bohm’a göre, parçalanmış bir atomda dahi birbirinden ayrılmış olsun veya olmasın, her atom parçacığının birbiriyle iletişim halinde olması ve birbirine bazı sinyaller göndermesinin, bir açıklaması ancak bütün bunların birer iluzyon olmasıyla olabilirdi. Özellikle bu iletişimin mesafeden bağımsız olması onun bu düşüncede ısrar etmesine neden oluyordu. Böylece atom parçacıkların bireysel ve tek özneli bir şeyin parçası olmaktan ziyade, daha temel bir noktada bütün kütlelerin onun uzantısı olduğu bir derin gerçekliğin varlığını öne sürdü.
İnsanların bu ifade ettiğini daha iyi anlamaları için Bohm şu sunumu yaptı. Bir akvaryum düşünün, içinde bir balık olsun ve akvaryumu direk olarak değil de iki kameradan izlediğinizi düşünün. Kameralardan biri akvaryumun ön yüzüne, diğeri yan yüzüne baksın. Akvaryum hakkında daha önceden bilgilendirilmemiş biri ilk olarak bunu iki farklı balık olarak algılayacaktır fakat daha dikkatli incelediğinde, iki farklı görüntü arasında bir bağ olduğunu görecek ve birbirlerinden çok az farkları olduğunu sezecektir. Balık su içinde manevra yaptığında, iki görüntü sanki farklı gibi olsa da birbiriyle uyuşacaktır. Birinde gözleri izleyene bakarken, diğerinde yan tarafı dönük olsa da iki görüntü arasındaki ilişkiyi anlamak çok sürmeyecektir. Ya bu balık aynı balıktır, eğer bu iki farklı balık ise, birbiriyle iletişim halindedir, sonucuna ulaşmak kaçınılmaz. Fakat bu durum net olarak konumuz değil, konumuzu da tam olarak açıklayamaz. Bu sadece Aspect’in deneyindeki iki farklı atom parçacığı arasındaki koordinasyonun ne denli çarpıcı olduğunu basitleşerek anlatmaktan ibarettir. Aspect’in deneyi, akvaryum benzeştirmesinden çok daha kompleks bir temel boyutun, anlayışlarımızı kökten değiştirecek bir gerçeğin var olduğunu gösterir. Birbirinden bağımsız ama aslında aynı şey olan, aynı gerçekliğin parçası olan iki nesne gibi. Parçalanmış bir hologram gibi, bölünmüş ama aynı bütünü içinde barındıran parçalar. Dolayısıyla, evrenin kendisi de bir hologram veya hologram gibi bir şey olabilir. Diğer yandan eğer iki atom alt parçacığı arasında bir koordinasyon, iletişim ve bağ varsa, bu aynı zamanda bütün kâinatın da bir koordinasyon, iletişim ve bağ içinde olduğunu gösterir. Yani insan beynindeki bir karbon atomu, yüzen bir somon balığının içerdiği karbon atomuyla ilişki içinde olması anlamına gelen bu durum, aynı zamanda evrenin başka yerlerindeki karbon atomlarıyla da ilişki içinde olması anlamına da gelir. Yani herşey herşey ile ilişki, iletişim ve koordinasyon halinde olabilir. Bu durum, aynı zamanda herşeyin suni olduğu anlamına da gelebilir.
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
Bohr’un konunun ilgililerini en çok ürküten iddialarından biri de, günlük yaşantılarımızın somut gerçekliğinin gerçekten bir tür illüzyon olduğudur, tıpkı bir holografik imajda olduğu gibi. Bunun altında yatan gerçek, var oluşun daha derin bir düzeni; tıpkı bir holografik film parçasının bir holograma hayat vermesi gibi, fizik dünyamızın nesnelerine ve görünümlerine de hayat veren gerçekliğin daha geniş ve daha temel bir seviyesidir. Bohm, gerçekliğin bu daha derin seviyesine “saklı düzen”, bizim içinde bulunduğumuz seviyeye veya var oluşa da “görünür düzen” adını vermektedir. Başka bir bakışla, elektronlar ve tüm diğer parçacıklar bir suyun kaynağından fışkırırken aldığı geçici formdan öte bir şey değildir. Bunlar, saklı düzenden yayılan sürekli bir akış ile desteklenirler ve bir parçacık yok oluyor gibi göründüğünde de aslında kaybolmaz. Bu durumda parçacık sadece bünyesinden çıktığı derinlerdeki düzene geri dönmüştür. Bir holografik film parçası ve onun meydana getirdiği imaj da saklı ve görünür düzenlerin birer örneğidir. Film bir saklı düzendir çünkü kendisine kodlanmış olan imajın girişim modelleri, bütünden açığa çıkan saklı bir bütünselliğin yansımalarıdır. Filmden projekte edilen hologram görünür düzene aittir çünkü imajın açığa çıkmış ve algılanabilir haldeki bir görünümünü temsil etmektedir.
