Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İnanç ve Düşünce Özgürlüğü (Molla Mansur Güzelsoy)

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    İnanç ve Düşünce Özgürlüğü (Molla Mansur Güzelsoy)

    -Allame Fadlullah’ın konuya bakış açısı ve değerlendirmesi-

    Nasıl ki hakk ve hukukun temel kavramları İlahi vahye dayanıyorsa, onun bir parçası olan hürri­yet özgürlüğü kavramı da vahye dayanmaktadır. Çünkü, aslında tüm kavramların –siyasi kanun­ları gibi hukuk ve hürriyet kavramları da dahil olmak üzere- yegane Şari’i (kanun koyucu) Cenab-ı Allah’tır, Allah’ın belirlediği kavram ve tanıdığı sınır çerçevesinde çözüm aranmalıdır. Tüm problemlerin çözümünün –ister fikri, ister akidevi olsun- karşılıklı diyalog, samimi bir hava içersinde, karşılıklı anlayış göstererek, İslami ve insani bir ahlak kuralı çerçevesinde oluşacak bir tartışmadan geçmekte olduğuna inanıyorum. Bununla ilintili olarak allame Fadlullah şunları söy­ler: “Tüm fikri, akidevi ve siyasi problemler için, samimi bir tartışmayla, sakin bir üslupla çö­züme gidilmelidir.”1

    “Hatta, tartışmada küfri bir kelimenin kullanılmasına karşın herhangi bir tepki gösterilmeden, samimi bir tartışmaya zemin hazırlayarak sevgi,saygı ve hoşgörüden kaynaklanan sakin, yumu­şak üslup (metod), bir çok insan tarafından yanlış bir metod olarak telakki edilmiştir… Hatta bazı Müslümanlar, barışçı ve sakin metoda inanarak bunu inanıp benimseyenleri, dine karşı lau­balilikle, düşmanlara karşı zilletle suçlamış, bunun yanı sıra onları, yağcılık, münafıklık, zafiyet ve rezillik gibi lafızlarla damgalamışlardır.”2

    Yine Allame Fadlullah, bu konu bağlamında şunları söylüyor:

    “Karşılıklı samimi ve ma’kul tartışmaya işaretten Cenab-ı Allah: <<Eğer siz sadık-samimi-ise­niz delilinizi getirin.>> buyurmaktadır.

    Böylece Kur’an-ı Kerim’in, karşıt insana, tartışma suretiyle varmak istediği ikna ve yakin kapı­sını kapatmamış olduğunu görüyoruz. Tartışmada herkes hür ve özgürüdür. Birey, gerek kendi düşüncesini savunurken ve gerekse İslami düşünceyi eleştiri hususunda, her şeyi ifade etme özgürlüğüne sahiptir. Her şeyi tartışmaya açabilir. Tartışmada herhangi bir mahzuru yoktur. Allah’ın varlığından, birliğinden tutun, ta nübüvvet, vahiy, Resulullah’ın şahsiyeti, haşır ve tüm akidevi, şer’i kavramlara kadar bu böyledir. Çünkü, kafirlerin problemi, ikna kabiliyeti unsurunu yokluğu değil, aksi ikna kabiliyeti unsurlarını harekete geçirebilecek enerjinin yokluğundan kay­naklanmaktadır. Bu durum, onların cehaletlerini, küfürlerini ispatlayacak sorulardan kaçınmala­rından sebep olmakta, ve laubali bir tavır takınarak enbiya (peygamberler) davasına, samimi bir düşünce ve tartışma ile yaklaşmayıp alay, tehdit ve itham yollarını seçmektedirler. Kur’an-ı Ke­rim, bu durumu oldukça net bir beyanla canlandırmıştır:

    <<…Kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler; İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapık… Ve işte gafiller onlar­dır.>>(3)

    <<Aklınızı kullanmıyor musunuz.?>>(4)

    <<Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var?>>(5) (6)

