Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

Daraltma
Bu sabit bir konudur.
X
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #46
    Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

    Dipnotlar:

    [SIZE=2] [COLOR=#7030a0][1] - Kur'ân-ı Mecîd'de 14. sûrenin (İbrahim a.s) 34. âyetiyle, 16. sûrenin (Nahl) 18. âyetinde ALLAH'ın nimetlerinin sayılamayacağı bildirilmiş, Hz. MUHAMMED de (s.a.a) "ALLAH'ım, gazabından rızana, ikabından bağışlamana, senden sana sığınırım, sana lâyık övmeyle seni övmeme imkân yok benim için; sen, kendini nasıl övdüysen öylesin" buyurmuştur. (Câmi'us-Sagıyr, 1. s.50). Kur'an-ı Mecid'in 78. sûresinin (Nebe&#039 6. ve 7. âyetlerinde de yeryüzü, bir yaygıya, dağlar çivilere teşbîh edilmiştir.

    [2] - Din lügatte karşılık mânasına gelir. Terim olarak, İlâhî hükümlerin tümüne denir. Kur'an-ı Mecid'de, ALLAH katında dînin ancak Müslümanlık olduğu bildirilmiş (3, Âli İmran, 19) Müslümanlığın gerçek din olduğu anlatılmış (9, Tevbe, 33), ayrıca her yapılan işin karşılığı verileceği vaadedilen kıyâmet gününe de "din günü" denmiştir (1, Fatihâ,4). Birinci mânada itâat etmek, râm olmak, öz gerçekliği mânaları da vardır (El-müfredât fî Garib-il Kur'an, Tahran- Murtazaviyye matbaası, ofset basımı s:175-176). Bu söz Kur'an-ı Mecid'de bir çok âyetlerde geçer. 51, sûrenin (Zâriyât) 56. âyetinde, "Ve ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" buyurulmuştur. Bu âyeti İbn-i Abbas, "Yâni, beni tanısınlar diye" tarzında tefsir etmiştir. "Ben bir gizli defineydim, tanınmayı diledim de halkı, beni tanısınlar diye yarattım" meâlindeki kudsî hadisi mevzû kabul edenler dahi, yukarıdaki âyetin tefsiri bakımın-dan, bu sözün, meâl itibariyle doğru olduğunu söylemişlerdir (Aliyy'ül-Kaarî: Mevzuat-u Kebîr, Matbaa-i âmire-1289, s.62).

    Dinin usûlü, ALLAH'ın varlığına, birliğine, kullara lütuf olarak içlerinden bazılarını seçip hükümlerini bildirmek, doğru yolu göstermek için gönderdiğine, onlara Cebrâil vasıtasıyla ve vahiy yoluyla hükümlerini bildirdiğine, bunların içinde son peygamber olan Hz. MUHAMMED'in (s.a.a) ALLAH katında mertebesi en yüce ve yüksek olduğuna ve peygamberliğin onunla bittiğine, bu dünyadan sonra bir âhiret âleminin bulunduğuna ve herkesin orada, dünyada yaptığının mükâfat ve mücâzatını göreceğine inanmaktır. Bu üç asla "Tevhîd, Nübüvvet, Maâd" denir. Nübüvvet'e, meleklere ve kitaplara inanmak, maâda, ölümden sonra âyet ve hadislerde bildirilen şeylerin hepsine inanmak girer. Bunları tasdik, herkese ve aklen gerektir. Bunlarda taklit, yani bir müçtehidin reyine uyuş olmaz. Fürû'ı din'de, yâni namaz, oruç, hac, zekât ve saire gibi bedenî, yahut mâlî, yahut hem bedenî, hem mâli ibadetlerle, nikâh, talak, alım-satım gibi muâmelâtta Kur'an ve hadisten, yani Kitap ve Sünnetten hüküm çıkarmaktan, icma' ve akılla bir hükme varabilmekten âciz olan kişilerin müçtehidi taklit etmeleri, onun re'yine uymaları icab eder.

    [3] - ALLAH'ı hakkiyle tavsif mümkün değildir, çünkü sıfatları, bizim bildiğimiz sıfatlar gibi değildir, Kitapta ve Sünnette vârid olan sıfatlar bizim idrâkimize göredir. Ancak bizim görmemiz, duymamız, renk, şekil, ses, uzaklık, yakınlık yönünden olduğu gibi gözle ve kulakla mümkündür. Halbuki ALLAH'ın görmesi, duyması, bir esere tâbi olmadığı, bir ihtiyaca bağlı bulunmadığı gibi âletle de değildir, ilmi, görülen, duyulan şeyleri muhît olduğu gibi görülmeyen, duyulmayan şeyleri de muhîttir. Bu bakımdan, bizim bilgimizle onun sıfatlarını kıyaslamak, âdetâ onun zâtına bir eşit kabul etmeye benzer ki vahdete, tevhid inancına aykırıdır. Varlık ve birlik, ALLAH sübhânehu ve Teâlâ'nın zatında sâbit iki sıfattır, zâtın aynı değildir.

    2. surenin (Bakara) 29. âyetinde, 7. surenin (A'râf) 54. âyetinde, 10. sûrenin (Yunus) 3. âyetinde, 20. sûrenin (Tâbâ) 4. âyetinde, ALLAH Tebareke ve Teâlâ'nın göğe, arşa istivâsı müeveldir. İstivâ iki şeyin, iki adamın eşit ve denk olmasıdır. Sivâ, iki şey arasında hacım, ağırlık gibi hususlarda eşitliğe denir; keyfiyet husûsunda da kullanılır. İstivâ, "alâ" ile ta'diye edilirse kavramak, kaplamak anlamına gelir. Emri, hükmü, tedbîri, göğü, arşı kavradı, yâni gökleri yerleri yarattıktan sonra arşa hâkim ve mutasarrıf oldu, tedbiri orada cârî oldu demektir. Gök her cirmi kaplayan fezâdır, arş, tavan, bir şeyin üstünü örten şey ve çardaktır.

    Mecaz yoluyla padişahın meclisi, saltanat, hüküm, yücelik ve kudretten kinâyedir. Arşı yıkıldı demek, hükmü kalmadı, gücü kuvveti yok oldu demektir. Bu bakımlardan bu âyetlerdeki mânâ, tedbîri, emri, kudreti, göğü, arşı kapladı, her şeye şâmil oldu ve şâmildir tarzında anlaşılır. Yoksa gökte veya arştadır demek değildir (El-Müfredât s. 329-330; Tabrasî: Mecma'ul Beyan; 1, s. 71-72, 4, s.427-428, 5, s.99).

    Mücessime tâifesi, ALLAH'ın arşta bulunduğunu kail olmakla hata etmişlerdir. Bir yerde temekkün, başka yerde bulunmamaktır, aynı zamanda mahdut ve cisim sâhibi olmaktır, cisimse tecezzi eder. Bütün bunlarsa ALLAH için muhâldir.

    [4] - Bir işe koyulan, önce o işi düşünür, kurar, bilgisinden, görgüsünden faydalanır, yaparken hareket halindedir, bir cihet sarfeder, yorulur. Bu dört vasıf olmadan hiç bir iş yapılamaz. ALLAH Tebareke ve Teâlâ ise bunlardan müs-tâğnidir, münezzehtir, ilmi bir şeyi yaratmadan önce de ona lâhıktır, sonunu da bilir.

    [5] - "Kim doğru yolu bulursa ancak kendisi için bulmuştur. Kim doğru yoldan sapmışsa kendisini saptırmıştır ve kimse, bir başkasının yükünü yüklenmez ve biz, peygamber göndermedikçe hiç bir topluluğu azaplandırmayız" âyeti mucibince (17, İsrâ, 15) lütfü dolayısıyla insanlara mutlaka bir peygamber göndermiştir, bir kitap indirmiştir, bir hüccet tanıtmıştır, doğru yolu beyan buyurmuştur. Peygamberlerin kimisi, 61. sûrenin (Saf) 6. âyetinde Hz. İsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâmın, Hz. MUHAMMED'i bildirdiği gibi kendisinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiştir; kimisi bizim Peygamberimiz gibi eski peygamberleri tasdik etmiş ve ettirmiştir.

    [6] - 2. Sûrenin (Bakara) 143. âyetinde tam orta yolu tutmuş, ifrattan, tefritten arınmış olan MUHAMMED (s.a.a) ümmetinin bütün insanlara tanıklık edeceği, Hz. Peygamber' in de ümmetine tanık olacağı, 4. sûrenin (Nisâ) 41. âyetinde, kıyâmet günü her ümmetten bir tanık getirileceği, Muham-med (s.a.a) ümmetinin de hepsine tanıklık edeceği bildirilmektedir. 9. sûrenin (Tevbe) 33. âyetinde, müşrikler istemese, zorlarına gitse bile Hz. MUHAMMED'in insanları doğru yola götürmek için gerçek din ile, bütün dinlere üstün olmak için gönderildiği beyan buyurulmaktadır. 61. sûrenin (Saf) 9. âyet-i kerîmesi de aynı meâldedir ve bu âyetlerden MUHAMMED (s.a.a) dininin son din, kendilerinin de son peygamber olduğu anlaşılmaktadır. 33. sûrenin (Ahzâb) 40. âyetinde ise Hz. MUHAMMED'in ALLAH'ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusu olduğu tasrîh edilmektedir. Âyette, peygamberler, sözü "nebiyyin-haber getirenler" diye geçer. Her nebî, rasûl, yâni şerîat sâhibi değildir, fakat her rasûl nebîdir, yâni nebî umûmîdir, rasul husûsî ve rasûl, nebî sözünün şümulüne girer; bu bakımdan hadislerle de sâbit olduğu veçhile Hz. MUHAMMED, peygamberlerin sonuncusu-dur, dini de son dindir. Ondan sonra peygamberlik iddiâ eden ve din kuran kişilerin hemen hepsi de sömürgenlerin İslâm'ı bölmesine maşalık eden şarlatanlar, yalancılardır.

    Kur'an-ı Mecıd'de, ALLAH'a ibâdet için kurulan ilk evin, ilk mescidin, Mekke-i Muazzamâ'daki Kâbe olduğu bildirilmiştir (3. Âli İmrân 96). Buhârî, Ebû-Zerr'den (r.a) tahriç eder; diyor ki: Yâ RasûlALLAH dedim, yeryüzünde ilk kurulan mescid hangi mescittir? Mescid-i Haram buyurdular. Sonra hangi mescid kuruldu dedim, Mescid-i Aksâ buyurdular. İkisinin arasında dedim, ne kadar, zaman var? Kırk yıl buyurdular (et-Tecrid'us-Sarih, c.2, s.41, Kitab-u-Bed'ül-halk).

    [7] - Cehalet devri denen ve Hz. MUHAMMED'in (s.a.a) gönderilmesinden evvelki devre ait olan sapıklıklar, saymakla tükenmez. İnsanlar putlara tapıyorlardı; kumar, içki, fâiz alıp yürümüştü. Kadınlar dört, beş, hattâ daha fazla erkekle evleniyorlar, çocuğun babası, ya hakemle tayin ediliyor, yahut kur'a ile tanınıyordu. Diri hayvanların etinden parçalar kesilip yeniyordu. Harâm, helâl bilinmiyordu. Soy-boy üstünlüğü, yağma âdî işlerdendi. Kız çocukları diri diri gömülüyordu. Bu hususta, tarihlerde anlatıldığı için fazla söze lüzum görmüyoruz.

    [8] - Hz. Peygamber'in (s.a.a) diktiği bayrak, ALLAH'ın Kitabı, kendilerinin sünnetidir.

    [9] - Helâl, yapılabilen, yapılması suç olmayan şeylerdir. Haram yapılması suç olan, bir kısmının cezası, dünyada da tayin edilmiş olan şeylerdir. Farz, yapılması emredilenlerdir. Hükmü kalkan âyete "Mensûh", o âyetin hükmünü kaldıran âyete "Nâsih" denir. Ruhsat, bir sebep yüzünden yapılma-sına cevaz vermektir. Azimet, manâsında tahsîs bulunan hükümlerdir. Meselâ, içki haramdır. İçen dünyada da had vurularak, yani dövülerek cezalanır, su içmekse helâldir. 2. sûrenin (Bakara) 173. âyet-i kerîmesinde, ölü hayvan eti, kan ve domuz haram edilmiştir; fakat zorda kalanın başkasının hakkına el uzatmaması, doyuncaya dek yememesi şartıyla yemesine cevaz verilmiştir; bu bir ruhsattır. "Kim sizden o aya, Ramazan ayına erişirse orucunu tutsun" emriyle (2, Bakara, 181), bâliğ olmayan, aklı başında bulunmayan, hasta ve kadınsa hayız halinde olmayan ve seferde bulunmayan herkese oruç farz edilmiştir; bu sözde yukarıdaki mazeretlerden biri ile mâzur olmayanlara tahsîs vardır. Mânası umumi olan, "Herkes ölümü tadar" (3. Âli İmran, 182) âyetindeki gibi mânası herkese ve her şeye şâmil olandır. İbret, "Bak. ALLAH'ın rahmetinin eserlerine, yeryüzünü nasıl da ölümünden sonra diriltir" gibi (30, Rûm, 50) âyetleridir; mânaları ibreti tazammun eder.