Günümüze dek evren kavramı herşeyi kapsayan, bir üst kavram gibi konuşuldu. Fakat bu anlayışa göre evren kapsayıcı bir unsur değildir. Zaman ve mekan üstü iletişim ve koordinasyonlar, evreni bir temel yapamaz, dolayısıyla, evren de bu sahnenin sadece bir unsurudur, aynen balığı izleyen iki kamera veya monitör gibi. Daha derin bir gerçekliğin, izdüşümü veya görüntüsü, evrenin kendisi olabilir yani evren bir sanal gerçeklikten ibaret olabilir. Belki bir varsayım olarak geçmişi, şu anı ve geleceği kapsayan bir süper hologramdan da söz edilebilir. Bu derin gerçekliğe ulaşabilirsek, belki de geçmişten veya gelecekten sahneleri çekip alabiliriz. Bu belki de herşeyin onun üzerinden koordine olduğu derin gerçeklik, kuasarlardan çıkan kar taneleri gibi veya gamma ışınlarından çıkan beyaz balinalar gibi, bir kozmik market olabilir. Herşey budur, diyebileceğimiz kadar derin bir gerçeklik. Diğer yandan Bohm’a göre başka hangi yalanların bu süper hologram ile çözülebileceğinden emin değildi. Ve bu emin olmama durumu içinde, bu bahsettiği süper holografik gerçekliği, mutlak gerçeklik olarak tanımladı. Bu tanım bir sonsuzluk ifadesini de içinde barındırıyordu.
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
KARL PRIBRAM: Bohm, evreni bir hologram olarak tanımlayan tek bilim adamı değildi. Standford beyin araştırmaları merkezinden, nörofizyolojist Karl Pribram, doğanın holografik gerçekliğini savunanlardandı. Pribram bilgilerin beyinde nasıl depolanacağını holografik olarak modellemişti. Yani insanın algısının holografik olduğunu göstermişti.
Pribram’ı holografik modeli biçimlendirmeye yönelten ilk çıkış noktası, anıların beyinde nasıl ve nerede depolanmakta olduğu sorusuydu. Bu gizemle ilgilenmeye başladığı 1940’ların ilk yıllarında anıların beyinde belirli bir yerde yerleşmiş olduğu kanısı egemendi. Kişinin sahip olduğu her anı, örneğin büyük annesini en son gördüğün anın, beyin hücrelerinin belirli bir yerinde bulunduğuna inanılırdı. Bu gibi anı izlerine engramlar deniliyordu, bir engramın hangi maddeden yapıldığını-bir nöron mu, yoksa özel bir tür molekül mü olduğunu – hiç kimse bilmiyordu. Genç bir nöroşirurji öğrencisi olan Pribram’ın, Penfield’ın enegram kuramından kuşkulanmak için bir nedeni yoktu. Ancak daha sonra düşüncesini tümüyle değiştirmesine neden olan bir şey oldu. Büyük Nöropsikolog Karl Lashley’le çalışmaya başlamıştı. Lashley hafızadan sorumlu o bir tür bilinmeyen mekanizma üzerinde otuz yıldır kişisel inceleme yapıp, duruyordu ve orada Pribram, Lashley’in çalışmalarının meyvelerine ilk elden tanık oldu. Şaşırtıcı olan, Lashley’in engramın varlığı konusunda hiç bir ipucu elde edememiş olmasınında ötesinde, yaptığı incelemenin, Penfiled’ın tüm bulgularının dayandığı zemini yerle bir etmiş olamasıydı. Lashley’in yaptığı şey, fareleri, örneğin bir labirent içinde koşturmak gibi çeşitli görevleri yerine getirmek üzere eğitmekti. Farelerin beyinlerinin çeşitli bölümlerini ameliyatla çıkarttıktan sonra yine bu deneyleri uyguladı. Amacı, farelerin beyinlerinden labirent içinde koşma yeteneklerinin anılarını kapsayan bölümleri devreden çıkartmaktı. Beyinlerinden hangi oranda parça alırsa alsın,
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
Anılarını ortadan kaldıramadığını görerek şaşırmıştı. Genellikle farelerin motor yetenekleri zayıflıyor ve labirentin koridorlarında beceriksizce topallıyorlardı ama beyinlerinin büyük bir bölümü çıkarılmış olsa bile hafızaları inatla tam kalıyordu. Pribram için bunlar olağanüstü bulgulardı. Eğer hatırlara beynin içinde kütüphane raflarında belirli yerlerde bulunan kitaplar gibi özel yerlere sahipse, Lashley’in cerrahi müdaheleleri onlar üzerinde niçin etkisiz kalıyordu? Pirbram’a göre bunun tek nedeni, hatıraların beynin belirli bir bölümünde yerleşmiş olmayıp, tüm beynin içinde bir biçimde yayılmış ya da dağıtılmış durumda oluşuydu. Sorun, bu durumun oluşmasını hangi mekanizma ya da sürecin sağladığı konusunda bir düşünce üretilememesiydi.
