Marksist yazar Rakitov der ki; “Denilebilir ki, niçin klan ya da kabile içinde artı-ürün eşit olarak paylaşılmıyordu? Niçin binlerce yıl boyunca bir kural haline gelmiş bulunan ürünlerin eşit dağılımının yerini toplumsal eşitsizlik almıştır? İşin özü ürünlerin elde ediliş yollarına bağlı olarak dağıtılması ve tüketilmesidir. Eskinin avcı ve balıkçı insanları, yiyecekleri büyük guruplar halinde kendileri için hazırlıyorlardı. İlkel aletleri kendi akrabalarının yardımı olmaksızın tek başlarına geçimlerine yetecek kadar elde etmelerine el vermiyordu. Bu halde toplum gelişiminin ilk aşamalarında toplumsal üretim biçimlenmişti ve bunun zorunlu bir sonucu da, çıkın (ya da çuvalın, sağlanan avın) gurup üyeleri arasında bir anda eşit olarak bölüşüldüğü toplumsal tüketimdi. Bu her şeyden önce eski insanların ve kabilelerin ekonomik yaşam tarzları tarafından belirleniyordu. Yiyecekleri depolama kavramları yoktu, çünkü bu iş pek pratik değildi. Öldürdükleri hayvanlardan elde ettikleri et çabucak bozuluyordu. Kuşkusuz satılsaydı biriktirilebilecek bir para getirebilirdi. Ama bu aşamada para daha yoktu. Boguslavski Karpuşin Rakitov Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Sol yay. s.255,256
Peki, o dönemde insanlar etlerin bozulmaması için depolama imkânına sahip olsalardı veya yiyeceklerini paraya dönüştürme imkânı olsaydı bu insanlar yine yiyeceklerini paylaşacak mıydı? Hayır. Buradaki insan ilişkisi aynen 5 kişinin bir teknede seyahat etmesine benziyor. Diyelim ki 5 kişi teknede uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Avladıkları balıkları satamıyorlar çünkü teknede paranın bir değeri yok. Mecburen herkes avladığı balığın fazlasını denize atamayacağına göre ve depolama imkânına sahip olmadığı için paylaşmak zorunda kalıyor. Paylaşmak onlar için çıkara dayalı tabiatın, üretim araçlarının dayattığı bir ilişki. Ama bir gün bu insanlar karaya çıktığında avladıkları balıkları depolama veya satıp servet biriktirme imkânına sahip olduğundan dolayı bu paylaşma ilişkisi bitecektir. Çünkü üretim ilişkileri, tabiat ilişkisi değişmiştir. Karada yaşayan 5 kişiye gelin teknede yaşadığınız gibi yaşayın dense o insanlar bunu yaparlar mı? Mademki Marksizm’e göre üretim araçları insan ahlakının alt yapısı ve temeli o zaman teknede yaşayan bu insanların üretim ilişkileri karada değiştiği için bu insanların paylaşma ahlakının da değişmesi gerekir ve üretim ilişkileri değişmedikçe bu insanlar eski paylaşma ahlakına dönmezler. Yani tabiatın ve üretimin bu insanları paylaşmaya zorlaması gerekir.
Aslında burada göz ardı edilen bir şey vardır. O da insan fıtratıdır. İnsanda çıkara göre hareket etme içgüdüsü vardır. Eğer o 5 kişiye bakın ortaya bir tane balık koyuyorum, kim bu balığı yerse ancak o hayatta kalır denseydi o zaman dün balıklarını paylaşanlar, o bir tane balığı paylaşamazlar aralarında savaş çıkardı. Çünkü üretim ilişkileri değişti. Besinini paylaşanla, besin için savaşanın altında yatan yasa insanın kendi çıkarını koruma içgüdüsüdür. O gün çıkarı paylaşmayı gerektiriyordu, bugünse savaşmayı gerektiriyor. Dün besinlerini paylaşanlarla, bugün petrol için, su için, toprak için, madenler için birbirinin katledenler aynı insanlardır. Marks bu konuda tespiti doğrudur. Üretim ilişkileri insanların yaşam biçimine, kültürlerine, ahlaklarına tesir eder.
Marks bu sorunun üretim ilişkilerini değiştirmekle çözüleceğine inanmıştır. Yani üretim araçları sermayedarların elinden çıkarsa, kimse servet toplayamayacağı için mecburen bu imkânı olmayan insanlar sermaye için alçaklaşamayacaklar, kan dökemeyecekler, başka ülkeleri işgal edemeyecekler, işçi ve köylüleri sömüremeyecekler. Nasıl ki ilkel insanlarda para yoktu ve kimse servet sahibi değildi. Servet toplayamadıkları içinde servet toplamak için birbirleriyle rekabet etme, birbirlerini sömürme gibi bir yaşam felsefeleri de yoktu. O zaman insanların mutluluğu servetin yok edilmesindedir. Çünkü ne zaman ki insan servet sahibi oldu o zaman ayrıcalıklar başladı. Zenginler ekonomik güçle fakirlerin kültürüne, siyasetine, hukukuna egemen oldu. Siyasetçiler, hukukçular hep zenginlerin çıkarlarına göre hareket etti. Bu da fakirlerin daha çok ezilmesine, durumlarına isyan ettikçe zindanlarda çürümelerine sebep oldu. Çünkü hukuk haklıdan yana değil güçlüden yanaydı. Kim kuvvetliyse onun hukuku işliyordu.
Marks’da çok iyi biliyordu ki insanlar eskisi gibi artık ürettiğini paylaşmayacaktı çünkü paylaşması için bir sebepleri kalmamıştı. Ürettiklerini depolayabiliyorlar veya paraya dönüştürebiliyorlardı. Ne diye üretim fazlasını ortaya koyup herkes ihtiyacı oranında faydalansın desin ki? Bu anlayış şu anda dünyanın hangi ülkesinde var? Ancak proletaryanın diktatörlüğüyle yani devlet zoruyla insanlar çalışacak ve ürettikleri mallar yine devlet eliyle dağıtılacaktı. Yani Marks’a göre insanlar kendi isteğiyle paylaşamazlar artık bunu proletarya diktatörlüğü devlet mekanizmasıyla zorla yapar. Oysa insanlar eskiden devlet olmadan kendi arzularıyla bu paylaşımı gerçekleştiriyordu çünkü tabii koşullar onların bu şekilde davranmasını zorunlu kılıyordu. O tabii koşullar ortadan kalktığı için bu paylaşma ahlakı da ortadan kalkmıştı. O halde Marks çözümü üretim araçlarının el değiştirmesiyle beraber yine insanların zorunlu olarak paylaşmaya ve eşit bir şekilde yaşamaya gideceğinde bulmuştu.
Peki, bu mutlak bir çözüm müdür? Kuşkusuz üretim araçlarının zengin sınıfın elinden alınıp ortak mülkiyet haline getirilmesi, bütün insanların ortak malı olması zengin sınıfı ve onların halk üzerindeki egemenliğini, hukuka, kültüre, sanata müdahalelerini kaldırır ve zengin sınıfın yaratmış olduğu birçok ahlaksızlığın ortadan kalkmasına sebep olur. Kumar ne için oynanır, kadınlar ne için soyulur, at yarışları ne için yapılır, daha zengin olmak için. Ama sana zengin olma, servet biriktirme imkânı tanınmadı mı kim neden kadın pazarlasın, kumar oynasın veya oynatsın? Özel mülkiyetin kaldırılması, üretim araçlarının kamulaştırılması zenginlerin halk üzerindeki egemenliğini kaldıracak ve beraberindeki birçok ahlaksızlık yok olacaktır ama diğer taraftan işçilerin üretmesi için, onların toplum adına çalışması için onları motive eden bir güç olacak mı? Yani bir sorun halledilirken başka bir sorun mu yaratılacak, yoksa sorunların hepsi halledilmiş mi olacak?
Şüphe yok ki insanın kendi çıkarı için çalıştıran bir iç güdüsü vardır. İnsan emeğinin karşılığını alacağını düşünerek çalışır. Hiçbir güç onu başkası adına önüne herhangi bir menfaat veya kırbaç koymadan çalıştıramaz.
İnsanların içgüdüleri nasıl yok edilecek? Eğer bu insanlara mallarını paylaşmasını zorlarsanız her insanın başına bir polis dikmek zorunda kalırsınız.
Kişilerin özel mülkleri elinden alındığından çalışmak için itici motivasyonları kalmayacaktır. Çünkü fazla çalışma fazla mesaiyle ödüllendirilmiyor. Kimsenin materyalistlik değerlerden başka bir şeyi takmadığı bir ortamda “başkaları için en iyi şekilde çalış” zihniyetini sokamazlardı. Bu yüzden dolayı Komünist liderler işçi sınıfını motive etmek için farklı maaş düzeyleri uyguladı. Bu başarısızlık komünist liderlerin teorilerini gerçekleştirmede dürüst olmadıklarını göstermez. Ancak sistemlerini uygulamaya başladıkları andan itibaren insan tabiatının bu gerçeğiyle karşı karşıya geldiler. Hatta bazı insanlara az da olsa özel mülkleri tanınmış oldu.
Stalin der ki; “S.S.C.B. Anayasası… Yazıyor; Her kolhozcu ocağı, eve bitişik arazide özel yardımcı bir ekonomiye, bir meskene, üretim hayvanlarına ve küçük tarım aletlerinde de sahiptir”. J. Stalin, Sosyalist Ekonominin Meseleleri Sol Yay. s44
Peki, Marks bu sorunu nasıl çözecekti. İnsanın içgüdüleri vardı ve bu içgüdüler böyle bir sistemin uygulanmasına engel oluyordu. Marksizm’e göre sınıfsız bir toplumda kişisel içgüdüler tamamıyla ortadan kalkacak ve sorun çözülmüş olacaktı, herkes toplum için çalışacaktı, kimsenin servet biriktirme, mülk edinme gibi bir fıtri arzusu, içgüdüsü kalmayacaktı.
Oysa insanların sınıfsız bir toplumda içgüdülerinin yok edilmesi için, içgüdünün sınıflı bir toplumda oluştuğu fikrini bilimsel olarak kanıtlamamız gerekir. Yani Marks’a göre eğer sınıfsız bir toplumda içgüdüler yok edilecekse o zaman içgüdülerin servetle beraber oluştuğunu, sınıfların ortaya çıkmasıyla içgüdülerin doğduğunu, sınıfsız bir toplumda insanların içgüdülerinin olmadığını savunmamız gerekir. Peki, içgüdüleri sınıflar mı oluşturdu ki, sınıfların kalkmasıyla içgüdüler yok olsun ve insanlar, toplumu için seve-seve çalışma arzusuna sahip olsun? Şimdi bunu araştıracağız ve bu araştırmanın sonunda eğer içgüdülerin insanların sınıfsız bir toplumda yaşadığı dönemlerde de var olduğu tezi doğrulanırsa o zaman sınıfsız bir toplumun oluşmasıyla insanların başkaları için çalışma, besinlerini paylaşma gibi ahlakî, çatışma, savaşma gibi gayri ahlaki fiillerden uzak durma ve ebediyen mutlu bir hayat yaşama gibi bir şeyin olanaksız olduğu ortaya çıkacaktır. Sosyal adaletsizliğin en temel nedeni kişisel içgüdülerle, toplum çıkarlarının uyumlu olmamasıdır.. Biz çözüm için ya içgüdüleri ortadan kaldıracağız, ya da başka bir çözüm bulacağız.
Marksist Bugoslovski Korpuşin Rakitov derki ; ”Özgürlük isteği ve toplumsal adaletsizliğe karşı öfkesi uzun zaman önce köleyi kendini ezen için baş kaldırmaya ve savaşmaya itmiştir. Ülkelerine duydukları sevgileri, insanları istilacılara karşı yaşamları pahasına savaşmaya itmiştir”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s14
Böylesine eylemlerin ortaya çıktığı asıl kaynak gene insanların fikirleri ve tutkuları olmuştur. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s15
Bu olgular üzerinde kafa yorunca insan doğal olarak maddi görüngelerin tinsel görüngelerin ürünleri oldukları ve böylece bunların insan eyleminin belirleyici görüngeleri oldukları sonucuna varıldı.
Bu görüş özellikle toplumun çok çalışıp yoksulluk içinde yaşayan emekçiler ile iş yapmayıp başkalarının ürettiği zenginliğe el koyan efendiler olarak iki karşıt sınıfa bölündüğü zaman yayıldı. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s15
Ne kadar yanlış bir görüş. Rakitov insandaki özgürlük isteğini, zalimlere karşı öfkesini ve ülke sevgisini insanların tutkusuna bağlıyor ve bu tutkularında sınıf çatışmasıyla halka yayıldığını, efendilerin zenginliğe el koymalarıyla birlikte bu duyguların insanlara yerleştiğini söylüyor.
Burada Rakitov içgüdülerin dış etkenlerle yani toplumun insanlar üzerindeki etkileriyle oluştuğunu savunuyor. Dolayısıyla bu teoriye göre eğer içgüdüler toplum etkisiyle oluşmuşsa, bu etkinin yok edilmesiyle içgüdülerde yok olacaktır. Rakitov diyor ki; “Özgürlük isteği ve toplumsal adaletsizliğe karşı öfkesi uzun zaman önce köleyi kendini ezen için baş kaldırmaya ve savaşmaya itmiştir”. Rakitov’a göre köledeki bu özgürlük isteği onu köleleştirenler tarafından oluşturulmuştur. Yani maddi görüngeler, iç duyguların kaynağı, oluşum nedeni olmuş ve bu oluşum sınıf çatışmasıyla yayılmıştır. Devamın da Rakitov bunu vurgular ve der ki; “Bu olgular üzerinde kafa yorunca insan doğal olarak maddi görüngelerin tinsel görüngelerin ürünleri oldukları ve böylece bunların insan eyleminin belirleyici görüngeleri oldukları sonucuna varıldı”.
Bu görüş özellikle toplumun çok çalışıp yoksulluk içinde yaşayan emekçiler ile iş yapmayıp başkalarının ürettiği zenginliğe el koyan efendiler olarak iki karşıt sınıfa bölündüğü zaman yayıldı
Bu aynen şuna benzer. Annede çocuğuna karşı şefkat duygusu yoktu. Sonra birisi annenin çocuğunu elinden aldı ve annede bu duygu oluştu ve anne çocuğunu geri almak için bu duygunun verdiği motivasyonla mücadeleye girişti. İnsanlarda özgürlük arzusu, özgürce yaşama içgüdüsü yoktu ve bu duyguyu insanları köleleştirmeye çalışan zengin sınıf doğurdu. Veya insanlarda hiç merak duygusu, bir şeyin hakikatini öğrenme duygusu yoktu, araştırmanın yasaklanması bu duyguyu doğurdu. Rakitov’un tezi bu şekildedir.
Halbuki özgürlük isteği insanda mevcuttur. Bu duygu ancak birileri kendisi köleleştirdiği zaman ortaya çıkar. Yoksa birilerinin insanı köleleştirmesi bu duyguyu yaratmaz. Birileri birisinin annesine tokat atarsa öfkelenir. Ama bu demek değildir ki öfkeyi dış tepki yarattı, Öfke zaten insanda var olan bir duyguydu. Eğer insanda bu duygu olmasaydı, değil bir tokat, 1000 tokatta atılsa bu duygu oluşmaz. İnsana ayağını öptürmeye çalıştınız ve insan onur duygusuyla karşı geldi. Bu demektir mi ki insanda onurlu yaşama duygusu yoktur bu duyguyu insanları onursuzluğa sevk edenler oluşturdu? Nasıl oluyor da maddi şeyler yani Materyalizm kişi de özgürlük, şefkat, merhamet, onur duygusunu yaratabiliyor?
