İnsanın Köleleştirilmesi ve Sebepleri
Yaklaşık yetmiş yıl öncesine kadar köleleştirme, köle edinme geleneği insan toplumlarında geçerli idi. Belki de günümüzde de
bazı uzak ve ilkel Afrika ve Asya kabileleri arasında geçerlidir. Köle ve cariye edinmek, başlangıcı belli olmayan bir tarihten beri eski
kavimler arasında yaygındı. Bu geleneğin milletler arasında geçerli, kendine özgü bir düzeni ve genel kuralları vardır. Ayrıca sadece
belirli milletlerde geçerli olan özel kuralları da olmuştur. Bu geleneğin anlamının özü şudur: Bazı şartların varlığı hâlinde
insanın kendisi, hayvan, bitki ve cansız madde kökenli eşyalar gibi bir eşya olarak kabul edilmektedir. İnsan mülk olunca iradesi
ortadan kalkıyor, davranışları ve davranışlarının sonuçları başkasının yetkisinde olup onların üzerinde istendiği gibi tasarruf edilebiliyordu. İnsanlar arasında geçerli olan köleleştirme geleneği bu idi. Yalnız bu gelenek başı boş veya hiçbir şartı olmayan mutlak bir iradeye dayalı değildi. İnsanlar hoşuna giden herkesi mülkiyetine alamıyor, satın alma veya hibe gibi yöntemlerle her istedikleri, her diledikleri insanı köleleştiremiyorlardı. İşin temeli başı boşluk ve keyfîlik değildi. Gerçi kavimler arasındaki görüş ve gelenek farklılığına bağlı olarak uygulanan kanunlarda birçok başı boşluklar vardı. Köleleştirme geleneği aslında, galip gelip üstünlük kurma türlerinden birine dayanıyordu. Savaşta galip gelmek gibi. Bu galibiyet, ga-lip gelen tarafın yenilen düşmanına istediğini yapması sonucunu doğuruyordu. Öldürmek, esir almak veya başka bir işlem gibi. Başka bir üstünlük yolu reisliğin, şefliğin sağladığı üstünlüktü. Zorba bir şef, zalim bir hükümdar egemenlik alanında dilediğini yapabiliyordu. Diğer bir üstünlük yolu da dünyaya getirme ayrıcalığı idi. Yeni doğan güçsüz çocuk babasının veya velisinin güçlü avucuna düşmüş bir eşya gibi idi. Ona aklına geleni yapabilirdi. Satmak, hibe etmek, değiştirmek, kiralamak gibi. Daha önceki incelemelerimizde sık sık vurgulandığı gibi, insan toplumunda mülk edinmenin temel dayanağı, insanın mümkün olan her şeyden, mümkün olan her şekilde yararlanma içgüdüsüdür. Sömürücülük insanın doğasında saklıdır. İnsan, hayatını devam ettirme yolunda gücünün yettiği, sömürebildiği, faydalanabildiği her şeyi kullanır ve sömürür. Bu iş hammaddeden başlar. Ardından değişik maddî (cansız) temel elementler ve bileşiklerden hayvana, hayvandan hemcinsi olan insana kadar her şey bu kullanma ve yararlanma iç güdüsünün hedefidir.
Yalnız insanın dayanışmaya ve birlikte yaşamaya muhtaç olması onu, diğer hemcinslerinin çalışmaları ile meydana gelen
faydayı paylaşmayı kabul etmeye zorlamıştır. Bu yüzden toplumdaki her ferdin ayrı bir işi, bir mesleği oluyor, sonra toplu olarak bu
çalışmaların hepsinden ortaklaşa yararlanıyorlar. Başka bir deyişle, çalışmaların sonuçları fertler arasında bölüştürülüyor ve her
fert toplumsal ağırlığı oranında bu çalışmaların sonuçlarından yararlanıyor. İşte bundan dolayı şunu görüyoruz: Toplumun üyesi olan fertler güçlenip egemen oldukları oranda doğal uygarlığı ortadan kaldırıyorlar ve üstünlük kurma yolu ile insanları sömürmeye, onları boyundurukları altına almaya, şahısları, malları ve ırzları üzerinde canlarının istediği gibi hâkimiyet kurmaya başlıyorlar.Bundan dolayı toplumların insanı köleleştirme hususundaki geleneklerini objektif ve özgür bir şekilde değerlendirdiğimizde şu sonuca varırız: İnsanlar toplumlarının içinde yer aldıkça, toplumlarının bir parçası olduğu sürece insanı mülk edinmeyi caiz görmüyorlar. İnsanın mülk edinilmesi için ya toplum dışında olmasına hükmedilmesi gerekir. Savaşan düşman gibi ki, böyle bir insanın toplumu yok etmekten, fertlerin varlıklarını ortadan kaldırmaktan başka bir amacı olmaz.
O hâlde böyle bir insan, düşmanı olan toplumun dışındadır. Bu yüzden toplumun onu yok etmesi, onu dilediği gibi mülkiyetine alması mubahtır. Çünkü hiçbir dokunulmazlığı yoktur, saygınlığı ortadan kalkmıştır. Küçük çocukları ve kendisine bağlı olanlar karşısında baba da böyledir. O eli altındakileri, toplumun kendisine bağlı fertleri olarak görür. Bu fertleri kendisi ile denk, benzer ve eş ağırlıklı saymaz. O hâlde onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta kendisini yetkili kabul eder. Öldürmeyi, satmayı ve başka uygulamaları bile bu yetkinin kapsamında görür. Ya da köle edinen kimsenin (malik insanın) imtiyazlı bir kimse olması gerekir. Bu ayrıcalık kendini toplumun üstünde görmesine yol açar. Toplumun diğer fertlerini kendisine eş ağırlıkta veya toplumsal menfaatlerden eşit pay alma hakkına sahip kişiler olma hakkına sahip kişiler olarak görmez. Tersine kendini sözü geçerli egemen olmaya, avantajlı tercihlerden yararlanmaya, mülk edinme ve köleleştirme de dahil olmak üzere toplumun diğer fertleri üzerinde tasarrufta bulunmaya yetkili kabul eder. Anlattıklarımızdan şu sonuç çıkıyor: İnsanoğlunun köleleştirme geleneğini dayandırdığı temel esas, insanın kendisinin kendisi için varolduğuna inandığı ayrıcalık ve mutlak mülk edinme yetkisidir. İnsanoğlu bu yetkisinden sadece kendisi ile eşit sosyal ağırlıkta olan, dayanışma ve işbirliği zırhına bürünebilen fertleri müstesna sayar. Diğer fertleri mülkiyetine alıp köleleştirmesi önünde hiçbir engel görmez.
Bu anlayışa göre, köleleştirilmesi mubah görülen insanlar başlıca
şu üç zümreden oluşur:
1- Savaş hâlindeki düşmanlar.
2- Babalara nispetle güçsüz konumda olan evlâtlar ve velilerine nispetle kadınlar.
3- Üstün konumdakiga-liplere nispetle boyunduruk altına düşmüş mağluplar.
Yorum