Aile hayatımdaki dindarlığın etkisiyle okuldaki İslami hareketliliğe doğal olarak ilgi duydum. Öte yandan da Risale-i Nur derslerine katılırdım. Nurculara olan ilgim, babamdan ve Diyarbakır'daki büyük ağabeyimden kaynaklanıyordu. Büyük ağabeyim de Nur derslerinin müdavim katılımcılarından biriydi..
Sitemiz ve fıtrat.com yazarlarından, İslami camianın saygın ve öncü isimlerinden biri olan sayın Zeki SAVAŞ ile ülkemiz, gündemimiz, İslamcılar, Kürt sorunu, AKP iktidarı, yazdığı kitabı ve çalışmaları hakkında bir söyleşi yaptık. Uzun ve hoş sohbetimizi fotoğraflarla süslemek isterdik ama bu, mümkün olmadı. Röportaj iki bölüm halinde siz değerli okuyucularımızla paylaşılacaktır. Uzun süredir yurt dışında yaşamak zorunda kalan Zeki SAVAŞ’ın daha yakından tanınmasına ve fikirlerinden istifade edilmesine vesile olması dileğiyle…
*Ne kadar süredir yurtdışındasınız, en çok neleri özlediniz?
17 yıldır yurt dışındayım. En çok özlediğim şey, özgürlük sorunlarını çözmüş ülkemde hür olarak yaşamaktır.
* Okuma ve ilim tahsili, İslami Hareketle tanışma serüveninizden söz edebilir misiniz?
Mütedeyyin bir ailede dünyaya geldim. Rahmetli babam, Said-i Nursi/Kürdi’nin hayatta olduğu zamanlardan onun Osmanlıca yazılmış eserlerini okumuş, sonuna kadar da eski elifbayla yazılan risaleleri okurdu. Sırf Risale-i Nur kitaplarını okuduğu ve bulundurduğu için jandarma tarafından gözaltına alınmışlığı olmuştur. Yani Bediüzzaman'ının düşüncelerinin tesiri altında olan bir ailenin mensubu olarak büyüdüm.
Tahsil hayatıma doğup büyüdüğüm köyde başladım İlk okulu bitirdikten sonra birkaç yıl gecikmeli olarak 1978 yılında Diyarbakır İmam-Hatip Lisesi'ne, daha doğrusu orta kısmına kayıt yaptırdım. Dolayısıyla sınıf arkadaşlarıma nisbetle yaşım büyüktü. O zamanlar İmam-Hatip, tamamen Milli Türk Talebe Birliği ve Akıncılar'a bağlı gençlerin etkisi altındaydı. Sol hareketlere mensup sadece birkaç kişi vardı. Şehid Mehmet Dayan, merhum Filit Girişen ve onlar gibi çok sayıda değerli ve cevval gençler vardı. O günkü Türkiye'nin genel durumuna paralel olarak İmam-Hatip de oldukça siyasi ve hareketliydi. Zaman zaman sol gruplar okulun bahçesine girip bildiri dağıtırlardı. Bazen silahlı saldırılar da olurdu.
Aile hayatımdaki dindarlığın etkisiyle okuldaki İslami hareketliliğe doğal olarak ilgi duydum. Öte yandan da Risale-i Nur derslerine katılırdım. Nurculara olan ilgim, babamdan ve Diyarbakır'daki büyük ağabeyimden kaynaklanıyordu. Büyük ağabeyim de Nur derslerinin müdavim katılımcılarından biriydi..
Ortaokul boyunca birbirinden farklı olan bu iki akımın aktiviteleri içinde yer aldım. Elbette 80 Darbesinden sonra okuldaki gençlik bağımsız bir grup olarak çalışmalarını sürdürüyordu. Orta üçüncü sınıfta iken Nurcular bana iki taraf arasında tercih yapmam gerektiği yönünde baskı yaptılar. Ben de o tarihten sonra Nurcuların çalışmalarına katılmadım. Yani siyasi bir tercihte bulundum. Yaşıma göre zor bir tercihti.
İslami hareketle tanışmam, ortaokul birinci sınıftan başlayan ve zaman ve zemine göre değişimler göstererek bugüne kadar gelen bir süreçtir.
Okuma meselesine gelince, orta birinci sınıftan itibaren İslami eserler okuyorduk. Lise ikinci sınıfa geldiğimde Arapça bilmeden, İslami ilimlere vakıf olmadan köklü ve etkin çalışmalar yapılamayacağı kanaati oluştu bende. Bu düşünce sonucu lise ikinci sınıfın sonlarına doğru şehid Molla Ubeydullah'ın yanında dört arkadaş Arapça ders almaya başladık. Mısır kaynaklı ve sanırım oranın eğitim sisteminde okutulan iki ciltlik bir kitapla başladık. Yani klasik eğitimle başlamadık.Şehid Molla Ubeydullah'ın Arapçası da çok iyiydi ve iyi öğretiyordu. Kısa sürede çok mesafe kat ettik. Liseyi bitirene kadar yaz kış kesintisiz devam ettik.
Bu süreçte Kürdistan'daki medreseleri de öğrenci imkanlarımla görmeye çalıştım. 1985 yılında liseyi bitirince yaz tatilinde Batman'daki bir medreseye gittim ve klasik eserlerden ders almaya başladım ve aynı yaz üniversite sınavında Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dil ve Edebiyatı Bölümünü kazandım. Üniversite başlayınca yine Molla Ubeydullah'ın yanında modern eserlerden ders almaya devam ettim. Ne var ki, üniversite hayatı başlayınca bir ikilem arasında kaldım.
*Nasıl bir ikilem ?
O yıllar çok canlı, heyecanlı ve maksimum düzeyde aktivitelerin olduğu bir dönemdi. İslami ilimleri tahsile ağırlık verme ile siyasi aktiviteler arasında adeta tercihe zorlandım. Bu zorlama kendi içimdeydi. Kendi kendim ile hesaplaşıyor, hangisinin daha doğru olacağı, hangisinin tekalif-i şer'iyenin edasına daha uygun düşeceği konusunu muhasebe yapıyordum ve hiç kimseyle de bu konuda müşaverede bulunmuyordum. Hiç kimse de bana bu konuda bir telkinde bulunmuyor, yardımcı olmuyordu. İlmi faaliyetlere, kişisel donanımıma ağırlık versem, siyasi sorumluluklarımın önemli bir kısmını askıya almam gerekiyordu. Siyasi alana yönelsem, ilim tahsili cihetindeki faaliyetleri askıya almak zorunda kalıyordum. İçinde bulunduğum koşulları yangının içinde yer alan bir insana benzetiyordum. Elimdeki kovada az bir su vardı. Bu az su ile yangını söndürmeye mi koşmalıyım yoksa kovamı doldurduktan sonra mı yangını söndürmeye gitmeliyim diye çok düşündüm. Sonunda tercihimi, zorunluluğuna inanarak yangını söndürmeye gitmekten yana koydum ve artık okul sürecinde İslami ilimlerin tahsiline devam edemedim. Üniversite hayatı boyunca sadece yaz tatillerinde medreselere gidiyordum.
Üniversiteyi bitirince artık yaz tatillerinde de medreseye gidemedim. Her geçen gün sorumluluklar ağırlaşıyordu. Ta ki, yurt dışına gidene kadar. Yaklaşık iki yıl da yurt dışında medreseye devam ettim ama yine benzer sebeplerden ötürü devam edemedim.
Üniversite yıllarından sonra Farsça öğrenmeye başladım. Arapça bildiğim için Farsça'yı kısa sürede öğrendim.