    Örnek, "Kendilerine Tevrat yüklenenler, sonra da onunla amel etmeyenler, eşeğe benzerler ki koskoca kitapları taşımada" (62; Cumua, 5), "Dünya yaşayışı, gökten yağdırdığımız yağmura benzer ancak" (10, Yûnus, 24) gibi âyetlerdir. Mutlak, "Bir kul azad etmelidir" tarzında nâzil olan âyetlerdir (58, Mücadele, 3); yahut, "Kadın olsun, erkek olsun, hırsızların ellerini kesin" (5, Mâide, 38) âyetidir ki elin nereden ve ne kadar kesileceği âyette musarrah değildir; hadisle anlaşılır. Mukayyetse, "Bir mü'min köle azat etmek gerek" (4, Nisâ, 92), yahut "Ellerinizi dirseklerle beraber yıkayın" (5, Mâide, 6) meâlindeki âyetlerdir. Anlamı kesin olan ve herkesçe anlaşılan âyetlere "muhkem" denir ve Kur'an-ı Mecid'in âyetlerinin çoğu böyledir. Mânası herkesçe anlaşılmayan âyetler "müteşâbih" adıyla anılır; bazı sûrelerin başlarındaki harfler gibi.

    Kur'ân-ı Mecid, bir de şu suretle anlatılmaktadır:
    Bâzı âyetlerin hükümlerinin mutlaka bilinmesi, onlara uyulması icâb eder, bunlar, muhkem âyetlerdir ve Kur'ân-ı Mecid'in ayetlerinin çoğu bu suretle nâzil olmuştur; emir, nehiy, helâl, haram âyetleriyle vahdaniyete, risâlete, maâda îman hükümlerini ihtiva eden âyetler gibi, fakat bazıları da "müteşabih"dir, mânası açık olarak belli değildir. 17. sûrenin (İsrâ) 85. âyetinde ruh hakkında verilen bilgi, yahut 24. sûrenin (Nûr) 35. âyeti olan, "Nûr âyeti", yahut da bâzı sûrelerin başlarındaki hurûf-ı mukattaa gibi. Bunların mânalarını kesin olarak bilmemiz hakkında bir emir yoktur, hattâ bunların üzerinde durmak, bunlardan hüküm çıkarmak bir bölük halkı sapıklığa da sevkeder. Çünkü çevremize, bilgimize, tecrübemize ve zamanımıza dayanabilen akıl, Rabbânî hikmetleri ihâtadan âcizdir.
    Bâzı âyetler de vardır ki 4. sûrenin (Nisâ), 15-16. âyetlerinde, kötülük de bulunan kadının, dulsa ölünceye dek hapsi, kızsa ta'ziri emredilmişken sünnetle, evli olanın recmi, olmayana had vurulması takarrür etmiştir. Öyleleri vardır ki sünnetle muayyen iken kitapla değişmiştir.

    İslam'ın ilk zamanlarında Beyt-i Mukaddes'e teveccüh edilerek namaz kılınırken 2. sûrenin (Bakara) 144. âyetinde Mescid-i Harâm'a teveccüh farzedilmiş, sünnet de buna tâbi olmuştur. Öyleleri de vardır ki 4. surenin (Nisâ&#039 101. âyetinde olduğu gibi seferde namazın kasrına ruhsat verilmişken sünnetle vücûbu sabit olmuştur. Vaktinde vâcip, yâni farz olan, ileride hükmü geçen âyetlerse mensûh âyetlerdir.
    Yapanın karşılığı cehennem olan haramlar, büyük günahlardır; suçluları bağışlananlar da küçük günahları işleyip nâdim olanlardır. Azı makbûl olan, fakat çoğu da yapılabilen emirler, meselâ namazda Hamd'den sonra en kısa sureyi okumaktır; fakat insan, en uzun sûreyi de okuyabilir.

    [10] - Kur'ân-ı Mecid'in 2. sûresinin (Bakara) 158, 189, 196-200, 3. sûrenin (Âli İmrân) 97, 9. sûrenin 3. âyetinde haccın farz olduğu bildirilmektedir. Haccın iktisâdî ve içtimaî faydaları pek çoktur. İslâm'ın merkezi olan yerde, her taraftan gelip toplanmak, İslâm ülkelerinin imârını, terfihini sağlaya-cağı gibi imân edenlerin bir araya toplanmaları, birbirleriyle tanışmaları, görüşmeleri yılda bir kere umûmi bir İslâm kongresi mâhiyetini taşır. Beytullah, İslâm'ın kıblesi, toplum yeridir. Orası Müslümanlara haremdir; hürmeti vâcip yerdir. Hac esnasında ihrâma bürünen, âdeta ferdiyetinden ölmüş, beşeriyetten çıkmıştır; meleklere benzemiştir. Eli-kolu yoktur; canını Hakk'a teslîm etmiştir. Hiç bir şeyi, hiç bir yaratığı incitemez; tam bir teslîmiyettedir. Bu da ayrıca terbiyevî ve ahlâkî yönüdür. Bundan dolayıdır ki hacca, İslâm dininde büyük bir ehemmiyet verilmiş, bedenî ve malî durumu iyi olanın, yol da eminse bu farîzayı terketmesi, küfürle eşit tutulmuştur (3, 97).

    [11] - Yokluktan, yoksulluktan kurtulmak için; yâni O'ndan yardım dilerim herhalde ve O'dur her hâceti revâ eden, O'na hamdetmekten mahrûm olmamak, bu mânevî yoksulluktan kurtulmak için O'ndan yardım isterim demektir.

    [12] - İnsanların, Hz. MUHAMMED'in (s.a.a) gönderilme-sinden önceki hallerini anlatmaktadır. Hidâyet gerçekten de bilinmez olmuştu. Şeref soya sopa bağlıydı, üstünlük ancak kahırla, zulümle elde edilirdi. Elle yapılan putlara kulluk etmek, fakat istenilen elde edilemezse onlara hakarette bulunmak âdetti. İlk kız çocuğu olanın onu, diri diri gömmesi, şerefini korumak için bir vecîbe idi. Kölelik câriyelik bir geçim vasıtasıydı, hürriyet adı anılmaz bir mefhumdu; fazilet bir muammadan ibaretti; batıl inançlar revaçtaydı. Arap yarımadası bu halde olmakla beraber yeryüzünün başka tarafları da sapıklık içindeydi. Mûsevîlik, ırk üstünlüğünü güden, âhireti düşünmeyen, düzeni, başka milletler hakkında mubah sayan bir din haline gelmiş, Hristiyanlık, putperestlik olmuştu. Temizliğin adı sanı yoktu. Din namına ahlâksızlık ve zulüm herkesi bezdirmişti.
    En hayırlı yer, Mekke ve Beytullah'tır; o evin en kötü komşuları da müşriklerdir.

    [13] - Vilâyet ve vasiyet, Hz. Peygamber'in (s.a.a) yerine geçen zâtın, ALLAH'ın emri ve Hz. peygamber'in (s.a.a) tebliği ile ümmetin imâmı ve Peygamberinin vasisi olup din ve dünya işlerinde ümmet içinde veliyy'ül-emr oluşudur ki bu inanç "İmâmiyye", yahut On iki İmâm'ın vilâyet ve imâmetine inandıkları için "İsnâ-Aşeriyye" denen, diğer mezhepler, İmâm MUHAMMED'ül Bâkır (a.s) ve oğlu İmâm Ca'fer'üs Sâdık'ın (a.s) zamanında çıktığı ve Ehl-i beyte uyanların İmâm Ca'fer'e (a.s) uydukları için "Ca'feriyye" diye de anılan mezhebi, diğer mezheplerden bilhassa ayıran inançtır.
    (Bu hutbenin son fıkrasına nazaran Emir'ül-Müminin'in (a.s), hemen halife oluşundan sonra irâd edilmiş olması ihtimâli de vardır.)

    [14] - "Kendileri de bunlara adamakıllı inandıkları, bunları iyice bilip anladıkları halde zulümle, ululanmayla inâdına inkâr ettiler; bak da gör bozguncuların sonu ne oldu" (Neml,14).

    [15] - "O'dur evvel ve âhır ve zahîr ve bâtın ve O'dur her şeyi bilici." (57, Hadid, 3) Kadîm olması, kendisinden başka her şeyin sonradan yaratılmış bulunması bakımından, vakit mefhumu düşünülmeksizin evveldir; her şey fenâ bulunduğundan ve bâki yalnız kendisi olduğundan âhırdır; evveline bir evvel tasavvur edilemediği gibi zevâli de yoktur. Her şey O'nun tasarrufu altındadır; O'ysa her şeyden üstündür, bu bakımdan zâhirdir; her şeyi künhiyle, yaratmadan ve yarattıktan sonra bildiğinden ve O'ndan başka bilen olmadığından bâtındır; delilleriyle zâhir, yarattıklarının duygularından bâtındır; hiç bir şeye, zâhirî yakınlığı olmamak üzere zâhir kudreti, her şeyde göründüğü cihetle bâtındır diyenler, yaratış bakımından evvel, rızık veriş bakımından âhır, hayat veriş bakımından zâhir, öldürüş bakımından bâtındır tarzında tefsir edenler de olmuştur. Ezelî oluşuyla evvel, ebedî oluşuyla âhır, birliğiyle zâhir, hiç bir şeye ihtiyacı olmamakla da bâtındır da demişlerdir. Evveline evvel olmaması dolayısıyla kadîmdir; yâni evveldir; iman edenler âhirette rahmeti şâmil olmakla âhırdır; hikmetiyle zâhirdir; bilgisiyle bâtındır da denmiştir.

    [16] - Hulûl, bir şeyin başka bir şeye girmesidir; iki şey birleşirse buna ittihâd denir. ALLAH tebâreke ve Teâlâ hiç bir şeye hulûl etmediği gibi 'Onun için ittihâd da mümkün değildir, bu çeşit bir inanç beslemek, Müslümanlığın esasına aykırıdır.

    [17] - Bu kısımda ALLAH Süphanehu ve Teâlâ'nın zâtını düşünmemek esası vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.a), "ALLAH'ın halkında düşünün, ALLAH hakkında düşünmeyin, sonra helâk olursunuz" buyurduğunu Ebû-Zerr (r.a) ve İbn-i Abbâs (r.a), "Halkı düşünün; Hâlıkı düşünmeyin; çünkü O'nun zâtını takdir edemezsiniz" buyurduğunu gene İbn-i Abbas rivayet etmiştir (Cami'üs Sagıyr, 1, s.111). Bu hadisler, ALLAH'ın kudretini, hikmetini, eserlerini, sun'unu, rahmetini, lütfunu, ihsanını düşünmeyi, yaratılanlarla O'nun varlığına, birliğine, kudretine, hikmetine yol bulmayı men etmemekte, fakat zâtının künhünü aklın idrâk edemeyeceğini, böyle bir düşünceye kapılanın aklına uyup sapıklığa düşeceğini bildirmektedir.

    Aynı zamanda, "Öyle bir mâbud-dur ki sana kitap indirdi. Onun bir kısmı, mânası apaçık âyetlerdir ve bunlar, kitabın temelidir. Diğer kısmıysa çeşitli mânâlara benzerlik gösterir âyetlerdir. Yüreklerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlamak için mânaları açık olmayan âyetlere uyarlar. Halbuki onların yorumlarını ancak ALLAH bilir. Bilgide şüpheleri olmayacak kadar kuvvetli olanlarsa derler ki: Biz inandık O'na, hepsi de Rabbimizdendir; bunu aklı tam olanlardan başkaları düşünemezler" âyetine de işaret vardır (3, Âli İmran, 7). Mânaları apaçık âyetlere "Muhkemât", mânaları açık olarak belli olmayan âyetlere "Müteşâbihât" denir; bunları 1. hutbenin 9. notunda izah etmiştik; bakınız.

    [18] - 26. sûrenin (Şuarâ&#039 97-98. âyetleridir. Bu kısmında Mücessime ve Müşebbihe'ye, yâni ALLAH Süphanehu ve Taâla'ya cisim isnâd etmek, O'nu insana benzetmek, O'na mekân isbâtına kalkmak gibi sapık inançlara kapılanlara, putları, O'na eşit, yâhut O'ndan daha kudretsiz, fakat O'nun katında şefaatçi sayanların da küfrüne işaret vardır.

