Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Üstad Zeki Savaş ile Roportaj

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Üstad Zeki Savaş ile Roportaj

    Aile hayatımdaki dindarlığın etkisiyle okuldaki İslami hareketliliğe doğal olarak ilgi duydum. Öte yandan da Risale-i Nur derslerine katılırdım. Nurculara olan ilgim, babamdan ve Diyarbakır'daki büyük ağabeyimden kaynaklanıyordu. Büyük ağabeyim de Nur derslerinin müdavim katılımcılarından biriydi..

    Sitemiz ve fıtrat.com yazarlarından, İslami camianın saygın ve öncü isimlerinden biri olan sayın Zeki SAVAŞ ile ülkemiz, gündemimiz, İslamcılar, Kürt sorunu, AKP iktidarı, yazdığı kitabı ve çalışmaları hakkında bir söyleşi yaptık. Uzun ve hoş sohbetimizi fotoğraflarla süslemek isterdik ama bu, mümkün olmadı. Röportaj iki bölüm halinde siz değerli okuyucularımızla paylaşılacaktır. Uzun süredir yurt dışında yaşamak zorunda kalan Zeki SAVAŞ’ın daha yakından tanınmasına ve fikirlerinden istifade edilmesine vesile olması dileğiyle…





    *Ne kadar süredir yurtdışındasınız, en çok neleri özlediniz?

    17 yıldır yurt dışındayım. En çok özlediğim şey, özgürlük sorunlarını çözmüş ülkemde hür olarak yaşamaktır.



    * Okuma ve ilim tahsili, İslami Hareketle tanışma serüveninizden söz edebilir misiniz?

    Mütedeyyin bir ailede dünyaya geldim. Rahmetli babam, Said-i Nursi/Kürdi’nin hayatta olduğu zamanlardan onun Osmanlıca yazılmış eserlerini okumuş, sonuna kadar da eski elifbayla yazılan risaleleri okurdu. Sırf Risale-i Nur kitaplarını okuduğu ve bulundurduğu için jandarma tarafından gözaltına alınmışlığı olmuştur. Yani Bediüzzaman'ının düşüncelerinin tesiri altında olan bir ailenin mensubu olarak büyüdüm.




    Tahsil hayatıma doğup büyüdüğüm köyde başladım İlk okulu bitirdikten sonra birkaç yıl gecikmeli olarak 1978 yılında Diyarbakır İmam-Hatip Lisesi'ne, daha doğrusu orta kısmına kayıt yaptırdım. Dolayısıyla sınıf arkadaşlarıma nisbetle yaşım büyüktü. O zamanlar İmam-Hatip, tamamen Milli Türk Talebe Birliği ve Akıncılar'a bağlı gençlerin etkisi altındaydı. Sol hareketlere mensup sadece birkaç kişi vardı. Şehid Mehmet Dayan, merhum Filit Girişen ve onlar gibi çok sayıda değerli ve cevval gençler vardı. O günkü Türkiye'nin genel durumuna paralel olarak İmam-Hatip de oldukça siyasi ve hareketliydi. Zaman zaman sol gruplar okulun bahçesine girip bildiri dağıtırlardı. Bazen silahlı saldırılar da olurdu.




    Aile hayatımdaki dindarlığın etkisiyle okuldaki İslami hareketliliğe doğal olarak ilgi duydum. Öte yandan da Risale-i Nur derslerine katılırdım. Nurculara olan ilgim, babamdan ve Diyarbakır'daki büyük ağabeyimden kaynaklanıyordu. Büyük ağabeyim de Nur derslerinin müdavim katılımcılarından biriydi..




    Ortaokul boyunca birbirinden farklı olan bu iki akımın aktiviteleri içinde yer aldım. Elbette 80 Darbesinden sonra okuldaki gençlik bağımsız bir grup olarak çalışmalarını sürdürüyordu. Orta üçüncü sınıfta iken Nurcular bana iki taraf arasında tercih yapmam gerektiği yönünde baskı yaptılar. Ben de o tarihten sonra Nurcuların çalışmalarına katılmadım. Yani siyasi bir tercihte bulundum. Yaşıma göre zor bir tercihti.




    İslami hareketle tanışmam, ortaokul birinci sınıftan başlayan ve zaman ve zemine göre değişimler göstererek bugüne kadar gelen bir süreçtir.

    Okuma meselesine gelince, orta birinci sınıftan itibaren İslami eserler okuyorduk. Lise ikinci sınıfa geldiğimde Arapça bilmeden, İslami ilimlere vakıf olmadan köklü ve etkin çalışmalar yapılamayacağı kanaati oluştu bende. Bu düşünce sonucu lise ikinci sınıfın sonlarına doğru şehid Molla Ubeydullah'ın yanında dört arkadaş Arapça ders almaya başladık. Mısır kaynaklı ve sanırım oranın eğitim sisteminde okutulan iki ciltlik bir kitapla başladık. Yani klasik eğitimle başlamadık.Şehid Molla Ubeydullah'ın Arapçası da çok iyiydi ve iyi öğretiyordu. Kısa sürede çok mesafe kat ettik. Liseyi bitirene kadar yaz kış kesintisiz devam ettik.




    Bu süreçte Kürdistan'daki medreseleri de öğrenci imkanlarımla görmeye çalıştım. 1985 yılında liseyi bitirince yaz tatilinde Batman'daki bir medreseye gittim ve klasik eserlerden ders almaya başladım ve aynı yaz üniversite sınavında Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dil ve Edebiyatı Bölümünü kazandım. Üniversite başlayınca yine Molla Ubeydullah'ın yanında modern eserlerden ders almaya devam ettim. Ne var ki, üniversite hayatı başlayınca bir ikilem arasında kaldım.




    *Nasıl bir ikilem ?

    O yıllar çok canlı, heyecanlı ve maksimum düzeyde aktivitelerin olduğu bir dönemdi. İslami ilimleri tahsile ağırlık verme ile siyasi aktiviteler arasında adeta tercihe zorlandım. Bu zorlama kendi içimdeydi. Kendi kendim ile hesaplaşıyor, hangisinin daha doğru olacağı, hangisinin tekalif-i şer'iyenin edasına daha uygun düşeceği konusunu muhasebe yapıyordum ve hiç kimseyle de bu konuda müşaverede bulunmuyordum. Hiç kimse de bana bu konuda bir telkinde bulunmuyor, yardımcı olmuyordu. İlmi faaliyetlere, kişisel donanımıma ağırlık versem, siyasi sorumluluklarımın önemli bir kısmını askıya almam gerekiyordu. Siyasi alana yönelsem, ilim tahsili cihetindeki faaliyetleri askıya almak zorunda kalıyordum. İçinde bulunduğum koşulları yangının içinde yer alan bir insana benzetiyordum. Elimdeki kovada az bir su vardı. Bu az su ile yangını söndürmeye mi koşmalıyım yoksa kovamı doldurduktan sonra mı yangını söndürmeye gitmeliyim diye çok düşündüm. Sonunda tercihimi, zorunluluğuna inanarak yangını söndürmeye gitmekten yana koydum ve artık okul sürecinde İslami ilimlerin tahsiline devam edemedim. Üniversite hayatı boyunca sadece yaz tatillerinde medreselere gidiyordum.