Mesela özgürlük isteğini ele alalım. Bir insan ne zenginin, ne üretim aracının olmadığı bir adada içerisinde yiyeceğin, içeceğin olduğu bir kuyuya düşsün. O insan özgür olma arzusuyla yiyecek ve içeceğe sahip olduğu halde o kuyudan çıkmak için mücadele eder. Eğer adada zengin yoksa, yalnız yaşayan bu insanda bu özgürlük arzusu fıtratında, tabiatında yok muydu? Eğer bu arzuyu zengin sınıf veya sınıf çatışması doğursaydı o zaman bu insanda özgürlük arzusu olmamış olacaktı. Veya zenginin olmadığı adada annenin çocuğu bir kuyuya düşse anne kendinde şefkat duygusu doğal olarak bu teze göre olmayacaktı çünkü bu teze göre iç duyguları üretim araçları yarattı o zaman anne çocuğunu o kuyuya düştüğüne aldırış etmeden arkasına bile bakmadan çekip gidecek miydi? Bu duygular insanın özünde yok muydu? Eğer sonradan oluşmuşsa üretim araçlarının kamulaştırılıp, özel mülkiyetin yok edilmesi bu duyguları yok edebilecek miydi?
Marks, Engels Rakitov’a göre şunu kanıtladı; “Çalışma insan zekâsının gelişmesine yol açtı ve ilkel sürüyü, ahlakı, bilimi ve sanatı olan insan toplumuna dönüştürdü. Bir sözcükle çalışma bizi insan yapan şeydir. İnsanın özüdür. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s53
Yani çalışma insandaki ahlakı, sanatı v.s. oluşturturdu. Peki, insan hangi dürtüyle çalışmaya başladı? İnsanın çalışmasına sebep olan dürtü nereden doğdu? Hangi üretim aracı bu dürtüyü oluşturdu? Eğer üretim aracı bu dürtüyü oluşturduysa, üretim aracını hangi dürtü oluşturdu?
Rakitov der ki; “Ahlaki kavramların ve ilkelerin tarihine baktığımızda görürüz ki ahlak değerleri, yaşam koşullarıyla birlikte değişir. Bunlar üretici güçlere dayanırlar ve üretim ilişkileri değiştiği zaman ahlak değerleri de değişir”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s308
Marks’ın veya Rakitov’un dediği doğrudur. Toplumun oluşturduğu ahlak vardır. Ama bu toplumsal ahlaktır. Birde insanda var olan insani ahlak vardır. Mesela bir toplumda büyüklerin elini öpmek saygı olarak nitelendirilirken başka bir toplumda aşağılanma olarak nitelendirilir. Bir toplumda çocuğu sevmek güzel karşılanırken, başka toplumda kötü karşılanabilir.. Bu toplumsal ahlaktır.
Ama birde insani ahlak vardır. Peki, toplumsal ahlakı, insanî ahlaktan ayıran nedir? Bir şey eğer bir toplumda var, başka toplumda yoksa o toplumsal ahlaktır. Ama bir şey bütün toplumlarda varsa bu insani ahlaktır. Örneğin yalan bütün toplumlarda kınanır. Çünkü insanın fıtratı aldatılmaktan hoşlanmaz. Bu insanî fıtrattır. Özgürlük, onur, şeref, adalet arzusu, katillerin cezalandırılması, hırsızlığın, tecavüzün, katliamın, soykırımın, kendini beğenmenin bütün insanlar tarafından nefretle karşılanması yine aldatma, ihanet kalleşliğin, sözünde durmamanın bütün insanlar tarafından kınanması bunların insanî ahlaktan olduğuna delildir. Örneğin Afrika, Hindistan, Almanya, Amerika v.s. hangi ülkede olursanız olun bir engelli insanı dövün her yerde tepki görürsünüz. Bunları toplumsal ilişkiler doğurmamıştır. İnsanın özünde bu duygular mevcuttur. Aksi taktirde üretim ilişkileri ayrı olan, dinleri, kültürleri farklı olan bu insanların aynı insani değerlere sahip olmasını başka bir şekilde izah edemezsiniz.
Rakitov der ki; Genel olarak söylemek gerekirse insan zihninin bütün özellikleri yani bilinç toplumdan gelmektedir. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s107
Marksizme göre insanın iradesi ve zihni nasıl ki tabiatın düzenini etkileyemiyor ve ona ancak tabi oluyorsa sosyal düzene de aynı şekilde tabi olmaktadır. İnsan düşüncesi, iradesi ve eylemi maddi şartları ve olayları meydana getirmez., tersine otomatik ve otonom ekonomik olaylar düşünceleri, görüşleri ve sosyal çevreyi şekillendirir.
Marx’ın dediği gibi hiçbir şeyin gerçekliği yok mu? İnsanların düşünceleri üretim araçlarına bağlı olarak mı yansır? Üretim araçları değiştikçe buna bağlı olan kültür, felsefe, din, ahlak değişecek mi? Yani din ve ahlak üretim araçlarının bir ürünü mü? Marksizm’e göre her şeyin değişime uğradığı mutlak akımda değişmez bir unsurdan söz etmek diyalektiğe aykırıdır.
Bildiğimiz gibi hiçbir ilmî ve felsefî kanunun istisnası yoktur. Eğer bir kanunun istisnası varsa o kanun olmaz. Örneğin 2x2= 4 olması alt yapıya dayalı bir kanun mudur, yoksa alt yapının değişmesi bu hükmü/kanunu değiştirebilir mi? Veya dünyanın yuvarlak olması hükmü, üretim araçlarına dayanan bir kanun mudur? Üretim araçları değiştiğinde bu hüküm de değişecek mi? Düşünceyi ve zihni ekonomik ve tarihsel şartların bir yansıması ve ifadesi olarak gördüğümüz zaman mutlak bir gerçeğin varlığını kabul edebilir miyiz? Bir mantığın düşüncedeki yöntemini ve evren anlayışını değişmez belirli yasalara dayandırmadıkça mantık olması mümkün mü? Hatta diyalektiğin kendisi bile doğadaki bazı kanunlara itibar eder ki hareket yasası onlardan biridir.
Eğer Rakitov’a göre bilinç toplumdan gelmeyse ve toplumdaki ahlak, kültür, felsefe, bilim, din, hukuk v.s. üretim araçları tarafından oluşturulmuşsa ve üretim araçları değiştikçe buna bağlı olarak kültür, sanat, felsefe, ahlak, hukuk, din v.s. değişecekse ki kendisi öyle der; Rakitov der ki; “Ahlaki kavramların ve ilkelerin tarihine baktığımızda görürüz ki ahlak değerleri, yaşam koşullarıyla birlikte değişir. Bunlar üretici güçlere dayanırlar ve üretim ilişkileri değiştiği zaman ahlak değerleri de değişir”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s308
Bizde diyoruz ki dünyada öyle kanunlar ve yasalar vardır ki bu kanunlar üretim araçlarının var olmasıyla ortaya çıkmamışlardır ve üretim araçlarının değişmesiyle de bu kanunlar değişmezler. İşte bu kanunlardan bir tanesi de insan ahlakı, insan fıtratıdır. İnsanî ahlak, toplumsal ahlaktan ayrıdır. Marks’ın dediği gibi toplumsal ahlak değişebilir. Çünkü Marks’ın dediği gibi üretim ilişkilerine dayanan, üretim ilişkileriyle oluşmuş toplum ahlakı vardır ve nitekim 5 kişilik tekne örneğinde anlattığımız gibi. Ama bunun yanında üretim araçlarının varlığına veya değişmesine bağlı olmayan insanın tabiatında, fıtratında var olan bir ahlak vardır ki bu da insanî ahlaktır. Eğer biz “ahlak üretim araçlarının ürünüdür” dersek ve insanların önüne savunabileceğim bir ahlak sistemi koymazsak, bir model insan koymazsak insanlara kurtuluş getiremeyiz. İnsanlara bir defa bu şerefli, bu şerefsiz, bu zalim, bu mazlum, bu nankör, bu vefalı diyebileceğiz bir model sunmak zorundayız. İşte İslam insanın önüne böyle bir model koyar. Biz doğruluğu, adaleti, onur ve şerefi, özgürlüğü, sevgiyi, izafi kavramlar olarak göremeyiz. Elbette ki üretim araçlarına bağlı olarak ortaya çıkan ve üretim ilişkilerinin değişmesiyle değişen toplumsal ahlak, kültür, gelenek, hukuk, sanat v.s. vardır. Ekonomik gücü elinde bulunduranların hizmetinde olan felsefi görüşler, dini inançlarda vardır. Ama birde bunun yanında doğada hiçbir insanın emrinde olmayan yasalar, kanunlarda vardır. Eğer biz teorimizi değişmeyen kanunlara bağlamazsak, ilişkilendirmezsek o zaman bizim teorimizde kanun olmaz. Eğer bilincin bir gerçekliği yoksa ve bilinç üretim araçlarının bir yansımasıysa o zaman tarihi materyalizmde üretim araçlarının bir yansımasıdır ve üretim araçları değiştiği içinde bu teorinin de ortadan kalkması gerekir. Yani eğer bilim, felsefe v.s. sürekli değişirse bir gerçekliği yoksa o zaman tarihi materyalizminde değişmesi gerekir belli bir sabit yasasının olmaması gerekir. Oysa biz insanların önüne “ahlak sürekli değişiyor dolayısıyla bizim sizin önünüze koyacağımız ve sizinde hedef edinebileceğiniz ahlaki değerler yoktur” diye bir teori koyamayız. Biz insanların önüne bir takım ahlakî değerler koymalıyız ki bu değerlerde “insani ahlak” dediğimiz üretim araçlarından tamamen bağımsız, hatta yeri gelmiş üretim araçlarına karşı savaş açmış, özgürlük istemiş, hak istemiş özgürlüğü için canını feda etmiş, izzet ve onurlu bir yaşam için zindanları tercih etmiş bir insanî değerler zinciri koyabilmeliyiz. Sen Amerika’da yaşıyorsun eğer ahlakın buysa bu ahlak sana üretim ilişkilerinden geçmiştir, sen Fransa’da yaşıyorsan mecburen bu ahlaka sahip olmuşsun diyemeyiz. İnsan nerede yaşarsa yaşasın İslam’ın insanın önüne koyduğu bir ahlak vardır. Yalan söyleyemezsin, rüşvet alamasın, zalimle işbirliği yapamazsın, mazlumlara din soramazsın, insanlarla alay edemezsin, çalamazsın, aldatamazsın, onursuzca yaşayamazsın v.s. Eğer bizim insanların önüne koyabileceğimiz bir ahlaki sistem yoksa o zaman insandan ne bekleyeceğiz? İnsana nasıl şu yol insanîdir, şu yol değildir, şu yaşam şerefli, şu yaşam değildir diyebileceğiz? Eğer insanlara dürüstlük, adaletli olmak, şerefli olmak izafi kavramlardır dersek ve savunabileceğimiz insanda var olması gereken ahlaki ilkeler olmayacaksa o zaman insanın hedefi yalnızca ekonomik ihtiyaçlarını gidermek mi olacaktır? Ekonomi insan için bir amaç mı olacaktır? İnsanın yaşama gayesi yalnızca ekonomik ihtiyaçlarını gidermek mi olacaktır? İnsanın bunun ilerisinde bir hedefi olmayacak mıdır?
Lenin derki; Ahlak ilkelerinin bizim için insan toplumu dışında bir varlığı yoktur. Böyle ilkeler yalandır. Lenin, Din Hakkında
Ali Şeriati der ki; İslam, Marksizm’in aksine adalet, ahlaki değerler, onur, şeref gibi ilkeleri bütün sistemlerde ve bütün insanlık tarihi boyunca savunabilir ve bunların ortaya konmasını asla buhar makinesinin keşfine bağlamaz.
Eğer Marks’a göre toplumun değişmeyen belli yasaları varsa ki yasanın anlamı hiç değişmeyen kanunlardır, demek ki her insanda bulunan ve değişmeyen yasalar vardır ki biz buna fıtrat diyoruz. İnsanın iç yasası, tabii kanunları, insanın ana yasası.
Mesela Marks’a göre Kapitalist zulüm arttıkça onun karşısında zulüm gören sınıfın zulüm yapan sınıfa karşı olan öfkesi de artacak ve sınıf çatışması doğacaktır. Bu Marks’a göre bir toplumsal yasadır. O halde bu yasayı kaçınılmaz kılan başka bir yasa daha olmalıdır. Neden bu değişmeyen ve olması zorunlu bir gerçektir. Demek ki bunu zorunlu kılan insanı buna zorlayan, başka zorlayıcı bir etki vardır. Bakın Lenin ne diyor?
Yorgunluk ve tükeniş belirli bir ruh hali yaratır ve bazen çaresizlik doğurur. Her zamanki gibi bu eğilim devrimci unsurlar arasında anarşizmi besler… Lenin, Kronstadt içinde, s.53
Lenin’in dediği gibi yorgunluk, çaresizlik insandaki isyan duygusunu kabartır.
Bugoslovski Korpuşin Rakitov derki; “Tarihsel Materyalizm’in yasaları doğada işlemezler. Yalnızca toplumda işlerler. Ve toplumda insanlardan ayrılamaz olduğuna göre toplumsal yasalar kendilerini yalnızca insan eylemi ile ortaya koyarlar”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s208
Rakitov buraya kadar çok mükemmel bir şekilde tahlil yapmış ama son adımı atmamış. Çünkü eğer toplumsal yasaları yapan insan eylemi ise, insanların eyleminin arkasında insanı bu eylemlere sevk eden, motive eden ne? Ayrıca insan eylemleri değişik olursa bu eylemler bir yasa yani değişmeyen bir kanun oluşturmazlar. Eğer belli bir dönemde zulme karşı gelen insanlar başka bir dönemde zulmü istemişlerse, zulme alkış tutmuşlarsa, zulme öfkelenmemişlerse, bu insanlara bakarak “Toplumlarda sınıf çatışması yasası” diye bir yasa çıkartamazsınız. Eğer toplumsal yasalar varsa, demek ki toplumu oluşturan insanlarda değişmeyen yasalar vardır. 10.000 kadının çocuğunu elinden alırsanız kadınların çocuklarına olan şefkat duygusu onları meydanlara itecektir. Toplum sınıflara ayrılır neden? Niçin ezen ezilenin yanında, ezilen ezenin yanında yer almaz? Çünkü insanın fıtri duyguları insana bunu emreder. Ezenler kendi varlıklarını tehlikede görülerse ezilenlere karşı birleşirler. Ezilenler kurtuluşlarını birliktelikte görüyorlarsa bütün ezilenler birleşirler. Bu bir çıkar duygusudur. Ama aynı şekilde dün ezenler birleştiği gibi başka bir günde birbirlerini yok edebilirler. Kapitalistler kendi aralarında birbirlerini yok etmek için çatışırlar? Neden? Bu da insandaki çıkar duygusudur. Bazı işçiler patronların yanında yer alırlar. Bu da çıkar duygusudur.
Engels 12 eylül 1882 tarihinde Kautsky’ye yazdığı mektubunda diyor ki:
“Bana İngiliz işçilerinin sömürge politikası konusunda ne düşündüklerini soruyorsun….burada işçilerin bir partisi yok. Yalnızca muhafazakârlar ve liberal-radikaller var ve işçilerde İngiltere’nin dünya piyasasındaki tekelinin ve sömürgelerin sağladığı ziyafetten keyifle pay alıyorlar.” Kautsky, K., Socialism and Colonial Policiy, appendix 1907
Evet işçiler İngiltere’nin dünya piyasasındaki tekelinin sağladığı ziyafetten pay alıyorlar. Neden? Hani işçi sınıfı kurtuluşu getirecekti. Buradaki işçiler niçin farklı davranıyor?