    [19] - Bu kısımda gök denen şeyin, boşluk olduğunu, boşluktaki cirmi saran hava tabakası bulunduğunu, yıldızların da, Güneş ve Ay'ın da döndüğünü, yürüdüğünü, medarları olduğunu, henüz göze görünmeyecek kadar uzak yıldızların mevcudiyetini bildirmektedirler. Nitekim 36. sûrenin (Yâ-Sîn) 38-40. âyetlerinde, "Ve Güneş de karar edeceği yere akıp gider; bu, üstün hüküm ve hikmet sahibi Mâbûd'un takdiridir. Ve Ay için de muayyen zamanlarda konaklar tayin ettik; her devrin sonunda, eski, kuru ve eğri hurma salkımının çöpüne döner. Ne Güneş, Ay'a yetişebilir ve ne gece, gündüzü geçebilir; hepsi de bir gökte yüzüp durur" buyrulmaktadır. Aynı bölümde, 38. sûrenin (Sâffât) 6. âyetine de işaret edilmektedir.

    Yıldızların kutlu, kutsuz oluşuna gelince:
    Hazret-i Emir'ül-Mü'minîn (a.s), Haricilerle, Nehrevan savaşına giderlerken Eş'as b. Kays-ı Kindî'nin kardeşi Afif b. Kays, Yâ Emir el-Mü'minîn, şimdi gidersen korkarım, üst olamazsın; yıldız bilgisi bunu gösteriyor demişti. Bu adam, yıldız bilgisi bilgini geçinirdi. Hazret-i Emir (a.s) buyurdular ki:
    Sen sanır mısın ki bir saat var, o saatte gidene kötülük erişmez ve bir saat da var ki o saatte gidene, korkarsın, zarar erer?

    Kim bu sözünü tasdik ederse Kur'ân'ı tekzib eder; zanneder ki dilediği, sevdiği şeye ermek, erişmek için ALLAH'ın yardımına muhtaç olmaz, kötülüğü gidermek için O'nun yardımına ihtiyaç duymaz. Senin bu sözüne uyanın, Rabbine değil, sana hamd etmesi gerekir. Çünkü sen, zannınca onu, fayda elde edecek yola götürmedesin, zarardan da emin etmedesin.

    (Sonra halka dönüp buyurdular ki: )
    Ey insanlar, sakının yıldız bilgisi öğrenmekten; ancak karada, denizde, yıldızlarla yol bulacak kadar bir bilgi belleyebilirsiniz. Çünkü yıldız bilgisi, insanı gaybden haber vermeye götürür; müneccim, gaybden haber verene benzer; gaybden haber veren büyücü gibidir; büyücü ise kâfir gibi. Kâfirse cehennemdedir. Yürüyün ALLAH'ın adıyla (MUHAMMED Abduh Şerhi, 1, s. 128-129).
    Gaybden haber vermek davasında bulunmaya "Kehânet", bu davayı güdene "Kâhin" denir. Hazretin sözlerinde de böyle geçmektedir; remil, cefr vesaire gibi bilgileri bildiklerini iddia edenler de bu hükme girer.

    Hz. Peygamber (s.a.a), büyü, üfürükçülük, kuşların uçuşundan hüküm çıkarmak, kâhînlik, yıldız bilgisi, muska takmak gibi batıl inançları tamamıyla men etmiştir. Câmi'us-Sagıyr, 1, s.31, 67, 123, 2. 116, 140, 148, 142, 187; Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.87, 120). Hattâ Hz. Ali'ye (a.s), "Yâ Ali, yıldız bilgisi bildiğini iddia eden kişi ile düşüp kalkma" buyurmuştur (Künuz'ül-Hakaaık, 2, s.206).
    Bütün bunlara nazaran kutlu, kutsuz yıldız, arza tesîrî bakımındandır; yoksa yıldızlar da ALLAH'ın mahluklarıdır; kutluları, kutsuzları yoktur.

    [20] - Mes'ade b. Sadka, İmâm MUHAMMED'ül-Bâkır ve Ca'fer'üs-Sâdık'a ulaşmıştır. Emir'ül-Mü'minin'in hutbelerini hâvi bir kitabı vardır (Tenkıyh, c.3, s.212).

    [21] - Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) "Gerçekten de ALLAH mahlûkatını yarattı ve beni onların en hayırlı bölüğünden kıldı. Sonra kabilelerden hayırlısını seçti; beni en hayırlı kabileye mensup etti; sonra evleri seçti; beni en hayırlı eve verdi; ben hem en hayırlınızım, hem en hayırlı evdenim" ve "ALLAH İsmâil evlâdından Kinâne'yi, Kinâne'den Kureyş'i, Kureyş'ten Hâşimoğulları'nı seçti; beni de Hâşimoğulları arasından seçti" buyurmuşlar (Câmi'us-Sagıyr, 1, s.56, 58) ve atalarını saydıktan sonra kendisine ve atalarına câhiliyyet kirleri bulaşmadığını, Âdem'den îtibâren atalarının, nikâhla doğdu-ğunu, soy ve baba bakımından en hayırlı bulunduklarını bildirmişlerdir (aynl, s. 89).
    [22] - Dı'bil, Hazret-i Emrî'nin (a.s) ashabından bir zattır. "Gözler apaçık göremez" sözünde, 6. sûrenin (En'âm), "Gözler onu göremez, O, gözleri görür, O'dur lütfu bol ve herşeyden haberdar" meâlindeki 103. âyet-i kerîmesi
    "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

    Yorum


      #47
      Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

      [b]
      HZ. ALİ'NİN (A.S) KENDİLERİ VE EHL-İ BEYT (A.S) HAKKINDAKİ SÖZLERİ


      [b]"Karanlıklarda doğru yolu bizimle buldunuz; yüceliklere, üstünlüklere bizimle ağdınız; ayın sonlarındaki karanlıklarda bizimle aydınlığa çıktınız. Sağır olsun o kulak ki yüksek sesi duymaz; bağırışı duymayan, hafif sesi nasıl duyar? Yatışsın o yürekler ki boyuna titrer, boyuna çarpar.[1]

      Sonunda hileye sapacağınızı biliyordum, bekleyip duruyordum; sizde aldanmışların nişânelerini görüyordum. Fakat îman perdesi bürümüştü beni; yüzünüze vurmuyordum; özümün ve niyetimin doğruluğu, sizin hâlinizi göstermişti bana; açıklamıyordum.[2]

      Her yana sapan yollar arasında, durdum sizin için doğru yolun başında. Her tarafa bakıyordunuz; yoktu kılavuzu-nuz. Her yeri kazıyordunuz; yoktu suyunuz. Bugün sessiz-dilsiz söylüyorum: Yiter-gider ayrılan benden, bana göste-rildiği andan beri gerçekte şüphe etmedim ben. Mûsâ, kendisi için korkmamıştı; korkmuştu bilgisizlerin üst olmasından; sapıklığın hükmetmesinden.
      Bugün ben ve siz, durmuşuz hak yolla batıl yolun üstünde; suya kavuşacağından emin olan susamaz bir an."[3]

      "Onların güçleri kuvvetleri yokken ben kalktım, yardıma koştum: onlar başlarını hırkalarının yakalarına sokmuşlar-ken ben kendimi meydana attım; onlar sözden kalmışlarken ben konuştum; onlar durup dururlarken ben ALLAH ışığıyla karanlıkları aştım. Gene de en hafif konuşanları bendim; kendini en fazla göstermemeye çalışanları bendim. Gemi salıverip atımı koşturdum atımı koşturdum; öndülü alıp koştum.

      Bir dağ gibiydim ki yeller onu yerinden kıpırdatamaz; kasırgalar onu söküp atamaz. Hiç kimsenin gücü yoktu ki yüzüme karşı bir ayıbımı söyleyebilsin; kimsenin haddi değildi ki ardımdan beni kınasın. Aşağılık bir hale düşen, benim katımda yüceydi, üstündü; ona zulmedenden hakkını alırdım ben. Kuvvetli olan, benim katımda zayıftı; mazlûmun hakkını alırdım ondan. ALLAH'ın kazâsına razı olduk; emrine teslim olup itâatte bulunduk. Hiç gördün mü ALLAH'ın elçisine, ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, yalan isnâd edeyim, O'na iftirâda bulunayım? And olsun ALLAH'a O'nu ilk gerçekleyen kişiyim ben; O'na yalan isnâd eden ilk kişi olmam ben. Yapacağım işe baktım; verdiğim sözü hatırladım, tuttum; biat ettim."[4]

      * * *

      "Gerçekten de bende, ALLAH'ın sağlam mı sağlam bir kalkanı var; ecel günüm gelince benden alınır; o vakit ok benden sapmaz; mızrak yarası onulmaz."[5]

      87

      "Nereye gidiyorsunuz? Ne vakit döneceksiniz? Hidâyet alâmetleri dikilmiştir. Deliller apaçıktır; nişâneler dikili durmaktadır. Ne diye başı dönmüş bir halde çöllere dalarsınız; neden ve niçin yeler-yortarsınız? Peygamber' inizin itreti aranızdadır. Onlar, sizi gerçeğe çeken iplerdir. Din bayraklarıdır, gerçeklik dilleridir onlar. Onları, Kur'ân'ın en güzel konaklarına indirin, kondurun (Kur'ân'da anıldığı, emredildiği veçhile onlara uyun); susamış develer gibi onların yanlarına, onların kaynaklarına koşun.

      Ey insanlar, bu sözleri, bu inancı, peygamberlerin sonuncusundan alın; bilin ki bizden olup da ölen, ölü değildir,[6] diridir; ölmez; bizden olup da çürüyüp giden çürümez. Bilmediğiniz sözü söylemeyin; çünkü gerçeğin çoğu, inkâr ettiğiniz şeylerdedir; aleyhine kesin bir deliliniz olmayan kişiyi mâzur tutun; o kişi de benim. Sizin içinizde, sizin aranızda, iki değer biçilmez şeyin büyüğüyle amel etmedim mi ben; iki değer biçilmez şeyin[7] küçüğünü aranızda bırakmadım mı ben? İçinize îman bayrağı diktim; helâl ve harâm sınırlarını size öğrettim; adaletimle kötülüklerden kurtuluş elbisesini size giydirdim. Gözün, özünü sezemediği, düşüncenin, künhüne eremediği reylere uymayın, onlarla amel etmeyin."

      * * *

      "Hamd halka ihsanını yayan, onlara cömertliğiyle lütuf elini uzatan, keremlerde, ihsanlarda bulunan ALLAH'a. O'na ait bütün işlerde hamd ederiz O'na; O'na ait haklara riayet edebilmek için yardım dileriz O'ndan. Şehadet ederiz ki O'ndan başka ma'bud yoktur; MUHAMMED onun kuludur, Rasûlüdür. Emrini kesin olarak bildirmek, zikrini söylemek için göndermiştir O'nu. O da risâleti emin olarak edâ etmiştir; gerçek ve doğru olarak gitmiştir; yerine, aramızda gerçeklik bayrağını dikmiştir. Kim o bayraktan ayrılır, ileri giderse, yaydan ok fırlar gibi dinden çıkar; kim geri kalır, altına gelmezse helâk-gider; kim o bayrağın altına gelir, gölgesine sığınırsa gerçeğe uyar. Delili de şudur:

      Sözü gerçektir; görür de söyler. Kalkışı ihtiyatladır; zamanında kalkar; fakat kalktı mı da tez gider; siz de ona uyar, baş eğersiniz, onu ulular, parmaklarınızla işaret edersiniz, ona ölüm gelip çattı, onu aranızdan alıp gitti mi durun, dayanın; ALLAH'ın dilediği müddetçe durursunuz, fakat sonunda ALLAH, sizi derleyip toplayan, dağınıklığınızı giderip sizi bir araya getiren birisini izhâr eder. Size her yönelen kişiye ümit bağlamayın, sizden yüz çevireni de görüp ümitsizliğe düşmeyin. Çünkü yüz çevirenin bir ayağı kaysa bile öbür ayağını yere basar, direnir; böylece de düşmez, kaymadan durabilir.
      Bilin ki ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, MUHAMMED'in soyu gökteki yıldızlar gibidir; bir yıldız yitti mi, öbürü doğar; ALLAH'ın lütuflarının size verildiğini görüyorum ben; size de umduğunuzu gösterecektir."[8]

      Bir Hutbelerinde ALLAH'ın İzzet Ve Kudretini; Ezeli Ve Ebedi Oluşunu, Melekleri, Ölümü, Ahireti Anlattıktan Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Ve Ehl-İ Beyti Hakkında Buyururlar Ki:

      "Gerçekten de dünyayı horladı, küçük gördü, ehemmiyetsiz gösterdi; aşağılık bir şey saydı, gözlere aşağılattı. ALLAH'ın kendisini seçtiğini, dünyanın ondan vazgeçtiğini, ondan başkası için halk edildiğini bildi, anladı; onu gönlünden attı; anışını bile öldürdü gitti. Dünyadaki güzelim libaslara, oradaki yüce duraklara kapılmamak için gözünden dünya bezentilerinin kalkmasını diledi; sevdi; kulların, Rablerine karşı bir mâzeretleri olmaması için Rabbinin emirlerini onlara bildirdi; öğüt verip ümmetini korkuttu; müjde verip onları cennete çağırdı.[9]

      Biziz nübüvvet ağacı, vahyin indiği mahal; meleklerin inip çıktıkları yer. Biziz ilim mâdenleri, hikmetlerin kaynakları. Bize yardım eden, bizi seven, rahmeti bekler; bize düşman olan, bize buğzeden, azâbı bekler."