    Üniversiteyi bitirince artık yaz tatillerinde de medreseye gidemedim. Her geçen gün sorumluluklar ağırlaşıyordu. Ta ki, yurt dışına gidene kadar. Yaklaşık iki yıl da yurt dışında medreseye devam ettim ama yine benzer sebeplerden ötürü devam edemedim.


    Üniversite yıllarından sonra Farsça öğrenmeye başladım. Arapça bildiğim için Farsça'yı kısa sürede öğrendim.


    Kısacası, kovamızı doldurmak nasip olmadı. Düzenli ve kesintisiz bir İslami eğitim imkanını tercih edemedim. Doğru mu yaptım yoksa yanlış mı tam bilemiyorum ama dönüp geriye baktığımda kişisel donanımı tamamladıktan sonra bütün zamanımı ideallerime ayırmak daha verimli olabilirdi diye düşünüyorum. Allah u alem.




    *İkilemden söz etmişken bazı Kürt gençlerinin yaşadığı gibi sol harekete katılma ile islami harekete katılma arasında hiç ikilem yaşadınız mı? İslami kesimin kitleselleşme ve güç yönünden sol hareketten geride olması ve büyük kesiminin Kürt sorununda adil ve hakkaniyetli bir tavır göstermemesi gençlerimizi bazen böyle bir ikileme itiyorda…


    Hayır hiç böyle bir ikilem yaşamadım. Daha orta okulda iken solcularla, Apocularla tartışırdım. 1980'den önceydi. Köydeyken evimize Apocu militanlar gelmişti. Onlarla da fikri tartışmaya girdiğimi hatırlıyorum. Eleştirilerim solun dine karşı tutumuyla ilgiliydi daha çok.




    *Kemal Burkay örneğinde olduğu gibi siyasi suçlular ile sürgün edilmiş insanlarımızın geri dönüşlerine tanık olduğumuz bu günlerde dönme umudunuz var mı?

    Umut ayrı, realite ayrıdır. Arapların çok hoşuma giden bir deyimleri var: Küllü şeyin yerciu ila aslihi. Yani her şey aslına döner. Günümüz dünyasında herkes sadece bir yere aittir. Dünya küçüldükçe, modern bir köye dönüştükçe aidiyetler de küçüldü. Kadim zamanlarda dünya büyüktü, aidiyetler de büyüktü. İstediğiniz yere gider, dilediğiniz yerde ikamet eder, hayatınızı ve mücadelenizi sürdürürdünüz. Ne pasaport ne vize ne de vatandaşlık sorunu vardı. Şimdilerde öyle değil. Ait olduğunuz yerden çıktığınızda adeta bir bütün olan bir mekanizmadan kopmuş bir parça haline geliyorsunuz. Gittiğiniz yere eklemlenemiyorsunuz. Dünyanın neresine gitseniz, siz artık bir yabancısınız. Gittiğiniz yerde muvakkat, geçicisiniz. Mahdudiyetlerle kuşatılmış, kendi bütününden kopmuş ama başka kümelere de eklenemeyen bir konumdasınız. Kesretin içinde vahdeti yaşarsınız.



    Bu durum, Avrupa'da, Amerika'da Afrika'da, Asya'da kısaca dünyanın her yerinde böyledir. Hatta vatandaşlık veren bazı ülkeler bile, ikinci sıradan vatandaşlık veriyorlar. Yani vatandaşlık alsanız bile, yine de yabancısınız ve mahdudiyetleriniz vardır. Modern dünyanın bu durumu, kaçınılmaz olarak herkesi uygun koşullar oluştuğunda ait olduğu yere dönmeye zorlar. Başka şansınız yoktur. Yani her şey aslına döner. Ben de koşulların uygun hale gelmesi durumunda doğal olarak aynı kurala tabiyim.

    Bir de olayın fıtri boyutu var. Her insan doğduğu, bedel ödediği yere dönmek ister. Oraya olan ilgisi, fıtridir. Buna ne kimse engel olabilir ve ne de kimse bu hakkı insandan alabilir.




    Ülkemiz hem kaos hem de değişim ortamı içinde yuvarlanıp duruyor, Türkiye’nin geleceğini genel bir değerlendirmeye tabi tutalım sonra tek tek konulara geçelim.

    Bir ülkede kaos varsa, yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir. Mevcuda itiraz ve değişim arzusu, kaosa yol açabilir. Değişim başladığında da bu süreç sancılı olur. Türkiye on yıldan beri bir istihale, değişim ve dönüşüm yaşıyor. Türkiye'deki değişim, genel hatları itibariyle olumludur ancak değişimin hızı ve niteliği, birikmiş sorunların çözümünü beklenen sürede gerçekleştiremiyor. Sancıları olan bir hastanın yavaş ilerleyen tedavisi gibidir. Tedavinin hızı, sancıları kesemiyor. Daha hızlı, daha cesur ve daha radikal bir iyileştirme ihtiyacı kendini dayatıyor ve bu ihtiyaç karşılanamayınca yeni sıkıntılar oluşuyor.




    Türkiye'nin geleceği, bu istihale sürecinin hızına ve muhtevasına bağlıdır. Daha hızlı ve doğru bir istihale süreci yaşanırsa, büyük ölçüde temel sorunlar bir çözüme bağlanabilir. Aksi halde daha sıkıntılı günleri tecrübe edebiliriz.


    Bölgesel gelişmeler de bu süreci pozitif veya negatif yönde etkileyebilir. Suriye konusu, bölgesel bir krize dönüşerek Türkiye'deki değişim sürecini te'sir altına alabilir. Türkiye, Suriye üzerinde olumlu bir etki bırakırsa, bu iç değişime olumlu katkı yapar aksi durum, içerideki sıkıntıları katmerleştirebilir.




    *Bundan on yıl önce İslami kesim önemli bir muhalif unsurdu Türkiyede. Sizce AKP nin iktidarı ile bu muhalefette bir değim yaşandı mı, İslamcı kesimlerin AKP ye angaje oldukları eleştirisine nasıl bakıyorsunuz?

    On yıl önce İslami kesimin önemli bir muhalif unsur olduğu konusu tartışılabilir. Neye göre böyle bir tesbitte bulunuyoruz? On yıl önceki İslami hareket örneğin Türkiye'de neyi değiştirebildi? Hangi alanlarda rejim üzerinde baskı unsuru haline gelebildi? Kendi hedeflerini gerçekleştirme yönünde legal veya illegal alanlarda ne tür eylemler ve etkinlikler ortaya koyabildi? Bence bu soruların somut karşılığı yoktur.




    On yıl önce İslami kesimin kendi içinde bir dinamizmi vardı. Bir cevvaliyeti vardı. Kümeler halinde bir potansiyel oluşuyordu. Ama bu cevvaliyet ve potansiyel ne legal siyasi alanda ne de illegal alanda rejimle karşı karşıya gelecek bir çıkış yapma sürecine gelemedi. Rejimin irtica tehditleri, kendi totaliter varlığını sürdürmek içindi yoksa ortada rejimi gerçekten tehdit edecek bir eylemlilik gücü yoktu.




    İslami kesimin alternatif gibi gözükmesi, biraz da dünya konjonktürü ile ilgiliydi. İran İslam devriminin etkisiyle dünya sathında bir İslami dalga ve onun etkileri vardı. Bu heyecan Türkiye'de de vardı ve laik kesimde de bir korku söz konusuydu. Ama bu korku, potansiyel bir tehditle ilgiliydi. Kinetik halde olan bir tehdit yoktu.




