Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

El Mizan Tefsiri Maide 67'de İmam Ali a.s.'ın İmameti

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    El Mizan Tefsiri Maide 67'de İmam Ali a.s.'ın İmameti

    İmametsiz Muhammedi Risalet Olmaz

    67- Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri (bu mesajı inkâr edenleri) amaçlarına ulaştırmaz.


    AYETİN AÇIKLAMASI
    Ayetin anlamı kendiliğinde (tek başına ele alındığında) gayet açıktır. Tehdit üslûbu ile Peygamberimize (s.a.a) aldığı mesajı tebliğ etmesini emrediyor ve yüce Allah'ın kendisini insanlardan koruyacağını vaat ediyor. Fakat bulunduğu yer bakımından incelendiğinde hayret verici bir durum ortaya çıkıyor. Çünkü Ehlikitab'ın durumuna değinen, Allah'ın haramlarını çeşitli şekillerde çiğnemeleri ve ayetlerini inkâr etmeleri gerekçesi ile onları kınayan ve azarlayan ayetler arasında yer alıyor. Zira öncesinde, "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni yaşatsalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler yerlerdi..." ayeti ve sonrasında, "Ey Ehlikitap, sizler Tevrat- 'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri ayakta tutmadıkça (yaşatmadıkça), bir şey (temel) üzerinde değilsiniz." Ayeti bulunuyor.
    Ayrıca ayetin kendisi ve içindeki cümleler arasındaki bağlantı
    üzerinde derin bir incelemeye girişilince insanın hayreti ve şaşkınlığı
    kat kat artıyor.
    Eğer ayet, Ehlikitap konusu ile ilgili olarak aynı söz bütünlüğü
    bağ-lamında önündeki ve arkasındaki ayetlere bağlı olsaydı anlamı
    şu olurdu: Yüce Allah, Peygamberimize Ehlikitap konusunda indirdiği
    mesajı vurgulu bir dille tebliğ etmeyi emrediyor ve sözün akışı
    hasebi ile Rab-binden kendisine gelen mesajdan maksat da, "Ey
    Ehlikitap, sizler Tev-rat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri ayakta tutmadıkça (yaşatmadıkça)..." ayetinde tebliğ edilmesi emredilen mesajdır.

    Oysa ayetin akışı bu ihtimali reddeder. Çünkü "Allah seni insanlardan korur" cümlesi gösteriyor ki, Peygambere indirilen ve duyurulması emredilen konu önemli bir konudur ve Peygamberin şahsı veya tebliğinin başarısı açısından Allah'ın dini ile ilgili tehlike içermektedir. Öte yandan Yahudilerin ve Hıristiyanların Peygamberimize yönelik tehlikelerini, onun tebliği durdurmasına veya bir süre için ertelemesine yol açacak kadar büyük görmek ve bu gerekçe ile Allah'ın onu koruyacağını vaat etmesine ihtiyaç duyduğunu düşünmek de anlamsızdır. Çünkü Medine'ye göç ettiği ilk günlerde bile Peygamberimiz için böyle büyük bir tehlike söz konusu olmamıştır ki, o günlerde Yahudiler Hayber gibi çatışmalara yol açacak derecede şiddet ve saldırganlık gösteriyorlardı.
    Üstelik bu ayet, Yahudilere yönelik şiddetli bir emir ve keskin
    bir ifade de içermiyor. Oysa daha önce Yahudilere bundan daha
    şiddetli, daha ağır ve daha sert emirleri tebliğ etmesi istenmiştir.
    Genel tebliğinde Peygamberimiz bundan daha ağır mesajları tebliğ
    etmekle görevlendirilmiştir. Kureyş kâfirlerine ve müşrik Araplara
    tevhit ilkesini ve putperestlikten vazgeçmelerini tebliğ etmiştir.
    Üstelik Kureyşli kâfirler ile müşrik Araplar Yahudilerden ve diğer
    Ehlikitap'tan daha kaba, daha saldırgan, daha kan dökücü ve
    daha cür'etli idiler. Buna rağmen yüce Allah onlara yönelik tebliğinde
    Peygamberimizi ne tehdit etmiş, ne de kendisini onlardan
    koruyacağını vaat etmişti.

    Şu da var: Ehlikitab'ın durumunu ele alan ayetler, Mâide suresinin
    büyük bölümünü oluşturur. Bu surenin Ehlikitap hakkında indiği kesindir. Bu surenin indiği sırada Yahudilerin gücü kırılmış, ateşleri sön-müştü. Başlarına ilâhî gazap ve lânet çökmüştü. "Ne zaman savaş için bir ateş yaktılarsa, Allah onu söndürdü."
    Bu yüzden Peygamberimizin (s.a.a) Allah'ın dini hakkında onlardan korkmasının anlamı yoktur. Çünkü o sırada İslâm'ın egemenlik
    alanı içinde barış ortamına girmişler ve Hıristiyanlarla birlikte
    cizye vermeyi kabul etmişlerdi. Bu yüzden Allah'ın, Peygamberimize
    onlardan korktuğunu ve aldığı emri onlara tebliğ etme konusunda sıkıntıya düştüğünü söylemesi de anlamsızdır. Üstelik Peygamber (s.a.a), onlara bundan daha önemli emirler
    tebliğ etmiş, bundan önce daha tehlikeli ve korkutucu durumların
    ortasında kalmıştır.
    Dolayısıyla bu ayetin anlam bütünlüğü bakımından önceki ve
    sonraki ayetlerle ortak bir nitelik taşımadığı, onlarla bağlantılı olmadığı,
    tek başına inmiş, ayrı bir ayet olduğu hususunda şüphe
    etmemek gerekir.
    Bu ayet yüce Allah'ın Peygambere indirdiği bir emrin söz konusu
    olduğunu ortaya koyuyor. Bu emir ya dinin bütünü veya bazı
    bölümleri ile ilgilidir. Peygamberimiz bu emri insanlara duyurmaktan
    korktuğu için onu uygun bir zamana erteliyordu. Eğer Peygamberimizin
    korku sebebi ile o emri duyurmaktan kaçınması söz konusu olmasaydı, "Eğer yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun." ifadesiyle tehdit edilmesine ihtiyaç duyulmazdı.
    Nitekim peygamberliğinin ilk döneminde bu tür vurgulayıcı
    emirler almıştı, ama bu emirler tehdit içermiyordu. Şu ayetlerde
    olduğu gibi: "Oku yaratan Rabbinin adıyla...." diye başlayan Alak
    suresinin bütünü, "Ey elbiselerine bürünen kişi, kalk ve uyar."
    (Müddessir, 1-2) "O'na doğru yönelin, O'ndan af dileyin. O'na ortak
    koşanların vay hâline!" (Fussilet, 6) Kur'ân'da bunlar gibi başka ayetler
    de vardır.
    O hâlde Peygamberimiz insanlardan korkuyordu. Fakat bu
    korku yüce Allah karşısında kendi canı ile ilgili değildi. O Allah yolunda
    canını feda etmekten çekinmez, Allah'ın dini uğruna kanının
    akıtılmasında cimrilik yapmazdı. O, böyle olmaktan çok daha
    yüce idi. Onun hayat hikâyesi ve çizdiği görüntü böyle bir ihtimali
    tekzip eder.
    Üstelik yüce Allah, bütün peygamberleri hakkında bunun tersine
    şahitlik eder. Nitekim O şöyle buyuruyor: "Allah'ın kendisi ayırdığı
    şeyde Peygambere herhangi bir sıkıntı yoktur. Bu, Allah'ın
    önceden geçip giden peygamberler hakkında da geçerli olan bir
    yasasıdır. Allah'ın işi ölçülüp biçilmiş bir iştir. O peygamberler Allah'ın
    emirlerini tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka hiç kimseden korkmazlar. Allah yeterli hesap görücüdür." (Ahzâb, 38-39)
    Allah bu tür farzlarla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Eğer gerçekten mümin iseniz, onlardan değil, benden korkun." (Âl-i İmrân,
    175) Yüce Allah bir bölüm kulunu, insanlar kendilerini korkuttukları
    hâlde onlardan korkmadıkları için şöyle övmektedir: "O kimseler
    ki, insanlar kendilerine, 'İnsanlar size saldırmak için yığınak
    yaptılar, onlardan korkun.' dediler de bu söz daha da onların imanını
    artırdı ve 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.' dediler." (Âl-i İmrân, 173)
    Şöyle demek de doğru değildir: Peygamber öldürülmekten ve bunun sonucunda yaptığı çağrının boşa gitmesinden ve arkasının kesilmesinden korktuğu için kendisine gelen emrin açıklanmasını böyle bir sakıncanın söz konusu olmayacağı bir zamana erteliyordu. Bu da doğru değildir. Çünkü yüce