      * * *

      "Ey gaflete düşenler, sizden gaflet eden yok. Ey emri terk edenler, sizden söz alansa Hak. Ne oldu bana ki sizi ALLAH'ın emrini bir yana atmış, gidiyor görmedeyim; ondan gayrisine yönelmiş olduğunuzu seyretmedeydim. Sanki hayvanlarsınız, çoban sizi hastalıklarla dolu bir otlağa sürüyor; dertlerle dolu bir sulağa haydıyor. Hayvanlar da otlatılıp semirtildikçe, başlarına neler geleceğini bilmezler de kendilerine lütfediyorlar, ihsanda bulunuyorlar sanırlar. Günlerini, yalnız o gün bilirler; işlerini, yalnız otlayıp sulanmak zannederler.

      Andolsun ALLAH'a ki, sizin her birinizin nereden ve nasıl geldiğini, nereye ve nasıl gideceğini haber versem... Hem de haber veririm, acze düşmem; fakat benim yüzümden Rasûlullâh'ı da inkâr etmenizden korkarım. Bunu ancak emin olduğum özü-sözü doğru kişilere açar, açıklarım.

      Peygamberini hak üzere gönderen, halktan seçen, ALLAH hakkı için bu sözü gerçek olarak söylemedeyim; ALLAH'ın Rasûlü, bütün bunları bana haber verdi; helâk olacak herkesi bildirdi; ne yüzden, neden helâk olacağını anlattı. Kurtulacak herkesi de söyledi, kurtuluş yerini haber verdi ve bu işi açıkladı; başıma gelecek her şeyi de kulağıma söyledi, bildirdi.
      Ey insanlar, andolsun ALLAH'a ki size, itâat etmenizi buyurduğum şeylerde ben en ileri gideninizim; sizi nehyettiğim isyandan da sizden önce kendim çekinmedeyim."

      * * *

      "İman vardır, canlarda, gönüllerde yerleşmiştir; îman vardır, canla beden arasına girmiştir; gönüllere eğreti konur, mâlûm bir zamana dek durur. İş böyle olunca da birisinden kesilmek, ayrılmak istediniz mi bekleyin, ölümüne dek durun, dayanın; ölümü gelip çattı mı, o zaman ondan kesilin, ayrılın; o zaman ona düşman olun, ilenin.

      Hicret, ilk zamanda nasılsa gene de öyledir; ALLAH'ın kulları yeryüzünde durdukça, emri onlara buyruldukça ümmetten hicret kalkmaz; bu ümmet, muhâcir olmaktan geri kalmaz. Yeryüzündeki hücceti tanımayana muhâcir olmaktan geri kalmaz. Yeryüzündeki hücceti tanımayana muhâcir adı verilemez mutlak; kim onu tanırsa odur muhâcir ancak.[10] Kendisine hüccetin, tanıtıldığı kişi mâzûr olamaz;[11] kulağı duyan, gönlünde bilgi edinen kişinin özrüne bakılamaz.
      Gerçekten de bizim işimiz güçtür, güç gelir insanlara; ancak gönlünü, ALLAH'ın sınadığı kul, bizim işimize tahammül eder; buyruğumuza baş eğer. Sözlerimizi emin gönüller kabûl eder, o sözler, metin akıllara gider.

      Ey insanlar, sorun benden beni yitirmeden. Çünkü ben gök yollarını, yeryüzünün yollarından daha iyi tanırım. Sâhibinden kaçan, yularını alıp giden bir deveye benzeyen, uyanların akıllarını yitiren fitneyi, adımını atmadan bilirim; nereye konacak, görürüm."[12]

      "ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, MUHAMMED'in ashabından olup onun dinini koruyanlar, gerçekten de bilirler ki ben, bir an bile ALLAH'ın emrini reddetmediğim gibi, Rasûlünün emrini de reddetmemişimdir. Erlerin, yiğitlerin dayanamayıp geriledikleri tehlikeli yerlerde ALLAH'ın bana ihsan ettiği erlikle, yiğitlikle canımı onun uğruna koymuşumdur. ALLAH'ın bana ihsan ettiği erlikle, yiğitlikle canımı onun uğruna koymuşumdur. ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullâh vefat ettiği zaman başı, benim göğsümdeydi; ağzının yârı (kanı) elime akmıştı; ben de onu yüzüme sürmüştüm.
      Onu yıkamaya kalktım, melekler yardımcımdı. Evde, çevresinde feryat yücelmişti. Meleklerin bir bölüğü inmedeydi, bir bölüğü çıkmada. Onu yatacağı yere koyuncaya dek onların sesleri, onların salavat getirişlerinin, namaz kılışlarının ünleri kulağımdan gitmemişti.

      Ona hayâtında da, memâtında (ölümünde) da benden daha yakın, halifeliğine benden daha lâyık kim var? Can gözlerinizi açın; düşmanınızla savaş için niyetlerinizi gerçekleştirin. Kendisinden başka bir mâbud olmayan ALLAH'a andolsun ki ben, elbette dosdoğru anayoldayım; onlarsa kaygan batıl yolda. Duyduklarınızı söylüyorum; ALLAH'tan benim ve sizin bağışlanmamızı diliyorum."

      * * *

      "Andolsun ALLAH'a ki geceleri deve dikenlerinin üstünde yatsam, ellerimi, ayaklarımı tomruklara vursalar da beni zincirlerle sürüseler bile, bu, kıyâmet günü ALLAH kullarının bâzılarına zulmetmiş, dünya malından bir şey gasp eylemiş olarak ALLAH'a ve Resûlüne ulaşmamdan daha sevgilidir; daha yeğdir bence. Nasıl olur da hemencecik pörsüyüp gidecek uzun zaman toprak altında kalacak bir beden için tutar da bir kişiye zulmederim ben?.

      VALLAHi Akıyl'i gördüm, yok-yoksul bir hâle düşmüştü; gelmiş, benden sizin buğdayınızdan bir batman istiyor, vermemde de ısrar ediyordu. Gördüm ki çocukları per-perişandı, tozlara batmışlar, topraklara bulanmışlardı. Yoksulluktan benizleri kararmıştı; sanki yüzlerini rastıkla boyamışlardı. Dileğinde ısrar ediyordu, sözünü tekrarlayıp duruyordu. Sözlerini dinledim; sandı ki dinimi ona sataca-ğım; yolumdan ayrılıp ardına düşeceğim.

      Bir demir parçasını kızdırdım, ibret alsın diye bedenine yaklaştırdım. Acısından hastalar gibi bağırıp inlemeye koyuldu; neredeyse de yaklaştırdığım yer yanacaktı; dağlana-caktı. Ona dedim ki:
      Ey Akıyl, analar yasında ağlasınlar; şakacıktan bir insanın bedenine yaklaştırdığı kızgın bir demir bu; sen onun acısından, derdinden bu kadar bağırıyorsun da sonra beni tutuyor, ALLAH'ın gazabıyla yalımladığı ateşe çekiyorsun; acaba sen şu demirin eleminden feryat edersin de ben, cehennem ateşinden feryat etmem mi?

      Bundan daha şaşılacak şey de şu:
      Gecenin birinde, birisi üstü kapalı bir kapla, hırsızlama çıkageldi; helva getirmişti bana, oysa ki o helva yılan kusmuğuydu, yılan zehriydi bana. Dedim ki: Hediye mi, zekât mı, sadaka mı? Zekât, sadaka, biz Ehlibeyte harâm edilmiştir. Hayır dedi, ne zekât, ne sadaka; bir armağan bu. Analar ağlasınlar sana dedim; din yoluyla gelip de beni düzene mi düşüreceksin? Aptal mısın sen, deli misin, yoksa sayıklıyor musun? VALLAHi bir karıncanın ağzındaki bir arpa tanesinin kabuğunu almak, bu sûretle de ALLAH'a isyân etmek için bana yedi iklimi ve bu iklimlerin altlarındaki ülkeleri verseler, gene kabûl etmem ben.
      Gerçekten de dünyanız, bir çekirgenin ağzında olan, dişleriyle de dişlenmiş bulunan bir yapraktan da daha aşağıdır bence. Ali nerede, yok olup gidecek nimete, kalmayacak devlete, yitecek lezzete aldanmak nerede?
      Akılların gaflete kapılmasından, ayakların kötü bir sûrette kaymasından ALLAH'a sığınır, O'ndan yardım dileriz biz."[13]

      Âl-i Muhammed'i (s.a.a) Anlatan Bir Hutbelerinden

      "Onlar ilmin hayatıdır, bilgisizliğin ölümü. Hilimleri ilimlerinden haber vermede, susuşları, söyleyişlerindeki hikmetleri bildirmededir. Hakka karşı durmazlar, onda aykırılığa düşmezler. Onlar İslâm'ın direkleridir; onlar halkın sığınaklarıdır, hak onlarla yerini bulur; batıl, onlarla yerinden ayrılır; dili kökünden kesilir. Onlar, dîni, onun hükümlerini kavramak, onlara riâyet etmek suretiyle anlamışlardır; duymak, rivâyet etmek yoluyla değil. Çünkü ilmi rivâyet edenler çoktur; ona riâyet edenlerse pek o kadar yoktur."

      (Nehc'ul-Belağa'nın hutbeler bölümünde naklen)

      _____________________________
      Dipnotlar:

      [1] - Zübeyr ve Talha'ya hitâben söylemişlerdir. Bağırış, yüksek ses, ALLAH'ın âyetleri, Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadisleridir. Onları duymayan, onlara uymayan, benim sözleri-mi hiç duymaz, benim sözlerime hiç uymaz demek istiyorlar.

      [2] - "Müminin anlayışından sakının; çünkü o, ALLAH nûruyla görür" hadisine işaret buyurarak (Câmî', 1, s.7) bu olayları daha önceden bildiklerini, onların yapacaklarını anladıklarını bildiriyorlar.

      [3] - 20. sûrenin (Tâhâ) 65-66. âyetlerinde, "Büyücüler dediler ki: İstersen sen at önce sopanı, istersen biz atalım yâ Mûsâ, siz önce atın, dedi. Derken büyüleriyle ipleri ve sopaları, Mûsâ'ya doğru koşuyormuş gibi göründü. Mûsâ'nın içine bir korku düştü. Korkma dedik; hiç şüphe yok ki sen daha üstünsün" buyurulmaktadır. Bu korkunun kendisinin, yahut mûcizesinin üst olmayacağı için olmayıp, bilgisizlerin üst olmaları, sapıklığın hükmetmesi düşüncesiyle olduğunu bildiriyor ve Mûsâ'yı, nefsi için, yâhut buna benzer, kötü bir şüphe yüzünden korkmaktan tenzih ediyorlar.

      [4] - Hazret-i Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) ilk imân eden, erkeklerden Emir'ül-Mü'minin (a.s), kadınlardan zevceleri Hazret-i Hadice'dir (r.a). Bunda; "Tirmizî, Müstekder-i Sahîhayn, Müsned, Kenz'ül-Ummâl" gibi hadis kitaplarıyla "İsâbe, İstiâb, Üsd'ül-Gaabe" gibi sahâbenin hâl tercemele-rini bildiren kitaplar, tarihler müttefiktir. Neseî, "Hasâis"inde Ali'nin (a.s) "Ben ALLAH'ın kuluyum, Rasûlullah'ın kardeşiyim, Sıddıyk-ı Ekber benim; insanlardan yedi yıl önce îman ettim ben" dediğini kaydeder (S.3). İbn-i Mâce'nin "Sahîh"inde de aynı meâlde bir hadis vardır (s.12). Üsd'ül-Gaabe, Ebû Eyyub'ül-Ansârî'den, Hz. Peygamberin (s.a.a), "Melekler bana ve Ali'ye yedi yıl salâvat getirdiler; çünkü benimle ondan başka (Hadice müstesna) namaz kılan yoktu" buyurduğunu rivâyet eder (c.4, s.18).
      Bu sözlerde, Hz. Rasûl'ün (s.a.a) vefatlarından sonraki olaylara, yâhut Osman'ın şehâdetinden sonraki biate de işaret vardır.

