Seyyid Hasan Nasrallah
Velayet-i Teşriî olarak Velayet-i Fakih (I-II. Oturum)
Velayet-i Fakih
Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta verdiği “İmam Humeyni (ra) düşüncesinde Velayet-i Fakih” adlı derslerinde şu görüşü savunmakta; “Tüm insanların hukuktan en iyi şekilde yararlanmaları için Velayet-i Fakih ilkesini benimsemeleri gerekmektedir.”
Aşağıdaki yazı dizisi, Hüccet ul İslam vel Müslimin Seyyid Hasan Nasrallah’ın dört oturumluk “Velayet-i Fakih üzerine” adlı derslerini içermektedir.
Bismillahirrahmanirrahim
Şüphesiz Allah-u Tebarek ve Teâlâ, tüm âlemlerin ve yaratılmışların mutlak (Yegane) efendisidir.
Bir Veliyy-i Fakih’in İslam hukukunda belirtilen şartların yani adil, yetişkin, takvalı olmak ve şer’i hükümleri layıkıyla çıkarıp, beyan etmesi dışında üstün bir zekaya, liderlik edebilme yetisine, tedbirli, erdemli, basiretli ve bir toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilme özelliklerine sahip olmalıdır.
“Velayet-i Fakih” veyahut “Veliyy-i Fakih” hakkında konuşulmaya başlandığında, anlatılmak istenen yukarıdaki tüm özelliklere sahip bir Veliyy-i Fakih’tir. Öyleyse her Fakih yani İslam hukukçusu Velayet-i Fakih çerçevesi içerisine giremez. Ancak tüm bu özelliklere sahip olduğu takdirde Velayet hakkına sahip olabilir.
Öncelikle konunun daha da iyi anlaşılabilmesi için “Velayet” kelimesinin lügati manasını bilmemiz gerek.
“Veli”, Yüce Allah’ın Kuran-ı Kerim’de değinilmiş isimlerinden birisidir; “وَ هُوَ الْوَلِيُّ الْحَمِيدُ” “O velidir, övülmüştür.” (Şura/28)
Buradaki manası; yardım eden ve tüm âlemi kontrolü altında tutandır. Burada âlem de şu manaya gelmektedir; yerler, gökler ve yaratılmış tüm varlıklardır.
“Vali”, var olan tüm mevcudatın yegâne sahibi ve bütün hepsi üzerinde tasarruf hakkı olandır. Hatta bu konuyla ilgili bir hadis dahi vardır; “Velayet sahibi olan birisi, güçlü, bilge, ihtiyat ve hikmet sahibi olan kimsedir ve tüm bu özellikleri kendisinde barındırmayan kimse Vali olamaz.”
“Velayet”, yani bir şeyi kontrol altında tutmak ve “Veli” de, bir şeyin sorumluluğunu üstlenen, üstlendiği görevi en güzel şekliyle yerine getiren, o şeyin eksikliklerini bertaraf eden demektir. Öyleyse Velayet’in sözlük manasına dikkat edilecek olunursa, şu sonuca varılır; Velayet, yakınlık, eşlik eden ve peşini bırakmayandır.
Öte yandan “Veli” ve “Velayet” kelimeleri Arap dilinde, bir şeyi kontrol altında tutmak, hâkim olmak ve ona güç yetirmek olarak yani onun üzerinde tasarruf hakkı ve söz sahibi olmak demektir. Bir şeyin sorumluluğunu yüklenmek zaten ona yardım etmek ve eksikliklerini gidermek olarak da kendini göstermektedir. İşte “Veli” ve “Velayet” kelimelerinin lügati manaları bunlardır. Öyleyse genel anlamıyla “Veli” sözcüğüne anlam vermek gerekirse; bir şeyde tasallut ve tasarruf gücü olan kimse ve sorumluluk alabilecek ve aynı zamanda yardım edip, eksikleri giderecek olan olarak yorumlanabilir.
İslam dini, Peygamber Efendimiz (saa) hakkında bir şeylerden bahsedeceği zaman Hz. Peygambere (saa) hiçbir yerde Sultan Muhammed (saa) diye hitap etmez. Ya da Şah, Padişah ve Kral olarak da Hz. Muhammed’i anmaz. İslam, makam ve mevki yüklü kelimeler kullanmaz, çünkü bu tarz kelimeler işiten için olumsuz etkiler yaratır.
Bu yüzden Kuran’da “Veli” kelimesini kullanır; “إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللَّهُ وَرَسُولُهُ” “Sizin veliniz ancak Allah'tır, Resulüdür.” (Maide/55)
Yani Allah Teala sizin veliniz ve Peygamber-i Ekrem de (saa) Veliyy-i Emri Müslimindir. “Veli” yahut da “Mevla” kelimesi, muhatabın zihninde bir yakınlık çağrıştırmakta ve aynı zamanda izleyen, gözeten ve mahabbet besleyen olarak da anlaşılmaktadır. Yani Allah Resulü Muhammed Mustafa (saa) onları gözeten, kollayan ve hidayete eriştirmek isteyen hükmünde ve onların sorumluluğunu yüklenmiş bir hüviyete bürünmüştür.
Ama Sultan ve padişah, onlara karşı emir vermekte, onlardan bir şeyler beklemekte ve hatta zulüm dahi etmektedir… İşte biz bunlardan ancak ve ancak “Veli” ve “Velayet” kelimelerinin lügati manalarını anlayabiliriz.
Ama Veliyy-i Emri Müslimin aynı bir baba gibidir; evlatlarının refah ve asayişi için çaba harcar. Onları denetler ve sorumluluklarını yüklenmesini bilir. Yeri geldiği zaman sorunların çözümü için de elinden gelen her şeyi yapar.
Allah kendi Velayetini istediği kimseye gönlünce verir
İnsanlar mal varlıkları ve evlatları üzerinde velayet hakkına sahip değillerdir. Velayeti yalnız ve yalnız lütuf sahibi Allah istediğine, istediği kadar vermektedir. Allah’ın sonsuz Velayeti hakkında söz açıldığında, anlatılmak istenen tüm Velayeti işlerdir; yaratmak, ölüm ve tüm ama tüm her şey. Allah’ın izni ve onayı doğrultusunda. Yani eğer isterse tüm insanoğlunu bir anda öldürebilir. Buna kadirdir. Aynı şekilde Yüce Allah’ın beşer üzerinde de Velayet hakkı bulunmaktadır. Allah-u Teâlâ, bu helal ve bu da haramdır dediğinde, bu işi yapın ve şundan da uzak durun dediğinde ve hatta aklımızın dahi alamayacağı şeyleri rahatlıkla yaptığına göre Allah gerçekten Veliyy-i Mutlak ve tek söz sahibi olandır.
Bilge insanlar ve âlimler, Velayet hakkında konuştuklarında onu iki kısma ayırmaktadırlar; Tekvin-i Velayet ve Teşri-i Velayet.