Kısacası, kovamızı doldurmak nasip olmadı. Düzenli ve kesintisiz bir İslami eğitim imkanını tercih edemedim. Doğru mu yaptım yoksa yanlış mı tam bilemiyorum ama dönüp geriye baktığımda kişisel donanımı tamamladıktan sonra bütün zamanımı ideallerime ayırmak daha verimli olabilirdi diye düşünüyorum. Allah u alem.
*İkilemden söz etmişken bazı Kürt gençlerinin yaşadığı gibi sol harekete katılma ile islami harekete katılma arasında hiç ikilem yaşadınız mı? İslami kesimin kitleselleşme ve güç yönünden sol hareketten geride olması ve büyük kesiminin Kürt sorununda adil ve hakkaniyetli bir tavır göstermemesi gençlerimizi bazen böyle bir ikileme itiyorda…
Hayır hiç böyle bir ikilem yaşamadım. Daha orta okulda iken solcularla, Apocularla tartışırdım. 1980'den önceydi. Köydeyken evimize Apocu militanlar gelmişti. Onlarla da fikri tartışmaya girdiğimi hatırlıyorum. Eleştirilerim solun dine karşı tutumuyla ilgiliydi daha çok.
*Kemal Burkay örneğinde olduğu gibi siyasi suçlular ile sürgün edilmiş insanlarımızın geri dönüşlerine tanık olduğumuz bu günlerde dönme umudunuz var mı?
Umut ayrı, realite ayrıdır. Arapların çok hoşuma giden bir deyimleri var: Küllü şeyin yerciu ila aslihi. Yani her şey aslına döner. Günümüz dünyasında herkes sadece bir yere aittir. Dünya küçüldükçe, modern bir köye dönüştükçe aidiyetler de küçüldü. Kadim zamanlarda dünya büyüktü, aidiyetler de büyüktü. İstediğiniz yere gider, dilediğiniz yerde ikamet eder, hayatınızı ve mücadelenizi sürdürürdünüz. Ne pasaport ne vize ne de vatandaşlık sorunu vardı. Şimdilerde öyle değil. Ait olduğunuz yerden çıktığınızda adeta bir bütün olan bir mekanizmadan kopmuş bir parça haline geliyorsunuz. Gittiğiniz yere eklemlenemiyorsunuz. Dünyanın neresine gitseniz, siz artık bir yabancısınız. Gittiğiniz yerde muvakkat, geçicisiniz. Mahdudiyetlerle kuşatılmış, kendi bütününden kopmuş ama başka kümelere de eklenemeyen bir konumdasınız. Kesretin içinde vahdeti yaşarsınız.
Bu durum, Avrupa'da, Amerika'da Afrika'da, Asya'da kısaca dünyanın her yerinde böyledir. Hatta vatandaşlık veren bazı ülkeler bile, ikinci sıradan vatandaşlık veriyorlar. Yani vatandaşlık alsanız bile, yine de yabancısınız ve mahdudiyetleriniz vardır. Modern dünyanın bu durumu, kaçınılmaz olarak herkesi uygun koşullar oluştuğunda ait olduğu yere dönmeye zorlar. Başka şansınız yoktur. Yani her şey aslına döner. Ben de koşulların uygun hale gelmesi durumunda doğal olarak aynı kurala tabiyim.
Bir de olayın fıtri boyutu var. Her insan doğduğu, bedel ödediği yere dönmek ister. Oraya olan ilgisi, fıtridir. Buna ne kimse engel olabilir ve ne de kimse bu hakkı insandan alabilir.
Ülkemiz hem kaos hem de değişim ortamı içinde yuvarlanıp duruyor, Türkiye’nin geleceğini genel bir değerlendirmeye tabi tutalım sonra tek tek konulara geçelim.
Bir ülkede kaos varsa, yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir. Mevcuda itiraz ve değişim arzusu, kaosa yol açabilir. Değişim başladığında da bu süreç sancılı olur. Türkiye on yıldan beri bir istihale, değişim ve dönüşüm yaşıyor. Türkiye'deki değişim, genel hatları itibariyle olumludur ancak değişimin hızı ve niteliği, birikmiş sorunların çözümünü beklenen sürede gerçekleştiremiyor. Sancıları olan bir hastanın yavaş ilerleyen tedavisi gibidir. Tedavinin hızı, sancıları kesemiyor. Daha hızlı, daha cesur ve daha radikal bir iyileştirme ihtiyacı kendini dayatıyor ve bu ihtiyaç karşılanamayınca yeni sıkıntılar oluşuyor.
Türkiye'nin geleceği, bu istihale sürecinin hızına ve muhtevasına bağlıdır. Daha hızlı ve doğru bir istihale süreci yaşanırsa, büyük ölçüde temel sorunlar bir çözüme bağlanabilir. Aksi halde daha sıkıntılı günleri tecrübe edebiliriz.
Bölgesel gelişmeler de bu süreci pozitif veya negatif yönde etkileyebilir. Suriye konusu, bölgesel bir krize dönüşerek Türkiye'deki değişim sürecini te'sir altına alabilir. Türkiye, Suriye üzerinde olumlu bir etki bırakırsa, bu iç değişime olumlu katkı yapar aksi durum, içerideki sıkıntıları katmerleştirebilir.
*Bundan on yıl önce İslami kesim önemli bir muhalif unsurdu Türkiyede. Sizce AKP nin iktidarı ile bu muhalefette bir değim yaşandı mı, İslamcı kesimlerin AKP ye angaje oldukları eleştirisine nasıl bakıyorsunuz?
On yıl önce İslami kesimin önemli bir muhalif unsur olduğu konusu tartışılabilir. Neye göre böyle bir tesbitte bulunuyoruz? On yıl önceki İslami hareket örneğin Türkiye'de neyi değiştirebildi? Hangi alanlarda rejim üzerinde baskı unsuru haline gelebildi? Kendi hedeflerini gerçekleştirme yönünde legal veya illegal alanlarda ne tür eylemler ve etkinlikler ortaya koyabildi? Bence bu soruların somut karşılığı yoktur.
On yıl önce İslami kesimin kendi içinde bir dinamizmi vardı. Bir cevvaliyeti vardı. Kümeler halinde bir potansiyel oluşuyordu. Ama bu cevvaliyet ve potansiyel ne legal siyasi alanda ne de illegal alanda rejimle karşı karşıya gelecek bir çıkış yapma sürecine gelemedi. Rejimin irtica tehditleri, kendi totaliter varlığını sürdürmek içindi yoksa ortada rejimi gerçekten tehdit edecek bir eylemlilik gücü yoktu.
İslami kesimin alternatif gibi gözükmesi, biraz da dünya konjonktürü ile ilgiliydi. İran İslam devriminin etkisiyle dünya sathında bir İslami dalga ve onun etkileri vardı. Bu heyecan Türkiye'de de vardı ve laik kesimde de bir korku söz konusuydu. Ama bu korku, potansiyel bir tehditle ilgiliydi. Kinetik halde olan bir tehdit yoktu.
Ak Parti ile İslami muhalefette bir değişimin yaşanıp yaşanmaması konusuna gelince, bu değişim süreci sadece İslami muhalefeti değil, tüm muhalefeti etkiledi. Sol kaynaklı Kürd hareketlerinden Türk soluna, liberallerden laiklere kadar herkeste bir tür değişim yaşandı ve yaşanmaktadır. O zaman Öcalan'ın adını yazmak suç iken, bugün devletin kendisi Öcalan ile resmen müzakere yapıyor. Liberaller İslamcı olarak algılanan ama gerçekte muhafazakar olan bir partiyi ve iktidarı destekliyor. O zamanlar bir onbaşı sorgulanamaz iken şimdi onlarca general cezaevine gönderiliyor. Böylesine kapsamlı toplumsal değişimin yaşandığı bir yerde herkes bir şekilde bu süreçten etkilenir.