    Fadlullah şöyle devam ediyor: “Madem İslam bu derece hürriyet getiriyor, acaba, karşıt dü­şünceyi benimseyen bir insanın da, kendi düşüncesini –kabullenilsin veya kabullenilmesin- tar­tışmaya açmak üzere ortaya atamasına müsaade eder mi? Ya da, İslami düşünce dışında mey­danda boy gösterecek herhangi bir düşünceye izin vermez, müsamaha göstermez mi? Başka bir deyişle, İslam’da, fikir izhar etme ve bunu neşr ve tebliğ etme hürriyeti var mı? Cevap: bir kısım ulemaya göre, ‘İslam, böyle bir hürriyeti ve özgürlüğü tanımaz. Çünkü İslam dışındaki tüm karşıt düşünceler batıl düşüncelerdir. Batıla, davet ve neşr hürriyeti tanınması, batılı kamçılar ve bunun İslam toplu­munun pratik yaşantısına yerleşerek, kökleşip genişlemesine sebebiyet verir’ diye karşı çıkıyor­lar. Ama, biz meseleyi köklü ve tafsili olarak ele almayı düşünüp karşı tarafa şu soruyu yönelti­yoruz: acaba karşıt düşünceye, tebliğ ve neşr yoluyla yayma hüriyeti tanınması gerçekten top­lumsal bir sapmayı doğurur mu? Eğer doğurursa, acaba karşıt düşüncenin baskı altına alınması, buna ambargo konarak, ona nefes aldırılmaması söz konusu düşünceyi sona erdirir mi? İdlal (sapma) noktasında etkisiz hale getirir mi? Aslında mesele o kadar da vazıh ve açık değil! Çünkü, karşıt düşünce, bazen aleniyetten sıhriyete (açlıktan gizliliğe)dönüşmekte olup daha fazla ihti­mam kazanarak tüm dikkatleri kendi üzerine çekmekte ve halktan birçok kimseyi kendine bağ­layabilmektedir. Netice itibariyle, İslami düşüncenin kontrolünden çıkıp uzak kalmaktadır. Ama, eğer karşıt düşünce, aleni bir vaziyette ise, İslami düşüncenin kontrolü altında olur ki, İslam, icbar ve ikrah ile değil, değişik fikri üsluplarla, delil ve burhanlarla onu nasıl muhasaraya ve kontrole alabileceğini elbette çok iyi bilmektedir. Evet, geçen suale şu cevabı veriyoruz; fikir meydanındaki tartışma düzleminde tüm düşünceleri ortaya atmayı öngören düşünce özgürlüğü, sanıldığı gibi sürekli olarak toplumsal bir sapmayı doğurmaz. Hatta hak ve batılın karşılaştırıl­ması neticesinde, batıl tarafı sönük olarak ortaya çıkarken, hakk tarafı daha da küvetli görüle­bilmektedir.>>(7)

    Allame Fadlullah, aynı kaynakta şöyle devam ediyor:”eğer bu özgürlük, bazı olumsuzlukları doğurursa bile, mutlaka beraberinde daha çok ve etkin pozitifleri de doğurmaktadır. Biz, batıl düşünceyi de ortaya atmayı Kur’an metodunda açık bir şekilde müşahade ediyoruz. Kur’an me­todu; -gerek Allah ve Peygamber’e (s.a.v) yönelen putperestliğin, ilhadın ve şirkin fikriyatı olsun ve gerekse Kur’an’a yönelen ithamlar olsun, -<<Dediler: “Evvelkilerin masalları, onları yazdır­mış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor.”>>(8)_tüm bu batıl fikriyyatı gözümüz önüne serdetmiştir. Eğer düşünceye baskı uygulanması taraftarı olanlar kendilerin savunmaya kalkışa­rak, “Efendim, her ne kadar Kur’an o sapık düşünceleri zikretmişse de, ilmi ve vicdani bir tenkit ve red ile beraber zikretmiş böylece o sapık düşüncelerle sapmayı ve buna aldanmayı önlemiş­tir.” Diye ileri sürseler dahi, cevabımız şu olacaktır: Biz, tüm İslamcıları fikri tartışma sahasından çekilip uzak tutacak bir özgürlük biçimine çağırmıyoruz. Aksine fikri tartışma sahasına hareket ve direnç kazandıran bir hürriyet biçimine çağırıyoruz. Kur’an’ın ortaya attığı fikri tartışma ve kavrayış noktasında da insanın kabiliyet ve yeteneği elbette farklıdır. Onun için bir kısım insan­lar, fikri eksikliklerinden dolayı, Kur’an’ı yanlış anlayarak kendince Kur’an’da bir zafiyet buluyor veya bir şüpheye takılıp kalıyor, ya da, Kur’an’ı öyle bir mücmel görür ki, karşı tez kendisine daha vazih gelebilmektedir. Dolayısıyla kendisi sapıklığa kapıldığı gibi, başkalarını da kaptırır. Böylece görüyoruz ki, mesele olumsuzluklardan uzak olmaz ama, bir çok durumda gizliliğin olumsuzlukları açıklığın olumsuzluklarından daha fazladır>>(9)