Amerikan işçi sınıfının sendikal alandaki temsilcisi olan AFL-CIO başkanı John Sweeney 7 Ekim 2002 tarihindeki mektubunda diyor ki:
“Ulusumuzun uzun erimli çıkarları, Irak’ın silahsızlandırılması amacıyla atılımcı ve etkili bir politika için geniş bir uluslar arası koalisyon oluşturulmasını ve mümkün olan en geniş biçimde B.M. aracılığıyla çalışılmasını gerektirmektedir.” www.aflcio.org/mediacenter/prsptm/tm10072002.cfm
AFL-CIO yönetim konseyi 27 Şubat 2003’de diyor ki:
“Amerika’nın emekçi aileleri ve onların sendikaları, Saddam Hüseyin’in diktatörlük rejimini silahsızlandırma çabalarını tam olarak desteklemektedir… İnanıyoruz ki, yalnız başımıza durmamız ve ulusal güvenliğimizin savunulması için tek taraflı olarak hareket etmemiz gereken zamanlar olabilir. Ancak terörizme karşı küresel savaş çerçevesinde, Saddam Hüseyin’in oluşturduğu tehdit tek taraflı eylemi değil çok taraflı bir kararlığı gerektirmektedir.” www.aflcio.org/ecovncil
ABD’nin %92,6’sı, İngiltere’nin %90’ı, Almanya’nın %90’ı işçi yani ücretlidir. Peki nasıl oluyor da bu ülkeler sömürge imparatorlukları kurabiliyorlar? Neden bu ülkelerde emperyalist politikaları benimseyen hükümetler iş başında? Neden işgalci Bush iki dönem üst üste başkan oluyor? 2000 yılında Amerika’da ki silah sanayisinde yaklaşık iki buçuk milyon işçi çalışıyordu. İngiliz savunma bakanlığına göre İngiltere silah sanayisinde 345 bin kişi çalışmaktadır. (Ministry of Defence, Defence ındustrid Policy www.mod.uk/issues/industrial_policy/intro.htm
Neden bu işçiler insanları katledenlerin çıkarlarına hizmet ediyorlar? Bu işçiler benim kurtuluşum olabilir mi? Hayır.
Çünkü onlarda patronları gibi çıkarlarını düşünürler.
Aynı şekilde Kapitalistin zulmü arttıkça ezileninde buna paralel olarak öfkesi artacaktır ve sınıf çatışması doğacaktır. Bu çatışma yasasını mecbur kılan nedir? İnsanın adaletsizliğe karşı olan öfkesi, isyanı, başkaldırısıdır. Marksizm’e göre “Devlet ortadan kalkacaktır. Çünkü devletin varlık sebebi sınıf çatışmasıdır” Peki sınıf çatışmasının sebebi nedir? Bu sebebin altında yatan yine insandaki fıtri duyguları değil midir?
O halde toplumsal yasaların temeli ilkel insanın avlanmasından tutun da, sınıf çatışmasına kadar insan yasalarına bağlıdır. O halde insanı tanırsak eğer insana mutluluk getirecek rejimi de ortaya çıkartabiliriz.
Kominizm’e göre sosyalist devlet kendisini yok edecek ve insanlar sınıfsız bir toplum olan Kominizm’e geçecek. Önce bir bakalım gerçekten sosyalist devletin liderleri kendi bulundukları makamlardan vazgeçecekler mi?
Sosyalist liderlerde diğer insanlar gibi insanlık yasasına tabidirler. Aynı emperyalist ülkelerin silah fabrikalarında çalışan işçiler gibi. O halde onlarda diğer insanlar gibi varolan makamlarını korumak için mücadele edeceklerdir.
Marksist düşünür Rakitov der ki; “Devrimlerin tarihinin ayrıntılı tahlil edilmesi Marksizm-Leninizm kurucularının toplumsal devrimlerin ilerlemesini ve tamamlanmasını yöneten nesnel yasaları bulmalarını olanaklı kılmıştır. Her şeyden önce herhangi bir devrimde ortaya çıkan en önemli sorunun -iktidarın ele geçirilmesi- bir tek devrimci şiddetle çözümlendiğini kaydetmek gerekir. Bu toplumsal devrimin bir yasasıdır. Şimdiye kadar hiçbir egemen sınıf, iktidarını bir başka sınıfa isteyerek terk etmemiştir ya da iktidarından vicdan muhasebesi sonucu ayrılmamıştır”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s288
Rakitov kabul ediyor ki hiçbir egemen sınıf iktidarını bir başka sınıfa isteyerek terk etmemiştir. Bu çok doğrudur. Hatta bu Rakitov’a göre bir yasadır. Her insan koltuğunu sever. O halde bu yasa sosyalist devlet liderleri için de geçerli değil midir?
Rakitov yine der ki; “Ünlü Leyden papirüsü eski Mısır’da başarılı bir köle ayaklanmasını anlatmaktadır. Ama sonu ne olmuştu? Köleler kısmen köle sahiplerinin zenginliklerini ele geçirerek ve bu kez de onları köleleştirerek kendileri köle sahibi olmuşlardı. Böylece köleci toplumun temeli önceden neyse öyle kalmıştı”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s276
Rakitov burada da bir insanlık yasasından bahsediyor. Doğrudur nice ezilenler vardır ki güç ellerine geçtiğinde onlarda ezenler gibi hareket etmiştir. Çünkü onlarda da ezenlerde var olan içgüdüler vardır.
Biz sorunun çözümünü ancak insanın fıtratıyla uyumlu bir ideolojinin varlığıyla çözüleceğine inanıyoruz. Çünkü insan içgüdüleri yok edilemez. Bu güdüler sınıfların oluşmasıyla oluşmadı ki, onların yok edilmesiyle ortadan kalksın. Hem içgüdülerin yok edilmesi insanın ne işine yarayacaktır? İnsandaki özgürlük arzusu değil midir ki onu zalimlere karşı ayaklandırdı, isyan ettirdi, Vietnam’da, Sri Lanka’da, Filistin’de direnişe geçirdi?
Rakitov derki ; ”Özgürlük isteği ve toplumsal adaletsizliğe karşı öfkesi uzun zaman önce köleyi kendini ezen için baş kaldırmaya ve savaşmaya itmiştir. Ülkelerine duydukları sevgileri, insanları istilacılara karşı yaşamları pahasına savaşmaya itmiştir”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s14
Utanma arzusu değil midir ki onu birçok iğrenç işi yapmaktan men etti? Onur ve şeref duygusu değil midir ki onu zalimlere karşı baş eğdirtmedi? Şefkat ve merhamet duygusu değil midir ki, anneyi gece ağlayan çocuğu için sıcak yatağından kaldırıp onu emzirtti? Kendini sevme ve çıkar duygusu değil midir ki onu işçi yapıp çalıştırdı, köylü yapıp ürettirdi, doktor yapıp hastalara baktırdı, mühendis yapıp okul, hastane, yol yaptırdı? Kim toplumu için hiçbir çıkar gözetmeden 20 yıl okurda doktor olur?
O halde biz öyle bir düzen getirmeliyiz ki insan tabiatına uyumlu olmalı. İnsanda merak duygusu varken ona okuma, araştırma emri verirseniz her insanın başına bir polis dikmek zorunda kalırsınız.
Şimdi Marks’ın komünist sistemine kısa da olsa bakalım insan fıtratıyla uyumlu mu. Marks ailenin komünist düzende olmayacağını, kadınların ortaklaşa kullanılacağını, çocukların anneleri tarafından değil toplum tarafından bakılacağını söyler.
Yavruya tabiatta hep anneleri bakar. Her yavru annesi tarafından beslenir, hayvan toplulukları o yavruya bakmaz. İnsanda da bu böyledir. Dolayısıyla çocukları annelerin şefkatli kucaklarından koparıp çocuğun bakımını topluma bırakmak, aile yapısını ortadan kaldırmak insan tabiatıyla uyumlu değildir. İçgüdüler eğer çocuğun anne tarafından bakılmasına sebep oluyorsa, ya bu içgüdüler ortadan kalkacak ya da içgüdüler böyle bir yaşama asla müsaade etmeyecektir.
Dolayısıyla insan fıtratına uygun bir yaşam biçimi ortaya konulmalıdır. Din de aynen Marks gibi insanın toplumu için çalışmasını ister fakat Marks’tan ayrı bir model getirir.
. Günümüzde doktor, mühendis, mimar olan topluma hizmet etmek için, toplumuna sevgi duyduğu için mi, topluma hizmet aşkı duyduğu için mi yıllarca okuyor? İnsanda bu çıkar duygusu, rahat yaşama, mülk edinme arzusu onu toplumun ihtiyaçları olan alanlarda çalışmaya itiyor. Ne bu içgüdülerin yok edilmesi olanaksızdır, ne içgüdülerin kabul etmeyeceği, içgüdülerle savaşacak bir ideolojinin yaşaması mümkündür, ne de bu içgüdülerin yok edilmesi insana yarar sağlar. Sorun ancak içgüdülerle uyumlu bir ideolojinin varlığıyla çözülür.
SSCB tecrübesi bize bir ideolojinin mutlaka ve mutlaka insan tabiatıyla uyumlu olduğu zaman hayat bulacağını gerçeğini göstermiştir. Aşağıdaki yazılar SSCB’yi sorgulayan Marksist yazarlar tarafından kaleme alınmıştır.
(SSCB’de) iç savaşın patlak vermesinden önce, 1918 Nisanında üretimi arttırmak amacıyla gündeme getirilen, tartışılan ve kararlaştırılan bazı önlemler olmuştur. Örnekse, daha yüksek ücretler vererek burjuva uzmanlardan yararlanılması; daha önce eleştirilen Taylorizm sisteminin bazı yönlerinin uygulamaya konulmak istenmesi; parça başı ücret uygulamasının geri getirilmesi gibi. (Marksizm’in Işığında Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması , Elif Çağlı s89)
Lenin, bu sorunlar temelinde partide oluşan muhalefetin eleştirilerine karşılık şu zorunluluklara dikkat çekiyordu:
Rus proletaryasının en sınıf bilinçli öncüsü, çalışma disiplininin arttırılması görevini önüne koymuş bulunmaktadır. … Bu çalışmayı desteklemeli ve var gücümüzle ilerletmeliyiz. Parça başı ücreti, Taylor sisteminde mevcut olan birçok bilimsel ve ileri yanın uygulanmasını, kazancı üretim veriminin genel sonuçlarına ya da demiryollarından, deniz taşımacılığından yararlanmanın sonuçlarına göre ayarlamayı vs. gündeme sokmak, fiilen uygulamak ve sınamak gerekir. Lenin, “Sovyet İktidarının En Yakın Görevleri”, Seçme Eserler, c.7, İnter Yay., Haziran 1996, s.345 ve 346
Sosyalizm hedefinin ruhuyla uyuşmayan ters bir uygulama söz konusu olduğunda açıkça söylenmelidir. Lenin’in verdiği örnekte olduğu gibi:
Son derece yüksek ücretler vererek burjuva uzmanların yardımından yararlanılmasıyla Paris Komünü’nün ilkelerinden geri dönüldüğü gerçeğinin halktan gizlenmesi, burjuva siyasetçilerin düzeyine inmek ve halkı aldatmak olurdu. Lenin, Collected Works, Vol. 27, s.350 [“Sovyet İktidarının En Yakın Görevleri”, Seçme Eserler, c.7, s.337]
Kentlerde kol gezen açlık ve köylünün içinde bulunduğu kötü koşullar, tarımsal üretimi arttırmak amacıyla yeni önlemlerin yürürlüğe konmasını zorlamaktaydı. Savaş komünizmi uygulamalarını sona erdirerek özel ticaretin canlanmasına ve köylüye ürününün bir kısmını pazarda satmasına izin veren yeni bir ekonomik politika (NEP) biçimlendirilmekteydi. (Marksizm’in Işığında Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması , Elif Çağlı s97)
NEP döneminin başlamasıyla birlikte gerçekten de köylüye bazı haklar tanındı. Örneğin, ürününün belirli bir bölümünü devlete vermesi koşuluyla, geri kalan kısmını artık pazarda satabilirdi. 1921 yılındaki tarımsal üretimin doğal afetler nedeniyle düşük olması, açlık tehlikesinin ve zorlukların devamına sebep olsa da, 1922 ve 1923 yıllarında iyi bir hasat alındı ve bu beraberinde bir rahatlama getirdi. (Marksizm’in Işığında Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması , Elif Çağlı s103)
NEP, kırsal kesimde işçi devletinin kontrolünde kapitalist ilişkilere bir geri dönüştü. Lenin, kapitalist ilişkilerin işçi devleti tarafından kontrol edilmesini ve düzenlenmesini anlatmak amacıyla “devlet kapitalizmi” kavramını kullandı. Şöyle diyordu:
… coşkuya doğrudan bel bağlayarak değil, ama büyük devrimin yarattığı coşkunun da yardımıyla ve kişisel çıkar, kişisel güdü ve ticaret ilkeleri temelinde, bu küçük köylü ülkesinde ilkin devlet kapitalizmi yoluyla sosyalizme giden sağlam geçitler inşa etmeye koyulmalıyız. Lenin, Collected Works, Vol. 33, s.58 [“Ekim Devriminin Dördüncü Yıldönümü Üzerine”, Seçme Eserler, c.6, İnter Yay., Kasım 1995, s.523]
(Lenin burada kişisel çıkarları dikkate almak zorunda kalmış ve bu kişisel çıkarlar doğrultusunda bir program uygulamak zorunda kalmıştır)
“Savaş komünizmi” uygulamalarından sonra çıkardığı dersler doğrultusunda, Lenin, uzun bir geçiş döneminin ve kırsal kesimde işçi devletinin kontrolü altında kapitalizmin geliştirilmesinin zorunluluğunu gündeme getirmek zorunda kalmıştı. Marksizm’in Işığında Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması , Elif Çağlı s103,104
NEP dönemiyle birlikte, sanayi kesimindeki kamulaştırmalar durdurulmuştu. Büyük işletmelerin çoğunluğu zaten devletin elindeydi, ama şimdi daha önce el konulmuş büyük işletmelerin çalıştırılabilmesi için, bunların bireysel girişimcilere ya da eski sahiplerine kiralanmasına izin verilmişti. Öte yandan, yirmi işçiden daha az işçi çalıştıran işletmeler ise artık genellikle kamulaştırma kapsamına dahil değildi. Tıpkı tarım kesiminde olduğu gibi sanayi kesiminde de bireysel girişimcilere, devlete vergilerini ödemeleri koşuluyla, üretilen malı piyasada satma hakkı tanınmıştı. Marksizm’in Işığında Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması , Elif Çağlı s104, 105
SSCB’de yaşanan bu tecrübeler bize insanın üretmesi için mutlaka onu üretmeye motive eden, insanın tabiatıyla uyumlu bir sistemin olması gerekir.
Şimdi Sosyalist arkadaşlara soruyorum. Toplumları diyalektik yasalar değiştir diyorsunuz. Bunu bir çok değişim için söyleyebiliriz. Yani 1400 sene önce Sosyalizm yoktu. Neden yoktu çünkü Kapitalizm yoktur. Kapitalizm yani tez, Sosyalizm’i doğurdu yani Antitezi.
Sorum şu; Peki sosyalizm’i ne doğurdu? Kapitalizm’i doğurdu? Bize göre hayır. Eğer insanda haksızlığa karşı öfke ve hak arama duygusu olmasaydı Kapitalizm, sosyalizm’i doğurur muydu?
Sınıf çatışması toplumlardaki ahlak din v.s. çıkardı diyorsunuz. Peki sınıf çatışmasını ne doğurdu? İşçiler neden haklarının çalınmasına öfkelendiler? Demek ki sınıf çatışmasını da, sosyalizmi de insandaki var olan duygular doğurdu.
Yani Kapitalizm, sosyalizmi doğurmadı. İnsanda mutluluğu arama duygusu, rahat yaşama duygusu, adaletsizliğe karşı öfke duygusu olmasaydı Sosyalizm ve sınıf çatışmasını Kapitalizm doğuramazdı. Kapitalizm yeni bir şey yaratmadı. Sadece zulmederek, insandaki bu duyguları açığa çıkardı.
Mesela kadınların çocuklarını ellerinden aldınız. Kadınlarda sınıf çatışması başlattı ve bu çocuklar için mücadeleye girişti. Bu hareketin adına da X hareketi dedi. Şimdi X hareketini çocukları kadınlardan alanlar mı oluşturdu yoksa kadındaki şefkat duygusu mu bu hareketi yarattı.
Evet Diyalektik yasayı yani sınıf çatışmasını İnsan Fıtratı oluşturur. Şimdi ben sorayım eğer böyle değilse Diyalektik yasayı ne oluşturur?
Eğer toplumu diyalektik yasalar değiştirecek dersek o zaman beklemeliyiz. Bu yasalar 100 yıl sonra mı değişir, 300 sonra mı bilemeyiz. Kaderimize razı ve mahkum olmalıyız.
Ama insan fıtratı bu yazıyı değiştirir, çünkü insan özgürlük ister, onurlu bir yaşam ister, insan adalet ister insan var olana razı olmaz var olanı olması gerekenle değiştirmeye çalışır bu insanın fıtratında var olan bir duygudur dersek o zaman mücadele edeceğiz.
Öncelikle fıtratımızla ilgili yasaları bulacağız. Yani İnsan fıtratına aykırı bir ideoloji yaşamayacağına göre insan fıtratıyla uyumlu bir ideoloji bulacağız. Bu kesinlikle şarttır. Olmazsa olmaz.
Bunu İslam dini öneriyor. İslam dini insana yüzünü insanın fıtratıyla uyumlu dine çevirmesini istiyor. Siz diyebilirsiniz ki; İslam dini insan fıtratıyla uyumlu değil. Ama bende derim ki İslam dini 1400 yıl önce daha insanlar fıtrattan bahsetmezken, bir dinin ancak insan fıtratıyla uyumlu olması gerektiğini söylemiştir. Yani İslam olması gerekilen kanunu, yasayı bildirmiştir. Tarışabiliriz İslam uyar mı uymaz mı diye.
Sizde İslam’da ki bu tezi alarak şunu demeliydiniz. Savunacağımız bir ideoloji insan fıtratıyla uyum içinde olmalıdır. Aksi taktirde yaşamaz.
Şimdi Yoldaşların aklına şu soru gelebilir; eğer Kapitalistle, emeği çalınan işçi aynı fıtratı taşıyorsa niçin biri sömürüyor biri hakkını arıyor? Aynı fıtrat iki ayrı şey mi insanlara telkin ediyor?
Her ikisinde de mutluluğu arama duygusu vardır. Her insan mutluluğu arar. Bu fıtri bir duygudur. Her ikisi de bulunduğu konum itibariyle mücadele eder. Kapitalist daha çok sömürerek, mutluluğu arar. O mutluluğu zenginlikte ve parada arar. İşçide ailesinin ve kendisinin mutluluğu için çalışır. O da mutluluğu arar. Hakkı çalındığı zaman öfkelenir ve hakkını arar. Çünkü o mutluluğu arar. Patronda baktı ki işçiler örgütleniyor, bu işçiler yarın örgütlenir birleşirse anamızı ağlatırlar ve bütün malımı mülkümü elimden alırlar. En iyisi bizim kapolarla (kapitalistlerle) gücümü birleştireyim ve bunlara karşı mücadele edeyim.
Bu patronda da işçide olduğu gibi vicdan duygusu vardır, merhamet duygusu vardır, oda işçinin kendisine yaptığı bir yanlışa öfkelenir, onda da öfke duygusu vardır, oda işçisi kaytardığı zaman kendisine haksızlık yapıldığını düşünür ve öfkelenir v.s. Yani işçide olan bütün duygular patronda da vardır. Ama o mutluluk duygusuna o kadar kendini kaptırmıştır ki, merhameti, sevgiyi unutmuştur.
20 işçi grev yapıyor, 30 tanesi yapmıyor. İkisinde de ortak fıtrat var. Neden biri direniş derken, öbürü oralı olmuyor? Çünkü ikisi de mutluluğunun ve çıkarın peşinde. Grev yapan 20 kişi biz bu yolla patronu dize getiririz ve paramızı alırız diyor ve çıkar ve mutluluğunu düşünüyor. Diğer 30 kişide ulan başaramazsak işimizden kovuluruz. Bunlarda çıkar ve mutluluğunu arıyor.
Kimi şirketler ise dürüstlükle, çıkar ve menfaat elde edeceklerine inanır. Bizi malımızı ne kadar dürüst satarsak, işçinin hakkını ne kadar zamanında verirsek o kadar çok menfaatımız ve çıkarımız olur. En azından kafamız rahat olur.
Görüldüğü gibi herkes mutluluğun ve çıkarının peşinde.
Engels 12 eylül 1882 tarihinde Kautsky’ye yazdığı mektubunda diyor ki:
“Bana İngiliz işçilerinin sömürge politikası konusunda ne düşündüklerini soruyorsun… Burada işçilerin bir partisi yok. Yalnızca muhafazakârlar ve liberal-radikaller var ve işçilerde İngiltere’nin dünya piyasasındaki tekelinin ve sömürgelerin sağladığı ziyafetten keyifle pay alıyorlar.”
Şimdi bu işçilerde patronlara karşı gelmekle değil, patronlarının yaptığı sömürüyü yemekle mutluluk ve çıkarlarının peşine düşmüşler.
Peki özgürlük isteyen, onurlu bir hayat isteyen, fakirin, fukaranın malını haksızca yemek şerefsizliktir diyenler kimler? Onların fıtratları farklı mı?
Öncelikle şunu söyleyelim ki fıtri olan hiçbir duygu kötü değildir. İnsanın mutluluğunu araması ki Marks bu mutluluğu Kominizm’de aramıştır, insanın kendi çıkarlarını korumak istemesi, onur, şeref, merhamet, sevgi, şefkat, pişmanlık, utanmak, öfke v.s. Hiçbir duygu kötü değildir.
Patronda da onur duygusu, utanma duygusu vardır. İşçide, sosyalistede, Müslüman da da.
Ama biri gelmiş müslümana demiş ki yönetici ne kadar da sana zulmederse zulmetsin öfkeni yut. Sakın isyan etme ve arzu ettiğin mutluluğu bu dünyada unut. Senin mutluluğun cennette. O da mutluluğunun peşine düşmüş, ben şimdi zalim yöneticiye itaat etmezsem, Allah’a itaat etmemiş olurum ve cennete giremem. Ve Emeviler döneminde Emevi halifelerinin halkın kendilerine isyan etmemesi için bu uydurmaları yutuyor ve öfkelense de isyan etmiyor. Kardeşim Allah sende ki öfke duygusunu niye yarattı?
Patronda mutluluk arama işine kendini o kadar çok kaptırmış ki, bu sefer onur, şeref, utanma, namus v.s. duygularını o mutluluğa feda ediyor. İşçiye de sen greve gidersen birde amacına ulaşamazsan çoluğun çocuğun aç kalır, ona buna muhtaç olursun. Tabi bizim işçi kardeşimizde çocuklarını koruma iç güdüsü de var. Ama öte yandan arkadaşlarını yalnız bırakırsa utanıp yüzlerine bakamayacak çünkü emekçimizde utanma duygusu da var. Veya onur duygusu da var. Nasıl olur arkadaşlarım mücadele ederken ben çalışırım. Ve işçimizin içinde bir savaş. Hangi duygu hakim olacak acaba? Canım diyor ben patrona yalakalık için çalışmış olsaydım bu işçi kardeşlerime kalleşlik olurdu ve onları yalnız bıraktığım için onursuz olurdum. Ama ben çocuklarımı düşündüm, çocuklarımı düşünüp onlar için çalışmam da onurlu bir iştir. Bir işçi kardeşimiz onurunu korumayı grevde görürken diğer kardeşimiz çalışmakta gördü. Bir kardeşimiz mutluluğu grevde, öbür kardeşim çalışmakta gördü.
Tabi ki patron gibi mutluluğu için onur, şeref, utanma v.s. duygularını da hiçe sayan işçiler yok değildir. (ben işçileri çok severim, ama bilimsel bir tespitte bulunmak zorundayız )
Onlarda da öyleleri varki mutluluk pahasına o da onur ve şerefini çiğneyebiliyor.
Şimdi İslam dininin bu patrona da, bu işçiye de söyleyecek sözü ve davet ettiği bir yol var. Ama Marksizm’in patronu davet ettiği bir yol yok. Direk ona savaşmayı emreder.
Daha doğrusu Marksizm sadece savaşı ve haksızlığı dışarıdan bir savaşla diyalektikle yok etmeye çalışır. İslam dini hem mazlumları zalimlere karşı savaştırır.
Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, haddi aşmayın (haksız yere kimseye saldırmayın) Allah haddi aşanları sevmez. (Bakara 190)
Size ne oldu da Allah ve “Ey Rabbimiz! Halkı zalim olan bu şehirden bizi çıkar, bize kendi katından bir veli ver ve bize kendi katından bir yardımcı ver” diyen muztazaf (ezilmiş) erkek, kadın ve çocukların yolunda savaşmıyorsunuz? Nisa/75
Ey iman edenler! Sabredin, birbirinize direnişi tasfiye edin, dayanışma içinde olun… Ali İmran/200
Onlar günahların büyüklerinden ve iğrenç işlerden çekinirler ve öfkelendikleri zaman affederler. …İşleri aralarında danışmaya dayalıdır…Ve bir saldırıya uğradıklarında haklarını almak için yardımlaşırlar. Şura/37,38,39
Hem de kişiyi kendi nefsi ile savaştırır. Savaştan dönen bir guruba peygamber efendimiz Küçük savaştan döndüklerini, şimdi ise büyük savaşın kendilerini beklediğini beyan etmiştir.
Saygısızlıkla insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Kuşkusuz Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez. Lokman/18 (Kapitalistler insanların yüzüne bile bakmazlar.)
Eğer (size borçlu) sıkıntıda ise, genişliğe çıkıncaya kadar beklenmelidir. Eğer bilseniz (borcu) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha iyidir. (Bakara 280) (kapitalistlerde ahlak yoktur, bilakis borcu faiz yoluyla arttırır.)
Hani (israiloğullarından)‘birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz ve birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayacaksınız’ diye sizden söz almıştık. Sonra sizde bunu kabul etmiştiniz… (Bakara 84)
Ey iman edenler Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Saff/2
Ey iman edenler! Sürekli adaleti ayakta tutun; kendinizin baba ve annenizin veya akrabalarınızın aleyhinde olsa bile, Allah için şahitlik edin. (Hakkında şahitlik ettiğiniz kişi) fakir de olsa, zengin de olsa Allah onlara (dava taraftarlarının hakkına riayet etmeye sizden) daha layıktır. Eğer sözü değiştirir veya (şahitlikten) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Nisa 135 (kapitalistler genellikle zenginden yana tavır alırlar9
Yani kişinin kendi nefsiyle yapacağı savaş, zalimlerle yapacağı savaştan daha büyüktür. Aksi taktirde mazlumlar savaşı kazandıklarında onlara güçlenip nefsi duygularıyla zulüm yapabilirler ve genelde de böyle olmuştur.
Marksist Rakitov yine der ki; “Ünlü Leyden papirüsü eski Mısır’da başarılı bir köle ayaklanmasını anlatmaktadır. Ama sonu ne olmuştu? Köleler kısmen köle sahiplerinin zenginliklerini ele geçirerek ve bu kez de onları köleleştirerek kendileri köle sahibi olmuşlardı. Böylece köleci toplumun temeli önceden neyse öyle kalmıştı”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s276
Çünkü onlarda patronları gibi çıkarlarını düşünürler. (İnsanın kendi ile savaşa sokacak bir eyleme ihtiyacı vardır. Kendi nefsi ile, kendi arzuları ile v.s. Bu savaşı ciddi anlamda sadece İslam dini insana verdirir. ) Sonuçta bir yasayı teşhis etmiş olduk. O da insan tabiatı ve insan fıtratı. Her insan kendi çıkarını düşünür. Tabiî ki bu çıkar duygusu insan için yararlı bir duygudur. Ama insan sadece bu duygusu için yaşarsa onur, şeref gibi duygularını ezerse bu hayvanileşmektir.
soru: Diyalektik çatışmamı duyguları oluşturdu, yoksa duygular mı diyalektik yasayı. Yani insan kendisine yapılan haksızlık karşısında öfke duygusuyla hareket etti ve bu zulmü yapanlarla çatıştı. Sosyalizmi Kapitalizmin doğurması gibi. Ama öte yandan Marksizm sınıf çatışmalarından doğan üretim ilişkilerinin insandaki duyguları oluşturduğunu iddia eder. Şimdi duygular mı diyalektiği oluşturdu, yoksa diyalektik mi duyguları?
İnsanın fıtratını bilmeden dışarıdaki sınıfların çatışmasını gözlemlemek ve bir ideoloji kurmak kesinlikle kurtuluş getirmez. Sende merak duygusu olmasa araştırır mısın? Şimdi bu duyguyu bir kenara bırakıp bir ideoloji çıkartalım ve bu ideolojide insanların araştırmasına engel olalım. Bu ideoloji yaşar mı? Yaşatmak için her insanın başına polis koymanız gerekir.
Birde Komünizm’de insanların duygularının yok olacağını iddia etmek. Eğer duygular üretim araçlarıyla oluşturduysa üretim araçlarının yok olmasıyla duygularda yok olacak.
Buda insan fıtratına ters bir şeydir. İnsan para kullanmaya nasıl geçti? Diyelim 10 tane tavuk alacak. Adam pirinç üretiyor. 10 tavuk için 5 çuval pirinç götürmesi gerekecek. Ama bunu yapmıyor değişme bedeli olarak 1 gr. Altın götürüyor. Yani insan rahatı ister. İnsandaki rahatı tercih etme içgüdüsü onu parayı kullanmaya yitti. Bugün bulunan üretim araçlarının tamamı bu duygudan kaynaklanır. İnsan kendisi için kolaylık ister. Bir yere kolay gitmek için tren, otobüs icat etmiş, tarlayı daha rahat ekebilmek için traktörü bulmuş, daha kolay elbise dikebilmek için dikiş makinesini bulmuş.
İnsandaki bu duygularla üretim araçlarını, parayı çıkarmışken isnada ki bu duygular yok olmadan ki bu duygular nasıl yok olacak? Nasıl insanlar ürettikleri araçları yok edeceklerdir?
Bir soru daha: Marksizme göre üretim araçları duyguları yarattı. Peki üretim araçlarını hangi duygular yarattı?