Ak Partinin etkisi, Türkiye ile de sınırlı kalmadı. Tunus'ta Adalet ve Kalkınma Partisi adında iddialı bir parti kuruldu. Mısır'da İhvan'dan Halid el-Zafarani aynı isimle parti kurmakla kalmadı AK Partinin programının aynısını aldı. Oysa 1960'lardan 1990'lara kadar Türkiye'deki Müslümanlar düşünsel olarak İhvan'ül Müslimin hareketinden besleniyordu. Katılalım veya katılmayalım şimdi tersinden bir etki ve tesir söz konusudur.
Ak Parti iktidarının öncülüğünü yaptığı değişim süreci Türkiye'deki İslami kesimler üzerinde önemli ölçüde etki bıraktı. Nedeni de şudur: Ak Parti iktidarı, rejimin totaliter ve militarist yapısına neşter vurdu ve cumhuriyet tarihinde hiçbir iktidarın cesaret edemediği hamleleri yaparak yapısal değişikliklere gitti. Ak Parti kendini muhafazakar demokrat olarak tanımlasa da birinci derecede sosyolojik anlamda muhafazakar ve dindar kesimin desteğini alan bir partidir. Dolaysıyla rejimin yapısını değiştiren güç, muhafazakar ve dindar kesim sayılmaktadır. Liberallerin ve solcuların başaramadığını muhafazakar ve dindar kesim gerçekleştirdi. Bu durum, ister istemez muhafazakar ve dindar kesimi Ak Partiyi desteklemeye yöneltti ve kaydedilen başarılarda kendilerini ortak görme hissini doğurdu. Doğal bir sahiplenme ve ortaklık duygusu gelişti.
Muhafazakar kesim tamamen kendini Ak Partiye verdi, kendini iktidarda gördü ve sağlanan başarının ortağı saydı.
Esas sıkıntıyı rejimin kökten ve esastan değişimini ve İslami temeller üzere yeniden yapılanmasını öngören inkılapçı diye tanımladığımız kesimler yaşadı ve yaşamaktadır. Bu kesimler, bir yandan yapılan iyileştirmelere ve değişim sürecine hayır diyemedi ve diyemezdi de. Çünkü hiçbir Müslüman zulmün azaltılmasına, baskının kalkmasına, militarist egemenliğin yıkılmasına hayır diyemezdi. Bu sebeple açıktan veya zımnen değişim sürecine destek verdi ama öte taraftan değişim süreci, inkılabi dediğimiz yöntem ve hedeflerin gerilemesine neden oluyordu ve olmaktadır. Ak Partinin legal ve yasal siyasi alanı kullanarak yaptığı değişimi bugüne kadar hiçbir legal ve illegal hareket yapamamıştı. Bu durum, çok ciddi anlamda toplumsal bir destek oluşturdu Ak Parti için. Yüzde elli ve üzerinde toplumsal destek alan ve bu desteği siyasal alanda toplumsal değişime dönüştüren bir hareketin varlığı, kaçınılmaz olarak diğer tüm yöntem ve hareketlerin sahip olduğu hedeflerin erişilebilirliğini mensupları arasında sorgular hale getirdi.
Bu süreçte İslami kesimden de önemli ölçüde Ak Partiye kaymalar oldu. Çünkü Ak Parti devrimi değil ıslahatı esas almıştı. Doğal olarak riski azdı. Islahatta başarılı olunca, yanında da maddi imkanlar ve makamlar sunulunca bir çok şahsiyet hat değiştirdi. Bu biraz da toplumsal karakterimize ve geleneğimize de uygun düşüyordu. Türkiye toplumunda daha genel anlamda Ehl-i Sünnet camiasında devrimci değişimden çok ve tabandan tavana değişimden ziyade yukarıdan yani devlet eliyle yapılan değişim geleneği ağır basar. Muhafazakar Ak Parti böyle bir süreci başlatınca kültürel genlerimizdeki bu yaklaşım kendini açığa vurdu ve önemli ölçüde bu çizgiye ve yönteme katılımlar oldu.
Sonuç olarak tamamen olmasa da kısmi bir angajenin varlığı inkar edilemez..
*İslami Hareketlerin bugünkü durumuna nasıl bakıyorsunuz, neden 90' lı yılların kitleselleşme sürecinden geriye gidildi ve neden eski hareketlilikleri yok?
Eğer maksadınız Türkiye'deki İslami hareketler ise, bir defa 90'lı yıllarda İslami hareketlerin kitleselleştiği kanısına katılamayacağım. Eğer maksat, merhum Erbakan Hoca'nın partisel faaliyetleri ise ki sanmıyorum, o partinin devamı veya o partiden doğan yeni kuşak bugün Türkiye'yi değiştirecek kadar güçlüdür. Dolayısıyla bir gerileme değil, ilerleme vardır. Eğer maksadınız, inkılabi kesimler ise, bu çerçevedeki oluşumlar kitleleri arkalarına alacak kadar güçlenemedi. Kitleselleşmek kolay yakalanabilecek bir düzey değildir. Güçlü bir önderlik, geleceğe dair umut veren ve teorik alt yapısı kuvvetli bir toplumsal proje ve eylemlilik gerektirir. Bu üç unsur eğer milyonların desteğini alırsa, kitleselleşmeden söz edilebilir. Hangi İslami grup milyonların desteğini alabilecek çapta bu özelliklerini açığa çıkarabildi? En güçlü İslami grupların taraftar sayısı onbine ulaşmazdı ve bunların çoğu devletin bir müdahalesiyle çözülebilecek kadar zayıf ve deneyimsizdi. İsim vermek istemiyorum ama somut örnekleri de yaşandı. Kendilerini devrimin eşiğinde görenler, bir operasyonla on yıl toparlanamayacak düzeyde gerilere gittiler. Kendilerini 'dipten ve alttan gelen dalga' olarak tanımlayanlar, bir operasyonla dalgalara kapıldılar. Bu tanımı yapan şahsiyet de şimdilerin önemli bir bürokratı oldu.
Dolayısıyla kitleselleşme süreci yaşanmadı ki, o süreçten geriye gidilmiş olsun.
Sorunuzun 'eski hareketlilikleri neden yok' kısmına gelince, bunun nedenlerinin bir kısmını önceki soruların cevabında verdim. Önemli nedenlerden biri yaşanan değişim sürecidir.
Bir diğer nedeni, inkılapçı Müslümanlar inkılapçı, devrimci hedeflere sahipti. Ne ki, içinde bulunduğumuz ve tevarüs ettiğimiz koşullar bu hedeflerimizi mevcut halimizle gerçekleştirmeye imkan vermeyecekti ama hepimiz bunu o dönemde idrak edemedik. İslami temelde köklü bir değişim öngörülüyordu ama bu değişimin ihtiyaç duyduğu temel unsurlardan mahrum idik. Devleti hedefleyen İslami bir harekete İslami bir önderlik lazım. İslami önderliğin oluşması için İslami bir mektebin olması gerek. Devleti hedefleyen İslami bir harekete İslam'dan neşet eden ve çağın ihtiyaçlarını karşılayan bir proje lazım. Bu temel ihtiyaçları karşılayacak alt yapı ve imkanlardan tamamen mahrum olan İslami grupların saptadıkları hedeflere kısa ve orta menzilde ulaşamayacakları bedihidir.