    Devamla: “Pratik hayattan elde edilen deney ve tecrübeler gösteriyor ki, başka düşüncelere ambargo koymak suretiyle kendi düşüncelerini zorla egemen hale getiren insanlar, halk nezdinde kendi düşüncelerine kabul ve revaç kazandırmamıştır. Eğer, kendi düşüncelerine tanı­dığı özgürlüğü, başkalarına tanımış olsaydı, kendi düşüncesine matuf kabul ve revacı fazlasıyla sağlayabilirdi. İnsanlar, muhasaraya alınan düşünce ile beraber olmaktadırlar. Çünkü halk, bas­kıcı insanlarla beraber olmaktan daha ziyade, baskıya alınan ile beraber olmayı tercih etmekte­dir.>>(10) diyor.

    İşte yukarıda geçen sözlerden açık bir şekilde anlaşılıyor ki, Allame Fadlullah, hürr ve özgür bir tartışma ortamı, fikir ve inanç hürriyeti, tebliğ ve neşr hürriyetini benimseyerek, baskıcı ve diktatörlük anlayışını şiddetle reddetmektedir, baskıcıların ileri sürdükleri gerekçeleri de yanlış ve yetersiz bulmaktadır. Hakk ve batılın tartışmasından ve karşılaştırılmasından hakkın hakimi­yetinin daha kolay tecelli edebileceğine inanmaktadır. Allame Fadlullah, bu çağdaş ortamda, ilmi, siyasi ve kültürel alanda yüksek bir kapasiteye sahip olmakla beraber, aynı zamanda geniş bir ufka, çoklarından farklı keskin bazı nazariyelere sahip görünüyor.

    Mesela konumuza ışık tutabilecek ve belki konumuzun temel felsefesini teşkil edebilecek bir nazariye ‘difai cihad’ nazariyesidir. Yani Fadlullah’ın değinmek istediği nokta şu: İslam’daki cihad, ibtidayi(saldırı) değil, ancak difaidir, savunma savaşıdır. Her ne kadar fukahaların çoğun­luğu ibtidai görüşü kabullenmişlerse de, bir çok fukaha da difai görüşü savunmuşlardır. Seyyid Kutup, ibtidai görüşü savunurken, Bediüzzeman Said/i Nursi, Muhammed izzet Derveze gibi alimler de difai görüşü savunmuşlardır. Ben, bu görüşlerin şer’i deliller çerçevesinde münakaşa­sını yapmak ve tartışmasını açmak istemiyorum. Her ikisine de saygı duyuyorum. Çünkü içtihadi gö­rüştür. Ama kanaatimce difai görüş, davet ve hareket merhalesinin ruhuna, tabiatına daha uygun geliyor… Fadlullah da bunu vurgulamak istemiştir. Kendisi, cihad ile ilgili ayetleri, hadisleri ve Resulullah’ın savaşlarını, tüm bunları inceleyip değerlendirerek difai nazariyesine varıp şunu söy­lemiştir: “Eğer müşrikler Resulullah’ı rahat bırakıp dokunmasa, davet ve tebliğin önünde durup engellemese, çevresindekilere eziyet vermese, onları Allah yolunda çevirmek isteyip vatanların­dan çıkarmasalardı, orada savaş olmazdı, orada kital olmazdı.”(11)

    Ve yine şöyle diyor: “şu sonuca varıyoruz ki, islam’daki, harb yasası, insanları dine zorlamak için değil, belki inanç özgürlüğünü korumak içindir; diğer yanda da İslami devlet bünyesini koruma amaçlıdır.”(12)

    Evet, Allame Fadlullah, bu difai cihad nazariyesini savunmakla, bizi nereye götürmek istiyor? Acaba davet ve hareket merhalesinde olduğu gibi devlet merhalesinde de sakin, şefkatli bir uslub, metod düşünülebilir mi? Yahud o metod Mekke’deki davet ve hareket merhalesine, yani zaafiyet merhalesine özgü bir metod mudur?

    Bu konuda Fadlullah şöyle diyor: “Bazı müsteşrikler, şefkat, yumuşama ve hikmetle çağıran Kur’an’ın bazı ayetlerine yorum getirerek, “Efendim, bu ayetler güç kullanılmasına müsait ol­mayan muayyen bir zaman merhalesiyle alakalıdır.” tezini ileri sürmüşlerdir. Ama biz, bunun red­dini uzatmadan o müsteşrikleri Medine’de nazil olan bazı ayetlere havale edip gözden geçirme­lerini talep ediyoruz. O ayetlerin nazil olduğu dönemde, sürekli olarak fetih yapan, zafer kaza­nan genç İslam devletinin başında Resululllah (s.a.v) duruyordu. İşte ayetler:

    <<De ki, “Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin.” Eğer dönerseniz, ona gereken, kendisine yükletilen; size gereken de size yükletilendir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz. Peygambere düşen, sadece açık bir şekilde duyurmaktır.>>(13)

    << De ki: “ey insanlar, ben sizin için ancak bir uyarıcıyım.”(14)

    <<…İçlerinde pek azı hariç, daima onlardan hainlik görürsün. Yine de onları affet, aldırma, çünkü Allah, güzel davrananları sever.>>(15)

    Sir Thomas Arnold, ‘İslam Çağrısı’ adlı kitabında bu gerçeği itiraf etmek zorunda kalmıştır ve şöyle demiştir: “Müsamahayı belirleyen ayetlerin nazil olduğu dönemde, Resulullah ve berabe­rindekiler, daha yeni gözlerini açan, küçücük, pasif bir kitle değillerdi. Bilakis gücün zirvesinde bir adam olmakla beraber, yüksek ta’zime sahip bir devlet başkanlığı konumunda idi ve karar verdiği herkesi karşısında rahatlıkla istihdam edebilecek muti, Salih bir asker gücüne sahip olup yönlendirebiliyordu.” Demek ki İslam’daki müsamaha olayı zamana bağlı olarak merhale tabiatının doğurduğu bir olay değildir.>>(16)

    Şu noktayı da bilmeliyiz ki, İslam’ın, fikir ve inanç özgürlüğünü kabul etmesi, aklı ifsad edici, İs­lam’ın öngördüğü 5 temel hak ve hürriyetten biri olan ‘aklın korunması’ ilkesini ihlal edici bir takım zararlı batıl inanç ve düşüncelere, akıl ve mantıkla bağdaşmayan bozguncu fikriyata mü­samaha göstermesi anlamına gelmemelidir. Cisimlere sirayet edebilecek, bulaşabilecek zararlı hastalıkların bulaşmasına müsamaha gösterilmediği gibi aklı ifsad edebilecek bazı mikrop ve hastalıklara da müsamaha gösterilemez. Birçok gayr-ı İslami basında görülen yalan, iftira, sap­tırma, gerçekleri tahrif etme gibi fikirlere alakası olmayan müfsid, müshil akıl ve ruh enfeksi­yonları gibi…

    Bütün bunlardan sonra akla şu soru gelebilir: İslam’ın mürtede karşı getirdiği cezai müeyyide, İslam’ın kişiye tanıdığı inanç özgürlüğüne ters düşmez mi? İkisi arasında bir çelişki olmaz mı?