    #2
    El Mizan Tefsiri Maide 67'de İmam Ali a.s.'ın İmameti

    Allah ona, "Bu konuda senin yapabileceğin bir şey yok." (Âl-i İmrân, 128) diyor. Yüce Allah, Peygamber öldürülse bile, istediği herhangi bir vesile ile, dilediği herhangi bir sebeple davetini yürütmekten âciz değildir.
    Evet, "Allah seni insanlardan korur." ifadesinin anlamına dayanılarak
    şöyle farz edilebilir: Peygamber bu emri tebliğ ettiği takdirde İslâm çağrısını ebedî bir zarara uğratacak bir suçlama ile karşılaşabileceğinden korkmuş olabilir. Bu tür görüş ve içtihatlar Peygambere caiz ve sakıncasızdı ve bu gibi durumlardaki korku Peygamberin kendisi ile ilgili değildi.
    Bundan anlaşılıyor ki, bu ayet bazı tefsircilerin söylediği gibi,
    peygamberliğin başlangıcında inmemiştir. Çünkü o zaman "Allah
    seni insanlardan korur." ifadesinin tek anlamı şu olurdu: Peygamberimiz kendisi ile ilgili olarak öldürülür de hayattan mahrum
    olur veya öldürülür de İslâmiyet'i yayma çabaları boşa gider diye
    korktuğu için tebliğ konusunda ihmalkârlık ediyor, ağır davranıyordu.
    Dolayısıyla bütün bu faraziyelerin hiçbiri muhtemel değildir.
    Şu da var ki, eğer bu ayetteki Rabbinden kendisine indirilenden
    maksat, dinin özü veya bütünü olsa, o zaman "Eğer bunu
    yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun."
    ifadesinin an-lamı şöyle olur: Ey Peygamber dini tebliğ et.
    Eğer dini tebliğ etmezsen, dini tebliğ etmemiş olursun!
    Bazı tefsirciler bu ifadeyi şair Ebu Necm'in şu mısrası gibi
    saymak istemişler: "Ben Ebu Necm'im ve şiirim şiirimdir." O takdirde
    ayetin anlamı şöyle olur: Eğer peygamberlik görevini yap
    Mâide Sûresi 67 ... 59
    mazsan, Allah'ın sana ısrarla emrettiği konuya koşmakta ihmalkâr
    ve onu tebliğ etmekte kusurlu davranmış olma suçunu işlemiş olursun. Nitekim Ebu Necm'in yukarıdaki mısrasının anlamı da "Ben Ebu Necm'im ve Benim şiirim, belâgatı ve güzelliği ile meşhur olan şiirimdir" şeklindedir.
    Bu ihtimal de geçersizdir. Çünkü Ebu Necm'in kullandığı bu
    söz sanatı genel-özel, mutlak-kayıtlı ve benzeri yerlerde söz konusu
    olabilir. O zaman bu tür ifade tarzıyla o iki şeyin aynı olduğu ifade
    edilmiş olur. Buna göre Ebu Necm'in "Şiirim, şiirimdir" sözünün
    anlamı şöyledir: Hiç kimse benim şiir yeteneğimin kaybolduğunu
    veya olaylar beni yıprattığı için eskiden söylediğim kalitede
    şiir söyleyemediğimi sanmasın. Bu gün söylediğim şiir, dün söylediğim
    şiirin aynısıdır.
    "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine
    getirmemiş olursun." ifadesinde ise böyle bir söz sanatı geçerli
    değildir. Çünkü eğer bu ayetin, peygamberliğin başlangıcında
    indiği farz edilirse, buradaki elçilik görevi dinin bütününü veya
    özünü tebliğ etmek olur ki, o zaman ortalıkta tek şey olur, farklı ve
    değişik iki şey olmaz ki, "Eğer bu görevi tebliğ etmezsen, o görevi
    veya o görevin özünü tebliğ etmemiş olursun" demek doğru olsun.
    Çünkü bu farza göre tebliğ edilmesi istenilen görev, dinî bilgilerin
    tümü demek olan elçilik görevinin özüdür.
    Böylece ortaya çıktı ki, bu ayet bu içeriği ile peygamberliğin
    başlangıcında inmiş kabul edilmeye elverişli değildir ki, burada
    Peygambere (s.a.a) indirilen mesajdan maksat, dinin bütünü veya
    özü olabilsin. Bundan şu da ortaya çıkıyor: Bu ayet peygamberliğin
    başlangıcı dışındaki başka bir zaman diliminde dinin bütününü
    veya özünü tebliğ etme konusunda inmiş kabul edilmeye de elverişli
    değildir. Çünkü yine "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma
    görevini yerine getirmemiş olursun." ifadesinin anlamsız kalması
    problemiyle karşı karşıya kalırız.
    Üstelik, eğer ayetteki peygamberlik görevi ile dinin bütününün
    ve-ya özünün kastedildiği farz edilirse, "Ey Elçi, Rabbin tarafından
    sana indirilen mesajı tebliğ et." ifadesi, ayetin peygamberliğin
    başlangıcı dışındaki herhangi bir zaman diliminde inmiş olması ile
    uyuşmaz. Bu açıktır.
    60 .................................................. ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
    Üstelik, "Allah seni insanlardan korur." ifadesinin, Peygamberimizin
    tebliğinde insanlardan korktuğuna delâlet etmesi sakıncası
    da aynen devam eder.
    Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Peygamberimize
    indirilen ve ayetin tebliğ edilmesini ısrarla istediği emir, varsayılabilecek
    bütün ihtimalleri dahil dinin bütünü veya özü değildir. O
    hâlde bu emrin dinin bir bölümü olduğunu söylemeliyiz. O zaman
    ayetin anlamı "Rabbin tarafından sana indirilen hükmü tebliğ et,
    eğer bunu yapmazsan peygamberlik görevini ifa etmemiş olursun."
    şeklinde olur. Bu varsayım, "peygamberlik görevi" deyiminden
    maksadın, Peygamberin yüklenmiş olduğu dinî görevin tümü olmasını gerektirir. Aksi hâlde ifadenin anlamsız duruma düşmesi sakıncası aynen geçerli olur. Çünkü "peygamberlik görevi" deyimi ile söz konusu hükümle ilgili görevin kastedildiği takdirde ayetin anlamı, "Bu hükmü tebliğ et; eğer onu tebliğ etmezsen, onu tebliğ etmemiş olursun." şeklinde olur ki, bu ifade açık bir şekilde anlamsız olur.
    Dolayısıyla ayetin anlamı şöyledir: "Bu hükmü tebliğ et; eğer
    onu tebliğ etmezsen, peygamberlik görevinin özünü veya bütününü
    tebliğ etmemiş olursun." Bu da doğru ve mantığa uygun bir anlamdır.
    Böyle olunca bu ifade, Ebu Necm'in "Ben Ebu Necm'im ve
    şiirim şiirimdir." ifadesinin kullanıldığı duruma benzer bir durumda
    kalmış olur.
    Şöyle bir varsayım da ileri sürülebilir: Bu hüküm tebliğ edilmez
    ise, peygamberlik görevi ifa edilmemiş gibi olur. Bunun sebebi,
    dinî bilgilerin ve hükümlerin birbirine sıkı sıkıya bağlı olmalarıdır.
    Öyle ki, bu karşılıklı bağlılığın gayet sıkı olmasından dolayı özellikle
    tebliğ konusunda eğer bir emir ihlâl edilirse, bütün emirler ihlâl
    edilmiş olur.
    Bu varsayım her ne kadar sakıncasız ise de, ayetin devamı olan
    "Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri doğru yola
    iletmez." ifadesi ile uyuşmaz. Çünkü ayetin bu son bölümünden,
    iman etmemiş olan kâfir bir topluluğun Peygambere inen bu
    hükme karşı çıkmayı kararlaştırdığı veya durumlarının bu hükme
    şiddetle karşı çıkacaklarını, bu çağrıyı geçersiz kılmak, boşa çıkarmak,
    etkisiz ve faydasız hâle getirmek için ellerinden gelen her
    Mâide Sûresi 67 ... 61
    tedbiri alacaklarını gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu yüzden de yüce
    Allah Peygamberini onlardan koruyacağını, onların hilelerini boşa
    çıkaracağını, onları komplolarında başarıya erdirmeyeceğini vaat
    ediyor.
    Bu anlam ise, Allah'ın indirdiği herhangi bir hükümle
    bağdaşmaz. Çünkü İslâm'ın öğretilerinin ve hükümlerinin tümü
    aynı derecede değildir. Bunların içinde dinin direği olan vardır;
    bunların içinde yeni ayı (hilâli) görünce dua etmek de vardır. Bunların
    içinde evli birinin zina etmesi vardır; bunların içinde yabancı kadına bakmak da vardır. Bu hükümlerin hepsi hakkında Peygamberimizin korkuya düştüğünü ve Allah'ın ona koruma vaat ettiğini farz etmek doğru değildir. Bu korku ve koruma bazı hükümlerle ilgilidir.
    Dolayısıyla bu hükmün tebliğ edilmemesinin diğer hükümlerin
    tebliğ edilmemiş olmasını gerektirmesi, o hükmün ihmalinin aslında
    diğer hükümlerin ihmal edilmesi anlamına gelecek derecede
    önemli bir konumda olmasından, o hükmün hayat, hareket ve
    duygunun kaynağı olan ruh, diğer hükümlerin ise beden mesabesinde