Kanaatimce bu gerçek görüldü ama kimse bu gerçeği tartışmaya açmak istemedi, yerine uygulanabilir yeni yöntemler geliştirme konusunu gündeme almaya cesaret edemedi. Cesaretle geçmişimizi değerlendirip geleceğe dair yeni ve uygulanabilir metodları tartışmak yerine sessizce ve yüksek sesle konuşmaktan çok, daha küçük ve mütevazi hedeflere yönelme oldu. Yani teşhislerimizdeki isabeti tartışma ve değerlendirme cesareti gösterilmedi. Oysa ki, tarihimiz dikkate alındığında teşhisteki isabetsizlik doğaldı. Bunu tartışmak zaaf değildi. Bence asıl zaaf, bunu tartışmaktan kaçınmaktı. Bu sessizlik içinde dağılmalar, kaymalar, hat değiştirmeler yaşandı. Doğal olarak eski hareketlilik olmaz. O günkü hedeflere olan inanç bugün yok ki, aynı hareketlilik olsun. Ama bu ciddi bir yanlıştır. Temel değerlerimizde hiçbir değişiklik olmadı ve olamaz da. Allah'a giden yollar çoktur. Bir yolda başarısız olunca, yeni yolları aramak yerine sessizlik tercih edildi kanaatimce.
İslami hareketlerden maksadınız dünyadaki tüm İslami hareketler ise, bir gerilemeden değil, değişimden ve bu değişim içindeki dinamizm ve kazanımlardan söz etmek mümkündür. Tunus'tan Suriye'ye kadar uzanan çizgideki halk ayaklanmalarının baskın sloganları İslamidir. İnsanlar Allah u Ekber nidalarıyla şehit oluyor ve bu tekbirlerle defnediliyor. Cuma namazları ve Cuma günleri diktatörlerin korkulu rüyası haline geldi. Bu gelişmeler, gerilemenin değil, ilerlemenin göstergeleridir. Ama şu farkı gözden kaçırmamak lazım. Bugünkü kıyamlar, herkese adalet ve özgürlük içindir. Adalet ve özgürlük içinde birlikte yaşam için meydanlara iniliyor ve şehid veriliyor.
*Biz Neyi Talep Ediyoruz” isimli kitabınızla Türkiye'de Müslümanların yaşadığı sorunların çözümüne yönelik somut talepler ortaya koydunuz. Bugün gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Müslümanların dini yaşamla ilgili sıkıntıları ve çözüme yönelik talepleri bugün ne olmalı sizce?
Önce bu kitabı yazmamın nedenlerine kısaca değineyim. 1990 ila1994 yılları arasında Kürdistan'da tecrübe ettiğimiz acı ve büyük olaylardan ve de 15 yıllık deneyimimden sonra Türkiye'deki İslami hareketlerin hedefleri ve bu hedefler ile vakıiyet arasındaki ilişki zihnimi meşgul etmeye başladı. Uzun yıllar konu üzerinde düşündüm ve gelişmeleri izledim. Arkasından 28 Şubat post modern darbe sürecindeki gelişmeleri ve sonuçlarını yakından gözlemlemeye çalıştım. Pratikte eski hali sürdürmeye çalışırken zihnim yeni arayışlar peşindeydi. Eski halin muhal, ya yeni hal ya da izmihlal olacağı neticesine ulaştım ve 2001 yılında bu kitabı yazmaya başladım. O zaman daha Ak Parti kurulmamıştı. Dolayısıyla bu çalışmam, Ak Parti'nin başlattığı değişim sürecinden önceydi.
Kitabın özünde şu var:
İnkılapçı Müslümanların belirledikleri İslam devleti hedefiyle sahip oldukları güç arasında ciddi bir uyumsuzluk vardı. Bütün temel haklarından mahrum bırakılmış, bütün temel hakları gasp edilmiş, dini imkanlarını kullanma hakkı ellerinden alınmış ve mahdudiyetlerle kuşatılmış bir durumda iken böyle bir hedef belirleyip onu deklare etmek ve o hedefe doğru bir aktivite içine girmek gerçekçi değildi. Bunu sözünü ettiğim tarihlerde idrak etmeye başladım. Böyle bir saptamaya, gerçekte kendi koşullarımızı değerlendirerek ulaşmadık. Diğer İslam ülkelerindeki gelişmelerden yola çıkarak ve oralardaki gelişmelerin etkisinde kalarak ulaştık. Diğer ülkelerdeki gelişmelerden etkilenirken o gelişmelerin tarihsel süreçlerini analiz etmek yerine sonuçlarına baktığımız için hedeflerimizle gerçekliğimiz arasındaki derin farkı göremedik.
Kitabın özünde hedeflerin uygulanabilir ve erişilebilir hale getirilmesi vardır. Devletten önce sivil halk olarak dinimizi yaşayabilecek, onu koruyabilecek, yaşatabilecek, kurumsallaştırabilecek haklarımızı geri almamız gerekiyor. Mektebimizi inşa etmemiz gerekiyor ki, İslami temelde bir güce, bir önderliğe, kurumlara, toplumsal idareye alternatif sunabilecek teorik birikimlere ve projeler sunma gücüne ulaşalım. Bu güce ulaştıktan sonra köklü bir toplumsal değişiklik için koşulların uygun olup olmadığı, toplumun böyle bir değişime hazır olup olmadığı konusu gündeme gelir. Sizde bu güç yoksa, koşullar uygun olsa da o uygun koşulları hedeflerinize doğru yönlendiremezseniz.
Ak Parti'nin başlattığı değişim sürecinde sözünü ettiğim taleplerin çok az bir kısmı gerçekleşti ve bu başarı tabandan gelen örgütlü bir baskının sonucu olmadı. Aksine tavandan yani iktidar eliyle yapıldı. Elbette ki toplumsal talep bu sürece önemli destek verdi. Toplumda talep vardı ama baskı yoktu. Değişim yukarıdan olunca, aşağıdan da destek gördü.
Yaşadığımız on yıllık değişim sürecinde dile getirdiğim Müslümanların temel haklarından hiç biri henüz gerçekleşmiş değildir. Sadece bir yumuşama ve baskının azalması söz konusudur. Bu taleplerin en basiti olan tesettür sorunu bile henüz çözülebilmiş değildir. Devletin din üzerindeki kontrolü ve baskısı aynen devam ediyor. Müslümanların devletten bağımsız dini kurumlar oluşturma, dini eğitim kurumları ihdas etme, camileri sivilleştirme gibi imkanları yoktur. Dinden neşete eden vakıf mallarına devlet el koymuş ve maddi kaynaklarımızı kurutmuştur.
Bu değişim sürecinde gasp edilmiş haklarını geri alma konusunda en pasif kalan kesim bence İslami duyarlılığı olanlar oldu. Herkes kendi haklarının kavgasını verirken biz temel haklarımızı savunmuyor, hatta gündeme bile getirmiyoruz.
Somut bir örnek vereyim:
Buyurun lütfen;
Dinde derinleşmek için dini bir eğitim kurumu açmak isteseniz bunun yasal alt yapısı yok. Böyle bir hakkınız yok. Yasak. Kaçamak yollara başvuruluyor. Bir vakıf kuruluyor ve Kur'an kursu veya yurt adı atında cılız bir takım faaliyetler yapılıyor. İktidar değişse, bir şikayet üzerine milletten aldığınız yardımla yaptığınız vakıf bir hakimin iki cümlesiyle sizden alınıp Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredilir. Bu şartlarda ne yapabilirsiniz? Nasıl dinde derinleşmiş insanlar yetiştirebilirsiniz? Din temelinde nasıl bir bilgi üretebilirsiniz? Müçtehid nasıl yetiştirebilirsiniz? Dini önderliği nasıl oluşturabilirsiniz? Toplumu devlete karşı hangi kurum ve önderliklerle ve şahsiyetlerle koruyabilirsiniz? Bunları sorgulamıyor, gasp edilen bu en doğal hakkımızın kavgasını vermiyoruz. Ortam bu türden haklarımızı istemeye ve bunun kavgasını vermeye çok uygun olduğu halde sanki hiç böyle bir kaygı yokmuş gibi bir hal var. Süreci esef ve kaygıyla izliyor, elimden geldiğince esasa ilişkin bu türden konuları gündeme getirmeye çalışıyorum.
Sitemiz ve fıtrat.com yazarlarından, İslami camianın saygın ve öncü isimlerinden biri olan sayın Zeki SAVAŞ ile ülkemiz, gündemimiz, İslamcılar, Kürt sorunu, AKP iktidarı, yazdığı kitabı ve çalışmaları hakkında bir söyleşi yaptık. Uzun ve hoş sohbetimizi fotoğraflarla süslemek isterdik ama bu, mümkün olmadı. Röportaj iki bölüm halinde siz değerli okuyucularımızla paylaşılacaktır. Uzun süredir yurt dışında yaşamak zorunda kalan Zeki SAVAŞ’ın daha yakından tanınmasına ve fikirlerinden istifade edilmesine vesile olması dileğiyle…
*Ne kadar süredir yurtdışındasınız, en çok neleri özlediniz?
17 yıldır yurt dışındayım. En çok özlediğim şey, özgürlük sorunlarını çözmüş ülkemde hür olarak yaşamaktır.
* Okuma ve ilim tahsili, İslami Hareketle tanışma serüveninizden söz edebilir misiniz?
Mütedeyyin bir ailede dünyaya geldim. Rahmetli babam, Said-i Nursi/Kürdi’nin hayatta olduğu zamanlardan onun Osmanlıca yazılmış eserlerini okumuş, sonuna kadar da eski elifbayla yazılan risaleleri okurdu. Sırf Risale-i Nur kitaplarını okuduğu ve bulundurduğu için jandarma tarafından gözaltına alınmışlığı olmuştur. Yani Bediüzzaman'ının düşüncelerinin tesiri altında olan bir ailenin mensubu olarak büyüdüm.
Tahsil hayatıma doğup büyüdüğüm köyde başladım İlk okulu bitirdikten sonra birkaç yıl gecikmeli olarak 1978 yılında Diyarbakır İmam-Hatip Lisesi'ne, daha doğrusu orta kısmına kayıt yaptırdım. Dolayısıyla sınıf arkadaşlarıma nisbetle yaşım büyüktü. O zamanlar İmam-Hatip, tamamen Milli Türk Talebe Birliği ve Akıncılar'a bağlı gençlerin etkisi altındaydı. Sol hareketlere mensup sadece birkaç kişi vardı. Şehid Mehmet Dayan, merhum Filit Girişen ve onlar gibi çok sayıda değerli ve cevval gençler vardı. O günkü Türkiye'nin genel durumuna paralel olarak İmam-Hatip de oldukça siyasi ve hareketliydi. Zaman zaman sol gruplar okulun bahçesine girip bildiri dağıtırlardı. Bazen silahlı saldırılar da olurdu.
Aile hayatımdaki dindarlığın etkisiyle okuldaki İslami hareketliliğe doğal olarak ilgi duydum. Öte yandan da Risale-i Nur derslerine katılırdım. Nurculara olan ilgim, babamdan ve Diyarbakır'daki büyük ağabeyimden kaynaklanıyordu. Büyük ağabeyim de Nur derslerinin müdavim katılımcılarından biriydi..
Ortaokul boyunca birbirinden farklı olan bu iki akımın aktiviteleri içinde yer aldım. Elbette 80 Darbesinden sonra okuldaki gençlik bağımsız bir grup olarak çalışmalarını sürdürüyordu. Orta üçüncü sınıfta iken Nurcular bana iki taraf arasında tercih yapmam gerektiği yönünde baskı yaptılar. Ben de o tarihten sonra Nurcuların çalışmalarına katılmadım. Yani siyasi bir tercihte bulundum. Yaşıma göre zor bir tercihti.
İslami hareketle tanışmam, ortaokul birinci sınıftan başlayan ve zaman ve zemine göre değişimler göstererek bugüne kadar gelen bir süreçtir.
Okuma meselesine gelince, orta birinci sınıftan itibaren İslami eserler okuyorduk. Lise ikinci sınıfa geldiğimde Arapça bilmeden, İslami ilimlere vakıf olmadan köklü ve etkin çalışmalar yapılamayacağı kanaati oluştu bende. Bu düşünce sonucu lise ikinci sınıfın sonlarına doğru şehid Molla Ubeydullah'ın yanında dört arkadaş Arapça ders almaya başladık. Mısır kaynaklı ve sanırım oranın eğitim sisteminde okutulan iki ciltlik bir kitapla başladık. Yani klasik eğitimle başlamadık.Şehid Molla Ubeydullah'ın Arapçası da çok iyiydi ve iyi öğretiyordu. Kısa sürede çok mesafe kat ettik. Liseyi bitirene kadar yaz kış kesintisiz devam ettik.
Bu süreçte Kürdistan'daki medreseleri de öğrenci imkanlarımla görmeye çalıştım. 1985 yılında liseyi bitirince yaz tatilinde Batman'daki bir medreseye gittim ve klasik eserlerden ders almaya başladım ve aynı yaz üniversite sınavında Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dil ve Edebiyatı Bölümünü kazandım. Üniversite başlayınca yine Molla Ubeydullah'ın yanında modern eserlerden ders almaya devam ettim. Ne var ki, üniversite hayatı başlayınca bir ikilem arasında kaldım.
*Nasıl bir ikilem ?
O yıllar çok canlı, heyecanlı ve maksimum düzeyde aktivitelerin olduğu bir dönemdi. İslami ilimleri tahsile ağırlık verme ile siyasi aktiviteler arasında adeta tercihe zorlandım. Bu zorlama kendi içimdeydi. Kendi kendim ile hesaplaşıyor, hangisinin daha doğru olacağı, hangisinin tekalif-i şer'iyenin edasına daha uygun düşeceği konusunu muhasebe yapıyordum ve hiç kimseyle de bu konuda müşaverede bulunmuyordum. Hiç kimse de bana bu konuda bir telkinde bulunmuyor, yardımcı olmuyordu. İlmi faaliyetlere, kişisel donanımıma ağırlık versem, siyasi sorumluluklarımın önemli bir kısmını askıya almam gerekiyordu. Siyasi alana yönelsem, ilim tahsili cihetindeki faaliyetleri askıya almak zorunda kalıyordum. İçinde bulunduğum koşulları yangının içinde yer alan bir insana benzetiyordum. Elimdeki kovada az bir su vardı. Bu az su ile yangını söndürmeye mi koşmalıyım yoksa kovamı doldurduktan sonra mı yangını söndürmeye gitmeliyim diye çok düşündüm. Sonunda tercihimi, zorunluluğuna inanarak yangını söndürmeye gitmekten yana koydum ve artık okul sürecinde İslami ilimlerin tahsiline devam edemedim. Üniversite hayatı boyunca sadece yaz tatillerinde medreselere gidiyordum.
Üniversiteyi bitirince artık yaz tatillerinde de medreseye gidemedim. Her geçen gün sorumluluklar ağırlaşıyordu. Ta ki, yurt dışına gidene kadar. Yaklaşık iki yıl da yurt dışında medreseye devam ettim ama yine benzer sebeplerden ötürü devam edemedim.
Üniversite yıllarından sonra Farsça öğrenmeye başladım. Arapça bildiğim için Farsça'yı kısa sürede öğrendim.
Kısacası, kovamızı doldurmak nasip olmadı. Düzenli ve kesintisiz bir İslami eğitim imkanını tercih edemedim. Doğru mu yaptım yoksa yanlış mı tam bilemiyorum ama dönüp geriye baktığımda kişisel donanımı tamamladıktan sonra bütün zamanımı ideallerime ayırmak daha verimli olabilirdi diye düşünüyorum. Allah u alem.