      [5] - Kendilerine, haberleri olmadan şehit edilmeleri ihtimâli söylendiği vakit buyurmuşlardır.

      [6] - "Bizden olup da ölen, ölü değildir" sözü, "ALLAH yolunda öldürülenleri ölü sanma; onlar diridir ve Rableri katında rızıklanırlar" âyet-i kerimesine işarettir (3, Âl-i İmrân, 169).

      [7] - İki değer biçilmez şey sözüyle "Sizin içinizde, sizin aranızda iki değer biçilmez, nefîs, değerli şey bırakıyorum biri ALLAH'ın Kitabı, öbürü Ehlibeytimdir..." Meâlindeki hadis-i şerife işaret edilmektedir. Müslim, Tirmizi, Müstedrek, Neseî, Müsned, Hılyet'ül-Evliyâ, Kenz'ül-Ummâl, Mecma'uz Zevâid, Savaık'ul-Muhrika ve sair hadis kitaplarında bir çok yollarla, bir çok sahâbiden rivâyet edilen bu hadis, mütevâtir derecesine varmış hadislerdendir (Seyyid Mürtaza'l-Huseyniyy-ül Firûzâbadî'nin "Fedâl'ül-Hamseti Min'es Sıhâh'is Sitte"sine bakınız; cüz, 2, Necef-1384; s.43-56).

      [8] - "Gerçekten de Ehlibeytim, Nûh'un gemisine benzer aranızda; kim o gemiye binerse kurtuldu, kim binmezse helâk oldu gitti" hadisine işaret edilmektedir (Ebû-Zer r.a'den câmi, 1, s.81). "Yıldızlar nasıl gök ehlinin emniyetine sebepse, Ehlibeytim de yeryüzündekilerin emniyetine sebeptir" meâlindeki hadise de işaret vardır (çeşitli rivayetleri ve kaynakları için "Fedâil'ül-Hamseti Min'es Sihâh'is-Sitte"ye bakınız; 2, s.59-60).

      [9] - Dünyadan maksat, dünya için yaşamak, nefsi için çalışmak, ferdiyetine gömülmek, kendini merkez edinmektir; yoksa kendi, ayâli, milleti ve insanlık için çalışmak, esasen İslâm'ın farzlarındandır; ancak çalışanın kazanacağı, 53. sûrenin (Necm) 39. âyetinde bildirilmiş, bir çok âyet ve hadislerde de bu nükte, beyan buyrulmuştur. İslâm dünya ve âhireti denk tutan, dünyaya daldırmayan, fakat âhireti de unutturmayan bir dindir. Bu bakımdan da orta ümmettir MUHAMMED ümmeti (s.a.a). "Temiz kişiye temiz mal ne de güzel yaraşır" meâlindeki hadis de bunu bildirir (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.184).

      Mevlânâ'nın,
      Nîst dünyâ nokra vo ferzend o zen
      Çîst dünyâ ez Hodâ gaafil boden
      beyti, bu hususu pek güzel açıklar.


      [10] - "Muhâcir, kötülüğü terk eden, kötü işlerden geçendir" hadis-i şerîfî de (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.183) muhâcirliğin hakikatini bildirmektedir.

      [11] - Hüccet, yâni kesin delil, ALLAH'ın kitabı, Hz. Peygamber'in (s.a.a) sünneti ve ümmetin mansûs olan imâmıdır; bunları tanıdığı hâlde itâat etmeyen, mustaz'af, yâni gerçek kendisine ulaşmamış, gerçeği anlayamamış sayılamaz, özrü de kabûl edilmez.

      [12] - "Ameller, sonlarına göredir" hadisine nazaran (Künûz'ül-Hakaaık, 1, s.103), ömrünü suçla, hattâ küfürle geçiren bir kişi son demlerinde tövbe eder, îmana gelirse suçları bağışlanır, küfürden arınır. Ömrünü ibâdetle geçiren bir kişi, son zamanlarda azar, suçlara batar; mümin olduğu halde inkâra sapar; günahkâr olarak ölür, yahut kâfir olarak âhirete göçer. Bir insanın hayrı, şerri ancak son zamanlarında belli olur. Ancak şunu da söylemek gerekir ki ölüm çağındaki tövbe kabûl edilir, buna "tövbe-i ye's"derler; fakat son çağdaki îman kabûl edilmez; buna da "imân-ı ye's"denir.
      Mevlânâ,
      Bâz â bâz â her onçi hesti bâz â
      Ger kâfer o gebr o bot-peresti bâz â
      İn dergeh-i mâ dergeh-i novmidi nist
      Sed bâr eger tovbe şikestî bâz â


      Yâni "Geri gel, beri gel, her ne isen gene gel. Kâfir olduysan, ateşe, puta taptıysan da dön, bize gel; bizim bu tapımız, ümitsizlik tapısı değildir; yüz kere tövbe etmiş, tövbeni bozmuşsan, ümidini yitirme, gene gel" meâlindeki rubaisini, "De ki: Ey nefislerine uyup hadden aşırı hareket eden kullarım, ALLAH rahmetinden ümit kesmeyin; şüphe yok ki ALLAH, bütün suçları örter, şüphe yok ki O, suçları örter, rahîmdir. Ve dönün Rabbinize ve teslim olun ona, size âzap gelip çatmadan; sonra yardım edilmez size" âyetle-rinin meâli olarak inşad eylemiştir. (39, 53-54); yoksa, kâfirsen de, ateşe, puta tapıyorsan da gel tarzında bir mâna kastetmemiştir; böyle anlayanlar, yanılmaktadırlar, yahut kasten, kendilerine inananları yanıltmak istemektedir.

      [13] - Akıyl b. Ebi -Tâlib'in borcu, kırk bin dirhemi bulmuştu. Hazret-i Emir'den borcunun ödenmesini rica etmek üzere nezdine gidince Hazret, onu yanlarında alıkoymuşlar, akşam yemeğini beraber yemeyi teklif buyurmuşlardı. Akşam olunca tuz, ekmek ve biraz bakla geldi. Akıyl, bu sofraya şaşmakla beraber gene de yemekten sonra borcunun tesviyesini rica ve ricasında ısrâr edince, Emir'ül-Mü'minin (a.s), önlerindeki mangala bir demir soktular. Demir ateşten kızarınca da buyurdukları hareketi yaptılar ve sözleri söylediler.

      Akıyl pek müteessir oldu ve Küfe'den kalkıp Şam'a gitti. Muaviye'nin yanına girdiği zaman, onun mükellef bir serir üzerinde oturduğunu, yanına da Şam'da zaptiye işlerine bakan Dahhâk b. Kays'i oturtmuş olduğunu görünce, Hamd ALLAH'a ki aşağılığı yüceltti, noksanı tamamladı, ayıbı hüner etti diye Dahhâk'e tariz etti. Akıyl, Kureyş'e mensûp olanların kötülük-lerini bildiği, ensab bilgisine sahip olduğu için Dahhâk, Muaviye'ye, ben Kureyş'in iyiliklerini bildiğim gibi Akıyl de kötülüklerini bilir, dedi. Muaviye, Akıyl'e, elli bin dirhem vermiş ve borcunu da ödemiştir. Muaviye, halka kardeşi olduğu halde Akıyl bile benim üstünlüğümü görerek yanıma geldi demiş, Akıyl de bu söze karşılık, Ali, dini için dünyasını bıraktı, sense dünya için dinini terkettin; bu yüzden dünyada sen, kardeşimden hayırlısın; fakat kardeşim nefsi için herkesten daha hayırlıdır; bense sonumun hayra döndürülmesini ALLAH'tan dilerim, sözleriyle karşılık verdi.

      Bir gün de Muaviye, Akıyl'in minbere çıkıp Ali'ye lânet etmesini emretti. Minbere çıkan Akıyl halka, "Ey insanlar, Muaviye, kardeşim Ali'ye lânet etmemi emrediyor; ALLAH'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti ona olsun" dedi ve minberden indi. Muâviye, Akıyl'in ne demek istediğini anlayıp kime lânet ettiğini bildirmedin deyince, Akıyl, söz, o sözü söyleyenin niyetine bağlıdır, dedi. Bir gün de Muaviye, Akıyl'e, latîfe yollu ey Akıyl, dedi. Ebu-Leheb acaba şimdi nerede? Akıyl, cehenneme gidince dedi, halan Ümmü Cemil'le bulursun onu. Hicretin elli dördüncü yılında doksan altı yaşında vefat etti. Hz. Ali'den (a.s) yirmi yaş büyüktü (Akıyl için Şeyh Abdullâh'il-Mamakaanî'nin "Tenkih'ül-Makaal'inin 2. cildine, s. 255, Dahhâk b. Kays için de aynı cildin 104-105. sahifelerine bakınız.

      Yukarıdaki izâhâtı Avlunyalı Süreyyâ'nın "Fetret'ül-İslâm"ından naklettik, s. 168-171). Akıyl'in oğlu Müslim, İmâm Huseyn Aliyhisselâm tarafından Küfe'ye gönderilmiş, orada şehit olmuştur; diğer oğulları da Kerbelâ'- da şehâdet mertebesine erişmişlerdir.

      Kendilerini sunmak üzere hediye getiren adam, Eş'as b. Kays'il-Kindî'dir. Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefâtından sonra dinden döndüğü rivayet edilmiştir. Hz. Ali Aleyhisselâm'ın hilâfetinin son devrelerinde Haricî olmuştu. Hz. Emir'in (a.s) şehâdetinde dahli olanlardan biridir. Tafsilât için Tenki'ül-Makaal'e bakınız (c.1)

      "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

      Yorum


        #48
        Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

        [b]
        Hz. Ali'nin (a.s) Dünya-Âhiret Hakkındaki Kısa Sözleri


        [b]* Dünyâ bir topluma teveccüh etti mi başkalarının iyiliklerini, güzelliklerini eğreti olarak onlara verir; bir toplumdan da yüz çevirdi mi kendilerindeki iyilikleri, güzellikleri de onlardan gidiverir.

        * Dünyadakiler, uykuda yol alan kervan ehline benzerler.

        * Zaman bedenleri yıpratır, dilekleri tâzeler, ölümü yakınlaştırır; umulanı uzaklaştırır, kim ona dost olur, onu elde ederse zahmete düşer, kim onu yitirirse yorulur, darlığa uğrar.

        * İnsanların solukları ecellerine doğru attıkları adımlarıdır.

        * Zamanı ve zamanındakileri düzgünlük, iyilik kavradı mı bir insan, kendisinden kötü bir şey görünmeyen birisi hakkında kötü zanna düşerse zulmetmiş olur. Zamanı zamanındakileri kötülük kavradı mı bir insan, birisi hakkında iyi bir zanda bulunursa kendisini aldatmış olur.

        * Dünyâ görünüşü yumuşak olan, içinde öldürücü zehir bulunan bir yılana benzer. Aldanan bilgisiz ona meyleder, akıllı kişiyse ondan çekinir.

        * Zaman ikidir; Ya sana yâr olur, ya aleyhine döner. Yâr oldu mu, aldanıp gaflete düşme; aleyhine döndü mü de dayan.

        Bir cenâzede gülen birisini duyunca buyurdular ki:

        * Sanki ölüm, bizden başkalarına yazılmış, sanki bu gerçek, bizden başkasına hükmedilmiş. Sanki görüş durduğumuz şu ölüler, bir yere gidiyorlar ki tez bir zamanda dönüp tekrar gelecekler bize. Onları kabirlerine götürmedeyiz; miraslarını yemedeyiz. Sanki bizler onlardan sonra kalacaklarmışız. Her öğüdü unutmuşuz, her âfeti ardımıza atmışız. Bizi kökümüzden çıkaracak her belâya göz yummuşuz.
        Ne mutlu kendisini alçaltana, kazancını tertemiz bir hâle koyana, özünü düzgün bir hâle getirene, huyunu güzelleştirene, malının fazlasını yoksullara verene, ağzını beyhude sözlerden yumana, şerrini insanlardan giderene; kendisine sünnet ağır gelmeyene, bidate mensup sayılmayana.

