17 Aralık 2010
NATO genel sekreteri Anders Fogh Rasmussen, 19 Kasım 2010'da Portekiz'in başkenti Lizbon'daki zirve toplantısından bir süre önce İngiliz Daily Telegraph gazetesine yaptığı açıklamada, İran’ın nükleer silah saldırısına karşı Avrupa kıtasını korumak amacıyla yeni bir füze kalkanı sistemi oluşturmak istediklerini açıklamıştı.
Bu satırlar, füze kalkanı projesinin Türkiye'ye yerleştirilmesinin esas amacına dönük niyetin sarahaten açığa vurulmasıydı. Amerika ve Avrupa aynı paralelde düşünüyordu.
Batılıların bu açıklamalarına karşılık Türkiye Dışişleri Bakanı Davudoğlu, "Biz, çevremizdeki hiçbir komşumuzdan tehdit algılaması içinde değiliz... NATO’ya dönük bir tehdit gelebileceği kanaatinde de değiliz" şeklinde cevap vermişti. Birçok kimse Ak Parti iktidarının bu tahmili teklifi reddedeceğini düşünüyordu ve hatta kesin gözüyle bakıyordu. İkinci 'One minute' olayının yaşanacağı bekleniyordu. Olaya bakış açıları arasındaki fark da uzlaşmanın olmayacağına işaret ediyordu. Ne var ki, beklentilerin ve öngörülerin tersine kötü niyetli teklif Türkiye tarafından kabul edildi.
Türkiye ile İran arasında dört asırdır hatırı sayılır bir sorun yaşanmamıştır. Batılıların dışında kimse böyle bir sorunu ne öngörüyor ne de istiyor. Sorun Türkiye ile İran arasında değil, İran ile Batı arasındadır. İran ile İsrail arasında sıcak bir temasın yaşanması uzak bir ihtimal değildir. Böyle bir durumda İran ile Batı arasında da sıcak bir temas kurulabilir. İsrail ile başlayan ve Batıya sıçrayan bir çatışmada Türkiye Batının fedaisi, kurbanı, ön cephede bedel ödeyen koruyucusu haline getirilmek isteniyor.
Türkiye'nin, Doğu ile Batının arasında çıkacak bir savaşta taraf olmaması, kabul edilebilir bir yaklaşımdır. Ama illa da bir tarafın yanında yer alacaksa, ait olduğu medeniyetin yanında yer alması gerekir, dışlandığı medeniyetin değil. Yarım asra yakındır Avrupa Birliği'nin kapısında Doğu medeniyetine aidiyetinden dolayı bekletilen Türkiye'nin kendisini dışlayan medeniyetin koruculuğunu üstlenmesi içe sindirilebilecek kadar küçük bir zillet değildir.
Avrupa Savunma Ajansı'na üye olarak alınmayan ve bu birliğin silah üretim projelerinde yer alma imkânı kısıtlanan Türkiye'nin aynı Avrupa'ya yönelecek füzelere göğüs germesi, ülkesini füze savaşlarında kurban haline getirmesi kabul edilebilir ve yutulur cinsten değildir.
Eğer Türkiye'ye yerleştirilen savunma füzeleri, İran ile İsrail arasında çıkacak bir çatışmada İran tarafından gelecek füzelere karşı kullanılacaksa veya en basitinden savunma füzelerinin yerleştirilmesinde bu amaç da gözetilmişse, Türkiye Siyonist rejim için de fedai olarak seçilmiş demektir.
Son yıllarda izlenen nisbeten bağımsız ve onurlu dış politika sayesinde ve özellikle de Siyonist rejime karşı sert çıkışlar ve tedbirler vesilesiyle Tayyip Erdoğan'ın ve Türkiye'nin ağırlığı ve saygınlığı İslam dünyasında büyük bir artış gösterdi. Füze savunma sistemini kabullenmek, bu saygınlığı ve ağırlığı sıfırlayabilir ve hatta gelişmelere göre tam tersine çevirebilir. Batının doğrudan jandarması, Siyonist rejimin dolaylı koruyucusu olan bir Türkiye'nin İslam dünyasında yeri olmaz. O zaman Türkiye aynen Kürdistan'daki korucular ve cahşlardan daha kötü bir konuma düşmüş olur. Hiçbir iktidarın ve özellikle de AK Parti iktidarının Türkiye'yi böyle bir konuma düşürme hakkı yoktur. Ahmet Davudoğlu'nun misyonuna ve vizyonuna ise hiç yakışmıyor ve mutlak bir çelişki oluşturuyor.
Bu proje Türkiye'ye İslam dünyasında itibar kaybettireceği gibi içeride de AK Parti iktidarına itibar kaybettirir. Nasıl ki, izzetli politikalar dışarıda ve içeride değer artışını sağlıyorsa, zillet içeren politikalar da dışarıda ve içeride değer kaybına yol açar. Çünkü ortada çok ciddi bir çelişki vardır. Ak Parti iktidarı neden bu korkunç çelişkiye düştüğünü açıklamak zorundadır. Gerçekleri kendi kamuoyuyla, kendi milletiyle paylaşması, onları bu düşüşten kurtarabilir.