    Yorum


      #3
      El Mizan Tefsiri Maide 67'de İmam Ali a.s.'ın İmameti

      olmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre ayet, yüce Allah-
      'ın Peygamberimize (s.a.a) dini tamamlayıp istikrara kavuşturacak
      nitelikte bir hüküm emrettiğini ortaya koymaktadır. Bu hüküm öyle
      bir hükümdür ki, insanların ona karşı çıkması, Peygamberimizin
      gayretlerini boşa çıkarabilir, kurduğu din binasının temellerini yıkabilir,
      parçalarının dağılıp gitmesine yol açabilir.
      Peygamberimiz (s.a.a) bu ihtimali sezdiği ve insanların
      tepkisinden korktuğu için bu hükmün tebliğini art arda
      erteliyordu. Maksadı, uygun bir fırsat ve güvenli bir ortam bularak
      çağrısının başarıya ulaşabileceği şartları yakalamak ve çabasının
      boşa gitmemesini sağlamaktı. Fakat yüce Allah, kendisine hemen
      o hükmü tebliğ etmesini emretti, hükmün önemini açıkladı;
      kendisini O'nun insanlardan koruyacağını, onların komplolarını
      başarıya erdirmeyeceğini ve kutsal çağrıyı alt-üst etmelerine izin
      vermeyeceğini vaat etti.
      Peygamberimizin (s.a.a) çağrısının alt-üst edilmesinin, İslâm'ın
      yayılmasından sonra emeklerinin boşa çıkarılmasının müşrikler,
      Arap putperestler veya başkaları tarafından olmayacağını düşünmek
      gerekir. Aksi hâlde bu ayet hicretten önce Mekke'de inmiş de
      62 .................................................. ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
      Peygamberimizin insanlardan korkusu, müşriklerin iftiralarından
      ve kendisine yönelik suçlamalarından yanaymış gibi olur.
      Kur'ân'ın naklettiği bu iftiraların bazı örnekleri şunlardır:
      "O, eğitilmiş bir delidir." (Duhân, 14) "O bir şairdir, zamanın
      şartları içinde öleceğini bekliyoruz." (Tûr, 30) "O, ya bir büyücü ya
      da bir delidir." (Zâriyât, 52) "Siz ancak büyülenmiş bir adamın peşinden
      gidiyorsunuz." (İsrâ, 47) "Bu ancak eskilerden öğrenilmiş
      bir büyüdür." (Müddessir, 24) "Bu (Kur'ân) eski milletlerin masallarıdır.
      (Muhammed) onları adamlarına yazdırmış; bunlar sabahları
      ve akşamları ona okunmaktadır." (Furkan, 5) "Onu (Kur'ân'ı), bir
      insan ona öğretiyor." (Nahl, 103) "Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta
      direnin. Sizden istenen budur." (Sâd, 6) Müşriklerin Peygamber
      (s.a.a) hakkında bu türden daha birçok saçma sözleri vardır.
      Bütün bu iftiralar ve hakaretler dinin temelini zayıflatmayı gerektirecek
      şeyler değildir. Bunların kanıtladığı tek şey, müşriklerin
      ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemedikleri ve belirli bir tutum
      sahibi olamadıklarıdır. Üstelik bu iftiralar ve hakaretler sadece
      Peygamberimize yapılmış değil ki, onları sezince sıkıntıya düşsün
      ve gerçekleşmelerinden korksun. Çünkü diğer peygamberler de
      onun gibi bu belâlara ve sıkıntılara maruz kalmışlar, ümmetlerinin
      bu tür nahoş tepkileri ile karşılaşmışlardır. Nitekim yüce Allah, Hz.
      Nuh'un ve ondan sonra gelip Kur'ân'da adı geçen diğer peygamberlerin
      karşılaştıkları bu türden sıkıntıları nakletmektedir.
      Eğer bir şey varsa -ki var- bu emrin hicretten ve İslâm toplumunda
      dinin yerleşmesinden sonra geldiği düşünülmelidir. O günün
      Müslümanları karmaşık bir yapı arz ediyorlardı. Bir kesimi
      salih müminlerdi. Bir bölümü münafıklardı. Bunlar küçümsenmeyecek
      bir güce sahiptiler. Diğer bir kesimi hasta kalplilerdi. Bunlar
      Kur'ân'ın deyimi ile dışardan gelen sözlere kulakları son derece
      duyarlı idi. Bunlar Peygamberimize gerçekten veya görünüşte inanmış
      olmakla birlikte onu bir padişah gibi görüyor ve Allah'ın
      dininin hükümlerine de beşerî ve millî kanunlar gözü ile bakıyorlardı.
      Bu durum bu kitabın daha önceki ciltlerinde tefsir edilen bazı
      Kur'ân ayetleri tarafından ortaya konmuştu.1
      ¬¬¬¬¬¬¬¬¬¬¬¬¬¬¬¬¬_____________________
      1- Âl-i İmrân suresindeki Uhud Savaşına ilişkin ayetler ile Nisâ suresinin
      105-126. ayetleri buna örnektir.
      Mâide Sûresi 67 ... 63
      Bu yüzden bazı dinî hükümlerin tebliğ edilmesi, zihinlerde
      Peygamberimizin koyduğu kanunlarla kişisel yarar sağladığı vehmini
      uyandırabilir, bu kanunların uygulanması ile de peygamber
      görüntüsünde bir padişah ve yasaları da din görüntüsünde padişahlık
      kanunları olarak algılanabilirdi. Nitekim bazılarının sözlerinde
      bu çarpık algılamanın delillerine rastlanmaktadır.1
      Bu öyle bir şüphedir ki, eğer kendisi veya benzeri insanların
      kalplerinde meydana gelmiş olsa, dinde hiçbir gücün gideremeyeceği,
      hiçbir tedbirin düzeltmeyeceği çapta büyük bir yıkım ve zarar
      meydana getirir. Demek oluyor ki, Peygambere inen ve kendisine
      tebliğ edilmesi emredilen bu hüküm, Peygamberimizin faydasına
      olacağı sanılan ve ona diğer Müslümanların ortak olamayacakları,
      hayatî bir imtiyaz sağladığı düşünülen bir hükümdü. Zeyd olayında,
      çok eşlilik konusunda, ganimetlerin beşte birini alma ayrıcalığında
      ve bunlara benzer hükümlerde olduğu gibi.
      Yalnız şu var ki, eğer ayrıcalıklar Müslümanların genelini
      ilgilendirmeyen konularda olmazsa, doğal olarak kalplerde şüphe
      de uyandırmaz. Meselâ evlâtlığın eşi ile evlenmek sadece
      Peygamberimize mahsus bir imtiyaz değildi. Eğer Peygamber
      (s.a.a) dörtten çok kadınla evlenmeyi Allah'ın izni olmaksızın
      kendi arzusu ile gerçekleştirmiş olsaydı, aynı serbestliği diğer
      Müslümanlara da tanımaktan geri durmazdı. Allah adına ve
      kendine ayırdığı ganimet mallarında ve diğer hususlarda
      Müslümanları kendine tercih eden tutumu da, bu konularda en
      ufak bir şüpheye yer bırakmayacak kadar açıktı.
      Bütün bu anlattıklarımızdan şu ortaya çıkıyor: Bu ayet,
      Peygamberimizin faydasına olacağı izlenimini veren ve ona
      başkalarının da sahip olmak istediği bir imtiyaz sağladığı
      düşünülen bir hüküm ortaya koyuyor. Bu hükmün tebliğ edilip
      hayata geçirilmesi, halkın o imtiyazdan mahrum olmasını
      gerektiriyordu. Peygamber de bu yüzden onu açıklamaktan
      çekiniyordu. Fakat yüce Allah ona bu hükmü tebliğ etmeyi ısrarla
      emrediyor ve kendisini insanlardan koruyacağını, bu konuda
      komplo kurmak isteyenlerin komplolarında başarıya
      ulaş m a y a c a k l a r ı n ı v a a t e d i y o r .
      _______________________
      1- Osman'ın halifeliğe getirildiği toplantıda Ebu Süfyan'ın söylediği sözler
      bunun örneğidir.
      64 .................................................. ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
      Bu açıklama, her iki mezhep kanalı ile gelen rivayetlerce de
      doğrulanmaktadır. Bu rivayetlere göre, bu ayet Hz. Ali'nin (a.s) velâyeti
      hakkında inmiş ve yüce Allah Peygambere (s.a.a) bu mesajı
      tebliğ etmesini emretmişti. Peygamber, amcasının oğlunu tuttuğu
      şeklindeki suçlamalardan korktuğu için bu emrin tebliğini art arda
      erteliyordu. Fakat sonunda bu ayet inince bu mesajı Gadir-i Hum
      konuşmasında tebliğ etti ve o konuşmada, "Ben kimin mevlâsı isem,
      Ali de onun mevlâsıdır." dedi.
      Ümmetin başında bir velinin olmasının İslâm dini için kaçınılmaz
      bir zorunluluk olduğu açıktır. Bir din düşünün ki, bütün insanlığa,
      bütün asırlar ve bütün bölgelere sesleniyor. Temel meselelere,
      ahlâk prensiplerine, insanın tüm davranışları ile ilgili bütün ayrıntılı
      hükümlere ilişkin ilkeleri bir bütün olarak belirliyor. Diğer
      bütün genel kanunların tersine insanların hem bireysel, hem de
      sosyal hayatını düzenliyor. Böyle bir dinin gerçek anlamda bir koruyucuya ihtiyaç duymayacağı düşünülebilir mi? Bütün toplumlar