    İşte burada, İslam şeriatı ve hukuk dokturu ve aynı zamanda İslam İşleri Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Dr. Cemaleddin Muhammed Mahmud, hulasa olarak şöyle diyor: “Malum olduğu gibi şer’i bir ilke olduğu üzere; küfür, bizatihi kanı helal kılmaz. Çünkü, aynı zamanda İslam şeriatı, gayr-ı Müslimlere ve kafirlere–Hıristiyan olsun, Yahudi olsun- inanç özgürlüğünü tanıyıp onları kendi teminatı altına almıştır. Ama, burada mühim bir gerçek vardır ki, bu gerçek, irtidat cezası gerektirmektedir. Şöyle ki; İslam dini, sosyal nizam ile sıkı bir irtibat içersinde olmayan Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi semavi dinlere benzemez. Gerek Yahudilik ve gerekse Hıristiyanlığın, sosyal nizamla hiçbir irtibatı yoktur. Bundan dolayı, inançları ile uydurdukları sosyal nizamları arasında herhangi bir çelişki düşünülemez.

    Ama, İslam’dan dönmek, irtidat etmek, inancı ve akideyi reddetmek anlamına geldiği gibi, göl­gesinde-himayesinde yaşayacağı İslam’ın sosyal nizamını reddetme, karşı çıkma, isyan etme anlamına da gelmektedir. İrtidat ile İslam’ın sosyal nizamı arasında insicam, tevfik sağlaması mümkün değildir, çünkü İslam’ın sosyal nizamı akide temellerinden oluşup çıkmaktadır. İrtidat olayıyla mürted, tamamen toplum nizamını karşısına almış, isyan ve huruç (kıyam) etmiş sayıl­maktadır. Velev ki, İslam toplumuna karşı fi’ilen yıkıcı, savaşçı durumunda olmasa bile… Çünkü, bazı alimler, dinin değiştirilmesi ile İslam toplumuna karşı savaş açılması arasında bir mülazemet –karşılıklı gerekirlik- olduğunu söylemişlerdir. Yani “din değiştirmek, aynı zamanda topluma savaş açmak demektir.” Diye düşünüyorlar.”(17)

    İrtidat ile İslam toplumuna karşı savaş açma arasındaki bağlantıya, İmam Şafii’nin bizzat ken­disi de işaret etmektedir.(18)



    Dipnotlar:

    1-Teemmülatün fi’l Hürriyyeti’l Fikriyyeti ve’s-Siyasiyyeti fi’ İslam,Allame Fadlullah, s:62

    2-Üslubü’d Da’veti fi’l Kur’an, s:6

    3-‘Araf Suresi:179

    4-Bakara Suresi:44

    5-Muhammed Suresi:24

    6-Teemmülat…, Allame Fadlullah, s:63

    7- Teemmülat…, Allame Fadlullah, s:65

    8-Furkan Suresi:5

    9- Teemmülat…, Allame Fadlullah, s:66

    10- Teemmülat…, Allame Fadlullah, s:67

    11- Üslubü’d Da’veti…, Allame Fadlullah, s:122

    12- Üslubü’d-Da’veti…, Allame Fadlullah, s:134

    13-Nur Suresi:54

    14-Hacc Suresi:49

    15-Maide Suresi:13

    16- Üslubü’d Da’veti…, Allame Fadlullah, s:167

    17-El İslamu ve’l Müşkülatü’l Siyasiyyeti’l Mu’asireh, Cemaleddin Muhammed Mahmud, s:197

    18-El Ümm li’ş-Şafi’i, Darü’l Me’rifeh, c:6, s:156-Darü’l Fikr, c:6, s:180-Me’rifetü’s-Süneni ve’l Asari li’l Beyhaki, c:6, s:297


    La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!
YUKARI ÇIK
Çalışıyor...
X