        * Şaşarım nekese ki korktuğu yoksulluğa doğru koşup durur; arayıp istediği zenginlik, elinden yiter geder. Dünyâda yoksullar gibi yaşar âhiretteyse zenginlerin sorusuyla soruya çekilir.
        Şaşarım o gülen, benliğe düşen kişiye ki, dün bir meni parçasıydı, yarın bir leş olacak.
        Şaşarım ALLAH'ın varlığından şüpheye düşene ki ALLAH'ın halkını görüp durur. Şaşarım ALLAH'ın varlığından şüphe edene ki ölenleri gözleriyle görür. Şaşarım âhiret yaşayışını, tekrar dirilişi inkâr edene ki ilk yaratılışı görür, bilir. Şaşarım yokluk yurdunu yapıp durana ki varlık yurdunu terk eder gider.

        Sıffin'den dönerlerken Kûfe dışındaki mezarlığa gelince buyurdular ki:

        * Ey yalnızlık diyarının, ıssız yerlerin, karanlık kabirlerin halkı, ey toprağa döşenmiş, gurbete düşmüş, yalnızlığa eş olmuş, korkunç ve tenhâ yerlere sığınmış kişiler, siz bizden önce yaşadınız, gittiniz; bizse ardınıza düştük, size ulaşmak üzereyiz. Bıraktığınız evlerde oturanlar var; zevcelerinizi nikâhladılar; mallarınızı paylaştılar. Bu bizim size verdiğimiz haber, sizden ne haber var?

        Sonra ashabına dönerek buyurdular ki:

        Söz söylemelerine izin verilseydi size elbette haber verirler, derlerdi ki: Gerçekten de en hayırlı azık takvâdır.[1]

        * ALLAH'ın bir meleği vardır, her gün bağırır; doğun ölüm için. Toplayın yok olmak için, yapın yıkılmak için.[2]

        * Dünya karar edilecek yurda geçittir; insanlarsa orda iki bölüktür: Bir bölüğü kendilerini satar; helâk eder dünyâ onları. Bir bölüğü canlarını kurtarır; azâd eder dünyâ onları.

        * Zamanın değişmesi insanların özlerindekini bildirir.

        * İnsanlar, dünyanın oğullarıdır. İnsan anasını severse kınanmaz.

        * Yoksul Âdemoğlu, eceli ne vakit gelip çatacak, bilmez. Ne illetlere uğrayacak, haberi bile olmaz. Yaptığı işler unutulmaz. Sivrisinek ısırsa canı yanar; boğazında su dursa onu boğar; terlese pis pis kokar.

        * Dünyâ başkaları için yaratılmıştır, kendi için değil.

        Birisini dünyayı kınarken, yererken duyup buyurdular ki:

        * Ey dünyânın aldayışlarına kapılan, uyduruşlarına aldanan, dünyâya kapılıyor, sonra da onu yermeye mi girişiyorsun? Sen mi dünyâyı suçlamadasın; dünyâ mı seni suçlamada? Ne vakit dünyâ seni şaşırttı, ne vakit aldattı? Toprağa atıp çürüttüğü babalarının helâk oldukları yerlere mi aldattı seni; yoksa yer altına attığı analarının yarattığı yerlerle mi kandırdı seni?
        Ne kadar çalıştın onlardan derdi, hastalığı gidermeye. Ne kadar uğraştın onları tedâvi ettirmeye. Onların iyileşmelerini diledin; onları iyileştirmek için hekimlere baş vurdun. Bu esirgemelerin onların hiç birine fayda etmedi. Onların devâsını aradın; çâresi olmadı; gücünle kuvvetinle ölümü gideremedin onlardan.
        Dünyâ onlara ettiği işle, sana örnek verdi; öldükleri yerle öleceğini gösterdi. Oysa dünyâ, sözünü gerçekleyene gerçeklik yurdudur; sözünü anlayana kurtuluş evidir. Ondan azık toplayana zenginlik diyârıdır; öğüdünü tutana öğüt mahallidir.
        Dünyâ, ALLAH dostlarının secde yeridir; ALLAH meleklerinin namazgâhı. ALLAH vahyinin indiği yerdir; ALLAH dostlarının alış veriş yurdudur. Orada rahmet elde edenler; orada kâr edinirler, cenneti kazanırlar. Dünyâ, ölümü açıkça haber verdiği, kendisinden ayrılacağımızı seslenip bildirdiği, kendisinin ve kendinden olanların âkıbetini anlattığı halde, kimdir ki onu kınar, yermeye kalkar?
        Dünyâ, belalarıyla belâyı gösterir ehline; sevinciyle onları sevince teşvik eder. İnsan esenlikle dünyâda akşamı eder, musîbetle sabahı bulur. Bu, tâata yöneltmesidir onun; isyândan korkutmasıdır; çekinmeyi telkin etmesidir onun.
        Nedâmetle sabahlayanlar kınarlar onu. Kıyâmet günü başkalarıysa överler onu. Çünkü dünyâ onlara âkıbeti anlatmıştır, onlar da anlamışlardır; ne olacağını söylemiştir onlara, gerçeklemişlerdir onu; öğüt vermiştir onlara, tutmuşlardır öğüdünü onun.

        * İnsanlara bir zaman gelip çatar ki o zamanda Kur'ân'dan ancak eser ve yazı, İslâm'dan da isim kalır. O gün insanların mescitleri mâmurdur yapı bakımından; haraptır hidâyete mahal olmak bakımından. O gün mescitlerde oturanlar, onları yapanlar, yeryüzünün en kötü kişileridir; fitne onlardan çıkar, suç ve hatâ onlara sığınır. Kim o fitneye girmemek isterse sürüp götürürler, kim geri kalırsa yürütüp alırlar. Noksan sıfatlardan münezzeh olan ALLAH buyurur ki: Zâtıma andolsun ki ben, o kavme öylesine bir fitne gönderirim ki bilim sâhibi bile şaşırır kalır ve o fitneye dalar. Biz ALLAH'ın bağışlamasını, gafletle ayağımızı kaydırmamasını dilemekteyiz.[3]


        _________
        Dipnotlar:

        [1] - 2. sûrenin 197. âyet-i kerimesine işaret buyurmakta-dırlar.
        [2] - "Doğun ölüm için, yapın yıkılmak için" (Hadis, Künûz'ül-Hakaık, 2, s.146).
        [3] - "Ümmetime bir zaman gelecek çatacak ki o zamanda Kur'ân okuyanlar çok olacak, fakihler azalacak, ilim alınacak, fitne çoğalacak. Bundan sonra bir zaman da gelecek ki ümmetimden Kur'ân okuyanlar çok olacak, fakat Kur'an, boğazlarından aşağı geçmeyecek, onunla amel etmeyecekler. Bundan sonra da müşrik, müminin söylediği söz üzerine, onunla ALLAH hakkında mücadeleye girişecek." (Hadis, Câmi, 2, s.28).
        [COLOR=#a0a0a0][FONT=Arial][COLOR=#632423][HR]
        "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

        Yorum


          #49
          Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

          [b] Hz. Ali'nin (a.s) Gerçek, Adalet, Geçim, İnsanlık ve Savaş Hakkındaki Kısa Sözleri


          * Şaşarım şu insana ki bir yağ parçasıyla görmektedir, bir et parçasıyla söylemekte; bir kemikle doymaktadır, bir delikle soluk almakta.
          * Kötülüğü eliyle, diliyle, gönlüyle, gidermeye çalışan, hayırlı huyları nefsinde toplamıştır. Halkta gördüğü kötülüğü diliyle, gönlüyle inkâr eden, fakat eliyle kötülüğe engel olmayan, hayır huylarından ikisine yapışmış, birini yitirmiştir. Gönlüyle inkâr edip eliyle, diliyle inkâr etmeyense üç huyun en yücesini yitirmiş, birini elde etmiştir. Halktan kötülüğü diliyle, gönlüyle, eliyle inkâr etmeyenler, gidermeye çalışmayanlarsa diri gibi görünen ölülerdir.
          * İyi ve hayırlı işlerin hepsi ve ALLAH yolunda savaş; iyiliği buyurmak, kötülükten halkı men etmek, karşısında koskoca uçsuz bucaksız denize nispetle bir katreden ibârettir; dalgalanıp köpüren, coşkun denizde bir tükürüktür âdetâ. İyiliği buyurmak, kötülükten men etmek, ne kimsenin ecelini yaklaştırır, ne rızkına noksan verir. Ama bunların hepsinden daha üstün olanı da zulmeden buyruk sahibine karşı doğru söylemektir.[1]
          * Gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan ALLAH yoksulların geçimlerini zenginlerin mallarında takdir buyurmuştur. Hiç bir yoksul, aç kalmaz ki bir zengin onun hakkını vermiş olsun; yüce ALLAH da zenginlere bunu soracaktır.
          * Bir evvelki gaspedilmiş bir tek taş, o evin yıkımı için rehin edilmesi demektir.

          Ebû-Cuhayfe der ki: Emir'ül-Mü'minin aleyhisse-lâm'dan duydum, buyurdular ki:

          * Sizden ilk olarak savaşa ait olup da alınacak şey, elinizle, sonra dilinizle, sonra da gönüllerinizle savaşmaktır. İyiliği gönlüyle tanımayan, kötülüğü men etmeye kalkışmayan kişi, başaşağı düşüp gitmiştir.[2]
          * Öl de alçalma, azı yeter bul da yüzsuyu dökme. Çalışıp bir şey elde edemeyen kişi, oturunca hiçbir şey elde edemez.[3]
          * Dinî hükümleri bilmeden ticarete girişen, çâresiz fâize düşer, suçtan kurtulamaz.
          * Sana rağbet ve muhabbeti olan kişiye rağbet etmemen, nasibinde noksana düşmendir. Senden hoşlanmayana rağbet etmense alçalmandır.

          Mal memurlarından biri büyük bir yapı yaptırınca buyurdular ki:

          * Paralar, yapının tepesine çıktı, göründü; çünkü bu yapı zenginliği söylemede.
          * Yüzünün suyu donmuştur. Ancak bir şey istersen yumuşar, sızıp damlamaya başlar; kime yüzsuyu döktüğüne dikkat et.
          * Mazlûmun zâlimden öç alacağı gün, zâlimin mazlûma zulmettiği günden daha çetindir.

          GURER'UL-HİKEM'DEN

          * Aç kalmak, alçalmaktan hayırlıdır.
          * Adamlığın en üstün derecesi, malı mülkü esirgemeyerek kardeşleriyle geçinmesi, her hâlde onlarla eşit olmasıdır.
          * İnsanların en insaflısı, kendisi hakkında bir hâkim hüküm vermeden nefsine insâf edenidir. İnsanların en fazla cevredeniyse cevrini, zulmünü adalet sayanıdır.
          * İnsanın üstünlükleri birbiri ardınca gelip çatan çetin işlerde meydana çıkar.
          * Dallar budaklar, çaresi yok, köklere, sebeplere dayanır, onlardan sürer, meydana gelir; onları meydana getiren sebeplere, parça buçuklara, tümlere döner ulaşır.
          * Rabbin rızasını kazanmak isteyen, zulmeden buyruk sâhibine karşı adalet sözünü söylemelidir.
          * İki kişi yoktur ki halkı kendisine uymaya çağırsın da, biri sapıklıkta olmasın.
          * Haktan, gerçekten sonra, dalâletten başka ne vardır ki?[4]
          * Ümitsizliğin acılığı, halka yalvarmaktan yeğdir.
          * Tamah seni kul etmesin, ALLAH seni hür yarattı.
          * Yaptığı zulümlerden geçip, hakları sahiplerine vermekten daha üstün adalet olamaz.
          ___________________
          Dipnotlar:
          [1] - "Savaşın en üstünü zulmeden buyruk sâhibine karşı doğruyu söylemektedir." (Hadis Câmi, 1, s.41)
          [2] - Ebu-Cuhayfe'nin adı Veheb b. Abdullah'is-Suvâi'dir. Üsd'ül Gaabe, sahâbe arasında gösterir; Vefât-ı Peygamberi de ergenlik çağındaydı; fakat hadis rivâyet etmiştir. Bir gün yemek yerken; Rasûlullah sallALLAHu aleyhi ve âlihi ve sellem ona, dünyâda karnını doyuranların âhirette aç olacaklarını buyurmuş, bunun üzerine Ebû Cuhayfe, ömrünün sonuna dek, günde bir övün yemeyi ve doyuncaya dek yememeyi âdet edinmişti. Hazret-i Emir'in (a.s) bütün savaşlarında maiyetlerinde bulunmuştur. Hz. Emir (a.s), bu zâta, Veheb'ül-Hayr ve Veheb'ullâh lâkaplarını vermişlerdi. Kûfe'de, beytülmâle memûr olmuştu. Hicretin yetmiş ikinci yılında Basra'da vefât etmişlerdir (Tenkıyh, 3, s.280-281, Son Kısım, s.8).
          [3] - Yâni kendi kazancınla geçin, kazancını yeter bul; kimseden bir şey umma, kimseye yüzsüyü dökme.
          [4] - "İşte gerçek Rabbiniz ALLAH, budur; gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var ki? Artık nereye dönme-desiniz?" (10, Yunus, 32)

          "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

          Yorum


            #50
            Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

            [b] Hz. Ali'nin (a.s) Tarihi İlgilendiren Kısa Sözleri


            (Savaşta kendilerine ve düşmanlarına katılmayanlar hakkında buyurmuşlardır ki
            * Gerçeği horladılar, batıla yardım etmediler.