Velayet-i Tekvini; Güneş, Ay, Ağaç, Yeryüzü vb. gibi varlıklar hakkında yorumlanır. Allah da Tekvin-i Velayet’te mutlak ve kemale sahiptir. Yani seçkin birisine bu özelliği bahşedebilir. Bazı varlıklar üzerinde kontrol, tasarruf, sulta ve idare altına alma yetkilerini verir. Mesela Yüce Allah, Meryem oğlu İsa’ya (as) Tekvin-i Velayeti bahşetmiş ve o da bu şekilde ölüleri diriltebilmiştir.
Allah’ın biz insanlara ister kâfir olsun, isterse de Müslüman bahşettiği en cılız ve küçük tekvini güç ise beden uzuvlarına emir verebilme yeteneğidir. Gözünü açıp etrafı seyretmek ve gözlerini kapatıp dinlenmek… Aynı şekilde kendi nefsine hükümranlık etme gücünü de vermiştir. Yani isterse iyi huylu, ahlaklı olabilir, isterse de ahlaksız ve huysuz. İşte tüm bunlar ve benzerleri insanların sahip oldukları Velayet-i Tekvini’ye birer örnektir.
Mademki insan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir, öyleyse basmakta olduğu bu toprakları kalkındırmalı ve refaha ulaştırmak için çaba harcamalıdır. İnsanın hedefi, Allah tarafından verilmiş olan tasallut gücü ve hâkimiyet olmalıdır. Aynı çiftçinin tarladan verimli mahsul alabilmesi için toprağı sürmesi ya da yol yapılmak istediğinde önüne çıkan dağları delip, tepeleri düzeleştirmesi gibi.
Yüceler Yücesi Allah, insanı kendi cisim ve nefsine egemen kıldı, çünkü insanın yaratılış gayesini biliyordu. Ona güç verdi ve bu şekilde kendi kapasitesince kemale, olgunluğa ermeliydi. Onun önüne sayısız nimetler döktü ve bu şekilde asıl hedefine yani İlahi mertebelere ve yakınlığa ulaşabilsin istedi. İşte tüm bunların hepsi Velayet derecelerindendir ki; Kerim olan Allah kullarına ihsan etmiştir.
İlahi kuralları takip eden yani ibadet edip, günahlardan kaçınan kimse; kesinlikle Allah tarafından bir hâkimiyet, bir kudretle mükâfatlandırılacaktır. Aynı parmağını bir taşın üzerine bastırıp, tadına doyum olmaz su çıkartan birisi gibi ya da ölüleri dirilten İsa Mesih (as) misali. Hiç şüphesiz Hz. İsa (as) ölüleri diriltemez, ancak ve ancak Allah ona bir emir verir ve ona o gücü bahşederse bu olur.
İşin aslına bakılacak olunursa bu güç Allah’ın kudretindendir. İsa Mesih (as) ancak Allah’ın ona bahşettiği lütuf doğrultusunda bu Velayet hakkına ulaşıp, ölüleri diriltmiştir.
Tekvin-i Velayet insanların ruhi ve manevi makamları ile ilgilidir
İmam Humeyni (ra) “İslam Hükümeti” bir diğer adıyla “Velayet-i Fakih” kitabında bu konu hakkındaki tüm görüşlerini detaylarıyla kaleme almıştır.
Velayet-i Tekvini insanın manevi ve ruhi makamına bağlıdır yani birisi belki Veliyy-i Fakih değildir ama manevi değerleri oldukça yüksek olduğundan İlahi bir hal içersindedir. O böyle olduğu için Yüce Allah ona Tekvin-i Velayet’in derecelerini bahşetmiştir. Ama Velayet-i Fakih söz konusu olduğunda anlatılmak istenen Veliyy-i Fakih’in aynı Peygamber Efendimizin (saa) ya da Masum İmamların (as) haleti ruhiyesine sahip olmasının gerekli olmadığıdır. “ولايت تكويني به روح و مقام معنوي انسانها مربوط ميشود، يعني ممكن است كسي وليّفقيه نباشد، اما داراي مقام معنوي بالا و برخوردار از اين موهبت الهي باشد، خداوند به او درجهاي از ولايت تكويني عطا خواهد كرد اما وقتي از ولايت فقيه صحبت ميكنيم منظور اين است كه وليّفقيه دقيقاً مثل حالات روحي و معنوي پيامبر (ص) نيست و يا در حد امامان معصوم (ع) نيست.”
İkinci bölüm ise “Velayet-i Teşrii”. Allah, Peygamber-i Ekrem’e (saa) iki makam verdi. İlk makam, ilk yetki, İlahi emirleri ve ahkam hükümlerini tebliğ etmesiydi ve zaten Peygamber Efendimiz de (saa), bunları bizlere bir bir anlatmış ve detaylandırmıştır. Aynı Cennet ve Cehennem gibi. Namazın nasıl kılınacağı, nasıl alış-veriş yapılacağı, nasıl evlenileceği gibi. Tüm bunları Allah Resulü (saa) bizler için açıklıyor ve iblağ ediyor ve zaten Kuran-ı Kerim de buna işaret etmekte; “ وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ” “Sana da bu zikiri/Kur'an'ı vahyettik ki, kendilerine indirileni insanlara açık-seçik bildiresin de derin derin düşünebilsinler.” (Nahl/44)
Bu makam Peygamber Efendimizin (saa) vefatından sonra Masum İmamların sorumluluğuna girmektedir.
Ama ikinci yetki ve makam şer’i hükümlerin, İslam hukukunun icrası ve hayata geçirilmesidir. Yani Allah Resulü (saa) yalnızca İlahi emirleri anlatmakla yükümlü değil belki tüm bunların uygulanmasında da görevlidir. İlahi hükümlerin tatbiki ve icrası bir kudret ve hükümetin gölgesi altında olmadan başarıya ulaşamazdı ve böyle olunca da Peygamberin (saa) liderlik ve İlahi emirleri uygulaması için hâkimiyet rolü ortaya çıkmaktadır.
“إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ خَصِيمًا” “Kuşku yok ki, biz bu Kitap'ı sana, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği ile hükmedesin diye hak olarak indirdik. Sakın hainlerin savunucusu olma!” (Nisa/4)
Yani Hikmet sahibi Yüce Allah, Kuran’ı yalnızca tebliğ edilsin diye göndermedi belki onun vasıtasıyla Peygamber (saa) İlahi emirleri halka birebir göstermeli ve kim bu emirlerden yüz çevirip, inkâr ediyorsa kâfir olarak adlandırılmalıydı. Allah, o saygın peygamberine (saa) şöyle buyurdu; “Sen Velisin, Hâkim ve sorumlusun, öyleyse İlahi emirleri tatbik et!”
Daha önce Tekvin-i Velayet’te belirttiğimiz gibi Allah, Velayet-i Tekvini’nin bir bölümünü bazı insanlara bahşetmiş ve Velayet-i Teşrihi’yi de diğer bazı insanlara vermiştir. Allah’ın insanlara lütfettiği Velayet-i Teşrihi’ye bir örnek vermek gerekirse; babaların küçük çocukları üzerindeki Teşrihi Velayeti’dir. Onları okula göndermeli, iyi ahlaklı olmayı onlara öğretmeli, eğitim ve terbiye konusunda ellerinden geleni yapmalıdırlar. Ya da babaları hayatta olmayan çocuklar için büyük babalarının onlar üzerindeki velayeti veyahut babanın bakire kızı üzerindeki velayeti. Tüm bunlar insanların maslahatı ve iyiliği adınadır.