    Ak Parti ile İslami muhalefette bir değişimin yaşanıp yaşanmaması konusuna gelince, bu değişim süreci sadece İslami muhalefeti değil, tüm muhalefeti etkiledi. Sol kaynaklı Kürd hareketlerinden Türk soluna, liberallerden laiklere kadar herkeste bir tür değişim yaşandı ve yaşanmaktadır. O zaman Öcalan'ın adını yazmak suç iken, bugün devletin kendisi Öcalan ile resmen müzakere yapıyor. Liberaller İslamcı olarak algılanan ama gerçekte muhafazakar olan bir partiyi ve iktidarı destekliyor. O zamanlar bir onbaşı sorgulanamaz iken şimdi onlarca general cezaevine gönderiliyor. Böylesine kapsamlı toplumsal değişimin yaşandığı bir yerde herkes bir şekilde bu süreçten etkilenir.




    Ak Partinin etkisi, Türkiye ile de sınırlı kalmadı. Tunus'ta Adalet ve Kalkınma Partisi adında iddialı bir parti kuruldu. Mısır'da İhvan'dan Halid el-Zafarani aynı isimle parti kurmakla kalmadı AK Partinin programının aynısını aldı. Oysa 1960'lardan 1990'lara kadar Türkiye'deki Müslümanlar düşünsel olarak İhvan'ül Müslimin hareketinden besleniyordu. Katılalım veya katılmayalım şimdi tersinden bir etki ve tesir söz konusudur.




    Ak Parti iktidarının öncülüğünü yaptığı değişim süreci Türkiye'deki İslami kesimler üzerinde önemli ölçüde etki bıraktı. Nedeni de şudur: Ak Parti iktidarı, rejimin totaliter ve militarist yapısına neşter vurdu ve cumhuriyet tarihinde hiçbir iktidarın cesaret edemediği hamleleri yaparak yapısal değişikliklere gitti. Ak Parti kendini muhafazakar demokrat olarak tanımlasa da birinci derecede sosyolojik anlamda muhafazakar ve dindar kesimin desteğini alan bir partidir. Dolaysıyla rejimin yapısını değiştiren güç, muhafazakar ve dindar kesim sayılmaktadır. Liberallerin ve solcuların başaramadığını muhafazakar ve dindar kesim gerçekleştirdi. Bu durum, ister istemez muhafazakar ve dindar kesimi Ak Partiyi desteklemeye yöneltti ve kaydedilen başarılarda kendilerini ortak görme hissini doğurdu. Doğal bir sahiplenme ve ortaklık duygusu gelişti.




    Muhafazakar kesim tamamen kendini Ak Partiye verdi, kendini iktidarda gördü ve sağlanan başarının ortağı saydı.

    Esas sıkıntıyı rejimin kökten ve esastan değişimini ve İslami temeller üzere yeniden yapılanmasını öngören inkılapçı diye tanımladığımız kesimler yaşadı ve yaşamaktadır. Bu kesimler, bir yandan yapılan iyileştirmelere ve değişim sürecine hayır diyemedi ve diyemezdi de. Çünkü hiçbir Müslüman zulmün azaltılmasına, baskının kalkmasına, militarist egemenliğin yıkılmasına hayır diyemezdi. Bu sebeple açıktan veya zımnen değişim sürecine destek verdi ama öte taraftan değişim süreci, inkılabi dediğimiz yöntem ve hedeflerin gerilemesine neden oluyordu ve olmaktadır. Ak Partinin legal ve yasal siyasi alanı kullanarak yaptığı değişimi bugüne kadar hiçbir legal ve illegal hareket yapamamıştı. Bu durum, çok ciddi anlamda toplumsal bir destek oluşturdu Ak Parti için. Yüzde elli ve üzerinde toplumsal destek alan ve bu desteği siyasal alanda toplumsal değişime dönüştüren bir hareketin varlığı, kaçınılmaz olarak diğer tüm yöntem ve hareketlerin sahip olduğu hedeflerin erişilebilirliğini mensupları arasında sorgular hale getirdi.




    Bu süreçte İslami kesimden de önemli ölçüde Ak Partiye kaymalar oldu. Çünkü Ak Parti devrimi değil ıslahatı esas almıştı. Doğal olarak riski azdı. Islahatta başarılı olunca, yanında da maddi imkanlar ve makamlar sunulunca bir çok şahsiyet hat değiştirdi. Bu biraz da toplumsal karakterimize ve geleneğimize de uygun düşüyordu. Türkiye toplumunda daha genel anlamda Ehl-i Sünnet camiasında devrimci değişimden çok ve tabandan tavana değişimden ziyade yukarıdan yani devlet eliyle yapılan değişim geleneği ağır basar. Muhafazakar Ak Parti böyle bir süreci başlatınca kültürel genlerimizdeki bu yaklaşım kendini açığa vurdu ve önemli ölçüde bu çizgiye ve yönteme katılımlar oldu.

    Sonuç olarak tamamen olmasa da kısmi bir angajenin varlığı inkar edilemez..




    *İslami Hareketlerin bugünkü durumuna nasıl bakıyorsunuz, neden 90' lı yılların kitleselleşme sürecinden geriye gidildi ve neden eski hareketlilikleri yok?

    Eğer maksadınız Türkiye'deki İslami hareketler ise, bir defa 90'lı yıllarda İslami hareketlerin kitleselleştiği kanısına katılamayacağım. Eğer maksat, merhum Erbakan Hoca'nın partisel faaliyetleri ise ki sanmıyorum, o partinin devamı veya o partiden doğan yeni kuşak bugün Türkiye'yi değiştirecek kadar güçlüdür. Dolayısıyla bir gerileme değil, ilerleme vardır. Eğer maksadınız, inkılabi kesimler ise, bu çerçevedeki oluşumlar kitleleri arkalarına alacak kadar güçlenemedi. Kitleselleşmek kolay yakalanabilecek bir düzey değildir. Güçlü bir önderlik, geleceğe dair umut veren ve teorik alt yapısı kuvvetli bir toplumsal proje ve eylemlilik gerektirir. Bu üç unsur eğer milyonların desteğini alırsa, kitleselleşmeden söz edilebilir. Hangi İslami grup milyonların desteğini alabilecek çapta bu özelliklerini açığa çıkarabildi? En güçlü İslami grupların taraftar sayısı onbine ulaşmazdı ve bunların çoğu devletin bir müdahalesiyle çözülebilecek kadar zayıf ve deneyimsizdi. İsim vermek istemiyorum ama somut örnekleri de yaşandı. Kendilerini devrimin eşiğinde görenler, bir operasyonla on yıl toparlanamayacak düzeyde gerilere gittiler. Kendilerini 'dipten ve alttan gelen dalga' olarak tanımlayanlar, bir operasyonla dalgalara kapıldılar. Bu tanımı yapan şahsiyet de şimdilerin önemli bir bürokratı oldu.




    Dolayısıyla kitleselleşme süreci yaşanmadı ki, o süreçten geriye gidilmiş olsun.

    Sorunuzun 'eski hareketlilikleri neden yok' kısmına gelince, bunun nedenlerinin bir kısmını önceki soruların cevabında verdim. Önemli nedenlerden biri yaşanan değişim sürecidir.