1960’ın ortalarında, Scientific American dergisinde okuduğu bir makale onu şimşek gibi çarptı. Bu makale, bir hologram düzeninin nasıl kurulduğunu anlatıyordu. Şaşırtıcı olan yalnızca holografi kavramının kendisi değildi, aynı zamanda Pribram’ın çözmeye çalıştığı bilmeceye bir çözüm sağlıyordu.
Holografinin ortaya çıkamasına neden olan şey girişim diye tanımlanan olgudur. İki ya da daha çok dalga-tıpkı su dalgaları gibi – birbiri içine geçtiğinde oluşan çapraz çizgili desenlere girişim denir. Örneğin bir havuza bir çakıl taşı attığınıza suda bir dizi eş merkezli dalgalar oluşur. Ve bunlar kendi dışlarına doğru yayılır. Eğer havuza iki taş atacak olursanız, iki dizi dalganın yayılıp, birbirinin içinden geçtiğini görebilirsiniz. Böyle çarpışmanın neden olduğu dalga sırtları ve çukurlarından oluşan karmaşık düzenleme, bir girişim desenidir. Dalga benzeri her fenomen ışık ve radyo dalgaları da dahil bir girişim deseni yaratabilir. Lazer ışını son derece saf, birbiriyle uyumlu bir ışık türü olduğu için, girişim desenleri yaratma konusunda özellikle başarılıdır.Deyim yerideyse lazer, kusursuz bir çakıl ve kusursuz bir havuz oluşturur. Sonuçta, bugün bildiğimiz hologramlar ancak lazerin bulunuşundan sonra oluşturulabilmişleridir.
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
Bir hologram, tek bir lazer ışınının iki ayrı ışına ayrılması ile oluşur. İlk ışın, fotografı çekilecek nesneden sektirilir. Sonra ikinci ışın, ilkinin yansıyan ışığıyla çarpıştırılır. Bu durumda ortaya çıkan girişim deseni daha sonra bir film parçalayıcısına kaydedilir. Çıplak gözle bakıldığında film üzerineki imgenin, fotoğrafı çekilen nesneyle uzaktan yakından hiç bir benzerliği yoktur. Daha çok, havuza atılmış bir avuç çakıl taşının oluşturuğu eş merkezli halkalara benzemektedir. Ancak başka bir lazer ışını (ya da bazan benzer bir parlak ışık kaynağı) filmin içinden geçip, onu aydınlatacak olursa orjinal nesnenin üç boyutlu bir imgesi yeniden ortaya çıkar. Böylece imgelerin üç boyutluluğu genellikle insanı ürkütecek derecede inandırıcıdır. Bir holografik projeksiyonun çevresinde dolaşabilir ve sanki gerçek bir nesneymiş gibi ona değişik açılardan bakabilirsiniz. Bununla birlikte uzanıp, ona dokunmak isterseniz eliniz görüntünün içinden geçip gider, ancak o zaman orada gerçekte hiç bir şey olmadığını anlarsınız.
Hologramın tek şaşırtıcı özelliği üç boyutlu oluşu değildir. Üzerine bir elma imgesi kaydedilmiş bir holografik film parçasını ikiye böler ve ve sonra parçaları lazerle aydınlatacak olursak, her iki yarının da elma imgesinin bütününü kapsamakta olduğunu görürüz! Bu yarım filmleri tekrar tekrar bölerek yine aynı işlemi yineleyecek olursak, bütün elma imgesinin en küçük parçanın üzerinde bile (parçalar ufaldıkça imgeler biraz flulaşmakla birlikte) yer aldığını görerek yeniden şaşırabiliriz. Normal fotoğrafların tersine, holografik bir film parçasının en ufak parçası, bütün üzerinde kaydedilmiş tüm bilgileri kapsamaktadır.
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
Pribram’ı böylesine heyecanlandıran şey de işte hologramın bu özelliğiydi; çünki, hatıraların beyinde belirli bir yerde olmayıp da tüm beynin içine nasıl olup da dağılmış bulunduğuna bir yanıt getiriyordu sonunda. Eğer bir holografik filmin her bir parçası, bütün bir imge yaratabilmek için gereken tüm bilgiyi kapsıyorsa, beynin her parçasının da yine aynı biçimde tüm hafızayı hatırlayabilemek için gerekli tüm enformasyonu içermesi mümkündür.