Yüce Allah, Kerem sahibi Peygamberimize Velayet-i Teşri-i’yi bahşetmiştir
Allah Teâlâ, değerli Peygamberimize (saa) Velayet-i Teşrii’yi vermiş ve bu yüzden hiçbir Müslüman kitle arasında Resul-i Ekrem’in (saa) insanların önderi, İmamı ve Mevlası olduğuna dair bir tartışma olmamıştır. “النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ” “Peygamber, inananlar üzerinde, kendilerinden ziyâde tasarruf ve vilâyet sahibidir.” (Maide/6)
İşte bu ayetler bütün Müslümanların kerem sahibi Efendimize (saa) her konuda itaat etmesine işaret etmektedir.
Ama bilindiği üzere Allah Resulünün (saa) vefatı ardınca Müslümanlar arasında ihtilaflar ortaya çıktı. Her ne kadar hepsinin düşünce yetileri vardı ve Peygamberden (saa) sonra Müslümanların emir sahibinin desteklenmesi ve ona itaat edilmesini biliyorlardı ancak bu olmadı. “أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ” “Allah'a, peygambere ve içinizden emredecek kudret ve liyakate sahip olanlara itaat edin.” (Nisa/59) Burada oldukça açık bir şekilde Veliyy-i Emre itaat ön görülmektedir.
Müslümanlar, emir sahibinin kim olduğu konusunda birbirleriyle ayrılığa düştüler. Veliyy-i Emri Müslimin olarak tabir edilen emir sahibi öyle bir konumda olmalıdır ki; her dediğine itaat edilsin, yani o emir verecek ve kimileri bunu kale almayacak böyle bir durum söz konusu olmaz.
Şii Müslümanlar Allah’ın verdiği izin ve cevazla Peygamber Efendimizden (saa) sonra Müslümanlar üzerinde yetki sahibini Ebu Talib oğlu Ali (as) olarak kabul edip, onun temiz ve asil ailesini yani 12 İmam ilkesini Veliyy-i Emr-i Müslimin olarak kabullenmişlerdir. Değerli İslam Peygamberinden (saa) sonra geriye kalan tüm yetkiler Ali bin Ebu Talib’e (as) geçmiş ve Şii inancına göre de İlahi emirlerin icrası bu şekilde daha sonra İmam Hasan (as) ve ardından İmam Hüseyin’e (as) ve daha sonrada İmam Mehdi’ye (af) kadar süregelmiştir.
Görünüş itibariyle İmam Hasan el Askeri’ye (as) değin her şey yolundadır ama İmam Hasan el Askeri’nin şahadetiyle birlikte Hz. Mehdi’nin (af) Gaybet-i Sugra denilen küçük kayboluşu başlar ve bu süre zarfında kendisinin dört seçkin yardımcı ve naibi göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki Osman bin Said Amri’dir. Şiiler bir konuda çıkmaza girdiklerinde İmam’ın bu naipleri sayesinde sorunları halletmişlerdir. Çünkü Osman bin Said Amri İmam ile irtibata geçer ve bu şekilde o sorunlar hakkında gerekli malumatı alırdı. Ama Gaybet-i Kübra yani büyük kayboluşun gerçekleştiği andan itibaren ister istemez sorunlar da o olayla beraber başlamıştı.
Velayet-i Fakih ile anlatılmak istenen Velayet-i Tekvini değildir
Geçtiğimiz oturumda Velayet-i Fakih’in lügati manalarını değerlendirmiş ve güç, kontrol edebilme yetisi ve tüm gereksinimleri idare edebilme gücü olduğunu görmüştük. Ayrıca Velayet’in çeşitleri üzerinde de durmuş ve onu “Velayet-i Tekvini” ve “Velayet-i Teşrii” olarak ikiye ayırmıştık.
Bu celsemizin konusu da, Veliyy-i Fakih’in ölçüleri hakkındadır. Hatırlanacağı üzere bir önceki oturumda Velayet-i Fakih hakkında konuşulduğunda anlatılmak istenenin Velayet-i Tekvini olmadığını ve hiçbir Şii düşünür ve bilgini de Velayet-i Fakih ile anlatılmak istenenin Tekvin-i Velayet olduğunu söylememişti. Aynı zamanda Veliyy-i Fakih, Peygamber’in (saa) ve gaybet-i sugra zamanında Masum İmam’ın (as) yerine geçen mercii hükmündedir demiştik. Ve onlar yerine geçen merciden maksat da, manevi makamlarının Veliahdı olması değildir diye de izahta bulunmuştuk. Aynı zamanda Veliyy-i Fakih rütbe olarak da masum İmamla (as) aynı makamda değildir. Çünkü masum İmam’ın Yüce Allah’ın yanında tarif edilemez bir değeri ve üstünlüğü vardır. Bu makam Veliyy-i Fakih derecesinden çok çok yücedir ve yine Şii âlimleri ve düşünürleri, Veliyy-i Fakih makamını İmametin manevi makamına yakın dahi görmezler.
Günümüzün en büyük Şii fakih ve düşünürü İmam Humeyni, İmam Zaman (af) hakkında hayli mütevazi bir şekilde şöyle buyurur; “روحي لتراب مقدمه الفداه” yani “O’nun (İmam Zaman’ın) ayağının altındaki toprağa feda olayım.” İmam Humeyni gibi büyük bir şahsiyet İmam Zaman’ı (af) bu denli anlatıyorsa, demek ki; İmamet makamı ve Velayet-i Fakih arasında farkı açık bir şekilde görebiliriz.
Allah Resulü (saa) Teşrii makama sahiptir derken, yani ahkam konularını tebliğ eden ve İlahi emirleri uygulayıp, tüm her şeyi hakkıyla eda eden makam sahibidir denmek istenmekte ve İmamlar da, Peygamber Efendimizden (saa) sonra bu haklara sahip kişiler olarak bilinmektedir. Bu anlatılanlar, Peygamberin bunca ahkâmı kendisinin ortaya attığı manasına gelmemektedir. Allah Resulü (saa) gelen vahiy ile Yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda ahkâmı icra etmektedir. Öyleyse Peygamberin ilmi, bilgisi tamamen İlahi bir ilimdir. Hata ve yanlışlıktan beridir.
İslam Peygamberi’nin (saa) aktardığı konular, Allah’ın hüküm ve emirleridir. Ondan hiçbir suretle kaçılamaz. Peygamberin verdiği emirler, uyulması gereken doğru, kalıcı ve İlahi gerçek emirlerdir. Bu emirlerde hiçbir şekilde şüphe ve kaygı olmaması gerekmektedir. İmamlar da bu şekildedir, her ne kadar onlara vahiy gelmese bile onlar, ilim ve bilgilerini Yüce İslam Peygamberinden miras almışlardır veyahut da kitaptan ve İlahi ilhamlardan.