    Bir diğer nedeni, inkılapçı Müslümanlar inkılapçı, devrimci hedeflere sahipti. Ne ki, içinde bulunduğumuz ve tevarüs ettiğimiz koşullar bu hedeflerimizi mevcut halimizle gerçekleştirmeye imkan vermeyecekti ama hepimiz bunu o dönemde idrak edemedik. İslami temelde köklü bir değişim öngörülüyordu ama bu değişimin ihtiyaç duyduğu temel unsurlardan mahrum idik. Devleti hedefleyen İslami bir harekete İslami bir önderlik lazım. İslami önderliğin oluşması için İslami bir mektebin olması gerek. Devleti hedefleyen İslami bir harekete İslam'dan neşet eden ve çağın ihtiyaçlarını karşılayan bir proje lazım. Bu temel ihtiyaçları karşılayacak alt yapı ve imkanlardan tamamen mahrum olan İslami grupların saptadıkları hedeflere kısa ve orta menzilde ulaşamayacakları bedihidir.




    Kanaatimce bu gerçek görüldü ama kimse bu gerçeği tartışmaya açmak istemedi, yerine uygulanabilir yeni yöntemler geliştirme konusunu gündeme almaya cesaret edemedi. Cesaretle geçmişimizi değerlendirip geleceğe dair yeni ve uygulanabilir metodları tartışmak yerine sessizce ve yüksek sesle konuşmaktan çok, daha küçük ve mütevazi hedeflere yönelme oldu. Yani teşhislerimizdeki isabeti tartışma ve değerlendirme cesareti gösterilmedi. Oysa ki, tarihimiz dikkate alındığında teşhisteki isabetsizlik doğaldı. Bunu tartışmak zaaf değildi. Bence asıl zaaf, bunu tartışmaktan kaçınmaktı. Bu sessizlik içinde dağılmalar, kaymalar, hat değiştirmeler yaşandı. Doğal olarak eski hareketlilik olmaz. O günkü hedeflere olan inanç bugün yok ki, aynı hareketlilik olsun. Ama bu ciddi bir yanlıştır. Temel değerlerimizde hiçbir değişiklik olmadı ve olamaz da. Allah'a giden yollar çoktur. Bir yolda başarısız olunca, yeni yolları aramak yerine sessizlik tercih edildi kanaatimce.




    İslami hareketlerden maksadınız dünyadaki tüm İslami hareketler ise, bir gerilemeden değil, değişimden ve bu değişim içindeki dinamizm ve kazanımlardan söz etmek mümkündür. Tunus'tan Suriye'ye kadar uzanan çizgideki halk ayaklanmalarının baskın sloganları İslamidir. İnsanlar Allah u Ekber nidalarıyla şehit oluyor ve bu tekbirlerle defnediliyor. Cuma namazları ve Cuma günleri diktatörlerin korkulu rüyası haline geldi. Bu gelişmeler, gerilemenin değil, ilerlemenin göstergeleridir. Ama şu farkı gözden kaçırmamak lazım. Bugünkü kıyamlar, herkese adalet ve özgürlük içindir. Adalet ve özgürlük içinde birlikte yaşam için meydanlara iniliyor ve şehid veriliyor.




    *Biz Neyi Talep Ediyoruz” isimli kitabınızla Türkiye'de Müslümanların yaşadığı sorunların çözümüne yönelik somut talepler ortaya koydunuz. Bugün gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Müslümanların dini yaşamla ilgili sıkıntıları ve çözüme yönelik talepleri bugün ne olmalı sizce?

    Önce bu kitabı yazmamın nedenlerine kısaca değineyim. 1990 ila1994 yılları arasında Kürdistan'da tecrübe ettiğimiz acı ve büyük olaylardan ve de 15 yıllık deneyimimden sonra Türkiye'deki İslami hareketlerin hedefleri ve bu hedefler ile vakıiyet arasındaki ilişki zihnimi meşgul etmeye başladı. Uzun yıllar konu üzerinde düşündüm ve gelişmeleri izledim. Arkasından 28 Şubat post modern darbe sürecindeki gelişmeleri ve sonuçlarını yakından gözlemlemeye çalıştım. Pratikte eski hali sürdürmeye çalışırken zihnim yeni arayışlar peşindeydi. Eski halin muhal, ya yeni hal ya da izmihlal olacağı neticesine ulaştım ve 2001 yılında bu kitabı yazmaya başladım. O zaman daha Ak Parti kurulmamıştı. Dolayısıyla bu çalışmam, Ak Parti'nin başlattığı değişim sürecinden önceydi.




    Kitabın özünde şu var:

    İnkılapçı Müslümanların belirledikleri İslam devleti hedefiyle sahip oldukları güç arasında ciddi bir uyumsuzluk vardı. Bütün temel haklarından mahrum bırakılmış, bütün temel hakları gasp edilmiş, dini imkanlarını kullanma hakkı ellerinden alınmış ve mahdudiyetlerle kuşatılmış bir durumda iken böyle bir hedef belirleyip onu deklare etmek ve o hedefe doğru bir aktivite içine girmek gerçekçi değildi. Bunu sözünü ettiğim tarihlerde idrak etmeye başladım. Böyle bir saptamaya, gerçekte kendi koşullarımızı değerlendirerek ulaşmadık. Diğer İslam ülkelerindeki gelişmelerden yola çıkarak ve oralardaki gelişmelerin etkisinde kalarak ulaştık. Diğer ülkelerdeki gelişmelerden etkilenirken o gelişmelerin tarihsel süreçlerini analiz etmek yerine sonuçlarına baktığımız için hedeflerimizle gerçekliğimiz arasındaki derin farkı göremedik.




    Kitabın özünde hedeflerin uygulanabilir ve erişilebilir hale getirilmesi vardır. Devletten önce sivil halk olarak dinimizi yaşayabilecek, onu koruyabilecek, yaşatabilecek, kurumsallaştırabilecek haklarımızı geri almamız gerekiyor. Mektebimizi inşa etmemiz gerekiyor ki, İslami temelde bir güce, bir önderliğe, kurumlara, toplumsal idareye alternatif sunabilecek teorik birikimlere ve projeler sunma gücüne ulaşalım. Bu güce ulaştıktan sonra köklü bir toplumsal değişiklik için koşulların uygun olup olmadığı, toplumun böyle bir değişime hazır olup olmadığı konusu gündeme gelir. Sizde bu güç yoksa, koşullar uygun olsa da o uygun koşulları hedeflerinize doğru yönlendiremezseniz.




    Ak Parti'nin başlattığı değişim sürecinde sözünü ettiğim taleplerin çok az bir kısmı gerçekleşti ve bu başarı tabandan gelen örgütlü bir baskının sonucu olmadı. Aksine tavandan yani iktidar eliyle yapıldı. Elbette ki toplumsal talep bu sürece önemli destek verdi. Toplumda talep vardı ama baskı yoktu. Değişim yukarıdan olunca, aşağıdan da destek gördü.




    Yaşadığımız on yıllık değişim sürecinde dile getirdiğim Müslümanların temel haklarından hiç biri henüz gerçekleşmiş değildir. Sadece bir yumuşama ve baskının azalması söz konusudur. Bu taleplerin en basiti olan tesettür sorunu bile henüz çözülebilmiş değildir. Devletin din üzerindeki kontrolü ve baskısı aynen devam ediyor. Müslümanların devletten bağımsız dini kurumlar oluşturma, dini eğitim kurumları ihdas etme, camileri sivilleştirme gibi imkanları yoktur. Dinden neşete eden vakıf mallarına devlet el koymuş ve maddi kaynaklarımızı kurutmuştur.