            (Habbâb b. el-Eretti için buyurdular ki
            * ALLAH Habbâb'a rahmet etsin, dileyerek Müslüman olmuştu; İsteyerek, razı olarak hicret etmişti; eline geçene kanâat ederdi: ALLAH'tan razı olurdu; savaşarak yaşamıştı.[1]

            (Harûriyye'den (Haricilerden) birisinin teheccüd namazı kıldığını, Kur'an okuduğunu duyunca buyurdular ki
            * Yakin ile uyku, şüpheyle namazdan hayırlıdır.

            (Sehl b. Huneyf'il-Ansârî[2] vefât edince buyurmuşlardı ki
            * Bir dağ bile beni sevse musibetlere uğrar.

            (Haricilerin, hüküm ancak ALLAH'ındır sözünü duyunca buyurdular ki
            * Doğru bir söz. Fakat bu sözle batıl murât edilmekte.

            (Talha ve Zübeyr, bu işte sana ortak olmak üzere biat ediyoruz dedikleri zaman buyurdular ki
            * Hayır, fakat kuvvette, yardımda ortaksınız; aciz görür, işte bir aksamaya rastlarsanız yardımcı olursunuz.

            (İmam Hasan aleyhisselâma buyurdular ki
            * Savaşta birisini savaşmaya çağırma; fakat seni çağıran olursa icâbet et; çünkü savaşa çağıran âsidir; âsîninse ölmesi gerek.

            (Muâviye'nin adamları Anbâr'ı yağmaladıkları zaman bizzat yaya olarak Kûfe'den çıkıp Nuhayle'ye geldiler. Halkın bir kısmı arkalarından gidip kendilerine ulaştı ve Yâ Emir'el-Mü'minin, biz onların zararlarını gideririz dedi. (Hazret buyurdular ki
            * Ben sizin zararınızdan kurtulamıyorum; beni başkala-rının zararlarından nasıl kurtaracaksınız? Benden önce halk kendilerini idâre edenlerden şikâyet ererdi, bense bugün idâre ettiğim kişilerden şikâyet ediyorum. Sanki ben idâre edilenim de beni idâre edenler onlar; yahut ben emre tâbiim de onlar âmir.

            (Bu sırada iki kişi, huzurlarına gelip biri, Yâ Emir' el-Müminin, ne emrin varsa buyur, biz gidelim; benim sözüm ancak kendime ve bu kardeşime geçer dedi. Hazret buyurdular ki
            * Dilediğim şeyin iki kişiyle yapılabilmesine imkân mı var?

            (Sıffin'den dönüşte yolları Şamlıların bulunduğu yere uğradı. Kadınların Sıffin'de öldürülenlere ağlaştıklarını duydular. Bu sırada o boyun ulularından Harb b. Şurhahabîl geldi. Hazret ona buyurdular ki
            * Duyduğuma göre, size kadınlarınız üstolmuş, öyle mi? Neden onları bu feryattan men etmiyorsunuz?

            (Harb maiyetlerinde yaya olarak yürümek istedi. Kendileriyse ata binmişlerdi; buyurdular ki
            * Geriye dön, senin gibi yaya olarak yürüyen birinin benim gibi bineğe binmiş kişinin maiyetinde yürümesi buyruk sâhibine bir fitnedir, müminlereyse alçalış.

            (Nehrivan günü savaşta öldürülen Haricilerin yanlarından geçerlerken buyurdular ki
            * Beter olun, sizi aldatan, sizi zarara soktu. (Kim aldattı onları Ya Emir'el-Müminin diye sorulunca buyurdular ki Yol azdıran Şeytan ve kötülüğü buyuran nefisleri onları ümitlerle aldattı; onlara isyan yollarını açtı, genişletti; üst olacaklarını vaad etti onlara, derken onları birden ateşe attı gitti.

            (MUHAMMED b. Ebi-Bekr'in şehâdetini duyunca buyurdular ki
            * ALLAH ona rahmet etsin, ona olan hüznümüz, şehâdetinden sevinenlerin sevinçleri kadar. Ancak onlar kendilerini sevmeyen birini yok ettiler; bizse bir dost kaybettik.

            (Ashabıyle otururlarken güzel bir kadın geçti, herkesin gözü o kadına takıldı. Bunu görünce buyurdular ki
            * Bu erkeklerin gözleri şehvete kapıldıklarını belli ediverir, bu bakış şehvetin coşkunluğunu gösterir. İçinizden biri, beğendiği, hoşlandığı bir kadına gözü kayınca hemen gidip kendi zevcesine yaklaşsın; çünkü bu da kadındır, o da kadın.

            (Haricîlerden biri "ALLAH öldüresice kâfir (Hâşâ), ne de fakih" dedi. Ashabı bunu duyunca o adama kastetti, üstüne saldırdı. Hazret buyurdular ki
            * Yavaş olun hele, bu ancak bir sövüş, ona ya sövmeyle karşılık verilir, yahut da aldırış edilmez, suçu bağışlanır gider.

            (Mâlik b. Eşter'i överek buyurdular ki
            * O, ALLAH'ın bir kılıcıdır ki, vurmakla körleşmez; kör de değildir zâten. Bid'at onu yolundan alıkoymaz; sapıklıksa onu hiç saptırmaz.

            (Malik'ül-Eşter'in şehâdet haberi gelince buyurdular
            * ALLAH Mâlik'e rahmet etsin; Mâlik, ne Mâlik'ti? Tek yüce bir dağ olsaydı ne üstüne bir nal basabilirdi, ne yücesine bir kuş uçup konabilirdi.
            __________
            Dipnotlar:
            [1] - Habbâb ibin'il-Erett sahâbeden ve muhâcirdendir. İlk İslâm'a gelenlerden olup Bedir ashabındandı. İslâm olduktan sonra, müşrikler tarafından kendilerine işkence edilen sahâbeden biridir. Bütün işkencelere rağmen müşriklere kar-şı durmuş, onların söyletmek istedikleri sözleri söyleme-miştir.
            Cemel ve Sıffin savaşlarında Emir'ül-Mü'minin'in maiyetinde bulunmuşlar, Nehrivan savaşından birkaç gün önce Hâriciler tarafından şehit edilmişlerdi. Şehâdetleri hicretin otuz yedinci yılındadır. Yaşları altmış dokuza varmıştı. Namazlarını Emir'ül-Mü'minin kılmış, Kûfe dışında defnedil-mişti. Kûfe dışındaki mezarlığa ilk defnedilen sahâbi Habbâb'dır (Tenkıyh, 1, s.395-396).
            [2] - Sehl b. Huneyf için 2. kısımdaki 4. bölümün 3. Mek-tubunun notuna bakınız.
            "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

            Yorum


              #51
              Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

              [b] Hz. Ali'nin (a.s) Çeşitli Konulara Ait Vecizeleri


              * Tamaha yapışan kendini alçaltır. Zarara düştüğünü açıklayan alçalmaya razı olur. Dilini kendisine buyruk sâhibi eden, diline geleni söyleyen, kendisine zarar verir.
              * Nekeslik ayıptır; korkaklık noksan. Yoksulluk, delil getirmede aklı dilsiz eder; yokluğa düşen, şehirde garip olur gider. Âciz kalmak âfettir; sabır yiğitlik. Çekinmek zenginliktir; sakınmak kalkan.
              * ALLAH'a razı olmak ne güzel eş dosttur; bilgisiyle büyük bir miras. Edeplere riâyet, boyuna yenilenen elbisedir, düşünceyse saf bir ayna.
              * Uzaklaşmak ayıpları örter. Yaptığı işi beğenen kişiyi kınayan çok olur.
              * İnsanlarla öyle geçinin ki öldünüz mü ağlasınlar size; sağ kaldınız mı sevgiyle çağrışsınlar sizin için.
              * İnsanların en âcizi, insanlardan kardeş edinemeyenidir; ondan daha âcziyse kardeş edindikten sonra onu yitirenidir.
              * En yakını yitiren, en uzağı da yardımcı olarak bulamaz.
              * Dileğine uyup koşan, eceline kavuşur.
              * Korku ümitsizliğe eş olmuştur; utanç mahrûmiyete. Fırsat bulut gibi geçip gider; hayırlı fırsatları elde etmeye çalışın.
              * Ettiği iş ağır olan kişinin soyu boyu da onunla tezce yürüyemez.
              * Büyük günahların kefâreti, zulme düşenlere yardım etmek, acze düşenleri ferahlandırmaktır.
              * Zâhitliğin en üstünü, zâhitliği gizlemektir.
              * Hayrı yapan, hayırdan da hayırlıdır; şer işleyense şerden de kötüdür.
              * Cömert ol, nekeslikte ileri gitme; saygılı ve sıralı ver, ihsan ederken, vermemişe de dönme.
              * Zenginliğin en yücesi dilekleri terk etmektir.
              * Halka istemediği, hoşlanmadığı şeyleri söyleyen kişi hakkında halk da, bilmediği şeyleri söyler.
              * Kimin dileği uzar giderse kötü işleri de çoğalır gider.
              * Seni gama, gussaya sokan kötülük, ALLAH katında sana benlik veren iyilikten daha hayırlıdır.
              * İnsanın değeri, himmetincedir; gerçekliği, adamlığıncadır, erliği, yaptığı kötülükten utancı kadardır; temizliği ve nâmusu da kıskançlığı derecesindedir.
              * Üst olmak, ihtiyâta riâyetle olur. İhtiyata riâyet, düşü-nüp taşınmakla mümkündür, düşünüp taşınmak da sırları gizlemekle olur.
              * Yüce kişinin aç kalınca, aşağılık kişinin, karnı doyunca saldırısından korkun.
              * İnsanların gönülleri ürkektir; kim onları elde ederse ona alışırlar.
              * Devlet sana yâr oldukça ayıbın gizli kalır.
              * İnsanların en fazla bağışlaması gerekeni, cezâ vermeye en fazla gücü yetenidir.
              * Cömertlik, istemeden vermektir. İstendikten sonra vermekse utançtandır ve kötüdür.
              * Sabır ikidir: İstemediğin, hoşlanmadığın şeye sabretmek; sevdiğin, dilediğin şeye sabretmek.
              * Zenginlik gurbette yurttur; yoksulluk yurtta gurbet.
              * Zanaat tükenmez maldır.
              * Mal, isteklerin temelidir.
              * Seni çekindiren kişi, sana müjde verene benzer, ona eşittir.
              * Dil yırtıcıdır; yuları bırakıldı mı salar, parçalar.
              * Dostları yitirmek, gurbete düşmektir.
              * İhtiyacı olan şeyi elde edememek, ehli olmayandan istemekten ehvendir.
              * Kim bir işte halka, öncü olursa, başkasını terbiyeye kalkmadan kendisini terbiye etmeli; bu terbiye de diliyle öğüt vermeden önce huyuyla öğüt vermek sûretiyle olmalı. Nefsine muallim olup kendini terbiye eden kişi, insanlara muallimlik edip onları terbiye edenden daha fazla ululanmaya değer.
              * Her sayılı şey biter; her beklenen gelip çatar.
              * İhtiyarın reyini, gencin yiğitliğinden çok severdim.
              * Tövbe etmek elindeyken ümidini kesene şaşarım.
              * İnsanda bir et parçası vardır ki bedenine bir damarla bağlanmıştır. Bu da kalptir ve pek şaşılacak bir uzuvdur bu. Onun hikmete ait şeyleri ve bunlara aykırı zıt şeyleri vardır. Ümide kapıldı mı tamah alçaltır onu. Tamah onu heyecana düşürdü mü hırs helâk eder onu. Ümitsizlik ona sâhip oldu mu keder öldürür onu. Kızgınlık onu kavradı mı öfke de kavrar onu. Hoşnût oldu mu korunmayı unutur gider. Korkuya kapılınca korunmaya başlar. Esenleştiğini sanınca gaflete düşer. Bir musibete uğradı mı kararsız bir hâle gelir. Bir mal buldu mu zenginlik azdırır onu. Yoksulluk onu ısırdı mı belâ kavrar onu. Açlığa düşünce zayıflık çökertir; fazla doyunca da mîde dolgunluğu rahatsızlığa uğratır onu. Her hususta geri kalış zarar verir ona; her işte ileri gidiş bozguna düşürür onu.
              * Noksan sıfatlardan münezzeh ALLAH'ın emri, rüşvet almayan, aşağılanmayın, tamah yoluna gitmeyen kişiyle doğrulur, yerine gelir.
              * İki iş arasında ne kadar da uzaklık var; İş var, tadı gider, vebâli kalır; iş var, zahmeti geçer, sevâbı kalır.
              * Dost, kardeşini üç halde korumadıkça tam dost olamaz; Düşkünlüğünde, kendisi bulunmadığı vakit, ölümün-den sonra. Dört şey verilene dört şey harâm olmaz: Duâya koyulan icâbetten, tövbeye başarı ihsan edilen kabûlden, istiğfara yöneltilen bağışlanmaktan, şükretmeye fırsat ilhâm edilen, nimetin ziyâde olmasından mahrûm kalmaz. Bunu da ALLAH'ın Kitabı gerçeklemektedir. Yüce ve Ulu ALLAH buyurur ki "Dua edin, icâbet edeyim size." 40, Mü'min, 60) "Kötülük eden, yahut nefsine zulümde bulunan, sonra istiğfar ederse ALLAH'a, ALLAH'ı suçları örtücü ve inananlara acıyıcı olarak bulur." 4, Nisâ, 110) Şükür hakkında da "Şükrederseniz nimeti çoğaltarım size" buyurmuştur. (14, İbrâhim, 7) Tövbe hakkında da "Tövbe, ancak bilgisizlikle kötülük edip sonra hemen tövbe edenlerden kabûl edilir. Onlardır ALLAH'ın, tövbelerini kabûl ettiği kişiler ve ALLAH herşeyi bilir, hüküm ve hikmet sâhibidir" buyurmuştur. (4, Nisâ, 17).
              * Dert ve gam ihtiyarlığın yarısıdır.
              * İnsan, dilinin altında gizlidir.
              * Kadrini bilmeyen kişi helâk olur gider.