İmam Zaman’ın (af) gaybet döneminde İlahi hükümlerin açıklanması Veliyy-i Fakih’in görevidir
İnsanlar Masum İmam’a (as) ulaşamadıkları zaman örneğin; İmam Cafer-i Sadık (as) döneminde, İmamlar tarafında birçok İslam beldesinde, birçok temsilci vardı ve bu efrat, İlahi hükümleri İmamlardan öğrendikleri şekilde halka anlatıp, tatbik ettiriyorlardı. Peygamber Efendimiz (saa) döneminde Allah Resulü’nün kendisi bu görevi bizzat ifa ediyor ve kendisinden sonra da bu sorumluluk İmamların omzuna biniyordu. Peki, ama bu görev büyük gaybet döneminde kim tarafından yürütülecekti? İlahi emirlerin tebliği, yeni meselelerin aydınlığa kavuşması ve diğer birçok stratejik kararları verme yetkisi kimde olacaktı?
Peki, şimdi bu durumda ne yapmak gerekir? Acaba Peygamber’in (saa) seçilmesinden kıyamete değin İslam dininin yaşayacağını bildiğimiz halde, kollarımızı birbirine bağlayıp İmam Zaman’ın (af) gelmesini mi beklemeliyiz? Ya da acaba yine hiçbir şey yapmadan Muhammed’in helali kıyamete kadar helal ve haramı da haramdır hükmünce o hükümler doğrultusunda beklemeli miyiz? Bu uzun gaybet döneminde birileri olmalı ki; İlahi ahkâmı anlatsın ve halkın sorunlarına çözüm üretsin. Şiiliğe göre, İmam Zaman’ın gaybet döneminde tüm sorumluluk Veliyy-i Fakih’in üzerindedir.
Ayrıca bu durumda yani İmam’a ulaşılamama döneminde hiç şüphesiz İlahi emirlerin duyurulması ve İslam hukukunun iblağ edilme görevi yine Veliyy-i Fakih’in sorumluluğundadır çünkü o, Müslümanların emiridir. Öte yandan tüm gerekli olduğu zamanlarda Müslüman gençlerin İslam ilimleri havzaları ve okullarında öğrenim görüp, kendilerini yetiştirmeleri ve İlahi hukuku halka açıklamaları da vacib-i kifayidir.
“Vacib-i Kifayi” ve “Vacib-i Ayni” arasındaki fark
Vacib-i Kifayi nedir? Vacib-i Kifayi, Müslümanlardan bir grup onu yerini getirirse, kalan diğer Müslümanların o yapma zorunluluğu ortadan kalkan göreve denir. Aynı, cenaze namazı gibi.
Vacib-i Ayni de, bir insanın yapmakla hükümlü olduğu ve diğerleri tarafından yapılsa dahi yine de şahsa yapması vacip olan eylemdir. Bu da, Namaz ve oruç gibi. Öyleyse, toplumun âlim ve fakihlere ihtiyacı varsa ve onların sayısı da oldukça azsa burada hepimiz günahkârızdır. Bu durumda da yaptığımız işleri bir kenara bırakıp, İlahi ilimleri öğrenmek için hareket etmemiz gerekmektedir.
Görüldüğü gibi İmam Zaman’ın büyük gaybette olduğu bu dönemde şer’i hükümleri nasıl elde edeceğimiz sorusunun cevabı açık bir şekilde bellidir. Yani bu konuda Veliyy-i Fakih’ten yardım alınmalıdır.
İmam Cafer-i Sadık’tan (as) nakledilen bir rivayette; “Eğer masum bir İmam’a erişim imkânı yoksa bu durumda mutlaka Veliyy-i Fakih’in yanında gidilmelidir.” Bu emir hem gaybet dönemi, hem de İmam’ın bulunduğu durum için de geçerlidir. İmam Sadık (as) kendi hayatta olduğu dönemde şöyle buyurmuştur; “Bana ulaşamadığınız takdirde, fakihlere müracaat edin. Onlar tüm İslami şehirlerde vardırlar ve onlardan yardım isteyin.” Mesela Irak’ın Basra şehrinde yaşayan bir fıkıh âlimi, kendisine yöneltilen bir soruyu İmam’dan (as) duyduğu şekliyle anlatıp, sorunu halledebilir ya da bu kaynak doğrultusunda ictihad edip meseleyi çözebilir.
Veliyy-i Fakih olduğu sürece halkın İlahi hükümler ve emirler konusunda onu takip etmesi gerekir
İmamlardan (as) Gaybet-i Kübra için nakledilenlere baktığımızda şu sözler gözümüze çarpmaktadır; “Halkın (Gaybet-i Kübra’da) Allah’ın emir ve buyruklarını takvalı fakihten alması vaciptir.” Öyleyse bu fakihin görevi, şer’i hükümlerin tebliğidir ve bu görevden de kaçamaz. Çünkü bu görev, onların yapmakla yükümlü olduğu bir emirdir.
Şimdi burada masum bir İmam (as) ile Veliyy-i Fakih arasında var olan farkı açıklamamız gerekmektedir; Peygamber Efendimiz (saa) ya da herhangi bir Ehl-i Beyt İmamı (as) İlahi bir buyruğu açıklarken, hiçbir surette hataya duçar olmaz. Çünkü onlar, İlahi ilimle donatılmışlardır. Ama fakih için böyle bir şey söz konusu değildir. Onun Arap dili ve gramerini, Kuran ilimlerini öğrenmesi icap etmekte, rivayet ve hadisleri ezberlemek ve daha sonra ictihad etmesi gerekmektedir. Ancak bu şekilde İlahi hükümleri elde edebilir. Daha sonra bunları anlatması, iblağ etmesi gerekmekte ve verdiği karar belki de yanlış olabilmektedir. Ama İslam Peygamberi (saa) ve İmamlar (as) için böyle bir şey söz konusu dahi değildir.
Eğer Veliyy-i Fakih birçok zahmete katlanıp, hüküm ve fetva verirse, Allah elbette onun zahmetlerinin karşılığını verir ve hata yaparsa da, Kuran ayetleri, rivayet ve hadislerle ilgilendiği ve bunlarla bir sonuca ulaşmaya çalıştığı için Allah onu bağışlar.
Bazı yerlerde görmüşüzdür, ulemalar arasında aynı konu üzerinde değişik hükümler ortaya çıkmaktadır. Peki, böyle durumlarda fakihler tarafından ortaya çıkan bu netice, akli ve mantıki yargıya göre doğru mudur acaba? Yanlış bir sonuca hükmeden müctehid, bu yoldan zahmetler çektiği için Allah-u Teâlâ tarafından mazur görülmektedir. Öyleyse Peygamber (saa) ve İmamlar (as) hatasız bir İlahi hüküm ile konulara cevap verirken, müctehidler veya Veliyy-i Fakih birçok mütalaadan sonra İlahi hükmü verebilmektedir.
Veliyy-i Fakih’in veyahut müctehidlerin verdiği fetvalara, zahiri İlahi hükümler denilmekte ve doğru veya yanlış olma olasılıkları bulunmaktadır. Masum İmamlar (as) gaybet dönemi hakkında şöyle buyururlar; Veliyy-i Fakihe İlahi emir ve buyruklarda, namazın ve orucun nasıllılığında, Hac, Humus, Zekât ve Cihatta taklit edilmelidir. Ve görüldüğü gibi burada Merci-i Taklid olgusu aşikâr olmaktadır.