*İkilemden söz etmişken bazı Kürt gençlerinin yaşadığı gibi sol harekete katılma ile islami harekete katılma arasında hiç ikilem yaşadınız mı? İslami kesimin kitleselleşme ve güç yönünden sol hareketten geride olması ve büyük kesiminin Kürt sorununda adil ve hakkaniyetli bir tavır göstermemesi gençlerimizi bazen böyle bir ikileme itiyorda…
Hayır hiç böyle bir ikilem yaşamadım. Daha orta okulda iken solcularla, Apocularla tartışırdım. 1980'den önceydi. Köydeyken evimize Apocu militanlar gelmişti. Onlarla da fikri tartışmaya girdiğimi hatırlıyorum. Eleştirilerim solun dine karşı tutumuyla ilgiliydi daha çok.
*Kemal Burkay örneğinde olduğu gibi siyasi suçlular ile sürgün edilmiş insanlarımızın geri dönüşlerine tanık olduğumuz bu günlerde dönme umudunuz var mı?
Umut ayrı, realite ayrıdır. Arapların çok hoşuma giden bir deyimleri var: Küllü şeyin yerciu ila aslihi. Yani her şey aslına döner. Günümüz dünyasında herkes sadece bir yere aittir. Dünya küçüldükçe, modern bir köye dönüştükçe aidiyetler de küçüldü. Kadim zamanlarda dünya büyüktü, aidiyetler de büyüktü. İstediğiniz yere gider, dilediğiniz yerde ikamet eder, hayatınızı ve mücadelenizi sürdürürdünüz. Ne pasaport ne vize ne de vatandaşlık sorunu vardı. Şimdilerde öyle değil. Ait olduğunuz yerden çıktığınızda adeta bir bütün olan bir mekanizmadan kopmuş bir parça haline geliyorsunuz. Gittiğiniz yere eklemlenemiyorsunuz. Dünyanın neresine gitseniz, siz artık bir yabancısınız. Gittiğiniz yerde muvakkat, geçicisiniz. Mahdudiyetlerle kuşatılmış, kendi bütününden kopmuş ama başka kümelere de eklenemeyen bir konumdasınız. Kesretin içinde vahdeti yaşarsınız.
Bu durum, Avrupa'da, Amerika'da Afrika'da, Asya'da kısaca dünyanın her yerinde böyledir. Hatta vatandaşlık veren bazı ülkeler bile, ikinci sıradan vatandaşlık veriyorlar. Yani vatandaşlık alsanız bile, yine de yabancısınız ve mahdudiyetleriniz vardır. Modern dünyanın bu durumu, kaçınılmaz olarak herkesi uygun koşullar oluştuğunda ait olduğu yere dönmeye zorlar. Başka şansınız yoktur. Yani her şey aslına döner. Ben de koşulların uygun hale gelmesi durumunda doğal olarak aynı kurala tabiyim.
Bir de olayın fıtri boyutu var. Her insan doğduğu, bedel ödediği yere dönmek ister. Oraya olan ilgisi, fıtridir. Buna ne kimse engel olabilir ve ne de kimse bu hakkı insandan alabilir.
Ülkemiz hem kaos hem de değişim ortamı içinde yuvarlanıp duruyor, Türkiye’nin geleceğini genel bir değerlendirmeye tabi tutalım sonra tek tek konulara geçelim.
Bir ülkede kaos varsa, yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir. Mevcuda itiraz ve değişim arzusu, kaosa yol açabilir. Değişim başladığında da bu süreç sancılı olur. Türkiye on yıldan beri bir istihale, değişim ve dönüşüm yaşıyor. Türkiye'deki değişim, genel hatları itibariyle olumludur ancak değişimin hızı ve niteliği, birikmiş sorunların çözümünü beklenen sürede gerçekleştiremiyor. Sancıları olan bir hastanın yavaş ilerleyen tedavisi gibidir. Tedavinin hızı, sancıları kesemiyor. Daha hızlı, daha cesur ve daha radikal bir iyileştirme ihtiyacı kendini dayatıyor ve bu ihtiyaç karşılanamayınca yeni sıkıntılar oluşuyor.
Türkiye'nin geleceği, bu istihale sürecinin hızına ve muhtevasına bağlıdır. Daha hızlı ve doğru bir istihale süreci yaşanırsa, büyük ölçüde temel sorunlar bir çözüme bağlanabilir. Aksi halde daha sıkıntılı günleri tecrübe edebiliriz.
Bölgesel gelişmeler de bu süreci pozitif veya negatif yönde etkileyebilir. Suriye konusu, bölgesel bir krize dönüşerek Türkiye'deki değişim sürecini te'sir altına alabilir. Türkiye, Suriye üzerinde olumlu bir etki bırakırsa, bu iç değişime olumlu katkı yapar aksi durum, içerideki sıkıntıları katmerleştirebilir.
*Bundan on yıl önce İslami kesim önemli bir muhalif unsurdu Türkiyede. Sizce AKP nin iktidarı ile bu muhalefette bir değim yaşandı mı, İslamcı kesimlerin AKP ye angaje oldukları eleştirisine nasıl bakıyorsunuz?
On yıl önce İslami kesimin önemli bir muhalif unsur olduğu konusu tartışılabilir. Neye göre böyle bir tesbitte bulunuyoruz? On yıl önceki İslami hareket örneğin Türkiye'de neyi değiştirebildi? Hangi alanlarda rejim üzerinde baskı unsuru haline gelebildi? Kendi hedeflerini gerçekleştirme yönünde legal veya illegal alanlarda ne tür eylemler ve etkinlikler ortaya koyabildi? Bence bu soruların somut karşılığı yoktur.
On yıl önce İslami kesimin kendi içinde bir dinamizmi vardı. Bir cevvaliyeti vardı. Kümeler halinde bir potansiyel oluşuyordu. Ama bu cevvaliyet ve potansiyel ne legal siyasi alanda ne de illegal alanda rejimle karşı karşıya gelecek bir çıkış yapma sürecine gelemedi. Rejimin irtica tehditleri, kendi totaliter varlığını sürdürmek içindi yoksa ortada rejimi gerçekten tehdit edecek bir eylemlilik gücü yoktu.
İslami kesimin alternatif gibi gözükmesi, biraz da dünya konjonktürü ile ilgiliydi. İran İslam devriminin etkisiyle dünya sathında bir İslami dalga ve onun etkileri vardı. Bu heyecan Türkiye'de de vardı ve laik kesimde de bir korku söz konusuydu. Ama bu korku, potansiyel bir tehditle ilgiliydi. Kinetik halde olan bir tehdit yoktu.
Ak Parti ile İslami muhalefette bir değişimin yaşanıp yaşanmaması konusuna gelince, bu değişim süreci sadece İslami muhalefeti değil, tüm muhalefeti etkiledi. Sol kaynaklı Kürd hareketlerinden Türk soluna, liberallerden laiklere kadar herkeste bir tür değişim yaşandı ve yaşanmaktadır. O zaman Öcalan'ın adını yazmak suç iken, bugün devletin kendisi Öcalan ile resmen müzakere yapıyor. Liberaller İslamcı olarak algılanan ama gerçekte muhafazakar olan bir partiyi ve iktidarı destekliyor. O zamanlar bir onbaşı sorgulanamaz iken şimdi onlarca general cezaevine gönderiliyor. Böylesine kapsamlı toplumsal değişimin yaşandığı bir yerde herkes bir şekilde bu süreçten etkilenir.