Küçücük çocuğun fıtratında dahi bu duygu vardır. Bir çocuğa şeker verin. Sonra elinden alın ağlamaya başlar ve şekerini ister hem de ısrarla ister. Büyük insanda böyle değil midir?
O halde bir yasayla daha karşı karşıyayız. İnsan bir şeyi çıkarı, rahatı, mutluluğu v.s. için elde etmeye çalışır. Para, altın, traktör, otobüs, internet v.s. gibi şeyleri insan bu duygular için çıkarmıştır. Şimdi bu duygu isnada kaybolduğu müddetçe bırakın ürettiği şeyleri yok etmesini hep rahatı ve mutluluğu için daha yeni şeyler üretecektir.
Bilimsel olarak bu böyledir.
Peki, o dönemde insanlar etlerin bozulmaması için depolama imkânına sahip olsalardı veya yiyeceklerini paraya dönüştürme imkânı olsaydı bu insanlar yine yiyeceklerini paylaşacak mıydı? Hayır. Buradaki insan ilişkisi aynen 5 kişinin bir teknede seyahat etmesine benziyor. Diyelim ki 5 kişi teknede uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Avladıkları balıkları satamıyorlar çünkü teknede paranın bir değeri yok. Mecburen herkes avladığı balığın fazlasını denize atamayacağına göre ve depolama imkânına sahip olmadığı için paylaşmak zorunda kalıyor. Paylaşmak onlar için çıkara dayalı tabiatın, üretim araçlarının dayattığı bir ilişki. Ama bir gün bu insanlar karaya çıktığında avladıkları balıkları depolama veya satıp servet biriktirme imkânına sahip olduğundan dolayı bu paylaşma ilişkisi bitecektir. Çünkü üretim ilişkileri, tabiat ilişkisi değişmiştir. Karada yaşayan 5 kişiye gelin teknede yaşadığınız gibi yaşayın dense o insanlar bunu yaparlar mı? Mademki Marksizm’e göre üretim araçları insan ahlakının alt yapısı ve temeli o zaman teknede yaşayan bu insanların üretim ilişkileri karada değiştiği için bu insanların paylaşma ahlakının da değişmesi gerekir ve üretim ilişkileri değişmedikçe bu insanlar eski paylaşma ahlakına dönmezler. Yani tabiatın ve üretimin bu insanları paylaşmaya zorlaması gerekir.
Aslında burada göz ardı edilen bir şey vardır. O da insan fıtratıdır. İnsanda çıkara göre hareket etme içgüdüsü vardır. Eğer o 5 kişiye bakın ortaya bir tane balık koyuyorum, kim bu balığı yerse ancak o hayatta kalır denseydi o zaman dün balıklarını paylaşanlar, o bir tane balığı paylaşamazlar aralarında savaş çıkardı. Çünkü üretim ilişkileri değişti. Besinini paylaşanla, besin için savaşanın altında yatan yasa insanın kendi çıkarını koruma içgüdüsüdür. O gün çıkarı paylaşmayı gerektiriyordu, bugünse savaşmayı gerektiriyor. Dün besinlerini paylaşanlarla, bugün petrol için, su için, toprak için, madenler için birbirinin katledenler aynı insanlardır. Marks bu konuda tespiti doğrudur. Üretim ilişkileri insanların yaşam biçimine, kültürlerine, ahlaklarına tesir eder.
Marks bu sorunun üretim ilişkilerini değiştirmekle çözüleceğine inanmıştır. Yani üretim araçları sermayedarların elinden çıkarsa, kimse servet toplayamayacağı için mecburen bu imkânı olmayan insanlar sermaye için alçaklaşamayacaklar, kan dökemeyecekler, başka ülkeleri işgal edemeyecekler, işçi ve köylüleri sömüremeyecekler. Nasıl ki ilkel insanlarda para yoktu ve kimse servet sahibi değildi. Servet toplayamadıkları içinde servet toplamak için birbirleriyle rekabet etme, birbirlerini sömürme gibi bir yaşam felsefeleri de yoktu. O zaman insanların mutluluğu servetin yok edilmesindedir. Çünkü ne zaman ki insan servet sahibi oldu o zaman ayrıcalıklar başladı. Zenginler ekonomik güçle fakirlerin kültürüne, siyasetine, hukukuna egemen oldu. Siyasetçiler, hukukçular hep zenginlerin çıkarlarına göre hareket etti. Bu da fakirlerin daha çok ezilmesine, durumlarına isyan ettikçe zindanlarda çürümelerine sebep oldu. Çünkü hukuk haklıdan yana değil güçlüden yanaydı. Kim kuvvetliyse onun hukuku işliyordu.
Marks’da çok iyi biliyordu ki insanlar eskisi gibi artık ürettiğini paylaşmayacaktı çünkü paylaşması için bir sebepleri kalmamıştı. Ürettiklerini depolayabiliyorlar veya paraya dönüştürebiliyorlardı. Ne diye üretim fazlasını ortaya koyup herkes ihtiyacı oranında faydalansın desin ki? Bu anlayış şu anda dünyanın hangi ülkesinde var? Ancak proletaryanın diktatörlüğüyle yani devlet zoruyla insanlar çalışacak ve ürettikleri mallar yine devlet eliyle dağıtılacaktı. Yani Marks’a göre insanlar kendi isteğiyle paylaşamazlar artık bunu proletarya diktatörlüğü devlet mekanizmasıyla zorla yapar. Oysa insanlar eskiden devlet olmadan kendi arzularıyla bu paylaşımı gerçekleştiriyordu çünkü tabii koşullar onların bu şekilde davranmasını zorunlu kılıyordu. O tabii koşullar ortadan kalktığı için bu paylaşma ahlakı da ortadan kalkmıştı. O halde Marks çözümü üretim araçlarının el değiştirmesiyle beraber yine insanların zorunlu olarak paylaşmaya ve eşit bir şekilde yaşamaya gideceğinde bulmuştu.
Peki, bu mutlak bir çözüm müdür? Kuşkusuz üretim araçlarının zengin sınıfın elinden alınıp ortak mülkiyet haline getirilmesi, bütün insanların ortak malı olması zengin sınıfı ve onların halk üzerindeki egemenliğini, hukuka, kültüre, sanata müdahalelerini kaldırır ve zengin sınıfın yaratmış olduğu birçok ahlaksızlığın ortadan kalkmasına sebep olur. Kumar ne için oynanır, kadınlar ne için soyulur, at yarışları ne için yapılır, daha zengin olmak için. Ama sana zengin olma, servet biriktirme imkânı tanınmadı mı kim neden kadın pazarlasın, kumar oynasın veya oynatsın? Özel mülkiyetin kaldırılması, üretim araçlarının kamulaştırılması zenginlerin halk üzerindeki egemenliğini kaldıracak ve beraberindeki birçok ahlaksızlık yok olacaktır ama diğer taraftan işçilerin üretmesi için, onların toplum adına çalışması için onları motive eden bir güç olacak mı? Yani bir sorun halledilirken başka bir sorun mu yaratılacak, yoksa sorunların hepsi halledilmiş mi olacak?
Şüphe yok ki insanın kendi çıkarı için çalıştıran bir iç güdüsü vardır. İnsan emeğinin karşılığını alacağını düşünerek çalışır. Hiçbir güç onu başkası adına önüne herhangi bir menfaat veya kırbaç koymadan çalıştıramaz.
İnsanların içgüdüleri nasıl yok edilecek? Eğer bu insanlara mallarını paylaşmasını zorlarsanız her insanın başına bir polis dikmek zorunda kalırsınız.
Kişilerin özel mülkleri elinden alındığından çalışmak için itici motivasyonları kalmayacaktır. Çünkü fazla çalışma fazla mesaiyle ödüllendirilmiyor. Kimsenin materyalistlik değerlerden başka bir şeyi takmadığı bir ortamda “başkaları için en iyi şekilde çalış” zihniyetini sokamazlardı. Bu yüzden dolayı Komünist liderler işçi sınıfını motive etmek için farklı maaş düzeyleri uyguladı. Bu başarısızlık komünist liderlerin teorilerini gerçekleştirmede dürüst olmadıklarını göstermez. Ancak sistemlerini uygulamaya başladıkları andan itibaren insan tabiatının bu gerçeğiyle karşı karşıya geldiler. Hatta bazı insanlara az da olsa özel mülkleri tanınmış oldu.
Stalin der ki; “S.S.C.B. Anayasası… Yazıyor; Her kolhozcu ocağı, eve bitişik arazide özel yardımcı bir ekonomiye, bir meskene, üretim hayvanlarına ve küçük tarım aletlerinde de sahiptir”. J. Stalin, Sosyalist Ekonominin Meseleleri Sol Yay. s44
Peki, Marks bu sorunu nasıl çözecekti. İnsanın içgüdüleri vardı ve bu içgüdüler böyle bir sistemin uygulanmasına engel oluyordu. Marksizm’e göre sınıfsız bir toplumda kişisel içgüdüler tamamıyla ortadan kalkacak ve sorun çözülmüş olacaktı, herkes toplum için çalışacaktı, kimsenin servet biriktirme, mülk edinme gibi bir fıtri arzusu, içgüdüsü kalmayacaktı.
Oysa insanların sınıfsız bir toplumda içgüdülerinin yok edilmesi için, içgüdünün sınıflı bir toplumda oluştuğu fikrini bilimsel olarak kanıtlamamız gerekir. Yani Marks’a göre eğer sınıfsız bir toplumda içgüdüler yok edilecekse o zaman içgüdülerin servetle beraber oluştuğunu, sınıfların ortaya çıkmasıyla içgüdülerin doğduğunu, sınıfsız bir toplumda insanların içgüdülerinin olmadığını savunmamız gerekir. Peki, içgüdüleri sınıflar mı oluşturdu ki, sınıfların kalkmasıyla içgüdüler yok olsun ve insanlar, toplumu için seve-seve çalışma arzusuna sahip olsun? Şimdi bunu araştıracağız ve bu araştırmanın sonunda eğer içgüdülerin insanların sınıfsız bir toplumda yaşadığı dönemlerde de var olduğu tezi doğrulanırsa o zaman sınıfsız bir toplumun oluşmasıyla insanların başkaları için çalışma, besinlerini paylaşma gibi ahlakî, çatışma, savaşma gibi gayri ahlaki fiillerden uzak durma ve ebediyen mutlu bir hayat yaşama gibi bir şeyin olanaksız olduğu ortaya çıkacaktır. Sosyal adaletsizliğin en temel nedeni kişisel içgüdülerle, toplum çıkarlarının uyumlu olmamasıdır.. Biz çözüm için ya içgüdüleri ortadan kaldıracağız, ya da başka bir çözüm bulacağız.
Marksist Bugoslovski Korpuşin Rakitov derki ; ”Özgürlük isteği ve toplumsal adaletsizliğe karşı öfkesi uzun zaman önce köleyi kendini ezen için baş kaldırmaya ve savaşmaya itmiştir. Ülkelerine duydukları sevgileri, insanları istilacılara karşı yaşamları pahasına savaşmaya itmiştir”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s14
Böylesine eylemlerin ortaya çıktığı asıl kaynak gene insanların fikirleri ve tutkuları olmuştur. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s15
Bu olgular üzerinde kafa yorunca insan doğal olarak maddi görüngelerin tinsel görüngelerin ürünleri oldukları ve böylece bunların insan eyleminin belirleyici görüngeleri oldukları sonucuna varıldı.
Bu görüş özellikle toplumun çok çalışıp yoksulluk içinde yaşayan emekçiler ile iş yapmayıp başkalarının ürettiği zenginliğe el koyan efendiler olarak iki karşıt sınıfa bölündüğü zaman yayıldı. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s15
Ne kadar yanlış bir görüş. Rakitov insandaki özgürlük isteğini, zalimlere karşı öfkesini ve ülke sevgisini insanların tutkusuna bağlıyor ve bu tutkularında sınıf çatışmasıyla halka yayıldığını, efendilerin zenginliğe el koymalarıyla birlikte bu duyguların insanlara yerleştiğini söylüyor.
Burada Rakitov içgüdülerin dış etkenlerle yani toplumun insanlar üzerindeki etkileriyle oluştuğunu savunuyor. Dolayısıyla bu teoriye göre eğer içgüdüler toplum etkisiyle oluşmuşsa, bu etkinin yok edilmesiyle içgüdülerde yok olacaktır. Rakitov diyor ki; “Özgürlük isteği ve toplumsal adaletsizliğe karşı öfkesi uzun zaman önce köleyi kendini ezen için baş kaldırmaya ve savaşmaya itmiştir”. Rakitov’a göre köledeki bu özgürlük isteği onu köleleştirenler tarafından oluşturulmuştur. Yani maddi görüngeler, iç duyguların kaynağı, oluşum nedeni olmuş ve bu oluşum sınıf çatışmasıyla yayılmıştır. Devamın da Rakitov bunu vurgular ve der ki; “Bu olgular üzerinde kafa yorunca insan doğal olarak maddi görüngelerin tinsel görüngelerin ürünleri oldukları ve böylece bunların insan eyleminin belirleyici görüngeleri oldukları sonucuna varıldı”.
Bu görüş özellikle toplumun çok çalışıp yoksulluk içinde yaşayan emekçiler ile iş yapmayıp başkalarının ürettiği zenginliğe el koyan efendiler olarak iki karşıt sınıfa bölündüğü zaman yayıldı
Bu aynen şuna benzer. Annede çocuğuna karşı şefkat duygusu yoktu. Sonra birisi annenin çocuğunu elinden aldı ve annede bu duygu oluştu ve anne çocuğunu geri almak için bu duygunun verdiği motivasyonla mücadeleye girişti. İnsanlarda özgürlük arzusu, özgürce yaşama içgüdüsü yoktu ve bu duyguyu insanları köleleştirmeye çalışan zengin sınıf doğurdu. Veya insanlarda hiç merak duygusu, bir şeyin hakikatini öğrenme duygusu yoktu, araştırmanın yasaklanması bu duyguyu doğurdu. Rakitov’un tezi bu şekildedir.
Halbuki özgürlük isteği insanda mevcuttur. Bu duygu ancak birileri kendisi köleleştirdiği zaman ortaya çıkar. Yoksa birilerinin insanı köleleştirmesi bu duyguyu yaratmaz. Birileri birisinin annesine tokat atarsa öfkelenir. Ama bu demek değildir ki öfkeyi dış tepki yarattı, Öfke zaten insanda var olan bir duyguydu. Eğer insanda bu duygu olmasaydı, değil bir tokat, 1000 tokatta atılsa bu duygu oluşmaz. İnsana ayağını öptürmeye çalıştınız ve insan onur duygusuyla karşı geldi. Bu demektir mi ki insanda onurlu yaşama duygusu yoktur bu duyguyu insanları onursuzluğa sevk edenler oluşturdu? Nasıl oluyor da maddi şeyler yani Materyalizm kişi de özgürlük, şefkat, merhamet, onur duygusunu yaratabiliyor?
Mesela özgürlük isteğini ele alalım. Bir insan ne zenginin, ne üretim aracının olmadığı bir adada içerisinde yiyeceğin, içeceğin olduğu bir kuyuya düşsün. O insan özgür olma arzusuyla yiyecek ve içeceğe sahip olduğu halde o kuyudan çıkmak için mücadele eder. Eğer adada zengin yoksa, yalnız yaşayan bu insanda bu özgürlük arzusu fıtratında, tabiatında yok muydu? Eğer bu arzuyu zengin sınıf veya sınıf çatışması doğursaydı o zaman bu insanda özgürlük arzusu olmamış olacaktı. Veya zenginin olmadığı adada annenin çocuğu bir kuyuya düşse anne kendinde şefkat duygusu doğal olarak bu teze göre olmayacaktı çünkü bu teze göre iç duyguları üretim araçları yarattı o zaman anne çocuğunu o kuyuya düştüğüne aldırış etmeden arkasına bile bakmadan çekip gidecek miydi? Bu duygular insanın özünde yok muydu? Eğer sonradan oluşmuşsa üretim araçlarının kamulaştırılıp, özel mülkiyetin yok edilmesi bu duyguları yok edebilecek miydi?