      Yorum


        #4
        El Mizan Tefsiri Maide 67'de İmam Ali a.s.'ın İmameti

        başlarında bir yöneticinin bulunmasını gerekli görürken İslâm
        ümmeti, İslâm toplumu bu sosyal kanunun dışında kalarak başsız,
        yöneticisiz ve yürütücüsüz ayakta kalabilir mi? Böyle bir başı boşluğa,
        Peygamberimizin sosyal ve idarî uygulamalarına dayanan bir
        mazeret bulunabilir mi?
        Bilindiği gibi Peygamberimiz herhangi bir sefere çıktığı zaman
        yerine toplum çarkını döndürecek bir vekil bırakırdı. Nitekim
        Tebuk seferine çıkmadan önce de yerine Hz. Ali'yi vekil bırakmıştı
        da Hz. Ali (a.s), "Beni kadınların ve çocukların başına mı vekil bırakıyorsun?" demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) ona şu
        cevabı vermişti: "Harun Musa için ne idi ise, sen de benim için o
        olmak istemez misin? Yalnız benden sonra başka bir peygamber
        gelmeyecek."
        Peygamberimiz (s.a.a) Mekke, Taif, Yemen gibi Müslümanların
        elinde olan beldelere hükümdar yetkileri ile donatılmış genel
        valiler tayin ediyor, sefere çıkardığı müfrezelerin ve orduların başına
        komutanlar getiriyordu. Bu konuda onun hayatta olduğu dönem
        ile ölümünden sonrası arasında ne fark var? Tek fark şu olabilir:
        Onun ölümünden sonra bu uygulamaya olan ihtiyaç kat kat
        artmış ve zaruriliği daha kaçınılmaz hâle gelmiştir.
        Mâide Sûresi 67 ... 65
        "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." Peygambere
        (s.a.a) resul (elçi) sıfatı ile hitap ediliyor. Çünkü ayetin
        tebliğ edilmesini emrettiği ilâhî hükme en uygun düşen sıfat budur.
        Bu sıfat, ayetin açıkladığı ve Peygamberimize kesin bir dille
        işittirdiği tebliğin gerekliliğini ortaya koyan açık bir delildir. Çünkü
        resulün (elçinin) yegane fonksiyonu taşıdığı mesajı tebliğ etmektir.
        Elçilik görevini taşımak, Peygamberi tebliğ fonksiyonunu gerçekleştirmekle yükümlü kılar.
        Ayette Peygamberimize (s.a.a) indirilen mesajın içeriğinin ne
        olduğu açıkça bildirilmiyor. Onun sadece niteliğine değinilerek "ona
        indirilmiş bir şey" olduğu söyleniyor. Bu ifade tarzı, indirilen
        mesajın önemi ve yüceliğini bildirir. Aynı zamanda bu konuda
        Peygamberin yapacak bir şeyi olmadığına, bir yetkisi bulunmadığına,
        dolayısıyla o mesajı gizlemeye, duyurulmasını ertelemeye
        hakkı olmadığına da delâlet eder. Ayrıca Peygamberin (s.a.a) o
        mesajı insanlara açıklaması için de bir mazeret oluşturur. Bunların
        yanı sıra bu ifade tarzı, onun insanlar hakkındaki o mesajla ilgili
        sezgi ve korkusunun haklı olduğunu teyit etmekle birlikte, o
        mesajı açık açık dile getirmek zorunda olduğunu da vurgular.
        "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş
        olursun." Ayetteki "risaletehu=elçilik görevi" kelimesinin
        "risalâtihi" şeklinde, yani çoğul sıygası ile okunduğu da nakledilmiştir.
        Bu kelimeden maksat, yukarıda söylediğimiz gibi, yüce Allah'ın
        Peygamberimize yüklediği mesaj iletme görevlerinin bütünüdür.
        Yine az önce söylediğimiz gibi bu ifade, üstü kapalı biçimde
        değinilen hükmün önemli olduğunu, tebliğ edilmediği takdirde
        Peygamberin iletmekle yükümlü kılındığı hiçbir mesajın tebliğ edilmediği anlamına gelecek derecede yüksek bir konumu olduğunu
        vurguluyor.
        Ayetin üslûbu tehdit biçimindedir. Özü ise hükmün önemini
        vurgulamak ve bu mesajın halka ulaşmadığı, hakkı gözetilmediği
        takdirde bunun dinin hiçbir hükmünün hakkının gözetilmediği anlamına geleceği bildirilmektedir. "Eğer bunu yapmazsan, O'nun
        elçi olma görevini yerine getirmemiş olursun." cümlesi bir şart
        cümlesidir. Fonksiyonu, oldukça önemli olan cezanın (karşılığın)
        kendisine bağlı olduğu şartın önemini belirtmektir.
        Ayetteki şart koşma bizim aramızda geçen şart koşmalarla
        66 .................................................. ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
        aynı nitelikte değildir. Çünkü biz insanlar yaptığımız şart koşmalarda
        şartın gerçekleşeceğini bilmediğimiz için cezanın (karşılığın)
        gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmeyiz. Fakat buradaki durum
        farklıdır. Çünkü Peygamberimizin (s.a.a) Allah'tan gelen bir emri
        tebliğ etmeyeceği ihtimalini Kur'ân'ın onun için farz edeceği
        düşünülemez. Çünkü yüce Allah "Allah, kime peygamberlik görevi
        vereceğini herkesten iyi bilir." (En'âm, 124) buyuruyor.
        Kısacası "Eğer bunu yapmazsan..." cümlesi zahiri ile tehdit içeriklidir;
        ama gerçekte Peygamberimize (s.a.a) ve diğer insanlara
        bu hükmün önemli olduğunu ve Peygamberin bu hükmü tebliğ
        etmekte mazur olduğunu bildirmektedir.
        "Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri amaçlarına
        ulaştırmaz." Ragıp İsfahanî şöyle diyor: "Ayette geçen 'ya'simuke=
        seni korur' kelimesinin kökü olan 'asm' tutmak, engellemek
        demek-tir. Bu kelimenin başka bir türevi olan 'itisam' ise tutunmak
        demektir... İsam'da bir şeyi bağlamaya yarayan bağ anlamındadır.
        Peygamberlerin ismeti, onların Allah tarafından korunması
        demektir. Yüce Allah bu korumayı çeşitli şekillerde gerçekleştirmiştir.
        En başta onlara maya ve karakter saflığı bağışlamış.
        Sonra onları cismanî ve ruhanî üstünlüklerle donatmış. Sonra onlara
        desteğini sunarak ayaklarını yere sağlam basmalarını sağlamış.
        Sonra onlara huzur ve sükûnet indirmiş, kalplerini korumuş
        ve onlara başarı nasip etmiştir. Nitekim yüce Allah Peygamberimize
        (s.a.a), 'Allah seni insanlardan korur.' buyurmuştur."
        "Bilezik gibi kola takılan takıya da 'ismet' denir. Bileziğin kol
        üzerindeki yerine ise 'mi'sem=bilek' denir. Bunun gibi bukağılıktaki
        beyazlığa da bileziğe benzetilerek 'ismet' denir. Tıpkı ayaktaki
        beyazlığa 'bağ' dendiği gibi. Bunun gibi kızılca kargaya da
        'Gurabun A'sem' denir." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)
        Ragıb'ın peygamberlerin korunmuşluğu (ismeti) hakkında söyledikleri
        güzeldir, fena değildir. Yalnız bu söylenenler, "Allah seni
        insanlardan korur." ayeti ile örtüşmez. Olsa olsa şu ayetle örtüşür:
        "On-lar sana hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah, sana kitabı ve
        hikmeti indirdi ve sana bilmediğin gerçekleri öğretti. Allah'ın sana
        lütfu gerçekten büyüktür." (Nisâ, 113)
        "Allah seni insanlardan korur." ifadesinden anlaşılan; bu koMâide
        Sûresi 67 ... 67
        ruma, Peygamberimizi insanların, onun şahsına veya dinî amaçlarına
        ya da tebliğinin başarısına ve gayretlerinin hedefe varmasına
        yönelik kötülüklerinden koruyup kollamak anlamındadır.
        Her neyse; kelimenin kullanıldığı yerlerden çıkan sonuca göre
        an-lamı tutmak ve kavramaktır. Korumak anlamına gelmesi istiâre
        yolu iledir. Aralarında lâzım-melzum ilişkisi vardır. Çünkü korumak,
        tutmayı gerektirir.
        Ayette korumanın insanlardan olacağı belirtiliyor. Fakat korumanın
        onların nesinden olacağı açıklanmıyor. Bu koruma insanların
        öldürme, zehirleme ve suikast gibi bedene yönelik saldırılarına
        karşı olabilir. Sövme ve iftira atma gibi sözel saldırılarına karşı
        olabilir. Tuzak kurma, hile yapma ve aldatma yolu ile işleri bozma
        girişimlerine karşı olabilir. Korumanın neye karşı olacağının söylenmemesi, genellik ifade etmek içindir. Fakat kesin olan, Peygamberimizin (s.a.a) işlerinin bozulmasına ve yücelttiği İslâm sancağının yere düşmesine yol açacak kötülüklere karşı oluşudur.
        Ayette geçen "nas=insanlar" mutlaktır, insan özelliğini benliğinde