Velayet-i Teşriî olarak Velayet-i Fakih (I-II. Oturum)
Velayet-i Fakih
Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta verdiği “İmam Humeyni (ra) düşüncesinde Velayet-i Fakih” adlı derslerinde şu görüşü savunmakta; “Tüm insanların hukuktan en iyi şekilde yararlanmaları için Velayet-i Fakih ilkesini benimsemeleri gerekmektedir.”
Aşağıdaki yazı dizisi, Hüccet ul İslam vel Müslimin Seyyid Hasan Nasrallah’ın dört oturumluk “Velayet-i Fakih üzerine” adlı derslerini içermektedir.
Bismillahirrahmanirrahim
Şüphesiz Allah-u Tebarek ve Teâlâ, tüm âlemlerin ve yaratılmışların mutlak (Yegane) efendisidir.
Bir Veliyy-i Fakih’in İslam hukukunda belirtilen şartların yani adil, yetişkin, takvalı olmak ve şer’i hükümleri layıkıyla çıkarıp, beyan etmesi dışında üstün bir zekaya, liderlik edebilme yetisine, tedbirli, erdemli, basiretli ve bir toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilme özelliklerine sahip olmalıdır.
“Velayet-i Fakih” veyahut “Veliyy-i Fakih” hakkında konuşulmaya başlandığında, anlatılmak istenen yukarıdaki tüm özelliklere sahip bir Veliyy-i Fakih’tir. Öyleyse her Fakih yani İslam hukukçusu Velayet-i Fakih çerçevesi içerisine giremez. Ancak tüm bu özelliklere sahip olduğu takdirde Velayet hakkına sahip olabilir.
Öncelikle konunun daha da iyi anlaşılabilmesi için “Velayet” kelimesinin lügati manasını bilmemiz gerek.
“Veli”, Yüce Allah’ın Kuran-ı Kerim’de değinilmiş isimlerinden birisidir; “وَ هُوَ الْوَلِيُّ الْحَمِيدُ” “O velidir, övülmüştür.” (Şura/28)
Buradaki manası; yardım eden ve tüm âlemi kontrolü altında tutandır. Burada âlem de şu manaya gelmektedir; yerler, gökler ve yaratılmış tüm varlıklardır.
“Vali”, var olan tüm mevcudatın yegâne sahibi ve bütün hepsi üzerinde tasarruf hakkı olandır. Hatta bu konuyla ilgili bir hadis dahi vardır; “Velayet sahibi olan birisi, güçlü, bilge, ihtiyat ve hikmet sahibi olan kimsedir ve tüm bu özellikleri kendisinde barındırmayan kimse Vali olamaz.”
“Velayet”, yani bir şeyi kontrol altında tutmak ve “Veli” de, bir şeyin sorumluluğunu üstlenen, üstlendiği görevi en güzel şekliyle yerine getiren, o şeyin eksikliklerini bertaraf eden demektir. Öyleyse Velayet’in sözlük manasına dikkat edilecek olunursa, şu sonuca varılır; Velayet, yakınlık, eşlik eden ve peşini bırakmayandır.
Öte yandan “Veli” ve “Velayet” kelimeleri Arap dilinde, bir şeyi kontrol altında tutmak, hâkim olmak ve ona güç yetirmek olarak yani onun üzerinde tasarruf hakkı ve söz sahibi olmak demektir. Bir şeyin sorumluluğunu yüklenmek zaten ona yardım etmek ve eksikliklerini gidermek olarak da kendini göstermektedir. İşte “Veli” ve “Velayet” kelimelerinin lügati manaları bunlardır. Öyleyse genel anlamıyla “Veli” sözcüğüne anlam vermek gerekirse; bir şeyde tasallut ve tasarruf gücü olan kimse ve sorumluluk alabilecek ve aynı zamanda yardım edip, eksikleri giderecek olan olarak yorumlanabilir.
İslam dini, Peygamber Efendimiz (saa) hakkında bir şeylerden bahsedeceği zaman Hz. Peygambere (saa) hiçbir yerde Sultan Muhammed (saa) diye hitap etmez. Ya da Şah, Padişah ve Kral olarak da Hz. Muhammed’i anmaz. İslam, makam ve mevki yüklü kelimeler kullanmaz, çünkü bu tarz kelimeler işiten için olumsuz etkiler yaratır.
Bu yüzden Kuran’da “Veli” kelimesini kullanır; “إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللَّهُ وَرَسُولُهُ” “Sizin veliniz ancak Allah'tır, Resulüdür.” (Maide/55)
Yani Allah Teala sizin veliniz ve Peygamber-i Ekrem de (saa) Veliyy-i Emri Müslimindir. “Veli” yahut da “Mevla” kelimesi, muhatabın zihninde bir yakınlık çağrıştırmakta ve aynı zamanda izleyen, gözeten ve mahabbet besleyen olarak da anlaşılmaktadır. Yani Allah Resulü Muhammed Mustafa (saa) onları gözeten, kollayan ve hidayete eriştirmek isteyen hükmünde ve onların sorumluluğunu yüklenmiş bir hüviyete bürünmüştür.
Ama Sultan ve padişah, onlara karşı emir vermekte, onlardan bir şeyler beklemekte ve hatta zulüm dahi etmektedir… İşte biz bunlardan ancak ve ancak “Veli” ve “Velayet” kelimelerinin lügati manalarını anlayabiliriz.
Ama Veliyy-i Emri Müslimin aynı bir baba gibidir; evlatlarının refah ve asayişi için çaba harcar. Onları denetler ve sorumluluklarını yüklenmesini bilir. Yeri geldiği zaman sorunların çözümü için de elinden gelen her şeyi yapar.
Allah kendi Velayetini istediği kimseye gönlünce verir
İnsanlar mal varlıkları ve evlatları üzerinde velayet hakkına sahip değillerdir. Velayeti yalnız ve yalnız lütuf sahibi Allah istediğine, istediği kadar vermektedir. Allah’ın sonsuz Velayeti hakkında söz açıldığında, anlatılmak istenen tüm Velayeti işlerdir; yaratmak, ölüm ve tüm ama tüm her şey. Allah’ın izni ve onayı doğrultusunda. Yani eğer isterse tüm insanoğlunu bir anda öldürebilir. Buna kadirdir. Aynı şekilde Yüce Allah’ın beşer üzerinde de Velayet hakkı bulunmaktadır. Allah-u Teâlâ, bu helal ve bu da haramdır dediğinde, bu işi yapın ve şundan da uzak durun dediğinde ve hatta aklımızın dahi alamayacağı şeyleri rahatlıkla yaptığına göre Allah gerçekten Veliyy-i Mutlak ve tek söz sahibi olandır.
Bilge insanlar ve âlimler, Velayet hakkında konuştuklarında onu iki kısma ayırmaktadırlar; Tekvin-i Velayet ve Teşri-i Velayet.
Velayet-i Tekvini; Güneş, Ay, Ağaç, Yeryüzü vb. gibi varlıklar hakkında yorumlanır. Allah da Tekvin-i Velayet’te mutlak ve kemale sahiptir. Yani seçkin birisine bu özelliği bahşedebilir. Bazı varlıklar üzerinde kontrol, tasarruf, sulta ve idare altına alma yetkilerini verir. Mesela Yüce Allah, Meryem oğlu İsa’ya (as) Tekvin-i Velayeti bahşetmiş ve o da bu şekilde ölüleri diriltebilmiştir.
Allah’ın biz insanlara ister kâfir olsun, isterse de Müslüman bahşettiği en cılız ve küçük tekvini güç ise beden uzuvlarına emir verebilme yeteneğidir. Gözünü açıp etrafı seyretmek ve gözlerini kapatıp dinlenmek… Aynı şekilde kendi nefsine hükümranlık etme gücünü de vermiştir. Yani isterse iyi huylu, ahlaklı olabilir, isterse de ahlaksız ve huysuz. İşte tüm bunlar ve benzerleri insanların sahip oldukları Velayet-i Tekvini’ye birer örnektir.
Mademki insan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir, öyleyse basmakta olduğu bu toprakları kalkındırmalı ve refaha ulaştırmak için çaba harcamalıdır. İnsanın hedefi, Allah tarafından verilmiş olan tasallut gücü ve hâkimiyet olmalıdır. Aynı çiftçinin tarladan verimli mahsul alabilmesi için toprağı sürmesi ya da yol yapılmak istediğinde önüne çıkan dağları delip, tepeleri düzeleştirmesi gibi.
Yüceler Yücesi Allah, insanı kendi cisim ve nefsine egemen kıldı, çünkü insanın yaratılış gayesini biliyordu. Ona güç verdi ve bu şekilde kendi kapasitesince kemale, olgunluğa ermeliydi. Onun önüne sayısız nimetler döktü ve bu şekilde asıl hedefine yani İlahi mertebelere ve yakınlığa ulaşabilsin istedi. İşte tüm bunların hepsi Velayet derecelerindendir ki; Kerim olan Allah kullarına ihsan etmiştir.
İlahi kuralları takip eden yani ibadet edip, günahlardan kaçınan kimse; kesinlikle Allah tarafından bir hâkimiyet, bir kudretle mükâfatlandırılacaktır. Aynı parmağını bir taşın üzerine bastırıp, tadına doyum olmaz su çıkartan birisi gibi ya da ölüleri dirilten İsa Mesih (as) misali. Hiç şüphesiz Hz. İsa (as) ölüleri diriltemez, ancak ve ancak Allah ona bir emir verir ve ona o gücü bahşederse bu olur.
İşin aslına bakılacak olunursa bu güç Allah’ın kudretindendir. İsa Mesih (as) ancak Allah’ın ona bahşettiği lütuf doğrultusunda bu Velayet hakkına ulaşıp, ölüleri diriltmiştir.
Tekvin-i Velayet insanların ruhi ve manevi makamları ile ilgilidir
İmam Humeyni (ra) “İslam Hükümeti” bir diğer adıyla “Velayet-i Fakih” kitabında bu konu hakkındaki tüm görüşlerini detaylarıyla kaleme almıştır.
Velayet-i Tekvini insanın manevi ve ruhi makamına bağlıdır yani birisi belki Veliyy-i Fakih değildir ama manevi değerleri oldukça yüksek olduğundan İlahi bir hal içersindedir. O böyle olduğu için Yüce Allah ona Tekvin-i Velayet’in derecelerini bahşetmiştir. Ama Velayet-i Fakih söz konusu olduğunda anlatılmak istenen Veliyy-i Fakih’in aynı Peygamber Efendimizin (saa) ya da Masum İmamların (as) haleti ruhiyesine sahip olmasının gerekli olmadığıdır. “ولايت تكويني به روح و مقام معنوي انسانها مربوط ميشود، يعني ممكن است كسي وليّفقيه نباشد، اما داراي مقام معنوي بالا و برخوردار از اين موهبت الهي باشد، خداوند به او درجهاي از ولايت تكويني عطا خواهد كرد اما وقتي از ولايت فقيه صحبت ميكنيم منظور اين است كه وليّفقيه دقيقاً مثل حالات روحي و معنوي پيامبر (ص) نيست و يا در حد امامان معصوم (ع) نيست.”
İkinci bölüm ise “Velayet-i Teşrii”. Allah, Peygamber-i Ekrem’e (saa) iki makam verdi. İlk makam, ilk yetki, İlahi emirleri ve ahkam hükümlerini tebliğ etmesiydi ve zaten Peygamber Efendimiz de (saa), bunları bizlere bir bir anlatmış ve detaylandırmıştır. Aynı Cennet ve Cehennem gibi. Namazın nasıl kılınacağı, nasıl alış-veriş yapılacağı, nasıl evlenileceği gibi. Tüm bunları Allah Resulü (saa) bizler için açıklıyor ve iblağ ediyor ve zaten Kuran-ı Kerim de buna işaret etmekte; “ وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ” “Sana da bu zikiri/Kur'an'ı vahyettik ki, kendilerine indirileni insanlara açık-seçik bildiresin de derin derin düşünebilsinler.” (Nahl/44)
Bu makam Peygamber Efendimizin (saa) vefatından sonra Masum İmamların sorumluluğuna girmektedir.
Ama ikinci yetki ve makam şer’i hükümlerin, İslam hukukunun icrası ve hayata geçirilmesidir. Yani Allah Resulü (saa) yalnızca İlahi emirleri anlatmakla yükümlü değil belki tüm bunların uygulanmasında da görevlidir. İlahi hükümlerin tatbiki ve icrası bir kudret ve hükümetin gölgesi altında olmadan başarıya ulaşamazdı ve böyle olunca da Peygamberin (saa) liderlik ve İlahi emirleri uygulaması için hâkimiyet rolü ortaya çıkmaktadır.
“إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ خَصِيمًا” “Kuşku yok ki, biz bu Kitap'ı sana, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği ile hükmedesin diye hak olarak indirdik. Sakın hainlerin savunucusu olma!” (Nisa/4)
Yani Hikmet sahibi Yüce Allah, Kuran’ı yalnızca tebliğ edilsin diye göndermedi belki onun vasıtasıyla Peygamber (saa) İlahi emirleri halka birebir göstermeli ve kim bu emirlerden yüz çevirip, inkâr ediyorsa kâfir olarak adlandırılmalıydı. Allah, o saygın peygamberine (saa) şöyle buyurdu; “Sen Velisin, Hâkim ve sorumlusun, öyleyse İlahi emirleri tatbik et!”
Daha önce Tekvin-i Velayet’te belirttiğimiz gibi Allah, Velayet-i Tekvini’nin bir bölümünü bazı insanlara bahşetmiş ve Velayet-i Teşrihi’yi de diğer bazı insanlara vermiştir. Allah’ın insanlara lütfettiği Velayet-i Teşrihi’ye bir örnek vermek gerekirse; babaların küçük çocukları üzerindeki Teşrihi Velayeti’dir. Onları okula göndermeli, iyi ahlaklı olmayı onlara öğretmeli, eğitim ve terbiye konusunda ellerinden geleni yapmalıdırlar. Ya da babaları hayatta olmayan çocuklar için büyük babalarının onlar üzerindeki velayeti veyahut babanın bakire kızı üzerindeki velayeti. Tüm bunlar insanların maslahatı ve iyiliği adınadır.
Yüce Allah, Kerem sahibi Peygamberimize Velayet-i Teşri-i’yi bahşetmiştir
Allah Teâlâ, değerli Peygamberimize (saa) Velayet-i Teşrii’yi vermiş ve bu yüzden hiçbir Müslüman kitle arasında Resul-i Ekrem’in (saa) insanların önderi, İmamı ve Mevlası olduğuna dair bir tartışma olmamıştır. “النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ” “Peygamber, inananlar üzerinde, kendilerinden ziyâde tasarruf ve vilâyet sahibidir.” (Maide/6)
İşte bu ayetler bütün Müslümanların kerem sahibi Efendimize (saa) her konuda itaat etmesine işaret etmektedir.
Ama bilindiği üzere Allah Resulünün (saa) vefatı ardınca Müslümanlar arasında ihtilaflar ortaya çıktı. Her ne kadar hepsinin düşünce yetileri vardı ve Peygamberden (saa) sonra Müslümanların emir sahibinin desteklenmesi ve ona itaat edilmesini biliyorlardı ancak bu olmadı. “أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ” “Allah'a, peygambere ve içinizden emredecek kudret ve liyakate sahip olanlara itaat edin.” (Nisa/59) Burada oldukça açık bir şekilde Veliyy-i Emre itaat ön görülmektedir.
Müslümanlar, emir sahibinin kim olduğu konusunda birbirleriyle ayrılığa düştüler. Veliyy-i Emri Müslimin olarak tabir edilen emir sahibi öyle bir konumda olmalıdır ki; her dediğine itaat edilsin, yani o emir verecek ve kimileri bunu kale almayacak böyle bir durum söz konusu olmaz.
Şii Müslümanlar Allah’ın verdiği izin ve cevazla Peygamber Efendimizden (saa) sonra Müslümanlar üzerinde yetki sahibini Ebu Talib oğlu Ali (as) olarak kabul edip, onun temiz ve asil ailesini yani 12 İmam ilkesini Veliyy-i Emr-i Müslimin olarak kabullenmişlerdir. Değerli İslam Peygamberinden (saa) sonra geriye kalan tüm yetkiler Ali bin Ebu Talib’e (as) geçmiş ve Şii inancına göre de İlahi emirlerin icrası bu şekilde daha sonra İmam Hasan (as) ve ardından İmam Hüseyin’e (as) ve daha sonrada İmam Mehdi’ye (af) kadar süregelmiştir.
Görünüş itibariyle İmam Hasan el Askeri’ye (as) değin her şey yolundadır ama İmam Hasan el Askeri’nin şahadetiyle birlikte Hz. Mehdi’nin (af) Gaybet-i Sugra denilen küçük kayboluşu başlar ve bu süre zarfında kendisinin dört seçkin yardımcı ve naibi göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki Osman bin Said Amri’dir. Şiiler bir konuda çıkmaza girdiklerinde İmam’ın bu naipleri sayesinde sorunları halletmişlerdir. Çünkü Osman bin Said Amri İmam ile irtibata geçer ve bu şekilde o sorunlar hakkında gerekli malumatı alırdı. Ama Gaybet-i Kübra yani büyük kayboluşun gerçekleştiği andan itibaren ister istemez sorunlar da o olayla beraber başlamıştı.
Velayet-i Fakih ile anlatılmak istenen Velayet-i Tekvini değildir
Geçtiğimiz oturumda Velayet-i Fakih’in lügati manalarını değerlendirmiş ve güç, kontrol edebilme yetisi ve tüm gereksinimleri idare edebilme gücü olduğunu görmüştük. Ayrıca Velayet’in çeşitleri üzerinde de durmuş ve onu “Velayet-i Tekvini” ve “Velayet-i Teşrii” olarak ikiye ayırmıştık.
Bu celsemizin konusu da, Veliyy-i Fakih’in ölçüleri hakkındadır. Hatırlanacağı üzere bir önceki oturumda Velayet-i Fakih hakkında konuşulduğunda anlatılmak istenenin Velayet-i Tekvini olmadığını ve hiçbir Şii düşünür ve bilgini de Velayet-i Fakih ile anlatılmak istenenin Tekvin-i Velayet olduğunu söylememişti. Aynı zamanda Veliyy-i Fakih, Peygamber’in (saa) ve gaybet-i sugra zamanında Masum İmam’ın (as) yerine geçen mercii hükmündedir demiştik. Ve onlar yerine geçen merciden maksat da, manevi makamlarının Veliahdı olması değildir diye de izahta bulunmuştuk. Aynı zamanda Veliyy-i Fakih rütbe olarak da masum İmamla (as) aynı makamda değildir. Çünkü masum İmam’ın Yüce Allah’ın yanında tarif edilemez bir değeri ve üstünlüğü vardır. Bu makam Veliyy-i Fakih derecesinden çok çok yücedir ve yine Şii âlimleri ve düşünürleri, Veliyy-i Fakih makamını İmametin manevi makamına yakın dahi görmezler.
Günümüzün en büyük Şii fakih ve düşünürü İmam Humeyni, İmam Zaman (af) hakkında hayli mütevazi bir şekilde şöyle buyurur; “روحي لتراب مقدمه الفداه” yani “O’nun (İmam Zaman’ın) ayağının altındaki toprağa feda olayım.” İmam Humeyni gibi büyük bir şahsiyet İmam Zaman’ı (af) bu denli anlatıyorsa, demek ki; İmamet makamı ve Velayet-i Fakih arasında farkı açık bir şekilde görebiliriz.
Allah Resulü (saa) Teşrii makama sahiptir derken, yani ahkam konularını tebliğ eden ve İlahi emirleri uygulayıp, tüm her şeyi hakkıyla eda eden makam sahibidir denmek istenmekte ve İmamlar da, Peygamber Efendimizden (saa) sonra bu haklara sahip kişiler olarak bilinmektedir. Bu anlatılanlar, Peygamberin bunca ahkâmı kendisinin ortaya attığı manasına gelmemektedir. Allah Resulü (saa) gelen vahiy ile Yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda ahkâmı icra etmektedir. Öyleyse Peygamberin ilmi, bilgisi tamamen İlahi bir ilimdir. Hata ve yanlışlıktan beridir.
İslam Peygamberi’nin (saa) aktardığı konular, Allah’ın hüküm ve emirleridir. Ondan hiçbir suretle kaçılamaz. Peygamberin verdiği emirler, uyulması gereken doğru, kalıcı ve İlahi gerçek emirlerdir. Bu emirlerde hiçbir şekilde şüphe ve kaygı olmaması gerekmektedir. İmamlar da bu şekildedir, her ne kadar onlara vahiy gelmese bile onlar, ilim ve bilgilerini Yüce İslam Peygamberinden miras almışlardır veyahut da kitaptan ve İlahi ilhamlardan.
İmam Zaman’ın (af) gaybet döneminde İlahi hükümlerin açıklanması Veliyy-i Fakih’in görevidir
İnsanlar Masum İmam’a (as) ulaşamadıkları zaman örneğin; İmam Cafer-i Sadık (as) döneminde, İmamlar tarafında birçok İslam beldesinde, birçok temsilci vardı ve bu efrat, İlahi hükümleri İmamlardan öğrendikleri şekilde halka anlatıp, tatbik ettiriyorlardı. Peygamber Efendimiz (saa) döneminde Allah Resulü’nün kendisi bu görevi bizzat ifa ediyor ve kendisinden sonra da bu sorumluluk İmamların omzuna biniyordu. Peki, ama bu görev büyük gaybet döneminde kim tarafından yürütülecekti? İlahi emirlerin tebliği, yeni meselelerin aydınlığa kavuşması ve diğer birçok stratejik kararları verme yetkisi kimde olacaktı?
Peki, şimdi bu durumda ne yapmak gerekir? Acaba Peygamber’in (saa) seçilmesinden kıyamete değin İslam dininin yaşayacağını bildiğimiz halde, kollarımızı birbirine bağlayıp İmam Zaman’ın (af) gelmesini mi beklemeliyiz? Ya da acaba yine hiçbir şey yapmadan Muhammed’in helali kıyamete kadar helal ve haramı da haramdır hükmünce o hükümler doğrultusunda beklemeli miyiz? Bu uzun gaybet döneminde birileri olmalı ki; İlahi ahkâmı anlatsın ve halkın sorunlarına çözüm üretsin. Şiiliğe göre, İmam Zaman’ın gaybet döneminde tüm sorumluluk Veliyy-i Fakih’in üzerindedir.
Ayrıca bu durumda yani İmam’a ulaşılamama döneminde hiç şüphesiz İlahi emirlerin duyurulması ve İslam hukukunun iblağ edilme görevi yine Veliyy-i Fakih’in sorumluluğundadır çünkü o, Müslümanların emiridir. Öte yandan tüm gerekli olduğu zamanlarda Müslüman gençlerin İslam ilimleri havzaları ve okullarında öğrenim görüp, kendilerini yetiştirmeleri ve İlahi hukuku halka açıklamaları da vacib-i kifayidir.
“Vacib-i Kifayi” ve “Vacib-i Ayni” arasındaki fark
Vacib-i Kifayi nedir? Vacib-i Kifayi, Müslümanlardan bir grup onu yerini getirirse, kalan diğer Müslümanların o yapma zorunluluğu ortadan kalkan göreve denir. Aynı, cenaze namazı gibi.
Vacib-i Ayni de, bir insanın yapmakla hükümlü olduğu ve diğerleri tarafından yapılsa dahi yine de şahsa yapması vacip olan eylemdir. Bu da, Namaz ve oruç gibi. Öyleyse, toplumun âlim ve fakihlere ihtiyacı varsa ve onların sayısı da oldukça azsa burada hepimiz günahkârızdır. Bu durumda da yaptığımız işleri bir kenara bırakıp, İlahi ilimleri öğrenmek için hareket etmemiz gerekmektedir.
Görüldüğü gibi İmam Zaman’ın büyük gaybette olduğu bu dönemde şer’i hükümleri nasıl elde edeceğimiz sorusunun cevabı açık bir şekilde bellidir. Yani bu konuda Veliyy-i Fakih’ten yardım alınmalıdır.
İmam Cafer-i Sadık’tan (as) nakledilen bir rivayette; “Eğer masum bir İmam’a erişim imkânı yoksa bu durumda mutlaka Veliyy-i Fakih’in yanında gidilmelidir.” Bu emir hem gaybet dönemi, hem de İmam’ın bulunduğu durum için de geçerlidir. İmam Sadık (as) kendi hayatta olduğu dönemde şöyle buyurmuştur; “Bana ulaşamadığınız takdirde, fakihlere müracaat edin. Onlar tüm İslami şehirlerde vardırlar ve onlardan yardım isteyin.” Mesela Irak’ın Basra şehrinde yaşayan bir fıkıh âlimi, kendisine yöneltilen bir soruyu İmam’dan (as) duyduğu şekliyle anlatıp, sorunu halledebilir ya da bu kaynak doğrultusunda ictihad edip meseleyi çözebilir.
Veliyy-i Fakih olduğu sürece halkın İlahi hükümler ve emirler konusunda onu takip etmesi gerekir
İmamlardan (as) Gaybet-i Kübra için nakledilenlere baktığımızda şu sözler gözümüze çarpmaktadır; “Halkın (Gaybet-i Kübra’da) Allah’ın emir ve buyruklarını takvalı fakihten alması vaciptir.” Öyleyse bu fakihin görevi, şer’i hükümlerin tebliğidir ve bu görevden de kaçamaz. Çünkü bu görev, onların yapmakla yükümlü olduğu bir emirdir.
Şimdi burada masum bir İmam (as) ile Veliyy-i Fakih arasında var olan farkı açıklamamız gerekmektedir; Peygamber Efendimiz (saa) ya da herhangi bir Ehl-i Beyt İmamı (as) İlahi bir buyruğu açıklarken, hiçbir surette hataya duçar olmaz. Çünkü onlar, İlahi ilimle donatılmışlardır. Ama fakih için böyle bir şey söz konusu değildir. Onun Arap dili ve gramerini, Kuran ilimlerini öğrenmesi icap etmekte, rivayet ve hadisleri ezberlemek ve daha sonra ictihad etmesi gerekmektedir. Ancak bu şekilde İlahi hükümleri elde edebilir. Daha sonra bunları anlatması, iblağ etmesi gerekmekte ve verdiği karar belki de yanlış olabilmektedir. Ama İslam Peygamberi (saa) ve İmamlar (as) için böyle bir şey söz konusu dahi değildir.
Eğer Veliyy-i Fakih birçok zahmete katlanıp, hüküm ve fetva verirse, Allah elbette onun zahmetlerinin karşılığını verir ve hata yaparsa da, Kuran ayetleri, rivayet ve hadislerle ilgilendiği ve bunlarla bir sonuca ulaşmaya çalıştığı için Allah onu bağışlar.
Bazı yerlerde görmüşüzdür, ulemalar arasında aynı konu üzerinde değişik hükümler ortaya çıkmaktadır. Peki, böyle durumlarda fakihler tarafından ortaya çıkan bu netice, akli ve mantıki yargıya göre doğru mudur acaba? Yanlış bir sonuca hükmeden müctehid, bu yoldan zahmetler çektiği için Allah-u Teâlâ tarafından mazur görülmektedir. Öyleyse Peygamber (saa) ve İmamlar (as) hatasız bir İlahi hüküm ile konulara cevap verirken, müctehidler veya Veliyy-i Fakih birçok mütalaadan sonra İlahi hükmü verebilmektedir.
Veliyy-i Fakih’in veyahut müctehidlerin verdiği fetvalara, zahiri İlahi hükümler denilmekte ve doğru veya yanlış olma olasılıkları bulunmaktadır. Masum İmamlar (as) gaybet dönemi hakkında şöyle buyururlar; Veliyy-i Fakihe İlahi emir ve buyruklarda, namazın ve orucun nasıllılığında, Hac, Humus, Zekât ve Cihatta taklit edilmelidir. Ve görüldüğü gibi burada Merci-i Taklid olgusu aşikâr olmaktadır.
Yorum