    Bu değişim sürecinde gasp edilmiş haklarını geri alma konusunda en pasif kalan kesim bence İslami duyarlılığı olanlar oldu. Herkes kendi haklarının kavgasını verirken biz temel haklarımızı savunmuyor, hatta gündeme bile getirmiyoruz.

    Somut bir örnek vereyim:

    Buyurun lütfen;

    Dinde derinleşmek için dini bir eğitim kurumu açmak isteseniz bunun yasal alt yapısı yok. Böyle bir hakkınız yok. Yasak. Kaçamak yollara başvuruluyor. Bir vakıf kuruluyor ve Kur'an kursu veya yurt adı atında cılız bir takım faaliyetler yapılıyor. İktidar değişse, bir şikayet üzerine milletten aldığınız yardımla yaptığınız vakıf bir hakimin iki cümlesiyle sizden alınıp Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredilir. Bu şartlarda ne yapabilirsiniz? Nasıl dinde derinleşmiş insanlar yetiştirebilirsiniz? Din temelinde nasıl bir bilgi üretebilirsiniz? Müçtehid nasıl yetiştirebilirsiniz? Dini önderliği nasıl oluşturabilirsiniz? Toplumu devlete karşı hangi kurum ve önderliklerle ve şahsiyetlerle koruyabilirsiniz? Bunları sorgulamıyor, gasp edilen bu en doğal hakkımızın kavgasını vermiyoruz. Ortam bu türden haklarımızı istemeye ve bunun kavgasını vermeye çok uygun olduğu halde sanki hiç böyle bir kaygı yokmuş gibi bir hal var. Süreci esef ve kaygıyla izliyor, elimden geldiğince esasa ilişkin bu türden konuları gündeme getirmeye çalışıyorum.
    La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!

    #2
    Ynt: Üstad Zeki Savaş ile Roportaj

    Röportaj-2.Bölüm

    Sizce Kürd sorunu nedir, nasıl tanımlanmalıdır, kaynağı nedir?



    Kürd sorununun tanımında ve temelinde üç konu vardır:

    Birincisi, Kürd halkının kendi egemenlik hakkını kullanma isteğinin, Kürdlerin mücavir olduğu ve birlikte yaşadığı kavimler tarafından kabullenilmemesi.

    İkincisi, Kürd halkının kendi dilini resmi düzeyde kullanmasına olanak tanınmaması.

    Üçüncüsü, Kürdlerin ikinci sınıf vatandaş muamelesine tabi tutulması.

    Kürd sorunun menşei, tanımı ve diğer tüm yan konuları bu üç mevzuda hülasa edilebilir.



    İslamcılar Kürt sorununu doğru tanımlıyor mu sizce? Sorunun adının doğru konulmadığı, ümmetçiliğin ve İslam kardeşliğinin içerikten yoksun kullanılarak Kürtlere İslami bir çözüm sunamadıkları, bir proje ortaya koyamadıkları, Kürtlerin egemenlik hakkı, millet olarak tanınması gibi hususlarda adil ve tutarlı bir yaklaşım sergilemedikleri şeklinde eleştiriler söz konusu.



    Evvelen "İslamcılar' kavramının misdakı veya somut karşılığı bir şahıs veya grup değildir. Birbirine zıt hatta teorik ve pratik bakımdan birbiriyle çatışan çok sayıda grup ve şahsiyet bu kavramın kapsamı içine germektedir. Dolayısıyla Kürd sorunu gibi özel mevzularda İslamcıların yaklaşımı şudur demeyi yanlış buluyorum. İslamcılar Kürt sorununu doğru tanımlıyorlar mı sorusu, analitik bir yaklaşımı gerektiriyor. İslamcı kavramının kapsamına giren hareket ve şahsiyetleri ayrı ayrı ele almak, konuya ilişkin ürettikleri bilgi ve geliştirdikleri pratikleri inceleyerek belirli kategorilere ayırmak ve ona göre doğru bir sonuca ulaşmak gerekiyor. Sorunu doğru tanımlayanlar da var, yanlış tanımlayanlar da var, hiç tanımlama gereği duymayanlar da var. Sözünü ettiğiniz eleştiriyi hakkedenler olduğu gibi bu eleştirilerin muhatabı olmayacak hareketler ve şahsiyetler de var.



    Sizin bu konuda “her ulusun kendi egemenlik hakkını kullanmasına karşı bir nass olmadığı, peygamberlerin ulusal dili kullandığı ve Kürt Danışma Meclisi gibi somut önerileriniz var.” Bunlar hakkında genel bir değerlendirmeyi alabilir miyiz? Bir de bu yaklaşımlarınızdan hareketle Kürt sorunu için de “Biz Neyi Talep Ediyoruz” şeklinde kapsamlı bir çalışmanız söz konusu mu?



    İslam'a öncelik veren tüm çevrelerde her ulusun kendi egemenlik hakkını kullanmasının ümmet mefkuresiyle çeliştiği şeklinde ortak bir kaygının olduğunu uzun yıllar gözlemledim. Bu kaygı, doğal olarak onların Kürd meselesine ya rezervli yaklaşmasına veya etkin çözüm yolları önerememesine yol açtı. Teorik bir problemin olduğunu, dinden neşet eden bazı değerlerimizin sanki bizi tahdit ettiğini, soruna esastan müdahil olmamıza engel oluşturduğunu yaşayarak gördüm ve bu husus uzun yıllar benim zihnimi de meşgul ediyordu.



    Bu teorik problemi aşmak için Kur'an'daki ümmet kavramı ve dil konusu üzerinde uzun bir süre yoğunlaştıktan sonra kanaatlerimi paylaştım. İslam'ın ve ümmet mefkuresinin her kavmin kendi egemenlik hakkını kullanmasına hiçbir tahdit ve sınırlandırma getirmediği inancındayım. Özellikle dil konusu, tartışmayı dahi kabil etmez bir mahiyettedir.



    İslami bir hareket ve cemaat eğer Kürd halkının kendi egemenlik hakkını kullanması gerektiği yönünde bir siyasi proje geliştirirse, kimse bunu müdellel olarak gayri İslami telakki edemez. Bu yönde şer'i bir delil yoktur. Hakeza İslami bir hareket özerklik, federasyon veya birlikte yaşam şeklinde siyasi projeler geliştirirse, aynı hüküm onlar için de geçerlidir. Çünkü bu konular siyasi yönetimle ilgilidir ve bu konuları İslam kendi mensuplarının iradesine bırakmıştır. Bu tür konularda geliştirilecek stratejileri İslami veya gayri İslami zaviyesinden değerlendirmek yerine maslahat, uygulanabilirlik, erişilebilirlik bakımlarından ele almak gerekmektedir.



    Ben, söz konusu iki makalede bir strateji önermedim. Kürd sorununa ilişkin strateji üretmemizi sınırlandırdığını düşündüğüm iki konuya açıklık getirmeye çalıştım. Buraya kadar olan, işin teorik yanıydı.