Türkiye'nin son yıllarda izlediği dış politika, Türkiye'nin Amerika-İsrail hattından uzaklaştığını, o meş'um yörüngenin dışına çıkmaya başladığını gösteriyordu ki, bu izzetli çıkış Türkiye'ye büyük değer kazandırmıştı. Füze savunma sisteminin kabulü, Türkiye'nin tekrar eski yörüngeye oturtulduğu izlenimini veriyor. Türkiye'nin Amerika-İsrail hattına dönüşü, Türkiye halklarına ve İslam dünyasına karşı sorumsuzca bir davranıştır.
Komünizmin çöküşünden sonra NATO'nun yeşil hattı düşman ilan etmesiyle NATO da büyük ölçüde Amerika-İsrail hattına girmiştir. NATO İslam'ı düşman ilan ettiğinde ne el-Kaide bugünkü gücündeydi ne de İran'ın nükleer konusu bu kadar gündemdeydi. Öyleyse İran ve el-Kaide sadece birer bahanedir.
Değişen dünyanın yeni koşullarında Türkiye de AK Parti iktidarıyla kendine yeni ve onurlu bir konum arayışı içine girdi. Daha önce düşman bildiği Rusya Türkiye'nin en büyük ticari ortağı haline geldi. Hakeza yine komünizmden dolayı düşman bildiği Çin ile askeri tatbikat yapacak kadar ilişkileri geliştirdi. Dışlanan Arap dünyası ile tarihi köklere dayalı esaslı stratejiler geliştirilmeye başladı. Balkanlarda etkinlik oluşturdu. Kafkaslara uzandı ve tüm komşularıyla iyi ilişkiler kurdu. Bütün bunlar, Türkiye'nin Amerika-İsrail hattından uzaklaşmasıyla sağlandı.
Şimdi ne oldu da bütün bu olumlulukların kazanıldığı yeni stratejileri boşa çıkaracak, kazanılan dostları düşman yapabilecek bir dönüş yapıldı? Neden ve niçin? Böylesine köklü bir değişikliğin çok önemli sebepleri olmalı ama kimse bunu bilmiyor. Dış politikadaki bu dönüş, içerideki anayasa tartışmaları kadar önemlidir. Eğer böyle bir köklü değişikliğe gidilecekse, halka sorulması gerekmez miydi? Bunun için bir referandum icap etmez miydi? İç ve dış politikalardaki ana meselelerin çözümüne halkın karar vermesi gerekmiyor mu?
Bu mesele bir oldu bittiye getirilmeyecek kadar büyüktür.
NATO genel sekreteri Anders Fogh Rasmussen, 19 Kasım 2010'da Portekiz'in başkenti Lizbon'daki zirve toplantısından bir süre önce İngiliz Daily Telegraph gazetesine yaptığı açıklamada, İran’ın nükleer silah saldırısına karşı Avrupa kıtasını korumak amacıyla yeni bir füze kalkanı sistemi oluşturmak istediklerini açıklamıştı.
Bu satırlar, füze kalkanı projesinin Türkiye'ye yerleştirilmesinin esas amacına dönük niyetin sarahaten açığa vurulmasıydı. Amerika ve Avrupa aynı paralelde düşünüyordu.
Batılıların bu açıklamalarına karşılık Türkiye Dışişleri Bakanı Davudoğlu, "Biz, çevremizdeki hiçbir komşumuzdan tehdit algılaması içinde değiliz... NATO’ya dönük bir tehdit gelebileceği kanaatinde de değiliz" şeklinde cevap vermişti. Birçok kimse Ak Parti iktidarının bu tahmili teklifi reddedeceğini düşünüyordu ve hatta kesin gözüyle bakıyordu. İkinci 'One minute' olayının yaşanacağı bekleniyordu. Olaya bakış açıları arasındaki fark da uzlaşmanın olmayacağına işaret ediyordu. Ne var ki, beklentilerin ve öngörülerin tersine kötü niyetli teklif Türkiye tarafından kabul edildi.
Türkiye ile İran arasında dört asırdır hatırı sayılır bir sorun yaşanmamıştır. Batılıların dışında kimse böyle bir sorunu ne öngörüyor ne de istiyor. Sorun Türkiye ile İran arasında değil, İran ile Batı arasındadır. İran ile İsrail arasında sıcak bir temasın yaşanması uzak bir ihtimal değildir. Böyle bir durumda İran ile Batı arasında da sıcak bir temas kurulabilir. İsrail ile başlayan ve Batıya sıçrayan bir çatışmada Türkiye Batının fedaisi, kurbanı, ön cephede bedel ödeyen koruyucusu haline getirilmek isteniyor.
Türkiye'nin, Doğu ile Batının arasında çıkacak bir savaşta taraf olmaması, kabul edilebilir bir yaklaşımdır. Ama illa da bir tarafın yanında yer alacaksa, ait olduğu medeniyetin yanında yer alması gerekir, dışlandığı medeniyetin değil. Yarım asra yakındır Avrupa Birliği'nin kapısında Doğu medeniyetine aidiyetinden dolayı bekletilen Türkiye'nin kendisini dışlayan medeniyetin koruculuğunu üstlenmesi içe sindirilebilecek kadar küçük bir zillet değildir.