        Yorum


          #5
          El Mizan Tefsiri Maide 67'de İmam Ali a.s.'ın İmameti

          taşıyan kişi demektir. Bu tanımlama da ne erkeklik-kadınlık
          gibi doğal ve yapısal özellikler, ne de bilgi, erdem, zenginlik gibi
          doğal olmayan özellikler göz önüne alınır. Bundan dolayı çoğunlukla
          fertler için değil, topluluklar için kullanılır. Yine bundan dolayı
          bazen fazilet sahibi insanlar anlamına gelir. Yalnız bu, o fazilette
          insanlık özelliğinin gözetildiği zaman olur. "Kendilerine, 'İnsanların
          iman ettiği gibi siz de iman edin.' dendiği zaman..." (Bakara,
          13) ayetinde olduğu gibi. Yani kendilerinde insanlık özelliği bulunan
          kişilerin iman ettiği gibi. Bu özellik, hakkı idrak etme, onu batıldan
          ayırt etme yeteneğidir.
          Bu kelime, bazen de seviye düşüklüğü anlamında kullanılır.
          Bu da, üzerinde konuşulan konunun, genel insanlık anlamının ötesinde
          bir-takım insanî erdemlerin varlığına ihtiyaç gösterdiği zaman
          olur. "Fa-kat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30) ayetinde
          olduğu gibi. Veya "İnsanların sözüne, güvenme; onlara bel bağlama."
          sözünde olduğu gi-bi. Bu sözle anlatılmak istenen şudur: Sırf
          insan ismini taşıyan kimselere güvenmek, bel bağlamak doğru
          değildir. Ancak ahde vefakârlık ve kararlarında sebatkârlık gibi
          üstünlüklere sahip olan insanlara güvenilir ve bel bağlanabilir.
          68 .................................................. ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
          Bu kelime, genel insanlık anlamı dışında bir amaçla ilgili olmadığı
          bazı durumlarda ise, ne övgü ve ne yergi anlamı taşımaz.
          "Ey insanlar, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve tanışasınız
          diye sizi milletler ve kabileler yaptık. Şüphesiz, Allah katında
          en değerliniz, (kötülüklerden) en çok sakınanızdır." (Hucurât, 13)
          "Allah seni insanlardan korur." ifadesindeki "insan" kelimesi,
          mü-minleri, münafıkları ve kalbi hasta olanları içerecek şekilde
          genel anlamında kullanılmış olmalıdır. Çünkü bu zümreler birbirinden
          ayırt edilmeyecek şekilde birbirine karışmışlardı. Dolayısıyla
          korkulduğunda onların genelinden korkulur.
          Belki de "Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz." ifadesi bu anlama
          işaret ediyor. Çünkü bu ifade "Allah seni insanlardan korur."
          cümlesinin sebebi, gerekçesi konumundadır. Daha önce söylediğimiz
          gibi bu ayet hicretten ve İslâm'ın egemenliğinin perçinlenmesinden
          sonra inmiştir. O dönemde insanların çoğu Müslüman
          görünüyordu. Her ne kadar aralarında münafıklar ve diğerleri vardıysa
          da dış görünüş buydu.
          Ayetteki "kâfirler"den maksat, nitelikleri belirtilen, fakat kimler
          oldukları söylenmeyen insanlardır. Yüce Allah bunların komplolarını
          boşa çıkaracağını, Peygamberini onların şerrinden koruyacağını
          vaat ediyor.
          Yine ayetin zahirinden anlaşılan o ki, bu ifadedeki küfürden
          maksat, Allah'ın ayetlerinden birini inkâr etmektir ki bununla,
          "Rabbin tarafından sana indirilen mesaj" ifadesindeki hüküm
          kastediliyor. Hac ile ilgili şu ayette olduğu gibi: "Kim inkâr ederse,
          (bilsin ki) Allah'ın âlemlere ihtiyacı yoktur." (Âl-i İmrân, 97) Kelime-i
          şahadetten yüz çevirme anlamındaki küfür ise, bu ayetin içeriği ile
          bağdaşmamaktadır. Böyle bir anlamın söz konusu olabilmesi için
          "Rabbin tarafından sana indirilen mesaj" ifadesi ile dinin bütün
          mesajlarının kastedildiğini ileri süren görüşü kabul etmek gerekir
          ki, bunun doğru bir yorum olmadığı yukarıda anlatılmıştı.
          Söz konusu kâfir topluluğu Allah'ın hidayet etmeyeceğinden
          maksat şudur: Yüce Allah onları tuzaklarında ve hilelerinde başarıya
          erdirmez. Cari sebeplerin onlara boyun eğmesini engeller,
          böylece amaç edindikleri kötülüğe ve fesada ulaşmalarına meydan
          vermez. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Allah fasıkları amaç
          Mâide Sûresi 67 ... 69
          larına erdirmez." (Mü-nafikûn, 6) "Allah zalimleri amaçlarına
          erdirmez." (Bakara, 258) Bu kitabın ikinci cildinde bu konuyu incelemiştik.
          Buradaki hidayet etmemenin imana hidayet etmeme anlamında
          olması ise kesinlikle doğru değildir. Çünkü bu anlam tebliğin
          ve davetin özü ile çelişir. Yani, "Onları Allah'a veya Allah'ın
          hükmünü benimsemeye çağır. Fakat ben onları buna hidayet etmem.
          Senin tebliğin sadece kıyamet günü sığınacakları bir bahaneleri
          kalmasın diyedir." demek, yerinde ve doğru olmaz.
          Üstelik yüce Allah birçok kâfiri hidayet etmiş ve etmeye devam
          ediyor. Bunu somut örneklerde görüyoruz. Nitekim şöyle buyuruyor:
          "Allah dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 213)
          Açıkça anlaşıldı ki, bu ayetteki kâfirleri hidayet etmemekten
          maksat, onların hak sözü geçersiz kılma ve Allah tarafından indirilen
          hük-mün nurunu söndürme yolundaki amaçlarına ermelerine
          fırsat vermemektir.
          Çünkü kâfirler, aynı şekilde zalimler ve fasıklar, nefislerinin
          kötülüğü ve görüşlerinin sapıklığı ciheti ile, Allah'ın evrende yürürlükte olan yasalarını değiştirmek, sonuçlara doğru giden sebepleri arzularına göre yönlendirmek, âlemlerin Rabbine isyan etmeleri asla söz konusu olmayan hak sebeplerin mecralarını bozuk amaçlarına, batıl maksatlarına doğru çevirmek isterler. Fakat onların
          görünüşteki güçleri âlemlerin Rabbi ile başa çıkamaz. Kaldı ki, o
          güçleri onlara veren, bünyelerine yerleştiren Allah'tan başkası değildir.
          Onlar zaman zaman çabalarında ilerleyebilirler. Birkaç anlığına
          amaçlarına erebilirler. Belirli bir süre için yükseliş kaydedebilirler,
          iş-leri yolunda gidebilir. Fakat çok geçmeden plânları bozulur
          ve kazdıkları kuyuya kendileri düşerler. Kötü tuzak, ancak sahibini
          kuşatır. İşte böylece Allah hak ile batılı örneklerle açıklar; batıl su
          köpüğü misali uçar gider, insanlara fayda sağlayan cevher ise yeryüzünde kalır.
          Buna göre, "Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz" cümlesi
          "Allah seni insanlardan korur." cümlesinin tefsiridir. Yalnız koruma
          kav-ramını sınırlı anlamda almak gerekir.
          O zaman korumadan maksat, Peygamberimizi (s.a.a) insanla
          70................................................ ........................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
          rın kötülüklerinden koruyarak onun bu hükmü tebliğ edip ümmet
          arasına yerleştirme amacını gerçekleştirmesini önlemelerine
          meydan vermemektir. Meselâ amacına ulaşmadan önce Peygamberimizi
          (s.a.a) öldürmelerine, ona karşı isyan edip işlerini alt
          üst etmelerine, ona müminlerin dinlerinden dönmelerine yol açacak
          suçlamalar yöneltmelerine, bu hükmü öldürüp toprağa gömecek
          komplolar düzenlemelerine fırsat vermemek gibi...
          Bunlar yerine yüce Allah hak sözü üstün getirir ve dilediği gibi,
          dilediği yerde, dilediği zaman, dilediği kimselerde dinini hâkim kılar.
          Şu ayette buyurduğu gibi: "Ey insanlar, eğer Allah dilerse sizi
          götürür de başkalarını getirir. Allah'ın gücü bunu yapmaya yeter."
          (Nisâ, 133)
          "Allah seni insanlardan korur." cümlesini taşıdığı geniş kapsamlı
          mutlak anlamda ele almak Kur'ân'a, sahih hadislere ve kesin
          tarihî gerçeklere ters düşer. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) kâfiri,
          mümini ve münafığı ile bir bütün olarak ümmetinden o kadar
          çok musibet, sıkıntı, engelleme ve eziyet çekti ki, ondan başka hiç
          kimse bunlara katlanamazdı. Nitekim meşhur bir hadisinde şöyle
          buyurmuştur: "Benim çek-tiğim eziyetleri başka hiçbir peygamber
          çekmedi."

          Yorum


            #6
            El Mizan Tefsiri Maide 67'de İmam Ali a.s.'ın İmameti

            AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
            Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif Ebu Salih'ten, o da İbn-i Abbas ve
            Ca-bir b. Abdullah'tan şöyle dediklerini rivayet eder: "Yüce Allah,
            Peygamberine Hz. Ali'yi insanlar arasında alem olarak dikerek
            onun veliliğini ilân etmesini emretti. Peygamber; insanların, amcasının
            oğlunu kayırdığını söyleyerek kendisini suçlayacaklarından
            korktu. Fakat Al-lah ona, "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen
            mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini
            yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur."
            ayetini indirdi. Bunun üzerine Peygamber, Gadir-i Hum günü onun
            veliliğini ilân etti." [c.1, s.331, h:152]
            Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif, Hannan b. Sedir'den, o da babasından
            İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet
            eder: "Veda Haccı sırasında Cebrail, Peygamberimize Hz. Ali'nin
            halifeliğini emreden "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indir
            iMâide Sûresi 67 ... 71
            len mesajı tebliğ et..." ayetini indirince, Peygamber Cuhfe'ye gelinceye
            kadar insanların korkusundan üç gün durdu (sustu) ve Ali'nin
            elini tutmadı (veliliği ve halifeliğini ilân etmedi)."
            "Gadir-i Hum günü Cuhfe'ye varınca, Mehyaa denen yerde konakladı
            ve 'Haydin namaza!' diye seslendi. İnsanlar toplanınca,
            'Size kendinizden evlâ kimdir?' diye sordu. İnsanlar yüksek sesle,
            'Allah ve O'nun Peygamberi.' diye bağırdılar. Peygamber aynı
            soruyu ikinci ve üçüncü kez sordu. Yine, 'Allah ve O'nun Peygamberi.'
            dediler."
            "Arkasından Hz. Ali'nin elini tutarak şöyle dedi: 'Ben kimin
            mev-lâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu dost edineni
            dost edin, ona düşman kesilene düşman kesil. Ona yardım edene
            yardım et; onu yalnız bırakanı yalnız bırak. O benden ve ben de
            ondanım. Harun, Musa için ne idi ise, o da benim için odur. Yalnız
            benden sonra başka peygamber gelmeyecektir." [c.1, s.332, h:153]
            Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu'l-Carud'dan naklen İmam Muhammed
            Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu kaydedilir: "Ey Elçi, Allah tarafından
            sana indirilen mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'-
            nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz." ayeti indiğinde Peygamber, Hz. Ali'nin elini tutarak şöyle buyurdu: 'Ey insanlar, benden önceki peygamberlerin hepsi bir süre yaşadıktan
            sonra Allah tarafından çağrılıp bu çağrıya icabet ettiler. Ben de
            çağrı alıp bu çağrıya icabet etmek üzereyim. Ben sorumluyum; siz
            de sorumlusunuz. Ne diyeceksiniz?' Hep bir ağızdan, 'Senin Allah-
            'ın mesajını tebliğ ettiğine, insanlara nasihat ettiğine ve görevini
            yerine getirdiğine şahitlik ederiz. Allah seni diğer peygamberlere
            verdiği mükâfatların en üstünü ile mükâfatlandırsın.' dediler. Bunun
            üzerine Peygamber, 'Allah'ım, şahit ol.' dedi."
            "Sonra sözlerine şöyle devam etti: 'Ey Müslümanlar, sözlerimi
            burada olanlar olmayanlara iletsin. Bana inananlara, bani tasdik
            edenlere Ali'nin veliliğini vasiyet ediyorum. Haberiniz olsun ki, Ali'-
            nin veliliği benim veliliğimdir. Bu, Allah'ın bana yönelik bir ahdidir,
            bunu size tebliğ etmemi emretti. Söylediklerimi işittiniz mi?' -
            Bunu üç kez tekrarladı.- Bu arada birisi şöyle dedi: İşittik ey Allah-
            'ın elçisi!" [c.1, s.334, h:155]
            72 .................................................. ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
            el-Besâir adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Fudayl b.
            Yesar'dan şöyle rivayet eder: "İmam Muhammed Bâkır (a.s), 'Ey
            Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.
            Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş
            olursun.' ayetindeki mesajın Ali'nin velâyeti olduğunu buyurdu."
            [s.515, h:40]
            Ben derim ki: Bu ayetin velâyet ve Gadir-i Hum konusu hakkında
            olduğunu el-Besair'in yanı sıra Kuleynî de el-Kâfi'de kendi rivayet
            zinciriyle Ebu'l-Carud'dan naklettiği uzun bir hadiste İmam
            Muham-med Bâkır'dan (a.s) nakleder.1 Aynı anlamı, Şeyh Saduk
            el-Maânî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Feyz
            b. Muhtar'dan, o da babasından rivayet ettiği uzun bir hadiste İmam
            Muhammed Bâ-kır'dan nakleder. Aynı anlamı, Tefsir'ul-
            Ayyâşî'de müellif, Ebu'l-Ca-rud'dan aktardığı uzun bir hadiste ve
            Amr b. Yezid'den, onun da babasından rivayet ettiği kısa bir hadiste
            İmam Sadık'tan nakleder. [c.1, s.233, h:154]
            Sa'lebî Tefsiri'nden nakledilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık
            (a.s) şöyle buyurur: "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı
            tebliğ et..." ayeti, Hz. Ali'nin üstünlüğü hakkında indi. Bu ayet
            inince Peygamber, Hz. Ali'nin elini tutarak, 'Ben kimin mevlâsı isem,
            Ali de onun mevlâsıdır.' dedi."
            Yine Sa'lebî Tefsiri'nin Kelbî'ye, onun da Ebu Salih'e dayanarak
            İbn-i Abbas'ın bu ayet hakkında şöyle dediği nakledilir: "Bu
            ayet, Ali b. Ebutalip hakkında indi. Allah, Peygambere bu ayette
            Hz. Ali'nin ve-liliğini tebliğ etmesini emretti. Bunun üzerine Peygamber
            Ali'nin elini tuttu ve şunları söyledi: 'Ben kimin mevlâsı isem,
            Ali de onun mevlâ-sıdır. Allah'ım, onu seveni sev ve ona
            düşman olana düşman ol."
            el-Burhan tefsirinin İbrahim Sakafi'ye dayanarak verdiği bilgiye
            göre Hudrî, Bureydet'ül-Eslemî ve Muhammed b. Ali bu ayetin
            Gadir-i Hum günü Hz. Ali (a.s) hakkında indiğini bildirirler.
            Sa'lebî Tefsiri'nden aktarılan bilgiye göre İmam Muhammed
            Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Bu ayetin anlamı, 'Rabbin tarafından
            Ali hakkında sana indirilen emri tebliğ et' şeklindedir."
            1- [el-Kâfi, c.1, s.290, h:6]
            Mâide Sûresi 67 ... 73
            el-Menar tefsirinde ise Sa'lebî Tefsiri'nden nakledilerek şöyle
            deniyor: "Peygamberimizin (s.a.a) Hz. Ali'nin (a.s) veliliği hakkındaki
            bu sözleri kısa sürede İslâm beldelerinde yayıldı ve dalgalandı.
            Haris b. Nü'man Fihrî, bu haberi alınca, devesinin sırtında Peygambere
            geldi. Peygamber o sırada Ebtah denen yerde idi. Haris
            devesinden indi ve onu bağladı. Arkasından sahabîlerden oluşan
            bir grup arasında bulunan Peygamberimize, 'Ey Muhammed, sen
            bize Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin O'nun Resulü olduğuna
            şahitlik etmemizi emrettin, biz de kabul ettik.' dedi. Sonra İslâm'ın
            diğer temel ilkelerini saydıktan sonra sözlerine şöyle devam
            etti: 'Sonra bunlarla yetinmedin ve amcanın oğlunun ellerini
            kaldırarak onu bize üstün kıldın ve 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de
            onun mevlâsıdır.' dedin. Bu, senin görüşün müdür, yoksa Allah'ın
            emri midir?' Peygamberimiz, 'Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a
            yemin ederim ki bu, Allah'ın emridir.' dedi. Bunun üzerine
            Haris, arkasını dönüp devesine doğru yürüdü. Giderken, 'Allah'ım,
            eğer bu, senin katından gelmiş gerçek ise, üzerimize gökten bir
            taş yağdır veya bize acı bir azap getir.' diyordu."
            "Bunun üzerine henüz devesinin yanına varamadan Allah tarafından
            üzerine bir taş atıldı ve bu taş tepesinden girerek makatından
            çıktı. Arkasından, 'İsteyen biri, kâfirlerin başına gelecek bir
            azap istedi. Öyle bir azap ki onu defedecek biri yok.' (Meâric, 1-2)
            ayetleri indi." [el-Menar, c.6, s.464]
            Ben derim ki: el-Menar tefsiri, bu hadisi naklettikten sonra şu