    Danışma Meclisi konusu ise, pratiğe ilişkin bir öneriydi. Ulusal egemenlik ve ulusal dil konusu, bütün Kürdler için ortak payda hükmündedir. Ne var ki, bu ortak paydaya karşılık önemli pay farkları da söz konusudur. Benimsenen değerler, hayat telakkileri, dünya görüşleri alanlarında ciddi çatışmalar var. Pay farklarına saygı duyarak, onların yaşanmasına imkan tanıyarak ortak payda da bir uzlaşı gerçekleştirilebilir ve sorunun çözümünde kuşatıcı, etkin bir muhataplık oluşturulabilir. Bir uzlaşı sağlanabilir. Kendi içinde uzlaşmak güç getirir. Kendi içinde bölünmek ve çatışmak zayıflatır. Kürdlerde en zayıf olan şey, uzlaşı kültürüdür. Başarısızlıklarının önemli nedenlerinden biri de bu özellikleridir. Kürd Danışma Meclisi, gerçekleşmesi zor da olsa, uzlaşı kültürünün gelişmesine kapı aralayabilecek pratik bir öneridir.



    Kürd sorunuyla ilgili "Biz Neyi talep Ediyoruz' şeklinde özel bir çalışma mevzusuna gelince, önce şunu ifade etme ihtiyacı duyuyorum. İslami dünya görüşüne sahip olan Müslüman Kürdlerin işi zor ve yükü ağır. Çünkü bizim iki önceliğimiz var. İslami sorumluluklarımız ve ulusal sorunlarımız. Hayatlarından İslam'ı dışlayan Kürdlerin tek öncelikleri ve işleri var. O da ulusal sorunlardır.



    Ben İslami sorumluluklarımızla ilgili kitap yazarken 1993 yılından beri de ulusal sorunlarımızla ilgili çok sayıda yazı yazdım ve ameli olarak da bu sorunun bir parçası durumundaydım ve durumundayım.



    Kürd sorunuyla ilgili neyi istediğimiz elbette önemli bir konudur. Ama bir o kadar ve hatta daha fazla önemli olan talep ettiğimiz veya edeceğimiz konuları nasıl hayata aktaracağımız mevzusudur. Düşüncelerinizi hayata aktaracak güç ve pozisyon oluşturamazsanız, teorinizin doğruluğu çok fazla belirleyici olmayabilir. Teorik açılımların hayata geçmesi, örgütlü güce ihtiyaç duyar.



    Kürd halkının kültürel ve sosyal yapısıyla ilgili kapsamlı bir çalışma yapmak istiyordum. Bu çalışmayı da masa başında değil, alan çalışması olarak tasarlamıştım. Ben Türkiye Kürdistanında büyüdüm. İran ve Güney Kürdistan'da da şehirler ve köyleri gezerek, siyasi, kültürel ve sosyal konumu olan şahsiyetlerle görüşerek bir çalışma yapmak istiyordum. Kürdlerin siyasi başarısızlığındaki dahili sebepleri, siyasi başarısızlıklarının kültürel ve sosyal dokularındaki nedenlerini incelemek istiyordum. Ne ki, koşullarım şimdilik böyle bir çalışmaya imkan vermedi.



    Kürt Danışma Meclisi” ile üzerinde çalışılan ve bütün Kürtlerin katılımını hedefleyen “Kürt Konferansını” karşılaştırmamız mümkün mü?



    Kürd Danışma Meclisi, Türkiye Kürdistanıyla ilgiliydi. Kürd Konferansı bütün Kürdistan ile ilgilidir. Bu konferansa öncülük edenler, Kürdlerin egemenlik hakkı ve dil hakkını önceleyip din hakkını öteleyen kesimlerdir. Sanıyorum bu yaklaşımları davetlilere de yansıyacaktır. Böyle olursa, Konferans kuşatıcı, uzlaşmacı olmayacak, tek yanlı olacaktır. Meşruiyeti sorgulanır olacak. Umarım bu ciddi yanlışta ısrar etmezler.



    Kendi sorunları olan ve içinde bulunduğu sistemle mücadelesi olan Türkiye ve Kurdistan Müslümanlarının, dünya müslümanlarının sorunlarına çözüm aramaya kalkması ne kadar doğrudur? Özellikle yanıbaşındaki Kürd sorununu bırakıp dünyanın öbür ucundaki bir soruna çare aramak sık sık eleştiri konusu oluyor.



    Bu eleştiriye katılmıyorum. Analitik değil, genellemeci olduğu için katılmıyorum. İkincisi de Kürdistanlı Müslümanlar dünya Müslümanlarının hangi sorununu çözmek için ne yapmıştır? Hangi soruna nasıl bir teorik çerçeve önermiş veya hangi soruna nasıl pratik bir katkı sunmuştur? Var mı bunun somut karşılığı?



    Evet. Mesela Marmara Gemisi. Şehit edilenlerin çoğu Türkiye Kurdistanından… Neden o kişinin aklına Kurdistana konvoy götürmek gelmez de Filistin'e gemi yüzdürmek gelir? Hakeza başörtüsü için eylem yapmıştır Müslüman Kürt ama anadili için yapmamıştır !



    "Müminler ancak kardeştir" ayetinin gereği olarak dünya Müslümanlarının sorunlarına da ilgi duyulmuş, acılarına ortak olunmuş ve onların tecrübelerinden yararlanılmak istenmiştir. Bu da imandan neşet eden kardeşliğin gereğidir. Dünyanın her hangi bir yerinde Müslümanlar zulme uğradığında bu zulme itiraz edilmişse, acı paylaşılmışsa, kardeşliğin gereğidir ve doğrudur.



    Sanırım bu itirazda bulunanlar, dini ve din kardeşliğini öteleyip sadece ulusal kardeşliği önceleyenlerdir. Oysa Müslüman, hem kendi ulusuna hem de tüm din kardeşlerine karşı sorumluluk sahibidir. Bu iki sorumluluk, birbiriyle çelişmez. Bir arada yürütülmesi, her birine hakkettiği önemin verilmesi gerekir.



    Müslümanın bir yerel, ulusal duruşu bir de evrensel duruşu vardır. İslami dünya görüşünü benimsemeyenlerin ise sadece ulusal ve yerel duruşları vardır. Sorun buradan kaynaklanıyor. Doğal bir sorundur. Bir eleştiri olacaksa, karşılıklıdır. Bize göre Müslüman bir Kürdün dünyası, Kürdistan ile sınırlı değildir. Kürdistan onun ulusal yurdu, İslam dünyası da onun dini yurdudur. Her birisi ayrı ayrı ilgiyi hakketmektedir. Yanıbaşındaki soruna ilgi duyamamak da yanlıştır, dünya Müslümanlarına bigane kalmak da yanlıştır. Bu iki yanlışı yapanlar da eleştiriyi hakkeder ama iki yönlü bakanlar, doğru istikamettedir.



    İslam'ı önceleyen Müslüman Kürdlerin Kürd sorununa matlub düzeyde müdahil olamamalarının önünde kısmen teorik sorunlar var ki, buna değindim. Bir de ulusal mücadeleyi sol menşeli bir örgütün göğüslemiş olması da önemli bir engel. İslami temelde bağımsız bir mücadele oluşmadığı için PKK'ye mal olacak katkılardan imtina ediliyor.



    Filistin konusuna gelince, Filistin meselesi ile Kürdistan sorununu kıyaslamamak gerekir. Bu kıyas doğru değildir. Filistin meselesi, ulusal bir sorundan çok dini bir sorundur. İslam ile Siyonizm arasındaki bir problemdir. Kürd meselesi ise bizim iç sorunumuzdur. Yani Müslümanlar arası bir sorundur, kardeşler arası bir sorundur.