Avrupa Savunma Ajansı'na üye olarak alınmayan ve bu birliğin silah üretim projelerinde yer alma imkânı kısıtlanan Türkiye'nin aynı Avrupa'ya yönelecek füzelere göğüs germesi, ülkesini füze savaşlarında kurban haline getirmesi kabul edilebilir ve yutulur cinsten değildir.
Eğer Türkiye'ye yerleştirilen savunma füzeleri, İran ile İsrail arasında çıkacak bir çatışmada İran tarafından gelecek füzelere karşı kullanılacaksa veya en basitinden savunma füzelerinin yerleştirilmesinde bu amaç da gözetilmişse, Türkiye Siyonist rejim için de fedai olarak seçilmiş demektir.
Son yıllarda izlenen nisbeten bağımsız ve onurlu dış politika sayesinde ve özellikle de Siyonist rejime karşı sert çıkışlar ve tedbirler vesilesiyle Tayyip Erdoğan'ın ve Türkiye'nin ağırlığı ve saygınlığı İslam dünyasında büyük bir artış gösterdi. Füze savunma sistemini kabullenmek, bu saygınlığı ve ağırlığı sıfırlayabilir ve hatta gelişmelere göre tam tersine çevirebilir. Batının doğrudan jandarması, Siyonist rejimin dolaylı koruyucusu olan bir Türkiye'nin İslam dünyasında yeri olmaz. O zaman Türkiye aynen Kürdistan'daki korucular ve cahşlardan daha kötü bir konuma düşmüş olur. Hiçbir iktidarın ve özellikle de AK Parti iktidarının Türkiye'yi böyle bir konuma düşürme hakkı yoktur. Ahmet Davudoğlu'nun misyonuna ve vizyonuna ise hiç yakışmıyor ve mutlak bir çelişki oluşturuyor.
Bu proje Türkiye'ye İslam dünyasında itibar kaybettireceği gibi içeride de AK Parti iktidarına itibar kaybettirir. Nasıl ki, izzetli politikalar dışarıda ve içeride değer artışını sağlıyorsa, zillet içeren politikalar da dışarıda ve içeride değer kaybına yol açar. Çünkü ortada çok ciddi bir çelişki vardır. Ak Parti iktidarı neden bu korkunç çelişkiye düştüğünü açıklamak zorundadır. Gerçekleri kendi kamuoyuyla, kendi milletiyle paylaşması, onları bu düşüşten kurtarabilir.
Türkiye'nin son yıllarda izlediği dış politika, Türkiye'nin Amerika-İsrail hattından uzaklaştığını, o meş'um yörüngenin dışına çıkmaya başladığını gösteriyordu ki, bu izzetli çıkış Türkiye'ye büyük değer kazandırmıştı. Füze savunma sisteminin kabulü, Türkiye'nin tekrar eski yörüngeye oturtulduğu izlenimini veriyor. Türkiye'nin Amerika-İsrail hattına dönüşü, Türkiye halklarına ve İslam dünyasına karşı sorumsuzca bir davranıştır.
Komünizmin çöküşünden sonra NATO'nun yeşil hattı düşman ilan etmesiyle NATO da büyük ölçüde Amerika-İsrail hattına girmiştir. NATO İslam'ı düşman ilan ettiğinde ne el-Kaide bugünkü gücündeydi ne de İran'ın nükleer konusu bu kadar gündemdeydi. Öyleyse İran ve el-Kaide sadece birer bahanedir.
Değişen dünyanın yeni koşullarında Türkiye de AK Parti iktidarıyla kendine yeni ve onurlu bir konum arayışı içine girdi. Daha önce düşman bildiği Rusya Türkiye'nin en büyük ticari ortağı haline geldi. Hakeza yine komünizmden dolayı düşman bildiği Çin ile askeri tatbikat yapacak kadar ilişkileri geliştirdi. Dışlanan Arap dünyası ile tarihi köklere dayalı esaslı stratejiler geliştirilmeye başladı. Balkanlarda etkinlik oluşturdu. Kafkaslara uzandı ve tüm komşularıyla iyi ilişkiler kurdu. Bütün bunlar, Türkiye'nin Amerika-İsrail hattından uzaklaşmasıyla sağlandı.
Şimdi ne oldu da bütün bu olumlulukların kazanıldığı yeni stratejileri boşa çıkaracak, kazanılan dostları düşman yapabilecek bir dönüş yapıldı? Neden ve niçin? Böylesine köklü bir değişikliğin çok önemli sebepleri olmalı ama kimse bunu bilmiyor. Dış politikadaki bu dönüş, içerideki anayasa tartışmaları kadar önemlidir. Eğer böyle bir köklü değişikliğe gidilecekse, halka sorulması gerekmez miydi? Bunun için bir referandum icap etmez miydi? İç ve dış politikalardaki ana meselelerin çözümüne halkın karar vermesi gerekmiyor mu?
Bu mesele bir oldu bittiye getirilmeyecek kadar büyüktür.
Yorum