Marks, Engels Rakitov’a göre şunu kanıtladı; “Çalışma insan zekâsının gelişmesine yol açtı ve ilkel sürüyü, ahlakı, bilimi ve sanatı olan insan toplumuna dönüştürdü. Bir sözcükle çalışma bizi insan yapan şeydir. İnsanın özüdür. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s53
Yani çalışma insandaki ahlakı, sanatı v.s. oluşturturdu. Peki, insan hangi dürtüyle çalışmaya başladı? İnsanın çalışmasına sebep olan dürtü nereden doğdu? Hangi üretim aracı bu dürtüyü oluşturdu? Eğer üretim aracı bu dürtüyü oluşturduysa, üretim aracını hangi dürtü oluşturdu?
Rakitov der ki; “Ahlaki kavramların ve ilkelerin tarihine baktığımızda görürüz ki ahlak değerleri, yaşam koşullarıyla birlikte değişir. Bunlar üretici güçlere dayanırlar ve üretim ilişkileri değiştiği zaman ahlak değerleri de değişir”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s308
Marks’ın veya Rakitov’un dediği doğrudur. Toplumun oluşturduğu ahlak vardır. Ama bu toplumsal ahlaktır. Birde insanda var olan insani ahlak vardır. Mesela bir toplumda büyüklerin elini öpmek saygı olarak nitelendirilirken başka bir toplumda aşağılanma olarak nitelendirilir. Bir toplumda çocuğu sevmek güzel karşılanırken, başka toplumda kötü karşılanabilir.. Bu toplumsal ahlaktır.
Ama birde insani ahlak vardır. Peki, toplumsal ahlakı, insanî ahlaktan ayıran nedir? Bir şey eğer bir toplumda var, başka toplumda yoksa o toplumsal ahlaktır. Ama bir şey bütün toplumlarda varsa bu insani ahlaktır. Örneğin yalan bütün toplumlarda kınanır. Çünkü insanın fıtratı aldatılmaktan hoşlanmaz. Bu insanî fıtrattır. Özgürlük, onur, şeref, adalet arzusu, katillerin cezalandırılması, hırsızlığın, tecavüzün, katliamın, soykırımın, kendini beğenmenin bütün insanlar tarafından nefretle karşılanması yine aldatma, ihanet kalleşliğin, sözünde durmamanın bütün insanlar tarafından kınanması bunların insanî ahlaktan olduğuna delildir. Örneğin Afrika, Hindistan, Almanya, Amerika v.s. hangi ülkede olursanız olun bir engelli insanı dövün her yerde tepki görürsünüz. Bunları toplumsal ilişkiler doğurmamıştır. İnsanın özünde bu duygular mevcuttur. Aksi taktirde üretim ilişkileri ayrı olan, dinleri, kültürleri farklı olan bu insanların aynı insani değerlere sahip olmasını başka bir şekilde izah edemezsiniz.
Rakitov der ki; Genel olarak söylemek gerekirse insan zihninin bütün özellikleri yani bilinç toplumdan gelmektedir. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s107
Marksizme göre insanın iradesi ve zihni nasıl ki tabiatın düzenini etkileyemiyor ve ona ancak tabi oluyorsa sosyal düzene de aynı şekilde tabi olmaktadır. İnsan düşüncesi, iradesi ve eylemi maddi şartları ve olayları meydana getirmez., tersine otomatik ve otonom ekonomik olaylar düşünceleri, görüşleri ve sosyal çevreyi şekillendirir.
Marx’ın dediği gibi hiçbir şeyin gerçekliği yok mu? İnsanların düşünceleri üretim araçlarına bağlı olarak mı yansır? Üretim araçları değiştikçe buna bağlı olan kültür, felsefe, din, ahlak değişecek mi? Yani din ve ahlak üretim araçlarının bir ürünü mü? Marksizm’e göre her şeyin değişime uğradığı mutlak akımda değişmez bir unsurdan söz etmek diyalektiğe aykırıdır.
Bildiğimiz gibi hiçbir ilmî ve felsefî kanunun istisnası yoktur. Eğer bir kanunun istisnası varsa o kanun olmaz. Örneğin 2x2= 4 olması alt yapıya dayalı bir kanun mudur, yoksa alt yapının değişmesi bu hükmü/kanunu değiştirebilir mi? Veya dünyanın yuvarlak olması hükmü, üretim araçlarına dayanan bir kanun mudur? Üretim araçları değiştiğinde bu hüküm de değişecek mi? Düşünceyi ve zihni ekonomik ve tarihsel şartların bir yansıması ve ifadesi olarak gördüğümüz zaman mutlak bir gerçeğin varlığını kabul edebilir miyiz? Bir mantığın düşüncedeki yöntemini ve evren anlayışını değişmez belirli yasalara dayandırmadıkça mantık olması mümkün mü? Hatta diyalektiğin kendisi bile doğadaki bazı kanunlara itibar eder ki hareket yasası onlardan biridir.
Eğer Rakitov’a göre bilinç toplumdan gelmeyse ve toplumdaki ahlak, kültür, felsefe, bilim, din, hukuk v.s. üretim araçları tarafından oluşturulmuşsa ve üretim araçları değiştikçe buna bağlı olarak kültür, sanat, felsefe, ahlak, hukuk, din v.s. değişecekse ki kendisi öyle der; Rakitov der ki; “Ahlaki kavramların ve ilkelerin tarihine baktığımızda görürüz ki ahlak değerleri, yaşam koşullarıyla birlikte değişir. Bunlar üretici güçlere dayanırlar ve üretim ilişkileri değiştiği zaman ahlak değerleri de değişir”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s308
Bizde diyoruz ki dünyada öyle kanunlar ve yasalar vardır ki bu kanunlar üretim araçlarının var olmasıyla ortaya çıkmamışlardır ve üretim araçlarının değişmesiyle de bu kanunlar değişmezler. İşte bu kanunlardan bir tanesi de insan ahlakı, insan fıtratıdır. İnsanî ahlak, toplumsal ahlaktan ayrıdır. Marks’ın dediği gibi toplumsal ahlak değişebilir. Çünkü Marks’ın dediği gibi üretim ilişkilerine dayanan, üretim ilişkileriyle oluşmuş toplum ahlakı vardır ve nitekim 5 kişilik tekne örneğinde anlattığımız gibi. Ama bunun yanında üretim araçlarının varlığına veya değişmesine bağlı olmayan insanın tabiatında, fıtratında var olan bir ahlak vardır ki bu da insanî ahlaktır. Eğer biz “ahlak üretim araçlarının ürünüdür” dersek ve insanların önüne savunabileceğim bir ahlak sistemi koymazsak, bir model insan koymazsak insanlara kurtuluş getiremeyiz. İnsanlara bir defa bu şerefli, bu şerefsiz, bu zalim, bu mazlum, bu nankör, bu vefalı diyebileceğiz bir model sunmak zorundayız. İşte İslam insanın önüne böyle bir model koyar. Biz doğruluğu, adaleti, onur ve şerefi, özgürlüğü, sevgiyi, izafi kavramlar olarak göremeyiz. Elbette ki üretim araçlarına bağlı olarak ortaya çıkan ve üretim ilişkilerinin değişmesiyle değişen toplumsal ahlak, kültür, gelenek, hukuk, sanat v.s. vardır. Ekonomik gücü elinde bulunduranların hizmetinde olan felsefi görüşler, dini inançlarda vardır. Ama birde bunun yanında doğada hiçbir insanın emrinde olmayan yasalar, kanunlarda vardır. Eğer biz teorimizi değişmeyen kanunlara bağlamazsak, ilişkilendirmezsek o zaman bizim teorimizde kanun olmaz. Eğer bilincin bir gerçekliği yoksa ve bilinç üretim araçlarının bir yansımasıysa o zaman tarihi materyalizmde üretim araçlarının bir yansımasıdır ve üretim araçları değiştiği içinde bu teorinin de ortadan kalkması gerekir. Yani eğer bilim, felsefe v.s. sürekli değişirse bir gerçekliği yoksa o zaman tarihi materyalizminde değişmesi gerekir belli bir sabit yasasının olmaması gerekir. Oysa biz insanların önüne “ahlak sürekli değişiyor dolayısıyla bizim sizin önünüze koyacağımız ve sizinde hedef edinebileceğiniz ahlaki değerler yoktur” diye bir teori koyamayız. Biz insanların önüne bir takım ahlakî değerler koymalıyız ki bu değerlerde “insani ahlak” dediğimiz üretim araçlarından tamamen bağımsız, hatta yeri gelmiş üretim araçlarına karşı savaş açmış, özgürlük istemiş, hak istemiş özgürlüğü için canını feda etmiş, izzet ve onurlu bir yaşam için zindanları tercih etmiş bir insanî değerler zinciri koyabilmeliyiz. Sen Amerika’da yaşıyorsun eğer ahlakın buysa bu ahlak sana üretim ilişkilerinden geçmiştir, sen Fransa’da yaşıyorsan mecburen bu ahlaka sahip olmuşsun diyemeyiz. İnsan nerede yaşarsa yaşasın İslam’ın insanın önüne koyduğu bir ahlak vardır. Yalan söyleyemezsin, rüşvet alamasın, zalimle işbirliği yapamazsın, mazlumlara din soramazsın, insanlarla alay edemezsin, çalamazsın, aldatamazsın, onursuzca yaşayamazsın v.s. Eğer bizim insanların önüne koyabileceğimiz bir ahlaki sistem yoksa o zaman insandan ne bekleyeceğiz? İnsana nasıl şu yol insanîdir, şu yol değildir, şu yaşam şerefli, şu yaşam değildir diyebileceğiz? Eğer insanlara dürüstlük, adaletli olmak, şerefli olmak izafi kavramlardır dersek ve savunabileceğimiz insanda var olması gereken ahlaki ilkeler olmayacaksa o zaman insanın hedefi yalnızca ekonomik ihtiyaçlarını gidermek mi olacaktır? Ekonomi insan için bir amaç mı olacaktır? İnsanın yaşama gayesi yalnızca ekonomik ihtiyaçlarını gidermek mi olacaktır? İnsanın bunun ilerisinde bir hedefi olmayacak mıdır?
Lenin derki; Ahlak ilkelerinin bizim için insan toplumu dışında bir varlığı yoktur. Böyle ilkeler yalandır. Lenin, Din Hakkında
Ali Şeriati der ki; İslam, Marksizm’in aksine adalet, ahlaki değerler, onur, şeref gibi ilkeleri bütün sistemlerde ve bütün insanlık tarihi boyunca savunabilir ve bunların ortaya konmasını asla buhar makinesinin keşfine bağlamaz.
Eğer Marks’a göre toplumun değişmeyen belli yasaları varsa ki yasanın anlamı hiç değişmeyen kanunlardır, demek ki her insanda bulunan ve değişmeyen yasalar vardır ki biz buna fıtrat diyoruz. İnsanın iç yasası, tabii kanunları, insanın ana yasası.
Mesela Marks’a göre Kapitalist zulüm arttıkça onun karşısında zulüm gören sınıfın zulüm yapan sınıfa karşı olan öfkesi de artacak ve sınıf çatışması doğacaktır. Bu Marks’a göre bir toplumsal yasadır. O halde bu yasayı kaçınılmaz kılan başka bir yasa daha olmalıdır. Neden bu değişmeyen ve olması zorunlu bir gerçektir. Demek ki bunu zorunlu kılan insanı buna zorlayan, başka zorlayıcı bir etki vardır. Bakın Lenin ne diyor?
Yorgunluk ve tükeniş belirli bir ruh hali yaratır ve bazen çaresizlik doğurur. Her zamanki gibi bu eğilim devrimci unsurlar arasında anarşizmi besler… Lenin, Kronstadt içinde, s.53
Lenin’in dediği gibi yorgunluk, çaresizlik insandaki isyan duygusunu kabartır.
Bugoslovski Korpuşin Rakitov derki; “Tarihsel Materyalizm’in yasaları doğada işlemezler. Yalnızca toplumda işlerler. Ve toplumda insanlardan ayrılamaz olduğuna göre toplumsal yasalar kendilerini yalnızca insan eylemi ile ortaya koyarlar”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s208
Rakitov buraya kadar çok mükemmel bir şekilde tahlil yapmış ama son adımı atmamış. Çünkü eğer toplumsal yasaları yapan insan eylemi ise, insanların eyleminin arkasında insanı bu eylemlere sevk eden, motive eden ne? Ayrıca insan eylemleri değişik olursa bu eylemler bir yasa yani değişmeyen bir kanun oluşturmazlar. Eğer belli bir dönemde zulme karşı gelen insanlar başka bir dönemde zulmü istemişlerse, zulme alkış tutmuşlarsa, zulme öfkelenmemişlerse, bu insanlara bakarak “Toplumlarda sınıf çatışması yasası” diye bir yasa çıkartamazsınız. Eğer toplumsal yasalar varsa, demek ki toplumu oluşturan insanlarda değişmeyen yasalar vardır. 10.000 kadının çocuğunu elinden alırsanız kadınların çocuklarına olan şefkat duygusu onları meydanlara itecektir. Toplum sınıflara ayrılır neden? Niçin ezen ezilenin yanında, ezilen ezenin yanında yer almaz? Çünkü insanın fıtri duyguları insana bunu emreder. Ezenler kendi varlıklarını tehlikede görülerse ezilenlere karşı birleşirler. Ezilenler kurtuluşlarını birliktelikte görüyorlarsa bütün ezilenler birleşirler. Bu bir çıkar duygusudur. Ama aynı şekilde dün ezenler birleştiği gibi başka bir günde birbirlerini yok edebilirler. Kapitalistler kendi aralarında birbirlerini yok etmek için çatışırlar? Neden? Bu da insandaki çıkar duygusudur. Bazı işçiler patronların yanında yer alırlar. Bu da çıkar duygusudur.
Engels 12 eylül 1882 tarihinde Kautsky’ye yazdığı mektubunda diyor ki:
“Bana İngiliz işçilerinin sömürge politikası konusunda ne düşündüklerini soruyorsun….burada işçilerin bir partisi yok. Yalnızca muhafazakârlar ve liberal-radikaller var ve işçilerde İngiltere’nin dünya piyasasındaki tekelinin ve sömürgelerin sağladığı ziyafetten keyifle pay alıyorlar.” Kautsky, K., Socialism and Colonial Policiy, appendix 1907
Evet işçiler İngiltere’nin dünya piyasasındaki tekelinin sağladığı ziyafetten pay alıyorlar. Neden? Hani işçi sınıfı kurtuluşu getirecekti. Buradaki işçiler niçin farklı davranıyor?