    Peki sorunda önemli bir aktör olan “Kürt Siyasal Hareketinin” Demokratik Özerklik gibi bir projeyi hayata geçirmeye başladığı bir süreçte İslamcılar geriden gelmiyor mu sizce? Örneğin “Kürt Siyasal Hareketinin” risklerini göze alarak resmi makamlardan andımızın kaldırılmasını istemesinden, sivil itaatsizlikle buna direnmesinden bir kaç yıl sonra ancak ortam uygun olunca , neredeyse resmi makamlar bu andı kaldıracakken bazı İslamcılar imza kampanyasına başlayabildi.



    Geriden geliyorlar tabi ki. Ama geriden gelen sadece İslamcılar değildir. İslamcılar ulusal haklar konusunda geriden gelirken Kürd siyasal hareketi Kürd ulusunun dini hakları konusunda geriden bile gelemiyor, hatta yerinden kalkamıyor. Neden olaya tek taraflı bakıyoruz? Bir suçlama olacaksa karşılıklı olmalıdır ve herkes hakkettiği ölçüde suçlanmalıdır. Kim daha çok geride ise onlar daha çok eleştiri almalıdır. Kürd siyasal hareketi Kürd halkının dini konusunda geride kalmak bir yana bu hakkı inkar edecek bir tutum içinde. İnkarcı ve istismarcı konumdan samimi yaklaşım aşamasına dahi gelemedi. En azından İslamcıların önemli bir kısmı onlara göre çok ileridedir.



    Bir taraf ulusal haklar konusunda ileride, öteki taraf dini haklar konusunda ileride. Bir taraf dini haklar konusunda geride, öteki taraf ulusal haklar konusunda geride. Sorun, iki tarafın geride kaldığı alanlarda ilerleme sağlamasıyla aşılabilir, uzlaşma ancak böyle sağlanabilir.



    Yazılarınızda zaman zaman AKP-BDP ittifakından söz ediyor, sisteme muhalif bu iki partinin çatışmak yerine ortak paydalarda birlikte hareket etmelerinden söz ediyorsunuz. İslamcıların bu iki partiye karşı tutumları ne olmalıdır, zaman zaman objektif olunmadığı ve BDP’ye yönelik devletçi refleksler gösterildiği eleştirileri var, bunları değerlendirir misiniz?



    Ak Parti sisteme muhalif bir parti olarak doğdu, özgürlük alanlarının genişletilmesini savundu. Bu sebeple her geçen gün güçlendi, önemli başarılar da sağladı ama güçlendikçe ve egemen güçleri gerilettikçe boşalan alanı kendisi doldurdu ve devletin merkezine doğru ilerledi. Henüz de özgürlükçü yanı bitmiş değil. Ne var ki, BDP başından beri ideolojik ve siyasi kaygılarla değişime öncülük eden bu parti ile ittifak aramak yerine rakip stratejisini izledi. Ak Parti de benzer yanlış politikalara yöneldi.



    Bence Ak parti ve BDP Türkiye için büyük bir şanstı. Çatışma yerine uzlaşıyı tercih edebilselerdi, Kürd sorununun çözümü dahil tüm temel problemlerde çok önemli başarılar sağlayabilirlerdi. Ne var ki, her iki parti de bazı engelleri aşamadı. Ak Parti birinci iktidarı zamanında ordunun, yargının ve bürokrasinin baskısından uzak hareket edemezken, BDP de PKK'nin baskısından uzak hareket edemedi. Ayrıca her iki tarafın böyle bir uzlaşıyla oy kaybedebilecekleri yönünde kaygıları vardı. İlginç olan şey, bu iki parti güçlendikçe birbirlerine yaklaşacağına birbirlerinden uzaklaştılar.



    Ben henüz de bu şansın tümden yitirilmediğini düşünüyorum. Müslüman Kürdlerin ve Müslüman Türklerin, değişime öncülük edebilecek bu iki partiyi uzlaşmaya zorlamaları gerektiği inancındayım. Bu, hepimizin yararına olur. BDP'ye yönelik devletçi reflekslerden şiddetle kaçınılmalı, AK Parti de eskinin devamı olarak görülmemeli. Aksi yaklaşımlar, aradaki açıyı genişletir ve çözüm imkanlarını zorlaştırır.



    Haburdan sonra Kürt sorununda işler ters gidiyor nedense, açılım durdu, askeri operasyonlar son sürat, iktidar statükolaşıyor, Silvan ve Çukurca olayındaki asker kayıpları, bir o kadar PKK li kaybı, tutuklu Kürt siyasetçiler, yemin krizi. Bütün bunların üstüne Başbakan Erdoğanın Ramazan sonrasını işareti ve sonra onuda beklememesi, 1990'lı yıllarda uygulanan güvenlik eksenli politikalara dönme riski. Bu tablo sizin de içinizi karartıyor mu? Zor bir soru mu bilmiyorum ama bundan sonra ne olacak sizce?



    Sürecin gidişatından ciddi kaygı duyuyorum. BDP ve PKK gördüğüm kadarıyla açılım ve değişim sürecine çok rezervli yaklaştı. Başbakan da daha önce kimsenin denemediği barış formülü üzerinde ısrarlı olamadı, çatışmacı bir çizgiye döndü veya döndürüldü. Oysa ki, açılım sürecini başlattığı zaman çatışmanın çözüm olmadığını ifade ediyordu.



    Yeniden bir çatışma süreci yaşansa bile, eskiye dönülmeyeceğini umuyorum. Yani faili meçhuller ve kanunsuz infazlar gibi genel bir baskının yaşanmayacağını bekliyorum. Çünkü bundan sonra olacak çatışmaları asker ve derin devlet değil, doğrudan siyasi iktidar üstlenecek. Dolayısıyla geçmişten daha farklı olmak zorunda. Ama çatışmalar hangi mahiyette olursa olsun, yarardan çok zarar verir. Sonunda dönülecek durak, yine barış olacaktır.



    Yeni çatışma sürecinin şöyle bir riski de var. Daha önce de belirttiğim gibi Ak Parti birinci derecede muhafazakar ve mütedeyyin kesimin oyunu alan bir partidir. Bu partinin iktidarı öncülüğünde yürütülecek çatışmalar, Kürdistan'daki salt Kürd ulusalcılar ile dini ve ulusal hakları bir arada savunan Kürdler arasındaki ayrımı keskinleştirebilir, uzlaşmayı çok daha zorlaştırabilir.



    Türkiye'deki sol hareketin Türk solu ve Kürt solu olarak ayrılması gibi bir sürecin, İslamcı Kürtler ve İslamcı Türkler arasında da yaşanması söz konusu mu veya söz konusu olabilir mi sizce?



    Böyle bir ayrım henüz gerçekleşmiş değil. Ama potansiyel olarak böyle bir ayrılma imkanı var. Dikkat edilirse her iki taraftaki bu ayrımda ideoloji, ortak paydayı, ulus meselesi pay farkını teşkil ediyor. Türk solu ve Kürd solu, sol ideoloji temelinde bir nizam kurmak istiyor. İslamcı Türkler ile İslamcı Kürdler de İslam temelinde bir yaşam tesis etmek istiyor. Burada önemli bir fark vardır:



    Sol ideoloji, kendi mensupları arasında kardeşlik tesis etme gücünden yoksundur. Bu sebeple rahatlıkla birbirleriyle savaşabilirler ve savaşmışlardır. Ama İslam kendi mensuplarını kardeş ilan ediyor. Kardeşler arasında çatışma olmaz. Eğer Müslüman Türkler ve Kürdler ulusal haklarını İslam dairesi içinde kullanma bilincine ulaşırsa, bir babanın iki evladı gibi, iki katlı evde yaşayan iki kardeş gibi bir arada yaşama imkanını oluşturabilirler.



    ufkumuz.net Kürtçe yayın yapan bir site ancak Türkiye'deki okuyucuların çoğunlukla Türkçe okuyor olması sebebiyle röportajımızı Türkçe yapıyoruz. Özelde İslamcı Kürtlerin ve genel olarak Kürtlerin dillerini kullanmada sorun yaşadıklarını görmekteyiz, Kürtçe okuma ve yazma oranı çok düşük buna yönelik fikir ve tavsiyeleriniz alabilir miyiz?



    Eğitim dili olmayan ve resmi düzeyde kullanılmayan bütün diller için bu türden sıkıntılar vardır. Eğitimde kullanılmayan dil, sözlü edebiyat gibidir. Kulaktan kulağa aktarılır, sınırlı kalır. Okumuş kesimler arasında resmi diller, resmi olmayan ana dillerden daha güçlü olur. Dünyanın her tarafında bu gerçeği görebilirsiniz. Örneğin Farsça'nın en önemli sözlüklerinden biri olan 'Amid'i yazan, bir Türk'tür. Arap dilinin en büyük üstadlarından Sibeveyhi, Arap değildir. Kürdçe ve Kürdler de böyledir. Meşahir-i Ekrad, yani Kürd meşhurları diye iki ciltlik bir kitabı incelemiştim. İlim adamı, bilim adamı, edip ve sanatçı Kürdleri konu alan bu eserde adı geçen dört yüzü aşkın Kürd büyüğünün kahir ekseriyeti, eserlerini eğitim gördükleri dillerle yazmışlardır.



    Resmi olan ve resmi olmayan diller konusu, ana dil ile ulusal dil ayrımına da yol açmaktadır. Genel olarak ana dil, ulusal dildir ama dünyanın her yerinde bir çok aile evde dahi resmi dili konuşur olmuştur ve çocuklar annelerinden ulusal dilini değil, resmi dili öğrenir. Çocuğun ulusal dili Arapça'dır ama annesinden Farsçayı öğrenir. Ulusal dili Kürdçedir ama annesinden öğrendiği dil Türkçe'dir. Ulusal dili Türkçe'dir ama annesinden öğrendiği dil Arapça'dır. Yani eğitim dili, yer yer anneden öğrenilmesi gereken ana dilin yerini alabilmektedir.



    Kürdçe eğitim dili ve resmi dil olmadığı için, Kürdçe okuyup yazmak, Kürdçeyi edebi bir dil olarak kullanabilmek, umumun yapabileceği bir şey değildir. Okumuş kesimin bu konuya özen göstermesi, bu alanda çaba sarf etmesi gerekir. Artuklu üniversitesindeki Kürdoloji bölümüne kapasitenin on kat üzerinde başvuru yapılmış olması, esasen bu konuya ciddi bir eğilimin olduğunu gösteriyor. Eğitim kurumlarında Kürdçenin yaygınlaştırılması, bu sorunun çözümüne katkı sunar. Bir de özel çabalarla bunu desteklemek lazım.

    Bu çerçevede Ufkumuz. Net olarak sizin çabanız da takdire şayandır.



    Müslümanların sık sık tartıştığı temsil edilme sıkıntısı olan Müslüman Kürtlere yönelik bir partinin kurulması fikrini nasıl değerlendiriyorsunuz?



    Siyasi bir parti iki amaca matuf olarak kurulur:

    Birincisi, iktidara talip olmak ve ülkeyi yönetmek.

    İkincisi, bir dava partisi olmak.

    Kürdistan merkezli tesis edilen partiler daha çok birer dava partileridirler. İktidar olmaktan ziyade Kürd ulusunun hak arayışını siyaset arenasına taşımayı amaçlamaktadırlar.

    Müslüman Kürdlere dönük kurulacak bir parti de iktidara talip olmaktan çok dava partisi olur. Bir farkla ki, böyle bir parti hem ulusal hakları hem de Kürd halkının dini haklarını gündemine alır.



    Dava partileri, örgütlü bir çalışmanın, güçlü bir hareketin, etkin bir cemaatin desteğinde şekillenirse başarılı olur. Bir de toplumsal talep ve ihtiyacın olması gerekir ve bu amaçla kurulan partinin, bu talebi karşılayabilecek özellikte olması icap eder. Ancak güçlü bir hareketin siyasi kanadı olarak sahneye çıkan partilerin de bağımsız politika üretememe gibi bir sıkıntıları var. Böyle durumlarda partinin politikası, bizzat parti tarafından ziyade, arkasındaki güç tarafından tayin edilmektedir.



    İdrak ettiğimiz koşullarda böyle bir parti için harekete geçmek gerekir mi konusu üzerinde düşünmekte yarar vardır ama pratik adım atmak için kat edilmesi gereken mesafelerin, çözülmesi gereken ciddi konuların olduğu inancındayım.



    Türkiye'de yaşanan değişimde sivil toplum kuruluşlarının rolü ne olmalıdır, sizce bu rol yerine getiriliyor mu?



    Sivil toplum kuruluşları, ihkak-ı hak ve özgürlük alanlarının genişletilmesi konusunda iktidardan ve devletten birkaç adım önde olmalı, iktidarın gerisinde kalmamalı. Gerçekte sivil toplum kuruluşları, halkı devlete karşı korumalı, halk için birer sığınak olmalıdır. İslami kesimlere ait sivil toplum kuruluşlarının çoğu bu konularda kanaatimce pasif ve geriden hareket etmektedir.



    Gençlik toplumun can damarıdır, genç kardeşlerimiz için soruyorum gençliğimiz hakkındaki fikirleriniz ve varsa tavsiyeleriniz nelerdir?



    Geleceğimiz, gençlerimize aittir. Geleceği şekillendirebilmeleri için şimdiki zamanlarında ve gençlik evresinde kendi donanımlarına öncelik vermeleri, gelecekteki mücadelelerine daha etkin ve düzeyli katkılarda bulunmalarına imkan sunacaktır.



    Bizi kırmayıp zaman ayırdığınız için teşekkür ederek, biz ve bizim gibi internetten yayın yapan kültür-haber siteleri hakkındaki değerlendirmenizle röportajımızı bitirelim.



    İnternet siteleri, hayatımızın bir parçası olmuş durumdadır. Sizin gibiler toplumu irşadda, bazıları da toplumu ifsadda önemli roller almış durumdadır. Arap ülkeleri olmak üzere bir çok yerde halk hareketlerinin internet sitelerinden yönlendiriliyor olması, sanal yayıncılığın değerini gösteren önemli bir hadisedir.



    İnternet siteleri, erişebilirlik açısından evrensel düzeyde yayın yapan sanal yayın organlarıdır.

    Bu alandaki çabalarınızın daha nitelikli hale gelmesini ve hayırlı çığırların açılmasına vesile olmasını Mevla'dan niyaz ediyorum
    La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!

    Yorum

    YUKARI ÇIK
    Çalışıyor...
    X