            Yorum


              #7
              El Mizan Tefsiri Maide 67'de İmam Ali a.s.'ın İmameti

              açıklamayı yapıyor: "Bu rivayet uydurmadır. Çünkü sözü edilen
              Mearic suresi Mekke döneminde inmiştir. Allah'ın, bazı Kureyş kâfirlerinin sözü olarak bize hikâye ettiği "Allahım, eğer bu senin katından gelmiş gerçek ise..." (Enfâl, 32) ayeti ise, onların hicretten
              önce söyledikleri bir sözü hatırlatma amacını taşıyor. Bu hatırlatma
              Enfâl suresinde yer alıyor ve bu sure Bedir Savaşından sonra,
              Mâide suresinden birkaç yıl önce inmiştir. Bu rivayetten anlaşıldığına
              göre olayda adı geçen Haris b. Nü'man Müslüman idi, fakat
              dinden döndü. Oysa adı sahabe arasında geçmiyor. "Ebtah" denen
              yer de Mekke'dedir ve Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum'dan Mekke'ye
              dönmedi, Veda Haccından sonra Gadir-i Hum'a uğradıktan
              sonra Medine'ye döndü." el-Menar yazarının ne kadar delilsiz sözler sarf ettiği açıkça
              74 .................................................. ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
              görülüyor. "Bu rivayet uydurmadır. Çünkü sözü edilen Mearic suresi
              Mekke döneminde inmiştir." şeklindeki sözünü ele alalım. O
              böyle derken İbn-i Abbas ile İbn-i Zübeyr'den gelen ve Mearic suresinin
              Mekke döneminde indiğini bildiren bir rivayete dayanıyor.
              Fakat merak ediyorum, acaba bu rivayet ile o rivayet arasında ne
              fark var ki, bunu ona tercih ediyor?! Çünkü bu rivayetlerin her ikisi
              de haber-i vahid türündendir.
              Kabul edelim ki, Meâric suresi Mekke'de inmiş. Nitekim ayetlerinin
              çoğu içerikleri bu ihtimali destekliyor. Fakat bu, o surenin
              bütün ayetlerinin Mekke'de indiğinin delili olamaz. Sure Mekke inişli
              olmakla beraber bu iki ayeti Mekke'de inmemiş olabilir. Nitekim
              incelemekte olduğumuz Mâide suresi, Peygamberimizin
              (s.a.a) son döneminde inmiş bir Medine suresidir. Fakat sözünü
              ettiğimiz "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ
              et." ayeti bu surede yer alıyor. Oysa el-Menar yazarı, başka bazı
              tefsirciler gibi ısrarla bu ayetin peygamberliğin başlangıcında
              Mekke'de indiğini iddia ediyorlar. Mekke'de indiği söylenen "Ey
              Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." ayetinin
              Medine'de inen bir surede yer alması caiz olduğuna göre, Medine'de
              inen "İsteyen biri... istedi." ayetinin Mekke'de inen Meâric
              suresinde yer alması da caiz görülmelidir.
              el-Menar yazarının "Allah'ın bazı Kureyş kâfirlerinin sözü olarak
              bize hikâye ettiği..." diye başlayan sözü ise, önceki sözü gibi
              delilden yoksundur. Farz edelim ki, Enfâl suresi Mâide suresinden
              birkaç yıl önce inmiş olsun. Bu durum, surenin düzenlenmesi sırasında
              daha sonra inmiş olan bazı ayetlerin bu sureye yerleştirilmesine
              engel midir? Nitekim faiz ayeti ile bu tefsircilere göre Peygambere
              (s.a.a) en son inen ayet olan "Allah'a döndürüleceğiniz,
              çıkarılacağınız günden sakının." (Bakara, 281) ayeti, hicretin başlarında
              inen Bakara suresinde yer almış. Oysa Enfâl suresi Mâide
              suresinden sadece birkaç yıl önce inmiş.
              Bunların yanı sıra el-Menar yazarının, "Hani onlar, 'Allah'ım,
              eğer bu, senin katından gelmiş gerçek ise..." ayetinin Mekke
              müşrikleri tarafından hicretten önce söylenmiş bir sözü hatırlatma
              amacını taşıdığına ilişkin sözü de, bir başka delilden yoksun iddiadır.
              Aslında ayetin içeriği bu iddianın tersine delil olarak da kabul
              edilebilir. Çünkü bu ayette, yani "Allah'ım, eğer bu, senin katından
              Mâide Sûresi 67 ... 75
              gelmiş gerçek ise, üzerime gökten bir taş yağdır veya bize acı bir
              azap getir." ayetinde işaret ismi olan "haza=bu", ayrıcı zamir olan
              "huve=o", başında tarif edatı bulunan "hakk=gerçek" kelimesi ve
              "min indike=senin katından" ifadesi yer alıyor.
              Söz üslûpları hakkında bilgi sahibi olan hiç kimse, ifadenin bu
              nitelikleri karşısında hiç tereddüt etmeden şu sonuca varır: Bu ifade,
              hakkı maskaraya alan, onunla alay eden müşrik bir putperestin
              sözü değildir. Tersine bu söz, rububiyet makamına ikrar eden,
              gerçeklerin O'nun tarafından belirlendiğine ve örneğin şeraitlerin
              O'nun katından indiğine inanan bir insanın sözüdür. Fakat bu
              insan, yüce Allah'a izafe edilen ve kesinlikle gerçek olduğu iddia
              edilen bir konuda tereddüde düşüyor. Adam bunu hazmedemiyor.
              Mesele ağrına gidiyor ve tükenmiş küsmüş, hayattan bıkmış bir
              üslûpla kendine beddua ediyor.
              el-Menar yazarının "Bu rivayetten anlaşıldığına göre olayda adı
              geçen Haris b. Nü'man Müslüman idi, fakat dinden döndü. Oysa
              adı sahabe arasında geçmiyor." şeklindeki sözü de, başka bir delilsiz
              ifade örneğidir. Acaba Peygamberimizi (s.a.a) görüp ona inananların
              veya ona inandıktan sonra dinden dönenlerin tam bir listesinin
              kaydedildiğini iddia edebilecek bir kimse var mı? Eğer böyle
              bir şey varsa, bu rivayet de o kategoriye giren bir belge sayılsın.
              el-Menar yazarının "Ebtah denen yer de Mekke'dedir ve
              Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum'dan Mekke'ye dönmedi." sözüne
              gelince; anlaşılan, yazar 'Ebtah' kelimesini kumlu yer, çöl demek
              olan genel anlamında değil, Mekke'deki belli bir yer anlamında
              kabul etmiştir. Onun kabul ettiği anlamı destekleyecek hiçbir delil
              yoktur. Tersine, genel anlamı destekleyen deliller vardır. Bu rivayet
              de o deliller arasındadır. Başka delillerin yanı sıra aşaıdaki
              beyit de bu anlamı destekleyen bir delildir:
              "Ben kurtuldum; oysa İbn-i Mülcem, kılıcını Ebatıh'ın şeyhi (büyüğü)
              olan Ebu Talib'in oğlunun kanı ile suladı."
              Bu beyitten, Mekke ve civarının 'Ebatıh' (ebtah'ın çoğulu) olarak
              adlandırıldığı anlaşılmaktadır.
              Merasıd'ul-İttila adlı eserde şöyle geçer: "İçinde küçük çakıl
              bulunan sel yatağına 'ebtah' denir. İbn-i Düreyd, 'Ebtah ve betha,
              toprak yüzeyine yayılmış ince kum tabakası demektir.' diyor. Ebu
              76 .................................................. ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
              Zeyd ise şu bilgiye veriyor: 'Ebtah, geniş ya da dar sel yatağı demektir.
              Ebtah, Mekke ve Mina'ya uzaklıkta olan bir yerin de ismidir.
              Belki Mina'ya daha yakındır." Burası çakıllık bir bölge olduğu
              için 'Muhassab' ismiyle de bilinir. Buraya 'Benî Kinane Yamacı' da
              denir. (Merâsıd'ul-İttilâ'dan alınan alıntı burada son buldu.)
              Kaldı ki, bu rivayetin aynısını Sa'lebî'den başkası da nakletmiş,
              ama bu nakilde Ebtah'tan söz edilmemektedir. Az sonra ele
              alacağımız bu rivayet, Mecma'ul-Beyan adlı eserde yer alıyor ve
              hem Sünnî, hem de diğer kanallardan naklediliyor.
              Bütün bunlar bir yana, bu rivayet haber-i vahid türündendir.
              Mü-tevatir olmadığı gibi doğruluğunu kanıtlayacak kesin bir ipucu
              da yoktur. Daha önceki araştırmalarımızı okuyanlar bilirler; biz ayrıntı
              niteliğindeki (fer'î) hükümler dışında diğer konularda ahad
              haberlere dayanmayı uygun görmeyiz. Böyle yaparken insanın hayatında
              dayandığı genel akıl ölçüsüne bağlı kalıyoruz. Deminden
              beri yaptığımız incelemenin maksadı ise, yazarın bu rivayetin uydurma
              olduğu sonucunu çıkarmak için dayanak olarak kullandığı
              delillerin sakatlığını göstermektir.
              Mecma'ul-Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Bize Seyyid Ebu'l-
              Hamd, ona Hâkim Ebu'l-Kasım Haskanî, ona Ebu Abdullah Şirazî,
              ona Ebu Bekir Cürcanî, ona Ebu Ahmed Basrî, ona Muhammed b.
              Sehl, ona Ensar'ın azatlısı Zeyd b. İsmail, ona Muhammed b.
              Eyyub Vasıtî, ona Süfyan b. Uyeyne bildirdi ki, İmam Cafer Sadık
              (a.s) atalarından şunu rivayet etti: Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum

              Yorum


                #8
                El Mizan Tefsiri Maide 67'de İmam Ali a.s.'ın İmameti

                günü Ali'yi veli olarak tayin edince, 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali
                de onun mev-lâsıdır.' dedi. Bu haber bütün beldelere yayıldı. Bunun
                üzerine Nü'man b. Haris Fihrî Peygambere gelerek şöyle dedi:
                'Allah'tan aldığın direktif ile bize, Allah'tan başka ilâh olmadığına
                ve senin Allah'ın resulü olduğuna şahadet etmemizi, cihat etmemizi,
                hacca gitmemizi, oruç tutmamızı, namaz kılmamızı, zekât
                vermemizi emrettin. Biz de kabul ettik. Sonra bunlarla yetinmeyip
                bu delikanlıyı başımıza tayin ettin ve 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali
                de onun mevlâsıdır.' dedin. Bu tayin, senin görüşün müdür, yoksa
                Allah tarafından bir emir midir?" Peygamberimiz, 'Kendinden
                başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, bu tayin Allah tarafındandır.' dedi."
                Mâide Sûresi 67 ... 77
                "Bunun üzerine Nü'man b. Haris geri döndü. Giderken, 'Allah-
                'ım, eğer bu senin katından gelmiş bir gerçek ise, üzerimize gökten
                bir taş yağdır.' diyordu. Tam o sırada Allah tarafından başına
                bir taş atıldı ve bu taş onu öldürdü. Arkasından, 'İsteyen biri, kâfirlerin
                başına gelecek bir azap istedi...' ayetleri indi."
                Bu anlamdaki bir rivayet, el-Kâfi'de de yer almıştır. [c.8, s.57,
                h:18]
                Hâfız Ebu Nuaym'ın Nüzul'ül-Kur'ân adlı eserinden nakledildiğine
                göre, Hâfız Ebu Nuaym, merfu olarak Ali b. Amir'den, o, Ebu
                Haccaf'tan, o, A'meş'ten, o da Atiyye'den şöyle rivayet eder: "Ey
                Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et."
                ayeti, Hz. Ali (a.s) hakkında Resulullah'a (s.a.a) indi. O sırada yüce
                Allah ayrıca şöyle buyurdu: "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim,
                size yönelik nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı
                oldum." (Mâide, 3)
                Malikî'nin el-Fusul'ül-Mühimme adlı eserinde şöyle dediği
                nakledilir: "Ebu'l-Hasan Vahidî, Esbab'un-Nüzûl adlı eserinde kendi
                rivayet zinciriyle merfu olarak Ebu Said Hudrî'den şöyle dediğini rivayet eder: "Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı
                tebliğ et. ayeti, Gadir-i Hum günü Hz. Ali hakkında indi."
                Ben derim ki: Feth'ul-Kadîr adlı eserde de aynı rivayet İbn-i
                Ebu Hatem, İbn-i Mürdeveyh ve İbn-i Asakir aracılığı ile Ebu Said
                Hud-rî'ye dayandırılarak nakledilir.1 Aynı rivayet, ed-Dürr'ül-
                Mensûr'da da yer almıştır.
                Şeyh Muhyiddin Nevevî'nin verdiği bilgiye göre, "Hum" Cuhfe'-
                nin üç mil uzaklığında bir bahçenin adıdır. "Gadir" ise bu bahçenin
                yanı başındaki meşhur bir gölektir.
                Feth'ul-Kadîr adlı eserde verilen bilgiye göre İbn-i Mürdeveyh,
                İbn-i Mesud'un şöyle dediğini bildirir: "Biz Resulullah'ın zamanında
                'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen (Ali'nin müminlerin velisi
                olduğu yolundaki) mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun
                elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan
                korur.' diye okurduk." [c.2, s.57]
                Ben derim ki: Bunlar, "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indiri-
                _______________________
                1- [Feth'ul-Kadîr, c.2, s.58]
                78 .................................................. ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
                len mesajı tebliğ et..." ayetinin Gadir-i Hum'da Hz. Ali (a.s) hakkında
                indiğine delâlet eden rivayetlerin bir bölümüdür. "Ben kimin
                mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." şeklindeki Gadir-i Hum hadisine
                gelince; yüzü aşkın Şiî ve Sünnî kanaldan rivayet edilen,
                mütevatir bir hadistir.
                Bu hadis, çok sayıda sahabîden rivayet edilmiştir. Bunların
                başlı-caları şunlardır: Bera b. Azib, Zeyd b. Erkam, Ebu Eyyub
                Ensarî, Ömer b. Hattab, Ali b. Ebu Talib, Selman-ı Farisî, Ebuzer-i
                Gıfarî, Am-mar b. Yasir, Bureyde, Sa'd b. Ebu Vakkas, Abdullah b.
                Abbas, Ebu Hüreyre, Cabir b. Abdullah, Ebu Said Hudrî, Enes b.
                Malik, İmrân b. Husayn, İbn-i Ebu Evfa, Sa'dane ve Zeyd b.
                Erkam'ın eşi.
                Öte yandan Ehlibeyt İmamlarının tümü (selâm olsun onlara)
                bu hadisin doğru olduğu görüşündedirler. Hz. Ali (a.s), Rahbe denen
                yerde insanları bu hadis hakkında yemin etmeye çağırmış ve
                o toplantıda bulunan bir grup sahabî ayağa kalkarak Gadir-i Hum
                günü Resulul-lah'tan (s.a.a) bu hadisi işittiklerine dair şahitlik etmişlerdir.
                Bu konudaki rivayetlerin birçoğunda verilen bilgiye göre Peygamberimiz (s.a.a), "Ey insanlar, benim müminlere kendilerinden
                evlâ olduğumu bilmiyor musunuz?" diye sordu. Ashap, "Evet, biliyoruz." diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber, "Ben kimin
                mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." dedi. Ahmed b. Hanbel'in, Müsned adlı eserinde veya başkalarının nakl-ettiği çok sayıda rivayet, bu şekildedir. Sünnî ve Şiî hadisçiler, sırf bu rivayetlerin nakil zincirlerini saymak ve metinlerini incelemek için ayrı eserler hazırlamışlar ve haklarında enine boyuna geniş incelemeler yapmışlardır.
                Hameveynî'nin es-Simtayn adlı eserinde Ebu Hüreyre'ye dayanarak
                verdiği bilgiye göre, Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu:
                "Yedinci kat göğe çıkarıldığım gece Arşın altından, 'Ali, hidayet
                ayeti ve bana inananların sevdiğidir. Ali'nin veliliğini tebliğ et.' diyen
                bir ses işittim." Peygamberimiz yeryüzüne indiğinde bu görev
                kendisine unutturuldu. Bunun üzerine, 'Ey Elçi, Rabbin tarafından
                sana indirilen mesajı tebliğ et.' diye başlayan ayet indi." [c.2, s.57]
                Feth'ul-Kadîr adlı eserde İbn-i Ebu Hatem'e dayanılarak verilen
                Mâide Sûresi 67 ... 79
                bilgiye göre Cabir b. Abdullah şöyle dedi: "Peygamber (s.a.a), Benî
                Enmar savaşı dönüşünde Zat'ur-Rakî denen yerde bir hurmalığın
                başında mola verdi. Bir kuyunun başında oturdu ve ayaklarını kuyuya
                sarkıttı. O sırada Neccar kabilesinden Vâris adında bir adam
                'Muham-med'i öldüreceğim.' dedi. Arkadaşlarının, 'Onu nasıl öldüreceksin?'
                diye sormaları üzerine Vâris, 'Ondan kılıcını isteyeceğim.
                Kılıcını bana verince onunla kendisini öldüreceğim.' dedi. Arkasından
                Peygamberin yanına gelerek, 'Ey Muhammed, kılıcını
                ver de onu koklayayım.' dedi. Peygamber ona kılıcını verdi. Fakat
                bu sırada eli titremeye başladı ve kılıç elinden düştü. Bunun üzerine
                Peygamber (s.a.a), 'Senin ile yapmak istediğin iş arasına Allah
                girdi.' dedi. Arkasından, 'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen
                mesajı tebliğ et.' diye başlayan ayet indi." [c.2, s.57]
                Ben derim ki: Feth'ul-Kadîr adlı eserde daha sonra şu bilgi veriliyor:
                "İbn-i Hibban bu rivayeti Sahih adlı eserinde nakletmiştir.
                İbn-i Mürdeveyh de bu hikâyenin bir benzerini olayın kahramanının
                adını belirtmeden nakletmiştir. İbn-i Cerir de, Muhammed b.
                Kâb Kurezî-nin hadisinde bunun bir benzerini nakletmiştir. Gavras
                b. Hâris'in hikâyesi de sahih nakil ile sabittir. Bu hikâye bilinen,
                meşhur bir hikâyedir." (Feth'ul-Kadîr'den yapılan alıntı burada sona
                erdi.) Fakat mesele, bu olayın ayetin anlamı ile örtüşüp örtüşmediğidir,
                ki kesinlikle örtüşmemektedir.
                ed-Dürr'ül-Mensûr, Feth'ul-Kadîr ve başka eserlerde İbn-i
                Mürde-veyh'e ve Ziya'nın el-Muhtare adlı eserinde İbn-i Abbas'a
                dayanılarak verilen bilgiye göre, Peygambere, "Gökten indirilen
                ayetler içinde senin için en sıkıntılı olanı hangisidir?" diye soruldu.
                Peygamber bu soruya şu cevabı verdi: "Hac dönemi günlerinde
                Mina'da idim. Müşrik Araplar ile halktan kendini bilmez bazı kimseler