Amerikan işçi sınıfının sendikal alandaki temsilcisi olan AFL-CIO başkanı John Sweeney 7 Ekim 2002 tarihindeki mektubunda diyor ki:
“Ulusumuzun uzun erimli çıkarları, Irak’ın silahsızlandırılması amacıyla atılımcı ve etkili bir politika için geniş bir uluslar arası koalisyon oluşturulmasını ve mümkün olan en geniş biçimde B.M. aracılığıyla çalışılmasını gerektirmektedir.” www.aflcio.org/mediacenter/prsptm/tm10072002.cfm
AFL-CIO yönetim konseyi 27 Şubat 2003’de diyor ki:
“Amerika’nın emekçi aileleri ve onların sendikaları, Saddam Hüseyin’in diktatörlük rejimini silahsızlandırma çabalarını tam olarak desteklemektedir… İnanıyoruz ki, yalnız başımıza durmamız ve ulusal güvenliğimizin savunulması için tek taraflı olarak hareket etmemiz gereken zamanlar olabilir. Ancak terörizme karşı küresel savaş çerçevesinde, Saddam Hüseyin’in oluşturduğu tehdit tek taraflı eylemi değil çok taraflı bir kararlığı gerektirmektedir.” www.aflcio.org/ecovncil
ABD’nin %92,6’sı, İngiltere’nin %90’ı, Almanya’nın %90’ı işçi yani ücretlidir. Peki nasıl oluyor da bu ülkeler sömürge imparatorlukları kurabiliyorlar? Neden bu ülkelerde emperyalist politikaları benimseyen hükümetler iş başında? Neden işgalci Bush iki dönem üst üste başkan oluyor? 2000 yılında Amerika’da ki silah sanayisinde yaklaşık iki buçuk milyon işçi çalışıyordu. İngiliz savunma bakanlığına göre İngiltere silah sanayisinde 345 bin kişi çalışmaktadır. (Ministry of Defence, Defence ındustrid Policy www.mod.uk/issues/industrial_policy/intro.htm
Neden bu işçiler insanları katledenlerin çıkarlarına hizmet ediyorlar? Bu işçiler benim kurtuluşum olabilir mi? Hayır.
Çünkü onlarda patronları gibi çıkarlarını düşünürler.
Aynı şekilde Kapitalistin zulmü arttıkça ezileninde buna paralel olarak öfkesi artacaktır ve sınıf çatışması doğacaktır. Bu çatışma yasasını mecbur kılan nedir? İnsanın adaletsizliğe karşı olan öfkesi, isyanı, başkaldırısıdır. Marksizm’e göre “Devlet ortadan kalkacaktır. Çünkü devletin varlık sebebi sınıf çatışmasıdır” Peki sınıf çatışmasının sebebi nedir? Bu sebebin altında yatan yine insandaki fıtri duyguları değil midir?
O halde toplumsal yasaların temeli ilkel insanın avlanmasından tutun da, sınıf çatışmasına kadar insan yasalarına bağlıdır. O halde insanı tanırsak eğer insana mutluluk getirecek rejimi de ortaya çıkartabiliriz.
Kominizm’e göre sosyalist devlet kendisini yok edecek ve insanlar sınıfsız bir toplum olan Kominizm’e geçecek. Önce bir bakalım gerçekten sosyalist devletin liderleri kendi bulundukları makamlardan vazgeçecekler mi?
Sosyalist liderlerde diğer insanlar gibi insanlık yasasına tabidirler. Aynı emperyalist ülkelerin silah fabrikalarında çalışan işçiler gibi. O halde onlarda diğer insanlar gibi varolan makamlarını korumak için mücadele edeceklerdir.
Marksist düşünür Rakitov der ki; “Devrimlerin tarihinin ayrıntılı tahlil edilmesi Marksizm-Leninizm kurucularının toplumsal devrimlerin ilerlemesini ve tamamlanmasını yöneten nesnel yasaları bulmalarını olanaklı kılmıştır. Her şeyden önce herhangi bir devrimde ortaya çıkan en önemli sorunun -iktidarın ele geçirilmesi- bir tek devrimci şiddetle çözümlendiğini kaydetmek gerekir. Bu toplumsal devrimin bir yasasıdır. Şimdiye kadar hiçbir egemen sınıf, iktidarını bir başka sınıfa isteyerek terk etmemiştir ya da iktidarından vicdan muhasebesi sonucu ayrılmamıştır”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s288
Rakitov kabul ediyor ki hiçbir egemen sınıf iktidarını bir başka sınıfa isteyerek terk etmemiştir. Bu çok doğrudur. Hatta bu Rakitov’a göre bir yasadır. Her insan koltuğunu sever. O halde bu yasa sosyalist devlet liderleri için de geçerli değil midir?
Rakitov yine der ki; “Ünlü Leyden papirüsü eski Mısır’da başarılı bir köle ayaklanmasını anlatmaktadır. Ama sonu ne olmuştu? Köleler kısmen köle sahiplerinin zenginliklerini ele geçirerek ve bu kez de onları köleleştirerek kendileri köle sahibi olmuşlardı. Böylece köleci toplumun temeli önceden neyse öyle kalmıştı”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s276
Rakitov burada da bir insanlık yasasından bahsediyor. Doğrudur nice ezilenler vardır ki güç ellerine geçtiğinde onlarda ezenler gibi hareket etmiştir. Çünkü onlarda da ezenlerde var olan içgüdüler vardır.
Biz sorunun çözümünü ancak insanın fıtratıyla uyumlu bir ideolojinin varlığıyla çözüleceğine inanıyoruz. Çünkü insan içgüdüleri yok edilemez. Bu güdüler sınıfların oluşmasıyla oluşmadı ki, onların yok edilmesiyle ortadan kalksın. Hem içgüdülerin yok edilmesi insanın ne işine yarayacaktır? İnsandaki özgürlük arzusu değil midir ki onu zalimlere karşı ayaklandırdı, isyan ettirdi, Vietnam’da, Sri Lanka’da, Filistin’de direnişe geçirdi?
Rakitov derki ; ”Özgürlük isteği ve toplumsal adaletsizliğe karşı öfkesi uzun zaman önce köleyi kendini ezen için baş kaldırmaya ve savaşmaya itmiştir. Ülkelerine duydukları sevgileri, insanları istilacılara karşı yaşamları pahasına savaşmaya itmiştir”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s14
Utanma arzusu değil midir ki onu birçok iğrenç işi yapmaktan men etti? Onur ve şeref duygusu değil midir ki onu zalimlere karşı baş eğdirtmedi? Şefkat ve merhamet duygusu değil midir ki, anneyi gece ağlayan çocuğu için sıcak yatağından kaldırıp onu emzirtti? Kendini sevme ve çıkar duygusu değil midir ki onu işçi yapıp çalıştırdı, köylü yapıp ürettirdi, doktor yapıp hastalara baktırdı, mühendis yapıp okul, hastane, yol yaptırdı? Kim toplumu için hiçbir çıkar gözetmeden 20 yıl okurda doktor olur?
O halde biz öyle bir düzen getirmeliyiz ki insan tabiatına uyumlu olmalı. İnsanda merak duygusu varken ona okuma, araştırma emri verirseniz her insanın başına bir polis dikmek zorunda kalırsınız.
Şimdi Marks’ın komünist sistemine kısa da olsa bakalım insan fıtratıyla uyumlu mu. Marks ailenin komünist düzende olmayacağını, kadınların ortaklaşa kullanılacağını, çocukların anneleri tarafından değil toplum tarafından bakılacağını söyler.
Yavruya tabiatta hep anneleri bakar. Her yavru annesi tarafından beslenir, hayvan toplulukları o yavruya bakmaz. İnsanda da bu böyledir. Dolayısıyla çocukları annelerin şefkatli kucaklarından koparıp çocuğun bakımını topluma bırakmak, aile yapısını ortadan kaldırmak insan tabiatıyla uyumlu değildir. İçgüdüler eğer çocuğun anne tarafından bakılmasına sebep oluyorsa, ya bu içgüdüler ortadan kalkacak ya da içgüdüler böyle bir yaşama asla müsaade etmeyecektir.
Dolayısıyla insan fıtratına uygun bir yaşam biçimi ortaya konulmalıdır. Din de aynen Marks gibi insanın toplumu için çalışmasını ister fakat Marks’tan ayrı bir model getirir.
. Günümüzde doktor, mühendis, mimar olan topluma hizmet etmek için, toplumuna sevgi duyduğu için mi, topluma hizmet aşkı duyduğu için mi yıllarca okuyor? İnsanda bu çıkar duygusu, rahat yaşama, mülk edinme arzusu onu toplumun ihtiyaçları olan alanlarda çalışmaya itiyor. Ne bu içgüdülerin yok edilmesi olanaksızdır, ne içgüdülerin kabul etmeyeceği, içgüdülerle savaşacak bir ideolojinin yaşaması mümkündür, ne de bu içgüdülerin yok edilmesi insana yarar sağlar. Sorun ancak içgüdülerle uyumlu bir ideolojinin varlığıyla çözülür.
SSCB tecrübesi bize bir ideolojinin mutlaka ve mutlaka insan tabiatıyla uyumlu olduğu zaman hayat bulacağını gerçeğini göstermiştir. Aşağıdaki yazılar SSCB’yi sorgulayan Marksist yazarlar tarafından kaleme alınmıştır.
(SSCB’de) iç savaşın patlak vermesinden önce, 1918 Nisanında üretimi arttırmak amacıyla gündeme getirilen, tartışılan ve kararlaştırılan bazı önlemler olmuştur. Örnekse, daha yüksek ücretler vererek burjuva uzmanlardan yararlanılması; daha önce eleştirilen Taylorizm sisteminin bazı yönlerinin uygulamaya konulmak istenmesi; parça başı ücret uygulamasının geri getirilmesi gibi. (Marksizm’in Işığında Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması , Elif Çağlı s89)
Lenin, bu sorunlar temelinde partide oluşan muhalefetin eleştirilerine karşılık şu zorunluluklara dikkat çekiyordu:
Rus proletaryasının en sınıf bilinçli öncüsü, çalışma disiplininin arttırılması görevini önüne koymuş bulunmaktadır. … Bu çalışmayı desteklemeli ve var gücümüzle ilerletmeliyiz. Parça başı ücreti, Taylor sisteminde mevcut olan birçok bilimsel ve ileri yanın uygulanmasını, kazancı üretim veriminin genel sonuçlarına ya da demiryollarından, deniz taşımacılığından yararlanmanın sonuçlarına göre ayarlamayı vs. gündeme sokmak, fiilen uygulamak ve sınamak gerekir. Lenin, “Sovyet İktidarının En Yakın Görevleri”, Seçme Eserler, c.7, İnter Yay., Haziran 1996, s.345 ve 346
Sosyalizm hedefinin ruhuyla uyuşmayan ters bir uygulama söz konusu olduğunda açıkça söylenmelidir. Lenin’in verdiği örnekte olduğu gibi:
Son derece yüksek ücretler vererek burjuva uzmanların yardımından yararlanılmasıyla Paris Komünü’nün ilkelerinden geri dönüldüğü gerçeğinin halktan gizlenmesi, burjuva siyasetçilerin düzeyine inmek ve halkı aldatmak olurdu. Lenin, Collected Works, Vol. 27, s.350 [“Sovyet İktidarının En Yakın Görevleri”, Seçme Eserler, c.7, s.337]
Kentlerde kol gezen açlık ve köylünün içinde bulunduğu kötü koşullar, tarımsal üretimi arttırmak amacıyla yeni önlemlerin yürürlüğe konmasını zorlamaktaydı. Savaş komünizmi uygulamalarını sona erdirerek özel ticaretin canlanmasına ve köylüye ürününün bir kısmını pazarda satmasına izin veren yeni bir ekonomik politika (NEP) biçimlendirilmekteydi. (Marksizm’in Işığında Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması , Elif Çağlı s97)
NEP döneminin başlamasıyla birlikte gerçekten de köylüye bazı haklar tanındı. Örneğin, ürününün belirli bir bölümünü devlete vermesi koşuluyla, geri kalan kısmını artık pazarda satabilirdi. 1921 yılındaki tarımsal üretimin doğal afetler nedeniyle düşük olması, açlık tehlikesinin ve zorlukların devamına sebep olsa da, 1922 ve 1923 yıllarında iyi bir hasat alındı ve bu beraberinde bir rahatlama getirdi. (Marksizm’in Işığında Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması , Elif Çağlı s103)
NEP, kırsal kesimde işçi devletinin kontrolünde kapitalist ilişkilere bir geri dönüştü. Lenin, kapitalist ilişkilerin işçi devleti tarafından kontrol edilmesini ve düzenlenmesini anlatmak amacıyla “devlet kapitalizmi” kavramını kullandı. Şöyle diyordu:
… coşkuya doğrudan bel bağlayarak değil, ama büyük devrimin yarattığı coşkunun da yardımıyla ve kişisel çıkar, kişisel güdü ve ticaret ilkeleri temelinde, bu küçük köylü ülkesinde ilkin devlet kapitalizmi yoluyla sosyalizme giden sağlam geçitler inşa etmeye koyulmalıyız. Lenin, Collected Works, Vol. 33, s.58 [“Ekim Devriminin Dördüncü Yıldönümü Üzerine”, Seçme Eserler, c.6, İnter Yay., Kasım 1995, s.523]
(Lenin burada kişisel çıkarları dikkate almak zorunda kalmış ve bu kişisel çıkarlar doğrultusunda bir program uygulamak zorunda kalmıştır)
“Savaş komünizmi” uygulamalarından sonra çıkardığı dersler doğrultusunda, Lenin, uzun bir geçiş döneminin ve kırsal kesimde işçi devletinin kontrolü altında kapitalizmin geliştirilmesinin zorunluluğunu gündeme getirmek zorunda kalmıştı. Marksizm’in Işığında Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması , Elif Çağlı s103,104
NEP dönemiyle birlikte, sanayi kesimindeki kamulaştırmalar durdurulmuştu. Büyük işletmelerin çoğunluğu zaten devletin elindeydi, ama şimdi daha önce el konulmuş büyük işletmelerin çalıştırılabilmesi için, bunların bireysel girişimcilere ya da eski sahiplerine kiralanmasına izin verilmişti. Öte yandan, yirmi işçiden daha az işçi çalıştıran işletmeler ise artık genellikle kamulaştırma kapsamına dahil değildi. Tıpkı tarım kesiminde olduğu gibi sanayi kesiminde de bireysel girişimcilere, devlete vergilerini ödemeleri koşuluyla, üretilen malı piyasada satma hakkı tanınmıştı. Marksizm’in Işığında Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması , Elif Çağlı s104, 105
SSCB’de yaşanan bu tecrübeler bize insanın üretmesi için mutlaka onu üretmeye motive eden, insanın tabiatıyla uyumlu bir sistemin olması gerekir.
Şimdi Sosyalist arkadaşlara soruyorum. Toplumları diyalektik yasalar değiştir diyorsunuz. Bunu bir çok değişim için söyleyebiliriz. Yani 1400 sene önce Sosyalizm yoktu. Neden yoktu çünkü Kapitalizm yoktur. Kapitalizm yani tez, Sosyalizm’i doğurdu yani Antitezi.
Sorum şu; Peki sosyalizm’i ne doğurdu? Kapitalizm’i doğurdu? Bize göre hayır. Eğer insanda haksızlığa karşı öfke ve hak arama duygusu olmasaydı Kapitalizm, sosyalizm’i doğurur muydu?
Sınıf çatışması toplumlardaki ahlak din v.s. çıkardı diyorsunuz. Peki sınıf çatışmasını ne doğurdu? İşçiler neden haklarının çalınmasına öfkelendiler? Demek ki sınıf çatışmasını da, sosyalizmi de insandaki var olan duygular doğurdu.
Yani Kapitalizm, sosyalizmi doğurmadı. İnsanda mutluluğu arama duygusu, rahat yaşama duygusu, adaletsizliğe karşı öfke duygusu olmasaydı Sosyalizm ve sınıf çatışmasını Kapitalizm doğuramazdı. Kapitalizm yeni bir şey yaratmadı. Sadece zulmederek, insandaki bu duyguları açığa çıkardı.
Mesela kadınların çocuklarını ellerinden aldınız. Kadınlarda sınıf çatışması başlattı ve bu çocuklar için mücadeleye girişti. Bu hareketin adına da X hareketi dedi. Şimdi X hareketini çocukları kadınlardan alanlar mı oluşturdu yoksa kadındaki şefkat duygusu mu bu hareketi yarattı.
Evet Diyalektik yasayı yani sınıf çatışmasını İnsan Fıtratı oluşturur. Şimdi ben sorayım eğer böyle değilse Diyalektik yasayı ne oluşturur?
Eğer toplumu diyalektik yasalar değiştirecek dersek o zaman beklemeliyiz. Bu yasalar 100 yıl sonra mı değişir, 300 sonra mı bilemeyiz. Kaderimize razı ve mahkum olmalıyız.
Ama insan fıtratı bu yazıyı değiştirir, çünkü insan özgürlük ister, onurlu bir yaşam ister, insan adalet ister insan var olana razı olmaz var olanı olması gerekenle değiştirmeye çalışır bu insanın fıtratında var olan bir duygudur dersek o zaman mücadele edeceğiz.
Öncelikle fıtratımızla ilgili yasaları bulacağız. Yani İnsan fıtratına aykırı bir ideoloji yaşamayacağına göre insan fıtratıyla uyumlu bir ideoloji bulacağız. Bu kesinlikle şarttır. Olmazsa olmaz.
Bunu İslam dini öneriyor. İslam dini insana yüzünü insanın fıtratıyla uyumlu dine çevirmesini istiyor. Siz diyebilirsiniz ki; İslam dini insan fıtratıyla uyumlu değil. Ama bende derim ki İslam dini 1400 yıl önce daha insanlar fıtrattan bahsetmezken, bir dinin ancak insan fıtratıyla uyumlu olması gerektiğini söylemiştir. Yani İslam olması gerekilen kanunu, yasayı bildirmiştir. Tarışabiliriz İslam uyar mı uymaz mı diye.
Sizde İslam’da ki bu tezi alarak şunu demeliydiniz. Savunacağımız bir ideoloji insan fıtratıyla uyum içinde olmalıdır. Aksi taktirde yaşamaz.
Şimdi Yoldaşların aklına şu soru gelebilir; eğer Kapitalistle, emeği çalınan işçi aynı fıtratı taşıyorsa niçin biri sömürüyor biri hakkını arıyor? Aynı fıtrat iki ayrı şey mi insanlara telkin ediyor?
Her ikisinde de mutluluğu arama duygusu vardır. Her insan mutluluğu arar. Bu fıtri bir duygudur. Her ikisi de bulunduğu konum itibariyle mücadele eder. Kapitalist daha çok sömürerek, mutluluğu arar. O mutluluğu zenginlikte ve parada arar. İşçide ailesinin ve kendisinin mutluluğu için çalışır. O da mutluluğu arar. Hakkı çalındığı zaman öfkelenir ve hakkını arar. Çünkü o mutluluğu arar. Patronda baktı ki işçiler örgütleniyor, bu işçiler yarın örgütlenir birleşirse anamızı ağlatırlar ve bütün malımı mülkümü elimden alırlar. En iyisi bizim kapolarla (kapitalistlerle) gücümü birleştireyim ve bunlara karşı mücadele edeyim.
Bu patronda da işçide olduğu gibi vicdan duygusu vardır, merhamet duygusu vardır, oda işçinin kendisine yaptığı bir yanlışa öfkelenir, onda da öfke duygusu vardır, oda işçisi kaytardığı zaman kendisine haksızlık yapıldığını düşünür ve öfkelenir v.s. Yani işçide olan bütün duygular patronda da vardır. Ama o mutluluk duygusuna o kadar kendini kaptırmıştır ki, merhameti, sevgiyi unutmuştur.
20 işçi grev yapıyor, 30 tanesi yapmıyor. İkisinde de ortak fıtrat var. Neden biri direniş derken, öbürü oralı olmuyor? Çünkü ikisi de mutluluğunun ve çıkarın peşinde. Grev yapan 20 kişi biz bu yolla patronu dize getiririz ve paramızı alırız diyor ve çıkar ve mutluluğunu düşünüyor. Diğer 30 kişide ulan başaramazsak işimizden kovuluruz. Bunlarda çıkar ve mutluluğunu arıyor.
Kimi şirketler ise dürüstlükle, çıkar ve menfaat elde edeceklerine inanır. Bizi malımızı ne kadar dürüst satarsak, işçinin hakkını ne kadar zamanında verirsek o kadar çok menfaatımız ve çıkarımız olur. En azından kafamız rahat olur.
Görüldüğü gibi herkes mutluluğun ve çıkarının peşinde.
Engels 12 eylül 1882 tarihinde Kautsky’ye yazdığı mektubunda diyor ki:
“Bana İngiliz işçilerinin sömürge politikası konusunda ne düşündüklerini soruyorsun… Burada işçilerin bir partisi yok. Yalnızca muhafazakârlar ve liberal-radikaller var ve işçilerde İngiltere’nin dünya piyasasındaki tekelinin ve sömürgelerin sağladığı ziyafetten keyifle pay alıyorlar.”
Şimdi bu işçilerde patronlara karşı gelmekle değil, patronlarının yaptığı sömürüyü yemekle mutluluk ve çıkarlarının peşine düşmüşler.
Peki özgürlük isteyen, onurlu bir hayat isteyen, fakirin, fukaranın malını haksızca yemek şerefsizliktir diyenler kimler? Onların fıtratları farklı mı?
Öncelikle şunu söyleyelim ki fıtri olan hiçbir duygu kötü değildir. İnsanın mutluluğunu araması ki Marks bu mutluluğu Kominizm’de aramıştır, insanın kendi çıkarlarını korumak istemesi, onur, şeref, merhamet, sevgi, şefkat, pişmanlık, utanmak, öfke v.s. Hiçbir duygu kötü değildir.
Patronda da onur duygusu, utanma duygusu vardır. İşçide, sosyalistede, Müslüman da da.
Ama biri gelmiş müslümana demiş ki yönetici ne kadar da sana zulmederse zulmetsin öfkeni yut. Sakın isyan etme ve arzu ettiğin mutluluğu bu dünyada unut. Senin mutluluğun cennette. O da mutluluğunun peşine düşmüş, ben şimdi zalim yöneticiye itaat etmezsem, Allah’a itaat etmemiş olurum ve cennete giremem. Ve Emeviler döneminde Emevi halifelerinin halkın kendilerine isyan etmemesi için bu uydurmaları yutuyor ve öfkelense de isyan etmiyor. Kardeşim Allah sende ki öfke duygusunu niye yarattı?
Patronda mutluluk arama işine kendini o kadar çok kaptırmış ki, bu sefer onur, şeref, utanma, namus v.s. duygularını o mutluluğa feda ediyor. İşçiye de sen greve gidersen birde amacına ulaşamazsan çoluğun çocuğun aç kalır, ona buna muhtaç olursun. Tabi bizim işçi kardeşimizde çocuklarını koruma iç güdüsü de var. Ama öte yandan arkadaşlarını yalnız bırakırsa utanıp yüzlerine bakamayacak çünkü emekçimizde utanma duygusu da var. Veya onur duygusu da var. Nasıl olur arkadaşlarım mücadele ederken ben çalışırım. Ve işçimizin içinde bir savaş. Hangi duygu hakim olacak acaba? Canım diyor ben patrona yalakalık için çalışmış olsaydım bu işçi kardeşlerime kalleşlik olurdu ve onları yalnız bıraktığım için onursuz olurdum. Ama ben çocuklarımı düşündüm, çocuklarımı düşünüp onlar için çalışmam da onurlu bir iştir. Bir işçi kardeşimiz onurunu korumayı grevde görürken diğer kardeşimiz çalışmakta gördü. Bir kardeşimiz mutluluğu grevde, öbür kardeşim çalışmakta gördü.
Tabi ki patron gibi mutluluğu için onur, şeref, utanma v.s. duygularını da hiçe sayan işçiler yok değildir. (ben işçileri çok severim, ama bilimsel bir tespitte bulunmak zorundayız )
Onlarda da öyleleri varki mutluluk pahasına o da onur ve şerefini çiğneyebiliyor.
Şimdi İslam dininin bu patrona da, bu işçiye de söyleyecek sözü ve davet ettiği bir yol var. Ama Marksizm’in patronu davet ettiği bir yol yok. Direk ona savaşmayı emreder.
Daha doğrusu Marksizm sadece savaşı ve haksızlığı dışarıdan bir savaşla diyalektikle yok etmeye çalışır. İslam dini hem mazlumları zalimlere karşı savaştırır.
Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, haddi aşmayın (haksız yere kimseye saldırmayın) Allah haddi aşanları sevmez. (Bakara 190)
Size ne oldu da Allah ve “Ey Rabbimiz! Halkı zalim olan bu şehirden bizi çıkar, bize kendi katından bir veli ver ve bize kendi katından bir yardımcı ver” diyen muztazaf (ezilmiş) erkek, kadın ve çocukların yolunda savaşmıyorsunuz? Nisa/75
Ey iman edenler! Sabredin, birbirinize direnişi tasfiye edin, dayanışma içinde olun… Ali İmran/200
Onlar günahların büyüklerinden ve iğrenç işlerden çekinirler ve öfkelendikleri zaman affederler. …İşleri aralarında danışmaya dayalıdır…Ve bir saldırıya uğradıklarında haklarını almak için yardımlaşırlar. Şura/37,38,39
Hem de kişiyi kendi nefsi ile savaştırır. Savaştan dönen bir guruba peygamber efendimiz Küçük savaştan döndüklerini, şimdi ise büyük savaşın kendilerini beklediğini beyan etmiştir.
Saygısızlıkla insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Kuşkusuz Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez. Lokman/18 (Kapitalistler insanların yüzüne bile bakmazlar.)
Eğer (size borçlu) sıkıntıda ise, genişliğe çıkıncaya kadar beklenmelidir. Eğer bilseniz (borcu) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha iyidir. (Bakara 280) (kapitalistlerde ahlak yoktur, bilakis borcu faiz yoluyla arttırır.)
Hani (israiloğullarından)‘birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz ve birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayacaksınız’ diye sizden söz almıştık. Sonra sizde bunu kabul etmiştiniz… (Bakara 84)
Ey iman edenler Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Saff/2
Ey iman edenler! Sürekli adaleti ayakta tutun; kendinizin baba ve annenizin veya akrabalarınızın aleyhinde olsa bile, Allah için şahitlik edin. (Hakkında şahitlik ettiğiniz kişi) fakir de olsa, zengin de olsa Allah onlara (dava taraftarlarının hakkına riayet etmeye sizden) daha layıktır. Eğer sözü değiştirir veya (şahitlikten) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Nisa 135 (kapitalistler genellikle zenginden yana tavır alırlar9
Yani kişinin kendi nefsiyle yapacağı savaş, zalimlerle yapacağı savaştan daha büyüktür. Aksi taktirde mazlumlar savaşı kazandıklarında onlara güçlenip nefsi duygularıyla zulüm yapabilirler ve genelde de böyle olmuştur.
Marksist Rakitov yine der ki; “Ünlü Leyden papirüsü eski Mısır’da başarılı bir köle ayaklanmasını anlatmaktadır. Ama sonu ne olmuştu? Köleler kısmen köle sahiplerinin zenginliklerini ele geçirerek ve bu kez de onları köleleştirerek kendileri köle sahibi olmuşlardı. Böylece köleci toplumun temeli önceden neyse öyle kalmıştı”. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Bugoslovski Korpuşin Rakitov Sol yay. s276
Çünkü onlarda patronları gibi çıkarlarını düşünürler. (İnsanın kendi ile savaşa sokacak bir eyleme ihtiyacı vardır. Kendi nefsi ile, kendi arzuları ile v.s. Bu savaşı ciddi anlamda sadece İslam dini insana verdirir. ) Sonuçta bir yasayı teşhis etmiş olduk. O da insan tabiatı ve insan fıtratı. Her insan kendi çıkarını düşünür. Tabiî ki bu çıkar duygusu insan için yararlı bir duygudur. Ama insan sadece bu duygusu için yaşarsa onur, şeref gibi duygularını ezerse bu hayvanileşmektir.
soru: Diyalektik çatışmamı duyguları oluşturdu, yoksa duygular mı diyalektik yasayı. Yani insan kendisine yapılan haksızlık karşısında öfke duygusuyla hareket etti ve bu zulmü yapanlarla çatıştı. Sosyalizmi Kapitalizmin doğurması gibi. Ama öte yandan Marksizm sınıf çatışmalarından doğan üretim ilişkilerinin insandaki duyguları oluşturduğunu iddia eder. Şimdi duygular mı diyalektiği oluşturdu, yoksa diyalektik mi duyguları?
İnsanın fıtratını bilmeden dışarıdaki sınıfların çatışmasını gözlemlemek ve bir ideoloji kurmak kesinlikle kurtuluş getirmez. Sende merak duygusu olmasa araştırır mısın? Şimdi bu duyguyu bir kenara bırakıp bir ideoloji çıkartalım ve bu ideolojide insanların araştırmasına engel olalım. Bu ideoloji yaşar mı? Yaşatmak için her insanın başına polis koymanız gerekir.
Birde Komünizm’de insanların duygularının yok olacağını iddia etmek. Eğer duygular üretim araçlarıyla oluşturduysa üretim araçlarının yok olmasıyla duygularda yok olacak.
Buda insan fıtratına ters bir şeydir. İnsan para kullanmaya nasıl geçti? Diyelim 10 tane tavuk alacak. Adam pirinç üretiyor. 10 tavuk için 5 çuval pirinç götürmesi gerekecek. Ama bunu yapmıyor değişme bedeli olarak 1 gr. Altın götürüyor. Yani insan rahatı ister. İnsandaki rahatı tercih etme içgüdüsü onu parayı kullanmaya yitti. Bugün bulunan üretim araçlarının tamamı bu duygudan kaynaklanır. İnsan kendisi için kolaylık ister. Bir yere kolay gitmek için tren, otobüs icat etmiş, tarlayı daha rahat ekebilmek için traktörü bulmuş, daha kolay elbise dikebilmek için dikiş makinesini bulmuş.
İnsandaki bu duygularla üretim araçlarını, parayı çıkarmışken isnada ki bu duygular yok olmadan ki bu duygular nasıl yok olacak? Nasıl insanlar ürettikleri araçları yok edeceklerdir?
Bir soru daha: Marksizme göre üretim araçları duyguları yarattı. Peki üretim araçlarını hangi duygular yarattı?
Küçücük çocuğun fıtratında dahi bu duygu vardır. Bir çocuğa şeker verin. Sonra elinden alın ağlamaya başlar ve şekerini ister hem de ısrarla ister. Büyük insanda böyle değil midir?
O halde bir yasayla daha karşı karşıyayız. İnsan bir şeyi çıkarı, rahatı, mutluluğu v.s. için elde etmeye çalışır. Para, altın, traktör, otobüs, internet v.s. gibi şeyleri insan bu duygular için çıkarmıştır. Şimdi bu duygu isnada kaybolduğu müddetçe bırakın ürettiği şeyleri yok etmesini hep rahatı ve mutluluğu için daha yeni şeyler üretecektir.
Bilimsel olarak bu böyledir.