Pribram 1970’lere dek kuramanı doğrulayacak yeterince kanıt birikimin sağlandığı düşüncesindedir. O’nu rahasız etmeye başlayan soru ise şuydu: Eğer beyinlermizdeki gerçeklik görüntüsü aslında bir görüntü değilde, bir hologramsa, bu neyin hologramıydı? Bu sorunun yarattığı açmaz, bir masa başında oturan bir grup insan yerine bir leke halindeki girişim deseniyle karşılaşmaya benzer. Her iki durumda da kişi şu soruyu sormakta haklıdır: Hakiki gerçeklik nedir? Gözlemci tarafından gözlenen ve görünüşe göre olan nesnel dünya mı, yoksa kamera/beyin tarafından kayıtlanan girişim desenlerinden oluşan leke mi?
Pribram, holografik beyin modelinden çıkartılacak mantıksal önermenin, nesnel gerçekliğin – kahve fincanları, dağ manzaraları, karaağaçlar ve masa lambaları dünyasının- belki gerçekte var olmadığı ya da bizim inandığımız anlamda var olmadığı sonucunu doğuracağını algıladı. Mistiklerin yüzyıllar boyu söyleyip durdukları şey doğru olabilirmiydi? Gerçeklik bir maya, bir hayal miydi? Oralarda var olan şey gerçekte, tınlayan, engin bir dalga boyları senfonisi, ancak bizim duyumlarımıza ulaştıktan sonra bildiğimiz dünyaya dönüşen bir ‘ frekanslar ülkesi’miydi?
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
Aradığı çözümümün kendi alanı dışındaki bölgelerde olabileceği düşüncesiyle fizikçi oğluna gidip onun görüşünü almak istedi. Oğlu kendisine David Bohm adındaki fizikçinin çalışmalarına bakmasını öğütledi. Pribram bunu yapınca elektrik çarpmışa döndü. Yalnızca sorusunun yanıtını bulmakla kalmadı, aynı zamanda Bohm’un görüşüne göre tüm evrenin bir hologram olduğunu keşfetti.
Yorum
-
Ynt: Kuantum Mistisizmi: Holografik Evren
1960′larda ise Pribram, bilginin beynin nöronlarında veya küçük nöron gruplarında depolanmadığını ve kodlanmadığını ispatladı. Pribram, sinir ağı içindeki bütün beyni dolaşan impulsların bazı lazere benzer demetler ve şekiller oluşturduğunu ve bu toplu dolaşım arasındaki etkileşimin beyinde beş duyunun aktardıklarını şekillendirdiğini gösterdi. Başka bi ifadeyle zihnin kendisinin bir hologram olduğunu söyledi. Pribram’ın bir diğer araştırması da beynin veri kapasitesiyle ilgiliydi. Beynin nasıl olupta bu kadar veriyi depolayabildiğini merak ediyordu. Ona göre ilk bakışta beyin bu kadar veriyi depolamak için yetersiz olmalıydı. Araştırmasının ileri aşamalarında sıradan bir insanın beyninin, ortalama bir insan ömrü süresinde 10 milyar bit’e yakın veri depolayabildiğini ortaya koydu. Bu rakam oldukça büyüktü.
Bu araştırma aynı zamanda elektronik alanında veri depolama teknolojisine de ışık tuttu ve holografi ile veri depolayan yeni aygıtların, aynı boyuttaki disklerin çok ötesinde veri depolayabildiği görüldü. Bu teknolojiye göre, sadece lazer ışınının açısını değiştirerek aynı yüzeye birçok veri depolamak mümkün hale geldi ve bir santimetreküp veri filmine, insan kapasitesine eşdeğer yani 10 milyar bit veri bu teknoloji ile depolanabildi. Eğer beyin holografik bir depolama tekniği kullanıyorsa, o halde burada ikinci bir soru gündeme gelmeliydi. Nasıl olurda milyarlarca bit veri içinden, bir veriyi insan dilediğinde çıkarıp alabiliyordu, ve bunu böylesine hızlı yapabiliyordu? Birine “zebra deyince aklınıza ne geliyor?” gibi sonsuz ihtimalli cevapları olan bir soru sorduğunuzda, insan beyni, “ata benziyor”, “çizgili”, “yabani hayvan” gibi etiketler kullanarak benzeştirmeler sonucu, milyarlarca detayı beyninde eleyerek size, kısa sürede bir cevap verecektir.
Yorum
Yorum