                Yorum


                  #9
                  El Mizan Tefsiri Maide 67'de İmam Ali a.s.'ın İmameti

                  hac dolayısıyla toplanmışlardı. Cebrail inerek bana, 'Ey Elçi,
                  Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.' ayetini getirdi."
                  "Bunun üzerine (Cemre-i) Akabe'nin yanında ayağa kalkarak
                  insanlara şöyle seslendim: Ey insanlar, Rabbimden gelen mesajı
                  tebliğ etmeme kim yardımcı olacak ki, ona cennet verilsin? Ey insanlar,
                  'La ilâhe illellah' deyin ve benim Allah'ın resulü olduğumu
                  ikrar edin ki, felâha, kurtuluşa eresiniz ve cennete giresiniz."
                  "Bu sözlerim üzerine oradaki erkek, kadın, çocuk, bütün kalabalık
                  hep birlikte bana toprak ve taş atmaya, yüzüme tükürmeye
                  80 .................................................. ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
                  ve 'Yalancı! Dinsiz!' diye hakaret etmeye başladılar. O sırada biri
                  yanıma gelerek bana, 'Ey Muhammed, tam zamanı geldi, eğer
                  gerçekten peygamber isen, tıpkı Nuh Peygamberin yaptığı gibi
                  kavminin helâk edilmesi için beddua et.' dedi."
                  "Fakat Peygamber, beddua yerine, 'Allah'ım kavmimi doğru
                  yola ilet. Çünkü onlar bilmiyorlar.' dedi."
                  "Bir süre sonra Peygamberin amcası Abbas gelerek onu onlardan
                  kurtardı ve kalabalığı ondan uzaklaştırdı."
                  Ben derim ki: Daha önce açıklandığı üzere ayetin tamamı, bu
                  hikâye ile örtüşmez. Ancak eğer bu rivayetin, ayetin sadece "Ey
                  Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." bölümünün
                  o gün indiğini ifade ettiği kabul edilirse, o başka. Ne var ki rivayetin
                  zahiri, böyle bir ihtimale yer bırakmıyor. Aşağıdaki rivayet
                  de bunun gibidir.
                  ed-Dürr'ül-Mensûr ve Feth'ul-Kadîr'de Abd b. Humeyd'e, İbn-i
                  Cerir'e, İbn-i Ebu Hatem'e ve Ebu'ş-Şeyh'e dayanılarak verilen bilgiye
                  göre, Mucahid şöyle dedi: "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana
                  indirilen mesajı tebliğ et." ayeti inince Peygamber, "Ya Rabbi, ben
                  tek bir kişiyim, bunu nasıl yapabilirim? İnsanlar üzerime yürür."
                  dedi. Bunun üzerine, "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma
                  görevini yerine ge-tirmemiş olursun." ifadesi indi.
                  Aynı eserde Hasan'a dayanılarak verilen bilgiye göre, Peygamber
                  şöyle dedi: "Allah beni mesajını insanlara iletmekle görevlendirerek
                  gönderdi. Ben bu görevde sıkıntıya düştüm. İnsanların
                  beni yalanlayacaklarını anladım. Fakat Allah, mesajını tebliğ etmezsem,
                  beni azaba çarptırmakla tehdit etti ve 'Ey Elçi, Rabbin
                  tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.' ayetini indirdi."
                  Ben derim ki: Bu iki rivayette, rivayet zincirlerindeki kopukluğa
                  ilâveten önceki rivayette olan sorun (ayet ile örtüşmezlik) vardır.
                  Peygamberimizin (s.a.a) korumaları olduğunu, fakat bu ayet inince
                  bu korumalara yol vererek, "Allah beni koruyacağını vaat etti."
                  dediğini ileri süren bazı rivayetler de karışıklık bakımından bu iki
                  rivayete benzemektedir.
                  el-Menar adlı tefsirde şöyle deniyor: "Hadislere dayalı tefsir
                  yazarların Tirmizî'nin, Ebu'ş-Şeyh'in, Hâkim'in, Ebu Nuaym'in,
                  Beyhakî-nin ve Taberî'nin sahabeden bazı kişilerden naklettikleri
                  Mâide Sûresi 67 ... 81
                  ne göre, Pey-gamberimiz (s.a.a) Mekke'de bu ayetin inişinden önce
                  muhafızlar tarafından korunuyordu. Fakat ayet inince korunmaya
                  son verdi. Ebu Talip, onu korumaya önem verenlerin başında
                  geliyordu. Abbas da onu koruma görevini üstlenmişti."
                  Aynı eserde şöyle deniyor: "Bu konu ile ilgili olarak Cabir'den
                  ve İbn-i Abbas'tan gelen bir rivayete göre Peygamber, muhafızlar
                  tarafından korunuyordu. Amcası Ebu Talip, her gün Haşim oğullarından
                  birkaç erkeği onu korumakla görevlendiriyordu. Fakat bu
                  ayet inince Peygamber, 'Amca, Allah beni koruma altına aldı, artık
                  gönderdiğin adamlara ihtiyaç kalmadı.' dedi." [c.6, s.473]
                  Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu iki rivayet şuna delâlet ediyor:
                  Bu ayet, Peygamberin Mekke'de ikâmet ettiği dönemin ortalarında
                  indi. Peygamber bu dönemde mesaj iletme görevini bir süre
                  gerçekleştirdi. Fakat insanların kendisine yönelttikleri eziyetler ve
                  yalanlamalar ağırlaştı. Öyle ki, onlardan kendine zarar geleceğine
                  korkmaya başladı. Bunun üzerine tebliğ ve çağrı çalışmalarına son
                  verdi. Fakat ikinci bir tebliğ emri aldı. Bu emir, yüce Allah tarafından
                  tehdit içerikli idi. Aynı zamanda kendisine koruma vaat ediliyordu.
                  Bunun üzerine daha önce yaptığı görevi tekrar yapmaya
                  koyuldu. Bu iki rivayetten bu sonuç çıkıyor. Ama bu varsayım,
                  Peygamber (s.a.a) için söz konusu olamaz.
                  ed-Dürr'ül-Mensûr ile Feth'ul-Kadîr'de şöyle geçer: Abd b. Humeyd,
                  Tirmizî, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem, Ebu'şŞeyh,
                  Hâkim, İbn-i Mürdeveyh, Ebu Nuaym ve Beyhakî -her ikisi de
                  ed-Delail adlı eserde- Ayşe'den şöyle dediğini naklederler:
                  "Peygamber, 'Allah seni insanlardan korur.' ayeti ininceye kadar
                  muhafızlar tarafından korunuyordu. Bu ayet inince odasının
                  bacasından başını çıkararak muhafızlarına, 'Ey insanlar, dağılın
                  artık; Allah beni koruma altına aldı.' dedi."
                  Ben derim ki: Bu rivayet, bu ayetin Medine döneminde indiğine
                  açıkça delâlet ediyor.
                  Taberî Tefsiri'nde "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma
                  görevini yerine getirmemiş olursun." ayeti hakkında İbn-i
                  Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Yani, eğer sana inen ayeti saklarsan,
                  Allah'ın elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun." [c.6,
                  s.198]
                  82 .................................................. ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
                  Ben derim ki: Eğer İbn-i Abbas, bu sözleri ile Peygambere
                  (s.a.a) indirilenlerin içinden belirli bir ayeti veya belirli bir hükmü
                  kastetmiş ise, bu açıklama doğru olabilir. Fakat eğer bu sözler ile
                  herhangi bir ayet veya herhangi bir hükümle ilgili bir tehdit kastetmiş
                  ise, daha önce söylediğimiz gibi ayet, bu rivayetin içeriği ile
                  bağdaşmaz.

                  Yorum

                  YUKARI ÇIK
                  Çalışıyor...
                  X