Ak Partinin etkisi, Türkiye ile de sınırlı kalmadı. Tunus'ta Adalet ve Kalkınma Partisi adında iddialı bir parti kuruldu. Mısır'da İhvan'dan Halid el-Zafarani aynı isimle parti kurmakla kalmadı AK Partinin programının aynısını aldı. Oysa 1960'lardan 1990'lara kadar Türkiye'deki Müslümanlar düşünsel olarak İhvan'ül Müslimin hareketinden besleniyordu. Katılalım veya katılmayalım şimdi tersinden bir etki ve tesir söz konusudur.
Ak Parti iktidarının öncülüğünü yaptığı değişim süreci Türkiye'deki İslami kesimler üzerinde önemli ölçüde etki bıraktı. Nedeni de şudur: Ak Parti iktidarı, rejimin totaliter ve militarist yapısına neşter vurdu ve cumhuriyet tarihinde hiçbir iktidarın cesaret edemediği hamleleri yaparak yapısal değişikliklere gitti. Ak Parti kendini muhafazakar demokrat olarak tanımlasa da birinci derecede sosyolojik anlamda muhafazakar ve dindar kesimin desteğini alan bir partidir. Dolaysıyla rejimin yapısını değiştiren güç, muhafazakar ve dindar kesim sayılmaktadır. Liberallerin ve solcuların başaramadığını muhafazakar ve dindar kesim gerçekleştirdi. Bu durum, ister istemez muhafazakar ve dindar kesimi Ak Partiyi desteklemeye yöneltti ve kaydedilen başarılarda kendilerini ortak görme hissini doğurdu. Doğal bir sahiplenme ve ortaklık duygusu gelişti.
Muhafazakar kesim tamamen kendini Ak Partiye verdi, kendini iktidarda gördü ve sağlanan başarının ortağı saydı.
Esas sıkıntıyı rejimin kökten ve esastan değişimini ve İslami temeller üzere yeniden yapılanmasını öngören inkılapçı diye tanımladığımız kesimler yaşadı ve yaşamaktadır. Bu kesimler, bir yandan yapılan iyileştirmelere ve değişim sürecine hayır diyemedi ve diyemezdi de. Çünkü hiçbir Müslüman zulmün azaltılmasına, baskının kalkmasına, militarist egemenliğin yıkılmasına hayır diyemezdi. Bu sebeple açıktan veya zımnen değişim sürecine destek verdi ama öte taraftan değişim süreci, inkılabi dediğimiz yöntem ve hedeflerin gerilemesine neden oluyordu ve olmaktadır. Ak Partinin legal ve yasal siyasi alanı kullanarak yaptığı değişimi bugüne kadar hiçbir legal ve illegal hareket yapamamıştı. Bu durum, çok ciddi anlamda toplumsal bir destek oluşturdu Ak Parti için. Yüzde elli ve üzerinde toplumsal destek alan ve bu desteği siyasal alanda toplumsal değişime dönüştüren bir hareketin varlığı, kaçınılmaz olarak diğer tüm yöntem ve hareketlerin sahip olduğu hedeflerin erişilebilirliğini mensupları arasında sorgular hale getirdi.
Bu süreçte İslami kesimden de önemli ölçüde Ak Partiye kaymalar oldu. Çünkü Ak Parti devrimi değil ıslahatı esas almıştı. Doğal olarak riski azdı. Islahatta başarılı olunca, yanında da maddi imkanlar ve makamlar sunulunca bir çok şahsiyet hat değiştirdi. Bu biraz da toplumsal karakterimize ve geleneğimize de uygun düşüyordu. Türkiye toplumunda daha genel anlamda Ehl-i Sünnet camiasında devrimci değişimden çok ve tabandan tavana değişimden ziyade yukarıdan yani devlet eliyle yapılan değişim geleneği ağır basar. Muhafazakar Ak Parti böyle bir süreci başlatınca kültürel genlerimizdeki bu yaklaşım kendini açığa vurdu ve önemli ölçüde bu çizgiye ve yönteme katılımlar oldu.
Sonuç olarak tamamen olmasa da kısmi bir angajenin varlığı inkar edilemez..
*İslami Hareketlerin bugünkü durumuna nasıl bakıyorsunuz, neden 90' lı yılların kitleselleşme sürecinden geriye gidildi ve neden eski hareketlilikleri yok?
Eğer maksadınız Türkiye'deki İslami hareketler ise, bir defa 90'lı yıllarda İslami hareketlerin kitleselleştiği kanısına katılamayacağım. Eğer maksat, merhum Erbakan Hoca'nın partisel faaliyetleri ise ki sanmıyorum, o partinin devamı veya o partiden doğan yeni kuşak bugün Türkiye'yi değiştirecek kadar güçlüdür. Dolayısıyla bir gerileme değil, ilerleme vardır. Eğer maksadınız, inkılabi kesimler ise, bu çerçevedeki oluşumlar kitleleri arkalarına alacak kadar güçlenemedi. Kitleselleşmek kolay yakalanabilecek bir düzey değildir. Güçlü bir önderlik, geleceğe dair umut veren ve teorik alt yapısı kuvvetli bir toplumsal proje ve eylemlilik gerektirir. Bu üç unsur eğer milyonların desteğini alırsa, kitleselleşmeden söz edilebilir. Hangi İslami grup milyonların desteğini alabilecek çapta bu özelliklerini açığa çıkarabildi? En güçlü İslami grupların taraftar sayısı onbine ulaşmazdı ve bunların çoğu devletin bir müdahalesiyle çözülebilecek kadar zayıf ve deneyimsizdi. İsim vermek istemiyorum ama somut örnekleri de yaşandı. Kendilerini devrimin eşiğinde görenler, bir operasyonla on yıl toparlanamayacak düzeyde gerilere gittiler. Kendilerini 'dipten ve alttan gelen dalga' olarak tanımlayanlar, bir operasyonla dalgalara kapıldılar. Bu tanımı yapan şahsiyet de şimdilerin önemli bir bürokratı oldu.
Dolayısıyla kitleselleşme süreci yaşanmadı ki, o süreçten geriye gidilmiş olsun.
Sorunuzun 'eski hareketlilikleri neden yok' kısmına gelince, bunun nedenlerinin bir kısmını önceki soruların cevabında verdim. Önemli nedenlerden biri yaşanan değişim sürecidir.
Bir diğer nedeni, inkılapçı Müslümanlar inkılapçı, devrimci hedeflere sahipti. Ne ki, içinde bulunduğumuz ve tevarüs ettiğimiz koşullar bu hedeflerimizi mevcut halimizle gerçekleştirmeye imkan vermeyecekti ama hepimiz bunu o dönemde idrak edemedik. İslami temelde köklü bir değişim öngörülüyordu ama bu değişimin ihtiyaç duyduğu temel unsurlardan mahrum idik. Devleti hedefleyen İslami bir harekete İslami bir önderlik lazım. İslami önderliğin oluşması için İslami bir mektebin olması gerek. Devleti hedefleyen İslami bir harekete İslam'dan neşet eden ve çağın ihtiyaçlarını karşılayan bir proje lazım. Bu temel ihtiyaçları karşılayacak alt yapı ve imkanlardan tamamen mahrum olan İslami grupların saptadıkları hedeflere kısa ve orta menzilde ulaşamayacakları bedihidir.
Kanaatimce bu gerçek görüldü ama kimse bu gerçeği tartışmaya açmak istemedi, yerine uygulanabilir yeni yöntemler geliştirme konusunu gündeme almaya cesaret edemedi. Cesaretle geçmişimizi değerlendirip geleceğe dair yeni ve uygulanabilir metodları tartışmak yerine sessizce ve yüksek sesle konuşmaktan çok, daha küçük ve mütevazi hedeflere yönelme oldu. Yani teşhislerimizdeki isabeti tartışma ve değerlendirme cesareti gösterilmedi. Oysa ki, tarihimiz dikkate alındığında teşhisteki isabetsizlik doğaldı. Bunu tartışmak zaaf değildi. Bence asıl zaaf, bunu tartışmaktan kaçınmaktı. Bu sessizlik içinde dağılmalar, kaymalar, hat değiştirmeler yaşandı. Doğal olarak eski hareketlilik olmaz. O günkü hedeflere olan inanç bugün yok ki, aynı hareketlilik olsun. Ama bu ciddi bir yanlıştır. Temel değerlerimizde hiçbir değişiklik olmadı ve olamaz da. Allah'a giden yollar çoktur. Bir yolda başarısız olunca, yeni yolları aramak yerine sessizlik tercih edildi kanaatimce.
İslami hareketlerden maksadınız dünyadaki tüm İslami hareketler ise, bir gerilemeden değil, değişimden ve bu değişim içindeki dinamizm ve kazanımlardan söz etmek mümkündür. Tunus'tan Suriye'ye kadar uzanan çizgideki halk ayaklanmalarının baskın sloganları İslamidir. İnsanlar Allah u Ekber nidalarıyla şehit oluyor ve bu tekbirlerle defnediliyor. Cuma namazları ve Cuma günleri diktatörlerin korkulu rüyası haline geldi. Bu gelişmeler, gerilemenin değil, ilerlemenin göstergeleridir. Ama şu farkı gözden kaçırmamak lazım. Bugünkü kıyamlar, herkese adalet ve özgürlük içindir. Adalet ve özgürlük içinde birlikte yaşam için meydanlara iniliyor ve şehid veriliyor.
*Biz Neyi Talep Ediyoruz” isimli kitabınızla Türkiye'de Müslümanların yaşadığı sorunların çözümüne yönelik somut talepler ortaya koydunuz. Bugün gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Müslümanların dini yaşamla ilgili sıkıntıları ve çözüme yönelik talepleri bugün ne olmalı sizce?
Önce bu kitabı yazmamın nedenlerine kısaca değineyim. 1990 ila1994 yılları arasında Kürdistan'da tecrübe ettiğimiz acı ve büyük olaylardan ve de 15 yıllık deneyimimden sonra Türkiye'deki İslami hareketlerin hedefleri ve bu hedefler ile vakıiyet arasındaki ilişki zihnimi meşgul etmeye başladı. Uzun yıllar konu üzerinde düşündüm ve gelişmeleri izledim. Arkasından 28 Şubat post modern darbe sürecindeki gelişmeleri ve sonuçlarını yakından gözlemlemeye çalıştım. Pratikte eski hali sürdürmeye çalışırken zihnim yeni arayışlar peşindeydi. Eski halin muhal, ya yeni hal ya da izmihlal olacağı neticesine ulaştım ve 2001 yılında bu kitabı yazmaya başladım. O zaman daha Ak Parti kurulmamıştı. Dolayısıyla bu çalışmam, Ak Parti'nin başlattığı değişim sürecinden önceydi.
Kitabın özünde şu var:
İnkılapçı Müslümanların belirledikleri İslam devleti hedefiyle sahip oldukları güç arasında ciddi bir uyumsuzluk vardı. Bütün temel haklarından mahrum bırakılmış, bütün temel hakları gasp edilmiş, dini imkanlarını kullanma hakkı ellerinden alınmış ve mahdudiyetlerle kuşatılmış bir durumda iken böyle bir hedef belirleyip onu deklare etmek ve o hedefe doğru bir aktivite içine girmek gerçekçi değildi. Bunu sözünü ettiğim tarihlerde idrak etmeye başladım. Böyle bir saptamaya, gerçekte kendi koşullarımızı değerlendirerek ulaşmadık. Diğer İslam ülkelerindeki gelişmelerden yola çıkarak ve oralardaki gelişmelerin etkisinde kalarak ulaştık. Diğer ülkelerdeki gelişmelerden etkilenirken o gelişmelerin tarihsel süreçlerini analiz etmek yerine sonuçlarına baktığımız için hedeflerimizle gerçekliğimiz arasındaki derin farkı göremedik.
Kitabın özünde hedeflerin uygulanabilir ve erişilebilir hale getirilmesi vardır. Devletten önce sivil halk olarak dinimizi yaşayabilecek, onu koruyabilecek, yaşatabilecek, kurumsallaştırabilecek haklarımızı geri almamız gerekiyor. Mektebimizi inşa etmemiz gerekiyor ki, İslami temelde bir güce, bir önderliğe, kurumlara, toplumsal idareye alternatif sunabilecek teorik birikimlere ve projeler sunma gücüne ulaşalım. Bu güce ulaştıktan sonra köklü bir toplumsal değişiklik için koşulların uygun olup olmadığı, toplumun böyle bir değişime hazır olup olmadığı konusu gündeme gelir. Sizde bu güç yoksa, koşullar uygun olsa da o uygun koşulları hedeflerinize doğru yönlendiremezseniz.
Ak Parti'nin başlattığı değişim sürecinde sözünü ettiğim taleplerin çok az bir kısmı gerçekleşti ve bu başarı tabandan gelen örgütlü bir baskının sonucu olmadı. Aksine tavandan yani iktidar eliyle yapıldı. Elbette ki toplumsal talep bu sürece önemli destek verdi. Toplumda talep vardı ama baskı yoktu. Değişim yukarıdan olunca, aşağıdan da destek gördü.
Yaşadığımız on yıllık değişim sürecinde dile getirdiğim Müslümanların temel haklarından hiç biri henüz gerçekleşmiş değildir. Sadece bir yumuşama ve baskının azalması söz konusudur. Bu taleplerin en basiti olan tesettür sorunu bile henüz çözülebilmiş değildir. Devletin din üzerindeki kontrolü ve baskısı aynen devam ediyor. Müslümanların devletten bağımsız dini kurumlar oluşturma, dini eğitim kurumları ihdas etme, camileri sivilleştirme gibi imkanları yoktur. Dinden neşete eden vakıf mallarına devlet el koymuş ve maddi kaynaklarımızı kurutmuştur.
Bu değişim sürecinde gasp edilmiş haklarını geri alma konusunda en pasif kalan kesim bence İslami duyarlılığı olanlar oldu. Herkes kendi haklarının kavgasını verirken biz temel haklarımızı savunmuyor, hatta gündeme bile getirmiyoruz.
Somut bir örnek vereyim:
Buyurun lütfen;
Dinde derinleşmek için dini bir eğitim kurumu açmak isteseniz bunun yasal alt yapısı yok. Böyle bir hakkınız yok. Yasak. Kaçamak yollara başvuruluyor. Bir vakıf kuruluyor ve Kur'an kursu veya yurt adı atında cılız bir takım faaliyetler yapılıyor. İktidar değişse, bir şikayet üzerine milletten aldığınız yardımla yaptığınız vakıf bir hakimin iki cümlesiyle sizden alınıp Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredilir. Bu şartlarda ne yapabilirsiniz? Nasıl dinde derinleşmiş insanlar yetiştirebilirsiniz? Din temelinde nasıl bir bilgi üretebilirsiniz? Müçtehid nasıl yetiştirebilirsiniz? Dini önderliği nasıl oluşturabilirsiniz? Toplumu devlete karşı hangi kurum ve önderliklerle ve şahsiyetlerle koruyabilirsiniz? Bunları sorgulamıyor, gasp edilen bu en doğal hakkımızın kavgasını vermiyoruz. Ortam bu türden haklarımızı istemeye ve bunun kavgasını vermeye çok uygun olduğu halde sanki hiç böyle bir kaygı yokmuş gibi bir hal var. Süreci esef ve kaygıyla izliyor, elimden geldiğince esasa ilişkin bu türden konuları gündeme getirmeye çalışıyorum.
Yorum