              Birisi, kendisine öğüt vermesini isteyince buyurdular ki:

              * Amelsiz âhireti dileyenlerden, olmayacak ümitler besleyip tövbe etmeyi isteyenlerden olma. Hani kişi vardır, dünyâda zâhitlerin sözlerini söyler, dünyâya rağbet edenlerin işlerini işler. Dünyânın malından mülkünden verilse doymaz; verilmese kanmaz. Verilenin şükründen âciz olur; verilmeyenin fazlasını ister durur. Halkı kötülükten men eder, fakat kendisi kötülükten kaçınmaz; emreder, kendisi emre uymaz. Temiz kişileri sever, işlediklerini işlemez. Suçluları sevmez, oysa ki onlardan biridir o. Günahlarının çokluğundan ölümden çekinir, ürker; ölümden kendisini ürküten şeyi yapmakta ısrar eder. Hastalanırsa nedâmete düşer; iyileşirse nedâmeti unutur gider. Âfiyet buldu, nimet elde etti mi mağrur olur; belâya uğradı mı ümidini keser, perişanlığa sataşır. Belâya düşerse âciz olur, duâya koyulur; ferahlığa erişirse kendine güvenir, aczini unutur, zannına uyar, aldanır; gerçek bildiğine kanmaz, kalakalır. Kendi suçundan az suç işleyenin âkıbetinden korkar; kendisineyse yaptığı iyilikten fazlasını ister umar. Kimseye ihtiyacı olmazsa böbürlenir, fitnelere kapılır; ihtiyaca düşünce ümit keser, yayılır. Kulluk ederse gevşek davranır; isteğe, özleme kapılırsa isyânı öne alır, peşinden gider; tövbeyi geriye atar; bir mihnete uğrasa da din hükümlerinden dışarı çıkar. Başkalarına ibretler gösterir; örnekler getirir, kendisi ibret almaz. Öğüt verir de verir, kendisi öğüt tutmaz. Sözle kılavuzluk eder, ameldeyse herkesten geri kalır. Geçici nimeti elde etmekte ileridir; kalacak nimetleri elde etmekte geri. Suçu, isyânı ganimet sayar, ganimeti ziyân sanır. Ölümden korkar, ama fırsatı yitirir gider. Başkasının az suçunu kendi yaptığı suça nispetle çok görür; başkalarının az gördüğü kulluğu kendi kulluğuna nispetle az bulur. İnsanları kınar durur, kendisineyse dalkavuklukta bulunur. Zenginlerle oyuna dalmak, onca yoksullarla ALLAH'ı anmaktan daha sevimlidir. Kendisince başkaları aleyhine hükmeder; başkalarının iyiliğine bakıp kendi kötülüğünü görerek kendisini mahkûm etmez. Başkalarını doğru yola sevk etmeye uğraşır; nefsiniyse azgınlığa atmaya savaşır. Ona itâat edilir; oysa isyân eder. Ona vefâ gösterilir; o vefâ etmez. ALLAH için ALLAH yolunda korkmaz da halktan korkar, çekinir; fakat hakla muâmelede ALLAH'tan korkmaz, korku nedir, aklına bile gelmez.[1]

              * Herkes için tatlı, acı bir son vardır.
              * Her gelip çatan dönüp gider; her dönüp giden gelmemişe, olmamışa döner.
              * Zaman uzasa, sonu gecikse bile sabreden, mutlaka zafer ulaşır.
              * Bir toplumun yaptığına razı olan, onlardan sayılır. Onlardan sayılan her kişinin de iki suçu vardır: O işi işlemek suçu, o işe razı olmak suçu.
              * Birbirine aykırı olarak çağrılan iki yolun biri, mutlaka sapıklık yoludur.
              * Her zulme başlayan, yarın pişman olur, elini ısırır, kemirir.
              * Töhmetlenecek yere varan kişi, hakkında kötü zanna düşeni kınamasın.
              * Yoksulluk en büyük ölümdür.
              * Kendini beğenmek ilerlemeye engel olur.
              * Gözleri görene sabah ışımıştır.
              * Büyüklük, ululuk, gönül genişliğiyle, tahammülle mümkündür.
              * Kötülükte bulunanları iyilik edene mükâfat vererek payla, yola getir.
              * Kötülüğü, şerri kendi gönlünden çıkarmak suretiyle, başkalarının gönüllerinden sök çıkar.
              * Tamah ebedi köleliktir.
              * İleri gidişin meyvesi nedâmettir. İhtiyatın meyvesi selâmet.
              * Hikmetle hüküm vermek hususunda susmakta hayır olmadığı gibi bilgisizlikle söz söylemekte de hayır yoktur.
              * Ey âdemoğlu, ihtiyacından fazla kazandığın şeyi başkası için biriktirmedesin.
              * Cömertlik, şerefleri koruyan bir sıfattır; hilim, kötü kişilerin ağızlarını bağlar; bağışlamak, üstün olmanın zekâttır; hıyânet eden dosttan ayrılış, teselli bulmaktır; danışmak, doğru yola gitmektir. Kendi aklıyla iş gören, kendini tehlikeye atar; sabır, düşmanları oklara hedef eder; sızlanmak, zamâne cefâlarına yardımcı olur. Zenginliğin en üstünü dileği terk etmektir. Nice akıl vardır, hevâ ve hevesin buyruğuna uyar, esir olur. Güzel tecrübe, başarıdandır; dostluk, insana fayda veren yakınlıktır; usanıp daralan kişiye emniyet etmemek gerektir.
              * Kim hayâ libâsına bürünürse halk, onun ayıplarını görmez.
              * Soruya verilen cevap çoğalınca doğru gizli kalır.
              * Senin hakkında iyi zanda bulunanın zannını gerçekleştir.
              * Ey âdemoğlu, kendi nefsinin vasîsi ol da malında, senden sonra ne yapmalarını istiyorsan sen yap.

              Kümeyl b. Ziyâd'a buyurdular ki:

              * Ey Kümeyl adamlarına, akşam çağına dek iyi huy kazanmalarını buyur; uyuyanın hâcetlerini gidermekle akşam etsinler. Çünkü andolsun bütün sesleri duyana, hiç bir kişi yoktur ki bir gönlü sevindirsin de ALLAH o sevinç yüzünden ona bir lütufta bulunmasın. Suyun biriktiği havuzda yabancı dereler nasıl sürülür, kovulursa o lütuf da sâhibine bir belâ gelip çattı mı, o belâyı kovar, giderir.
              * Hâin kişilere vefâda bulunmak, ALLAH'a hıyânette bulunmaktır; hâinlere gadretmekse, ALLAH'a vefâ etmek demektir.
              * Dostunu ihtiyatla sev, olabilir ki birgün sana düşman olur: Düşmanınla da ihtiyata riâyet ederek düşmanlıkta bulun, olabilir ki birgün sana dost kesilir.

              Doğu ile batı arasındaki yol ne kadardır diye sorulunca buyurdular ki:

              * Güneş için bir günlük yol.
              * Dostların üçtür, düşmanların da üç. Dostların, dostundur, dostunun dostudur, düşmanının düşmanı. Düşmanların da düşmanındır, dostunun düşmanı, düşmanının dostu.
              * Kıskanç olan, gayret sâhibi bulunan, kesin olarak zinâ etmez.
              * Babaların dostluğu, oğulların yakınlığını meydana getirir. Dostluk yakınlığa muhtaçtır, onunla tamamlanır; fakat yakınlık dostluğa, sevgiye daha ziyade muhtaçtır; yakınlık sevgiyle olur.
              * Taşı nereden geldiyse oraya atın; çünkü şerri ancak şer giderir.

              Kâtibi Ubeydullah b. Ebi-Râifi'e buyurdular ki:

              * Kalemini düzelt, ucunu keskin kes, satırların arasını aç, harfleri birbirine yakın yaz; bu, yazının güzelliğini sağlar.

              Oğulları MUHAMMED b. il-Hanefiyye'ye buyurdular ki:

              * Oğulcuğum, yoksul düşmenden korkarın; yoksulluktan ALLAH'a sığın; çünkü yoksulluk dini noksanlaştırır, aklı şaşırtır, dostluğu giderir.
              * Günaha alt olarak üstünlük bulan üstünlük elde etmemiştir; şerle üst olan alt olmuştur.
              * Her kişinin malında iki ortak vardır: Mirasçı, olaylar.
              * Zâlime gelip çatan adalet günü, mazlûmun uğradığı cevir ve cefâ mihnetinden çetindir.
              * Bir kişiyi lâyığından fazla övmek riyâdır, dalkavukluktur; lâyığından az övmekse ya dilsizlikten ileri gelir, ya hasetten.
              * Suçların en çetini, sâhibine ehven ve ehemmiyetsiz görünenidir.
              * Kendi ayıbını gören, başkalarının ayıbıyla oyalanamaz; isyan kılıcını kınından sıyırın, onunla öldürülür. Kim bütün gücüyle bir işe sarılırsa helâk olur gider. Kim, kendisini zarar ve tehlike denizine atarsa garkolur, batar. Kötü bellenen şeylere sarılan kötülükle kınanır. Kimin sözü çoğalırsa yanlışı da çoğalır. Kim fazla yanılırsa utancı azalır, utancı azalanın çekinmesi de azalır; çekinmesi azalanın gönlü ölür, gönlü ölen kişi ateşe girer. Kim halkın, ayıplarını görür, onları kınar, fakat kendisi de o işleri yaparsa ahmağın ta kendisidir. Kanaat tükenmez maldır. Ölümü fazla anan, dünyânın az nimetine de razı olur. Sözünü, amelinden bilen kişinin sözü azalır; o, ancak gereken sözü söyler.
              * Zâlim kişinin üç alâmeti vardır: Günaha dalıp kendisinden üstün olana zulmeder; kendinden alt olana, kendisi üst olduğu için zulmeder; zulmeden bölüğe yardımcı olur, zulmeder.
              * Şiddet son dereceyi buldu mu ferahlık gelir çatar . Belâ halkaları tam daraldı mı, genişlik yüz gösterir.
              * Ayıbın en büyüğü, ona benzer bir ayıp sende de varken başkasını ayıplamandır.
              * Düşünce sâf bir aynadır. İbret almak korkutan bir öğütçü, başkasında görüp de hoşlanmadığın şeyden çekinmense edep olarak yeter sana.
              * Gerçekten de hak ağırdır, fakat tatlıdır; batılsa hafiftir, fakat insanı helâk eder.
              * Söz, söylemezsen senin hükmüne tâbîdir; ama söylemeye başladın mı sen ona mahkûm olursun. