Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Suriye'deki Gösteriler Üzerinden Oynanmak İstenen Yeni Nifak Oyunları-1

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Suriye'deki Gösteriler Üzerinden Oynanmak İstenen Yeni Nifak Oyunları-1

    Suriye'deki Gösteriler Üzerinden Oynanmak İstenen Yeni Nifak Oyunları (1)

    Tunus ve Mısır ile başlayıp Kuzey Afrika ve Ortadoğu"da sarsıcı bir şekilde sürmekte olan halk ayaklanmaları “Suriye” sahnesinde yeni tartışmalara, polemiklere, haksızca suçlama ve spekülasyonlara yol açmaya başladı.

    Suriye"deki egemen rejimin halkın sivil protestolarını kanlı bir şekilde bastırmaya çalışması, bu rejimin genlerindeki “katliamcı” yüzünü bir kez daha gün yüzüne çıkarırken, Suriye üzerinden üretilen bazı senaryolar da başka hesapları ortaya saçmaya başladı.

    İslam dünyasındaki rejimler ve liderliklerinin meşruiyeti noktasında bir tasnif yapacak olursak; bizim yegane meşruiyet kriterimiz, yönetimlerin ve liderliklerin Kur"an-ı Kerim ve Sünnet-i Resulüllah"ın ortaya koyduğu hükümleri takva ve adalet temelinde kayıtsız şartsız hayata hakim kılma irade ve samimiyetini amelen göstermesidir. İslam alimleri bu hususu “İslam Siyaset Fıkhı” noktasında ele almışlar, “devlet, hilafet, hükümet, imamet” gibi kavramlarla ifade edilen yönetimin Müslümanların çoğunluğunun (cumhurun) özgür iradesiyle tayin ve teşkiline dayalı olduğunu belirtmişlerdir.

    Bu cihetle, İslam Şeriatı"nın tatbiki, Müslümanların cumhurunun onayını almış adil ve muttaki bir lider, bir yönetimin meşruiyetinin iki temel esasını oluşturmaktadır. İslam alimlerinden bazıları fasık ve zalim olsa da, İslam şeriatını tatbik ettiği sürece bir yönetimin meşru olabileceği yönünde görüşleri ortaya koysa da, İslam alimlerinin ekseriyeti, belirttiğimiz iki esası temel meşruiyet kriteri olarak beyan etmişlerdir.

    Dolayısıyla; günümüz dünyasında mevcut yönetimler arasında bu kriterlere uygun bir devlet ve liderlik varsa, Müslümanların itibar edeceği, şer"i yükümlülükle itaat edecekleri bir yönetimden söz edilmiş olur. Bunun dışında herhangi bir yönetim ve liderliğin hiçbir meşruiyeti yoktur.

    Meseleye bu ölçekte baktığımızda Suriye"deki egemen rejimin Müslümanlar açısından bir meşruiyeti yoktur.

    Yine İslam Siyaset Fıkhı"nda İslami olmayan devletler iki gruba ayrılırlar: birincisi “harbi devletler” ikincisi “kendileriyle anlaşma yapılan devletler”

    Kur"an-ı Kerim ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v)"in sünnetinde her iki örneği de görmekteyiz. Zira Kur"an-ı Kerim"de bir İslam devletinin veya İslami hareket liderliğinin İslami olmayan bir devlet veya güç ile İslam ümmetinin ve İslam davasının esenliğini gözeterek “anlaşma” yapabileceği belirtilmiştir.

    Bu girişten sonra, bölgede sürmekte olan halk ayaklanmalarında, birtakım odakların Suriye rejimi üzerinden İran ve Hizbullah karşıtı söylem ve yönlendirmeler içine girdiğini görüyoruz.

    Bunun ilk örneği, bazı haber kaynaklarında da yer aldığı üzere, "Suriye"de gösteri yapanların üzerine Hizbullah savaşçılarının ateş açtığı, Hizbullah mensuplarının Suriye"deki göstericileri öldürdüğü" şeklindeki komplocu iddialar olmuştu. İddiaya göre, göstericiler Suriye rejiminin yanı sıra Hizbullah aleyhinde de sloganlar atıyordu.

    Bu haberin ardından söz konusu iddialar gün geçtikçe yeni versiyonlarıyla kendini göstermeye başladı. “Suriye"nin halka karşı sürdürdüğü baskı ve saldırılar Sünni Müslümanları ezmeye yönelikti ve Şii olan Hizbullah da buna destek veriyordu..!”

    Kuşkusuz ki bu senaryo yeni değildi. Hizbullah"ın Lübnan"da önünü kesmek, bölge ve dünya Müslüman halkları nezdinde itibarını gölgelemek ve İslam ümmeti arasında “Hizbullah”ı yalnızlaştırmak amaçlı senaryolar özellikle Temmuz 2006 savaşının ardından hız kazanmış, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan istihbaratları, Mossad ve CIA"nın desteğiyle Hizbullah"a yönelik yoğun bir şekilde asılsız suçlama ve karalama kampanyaları başlatmışlardı.

    Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah"ın tüm bu komploları belge ve delilleriyle bir bir ortaya sermesi Hizbullah karşıtı bu bölgesel kampanyanın etkisizleştirilmesinde büyük rol oynamıştı.

    Temmuz 2006 savaşında Hizbullah savaşçıları Siyonist rejim güçlerini tarihlerinin en ağır yenilgisiyle yüzleştirirken, Hizbullah"ın ortadan kalkması için Amerika ve İsrail ile işbirliğine giren, bunun için de Suudi Arabistan rejiminin sınırsız mali desteğini arkasına alan Fuad Sinyora hükümeti ve yandaşları da Siyonist rejimle birlikte hüsrana uğruyordu.

    O tarihte iki vaad vardı:

    Birinci vaad: İsrail ve Amerika"nın vaadi idi. 33 Gün Savaşı"nın ilk günlerinde Lübnan"a giden ABD Dışişleri Bakanı Condaliza Rice, Lübnan Başbakanı Sinyora"ya Hizbullah"ın işinini bitirileceğini vaad ederken, Siyonist rejim başbakanı Ehud Olmert ve savaş bakanı … İsraillilere Hizbullah"ın bir hafta içinde ortadan kaldırılacağını vaad etmişti.

    İkinci vaad: Diğer yandan Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah"ın Lübnan halkı ve İslam Ümmeti"ne bir vaadi vardı; o da, Siyonist rejimin mağlup edileceğini müjdeleyen “Va"dus Sadık”dı.

    Siyonist rejim 33 günlük savaşta BM Güvenlik Konseyi"nin araya girmesiyle Hizbullah savaşçılarından zor kurtulurken, bu kez Hizbullah"a karşı yeni bir savaş açılmıştı. Bu savaş “psikolojik yıpratma savaşı” idi.

    Bu savaş, ABD"nin girişimleri ve Lübnan hükümetinin desteğiyle eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri"nin soruşturmasında Hizbullah"ın suçlanarak, Lübnan içinde bir “iç savaş”, bundan da öte kurgulanmış bir “Şii-Sünni savaşı” çıkarma planı şeklinde kendini gösterdi.

    Sonradan sahte olduğu ortaya çıkan “tutulmuş” tanıkların Hizbullah aleyhindeki suçlamaları boşa çıkınca, Hizbullah kendisi aleyhinde sergilenen bu düşmanca komploya hükümeti düşürmekle karşılık verdi ve Saad Hariri başbakanlığındaki hükümet düştü.

    Hariri"nin düşmesinden en çok panikleyen de Suudi Arabistan rejimi olmuştu. Çünkü Hizbullah"ın Lübnan"daki askeri ve politik gücü Lübnan toprakları ile sınırlı kalmıyor, bölge halkları üzerindeki etkisiyle, özellikle Amerikan bloku içinde yer alan Arap rejimlerine karşı ciddi bir “tehdit”e dönüşüyordu.

    Her ne kadar Hizbullah"ın Lübnan içindeki siyasi -ve örtülü askeri- hasımları 14 Mart Cephesi olarak görünüyorsa da, Amerika, İsrail ve bölgedeki ABD destekli Arap rejimleri Hizbullah"a karşı çok yönlü bir kıskaç sürdürüyordu. Aynı anda birkaç cephe de savaşmak durumunda kalan Hizbullah, dirayetli liderliği ile bütün bu kuşatmayı etkisizleştiriyor, “ABD eksenli ve İsrail destekli Arap ekseni” ise gittikçe geriliyordu.

    Ortadoğu"da başlayan halk ayaklanmalarında Hizbullah"ın takındığı tavır, “ABD eksenli ve İsrail destekli Arap ekseni” açısından yeni bir kritik sürecin habercisi olmuştu. Zira Hizbullah Tunus, Mısır, Yemen, Libya ve Bahreyn"deki bölgesel halk ayaklanmalarına verdiği destek ile yeni bir inisiyatif ortaya koyarken, Amerika ve bölgesel müttefikleri Hizbullah"a karşı yeni bir atılım içine girdi. Zira, Ortadoğu"nun rengini ve niteliğini değiştirebilecek bir kasırgaya dönüşen bölgesel halk ayaklanmalarının alevleri Riyad"ın saraylarına ulaşmıştı.

    Amerikan Savunma Bakanı Robert Gates ve ABD Merkez Orduları Komutanı Mike Mullen"in körfez ülkelerine yaptığı ani ziyaretlerin ardından Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri güçlerinin, önlenemeyen halk ayaklanmasını bastırabilmek için Bahreyn"e girerek barbarca saldırılara başlaması, sadece Bahreyn halkının devrimci iradesini kırmaya yönelik bir işgal değil, aynı zamanda Hizbullah"a karşı açılan savaşın da yeni bir safhasıydı.

    Suudi Arabistan ve Bahreyn krallığı, ABD ve İsrail istihbarat servislerinden aldığı destek ile, ülkedeki direniş odaklarına yönelik operasyonlarına başlamıştı. Öyle ki Bahreyn kraliyet yönetimi, halk ayaklanmasının arkasında ülkedeki “Hizbullah ajanlarının bulunduğu” şeklindeki iddialarını medya önünde dile getirmeye başlamıştı…

    Devam edecek

    velfecr

    #2
    Ynt: Suriye'deki Gösteriler Üzerinden Oynanmak İstenen Yeni Nifak Oyunları-1

    İran İslam Cumhuriyeti ve Hizbullah'ın Suriye Baas Rejimi ile İşbirliği
    İran İslam Cumhuriyeti ve Hizbullah'ın Suriye Baas Rejimi ile İşbirliği Üzerine

    Suriye"deki rejim karşıtı gösteriler ve sivil protestoların kanlı bir şekilde bastırılması süreciyle ilgili İslami camiada öne çıkan birtakım tartışmalar, özelde de İran İslam Cumhuriyeti ile Hizbullah arasındaki stratejik ilişkiler noktasında ortaya atılan birtakım suçlama ve spekülasyonlar ile ilgili yazdığımız “Suriye'deki Gösteriler Üzerinden Oynanmak İstenen Yeni Nifak Oyunları” başlıklı yazımızın devamında, öncelikle, konunun Kur"an zaviyesinden izahını yapmak istiyorum.

    İlk yazımızda genel olarak ifade ettiğimiz üzere; İslam Siyaset Fıkhı"nda İslami olmayan devletler iki gruba ayrılırlar: birincisi “harbi devletler” ikincisi “kendileriyle anlaşma yapılan devletler” Kur"an-ı Kerim ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v)"in sünnetinde her iki örneği de görmekteyiz. Zira Kur"an-ı Kerim"de bir İslam devletinin veya İslami hareket liderliğinin İslami olmayan bir devlet veya güç ile İslam ümmetinin ve İslam davasının esenliğini gözeterek “anlaşma” yapabileceği belirtilmiştir.

    Bu hususu açmadan önce, usul noktasındaki bir tenkitimizi belirtmek istiyorum.

    Müslümanlar olarak, hadiselere ve gelişmelere bakışımızın, buradan hareketle belli bir yargıya varıp tutum ve tavır takınmamızın meşruiyet kriteri her şeyden önce Kur"an-ı Kerim'dir.

    Müslümanlar arasında “kaynak/delil” tartışmaları yapılırken, “Sünnet”in kaynak olup olmadığı, yani "şer"i bir hüccet" olarak görülüp görülmeyeceği noktasında görüşler ileri sürülürken, bazı kardeşlerimizin “tek kaynak Kur"an'dır" şeklinde bir inanç ve anlayış içinde olduklarını görüyoruz. Bu kardeşlerimize göre; “Kur"an"ın dışında bir kaynak yoktur. Meselelerimizi irca edeceğimiz tek kaynak Kur"an-ı Kerim"dir. İster İslami kimliğin inşasında isterse müslümanca bir tavır sergilenmesi noktasında yegane başvuru kaynağımız Kur"an-ı Kerim"dir.“

    Bu takdirde, Kur"an-ı Kerim"in hüküm ve prensiplerinin göz ardı edilerek, ya da, ilgili bir konuda Kur"an-ı Kerim"in buyrukları aşılarak bir tutum ve anlayış içine girmenin adı da, yine Kur"an"ın beyanıyla “hevaları ilah edinmek”tir. Kur"an böylesi bir tutumu “Efereeyte menittehaze ilâhehu hevâhu: hevasını ilah edineni görmedin mi?” (Casiye 23) ayetiyle yermekte, müminleri hevalara ittiba etmekten şiddetle kaçındırmaktadır. Her kim nasların çizdiği sınırları aşarak, nasların ortaya koyduğu hükümleri göz ardı edip onun hilafına bir düşünce, inanç ve tavır içine girerse, hevasını ilah edinmiş demektir. Ki bu da “şirk”in bir başka tezahürüdür...

    Kur"an-ı Kerim"in hayatımızda ne kadar eksen ve belirleyici olduğu, hevalarımızdan kaçınıp Kur"an"ın buyruklarına ne kadar uyduğumuzla doğru orantılıdır. Aksi takdirde, bir taraftan Kur"an"a uyduğumuzu ileri sürüp diğer taraftan da hevalarımızı kendimize ilah edinme durumuna düşersek, delalet limanına demir atmaktan başka bir şey yapmış olmayız. Rabbim hepimizi böylesi bir delaletten korusun.

    Şimdi konuya dönecek olursak:

    Bir İslam devleti"nin “Müslüman olmayan bir devlet ve yönetim”le anlaşma yapıp o anlaşmanın şartlarına bağlı kalması gerektiği hususu, Enfal süresinin 72. ayetinde beyan edilmiştir. Bu hükmün Hz. Resulüllah (s.a.v)"in sünnetindeki karşılığı ise “Hudeybiye anlaşması"dır.

    Şöyle ki, Allah Tebareke ve Teala Kur"an-ı Kerim"de bu hususu şöyle beyan etmektedir:

    "Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil.Allah, yapmakta olduklarınızı görendir."

    Bu ayet-i Kerime, Bir İslam devleti"nin dış politikasındaki temel esaslarından birini teşkil eder. Ayet, Bir İslam devletinin İslami olmayan başka bir devlet ile anlaşma yapabileceğini ve yaptığı anlaşma karşı taraftan bozulmadığı sürece o anlaşmanın şartlarına uyulması gerektiğini açıkça beyan etmektedir.

    İslam devleti “dış politikası”nı İslam ümmetinin külli maslahatları üzerine kurar. Bu maslahatlar belirlenirken de, Müslümanların içinde bulunduğu sosyo-politik, askeri ve iktisadi güç, jeo-politik konum, düşmanlar karşısında savaş stratejisi ve Müslümanların savunulması esasları gözetilir. Bu da Müslümanların başındaki Veliyy-i Emr-i Müslimin"in ve "İslami şura heyeti"nin uhdesinde olan bir yetki ve sorumluluktur. Veliyy-i Emr bu yetkiyi önce Kur"an-ı Kerim"den, daha sonra da Müslümanlar adına üslendiği niyabetten alır. Müslümanlar Veliyy-i Emr-i Müslimin"i tayin ederlerken kendi adlarına ona o yetki ve sorumluluğu da yüklemiş olurlar.

    Dolayısıyla, bir İslam Devleti"nin dış politikasının meşruiyet çizgisini Kur"an-ı Kerim ve ümmetin niyabeti belirler. Ümmet adına niyabet "şeçim" -şura- ve "biat" ile gerçekleşir. Müslümanlara düşen de Veliyy-i Emr-i Müslimin"i ve onun şahsında İslami otoriteyi desteklemek, üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmektir.

    “Ey iman edenler! Allah"a, resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin” (Nisa 59)

    “Kendilerine güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hâlbuki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi” (Nisa 83)

    İlk ayet, müminlerden olan Veliyy-i Emr"e genel anlamda itaati öngörürken, ikinci ayet ise, Müslümanlar arasındaki barış, savaş, güvenlik gibi konularda son sözü söyleme hakkı ve yetkisinin Peygamber ve emir sahiplerinde olduğunu beyan etmektedir. Böylesi durumlarda, Müslümanların ilgili hususta peygamberin ya da emir sahiplerinin hüküm ve beyanını bilmeden, öğrenmeden hareket etmemeleri gerektiği buyrulmakta ve müminler stratejik sorumluluk olarak uyarılmaktadır. Aksi takdirde İslam toplumunun güvenliği ve esenliği tehlikeye atılabilir, Müslümanlar düşmanları karşısında zaafa ve yenilgiye düşürülebilir.

    Bu girişten sonra, Üstad Mevdudi"nin “Tefhimu"l Kur"an” ve Şehid Seyyid Kutub"un “Fizilali"l Kur"an” adlı tefsirlerinden ilgili ayetin tefsirlerinden bazı bölümleri aktarmak istiyorum.

    TEFHİMU"L KUR"AN"DAN:

    Bu ayet, İslam anayasasının çok önemli bir maddesini içermekte ve müslümanlar arasında "velayet" ilişkisinin şartlarını ortaya koymaktadır.

    “İslam'ın dış politikada takındığı bu tavır, genellikle bir çok uluslararası sorunun nedenini oluşturan bu tür tartışmalara kökten bir çözüm getirmektedir.”

    “Bir önceki ayette İslam devleti sınırları dışında yaşayan müslümanlar, devletin siyasal korumasından hariç tutulmuşlardı ama bu durum onların iman kardeşliği ilişkisi içinde olmasını engellemez. Bu nedenle, eğer yardım isterlerse ezilmiş ve haksızlığa uğramış kardeşlerine yardım etmek, İslam devletinin ve vatandaşlarının en büyük görevidir. Fakat bu durumda da İslam devleti, uluslararası hukuka ve kabul edilen evrensel hukuk kurallarına riayet etmelidir. Eğer Darü'l-Küfr ile bir anlaşma yapmışsa bu anlaşmaya aykırı olduğu müddetçe Darü'l-İslam müslümanlarının Darü'l-Küfr'de zulüm gören müslümanlara yardım etmeleri yasaktır.

    Bu ayette "velayet" kelimesi anlaşma için kullanılmıştır. Saldırmazlık kararından açık olarak bahsedilsin veya bahsedilmesin, ilgili taraflara barış garantisi verildiğini ifade eder.

    Bunun yanı sıra metindeki "...ki onlarla sizin aranızda bir anlaşma vardır..." sözleri, İslam devleti ile küfür devleti arasında yapılan bir anlaşmanın sadece iki devlet arasında yapılmış bir anlaşma değil, aynı zamanda iki millet arasında da yapılmış bir anlaşma olduğunu göstermektedir. Bu nedenle anlaşma hem İslam devleti hem de İslam devletinde yaşayan müslümanlar için bağlayıcıdır. İslam hukuku, müslüman vatandaşların İslam devletinin başka ülke veya milletlerle yaptığı anlaşmalarda sorumlu olmaması gibi bir duruma müsamaha göstermez. Elbette anlaşma yapan devletin sınırları dışında yaşayan müslümanların anlaşmaya uyma gibi bir zorunlulukları yoktur. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber'in (s.a) , Mekke müşrikleriyle yaptığı Hudeybiye antlaşması Darü'l-İslam'ın vatandaşlarından olmayan Ebu Busayr, Ebu Cendel gibi müslümanlar için bağlayıcı değildi.

    FİZİLALİ"L KUR"AN"DAN

    “Medine'ye göç etmeyenlere gelince, bunlar göç etmedikçe kendilerine karşı hiçbir ya aşlık, koruyuculuk yükümlülüğünüz yoktur. Eğer böyleleri sizden, aranızda saldırmazlık antlaşması bulunmayan bir topluma karşı din konusunda yardım isterlerse kendilerine yardım etmekle yükümlüsünüz."

    “Fakat bu yardım, müslümanların karşı taraflarla imzaladıkları antlaşmaları ihlal etmeme şartına bağlı olarak gerçekleşmelidir. Bu fertlere, dinleri ve inançları açısından haksızlık eden taraf, bu antlaşmalı taraf dahi olsa, durum değişmeyecektir. Çünkü asıl korunması gereken müslüman toplumun çıkarıdır, hareket stratejisidir ve bunların gerektirdiği ilişkiler ve antlaşmalardır. Öncelikle korunup gözetilmesi gereken bunlardır işte.”

    Allame Mevdudi ve Şehid Seyyid Kutub"un tefsirlerinden konuya açıklık getiren bazı bölümleri aktardıktan sonra, bir sonraki yazımızda, günümüz gerçekliğinde İran İslam Cumhuriyeti ve Hizbullah ile Suriye yönetimi arasındaki anlaşmaların nedenleri, mahiyeti ve çerçevesi üzerinde durmaya çalışacağız.

    Bu vesileyle bir kez daha belirtmek gerekir ki, bu yaptığımız değerlendirme, Suriye"deki baas rejimi meşru bir yönetim görme şeklinde kesinlikle değildir. Suriye"deki rejimin hem İslam dışılığı, hem de Müslüman halka karşı sergilediği zulüm ve baskılar ayrı bir dosya konusudur.

    Devam edecek

    velfecr

    Yorum

    YUKARI ÇIK
    Çalışıyor...
    X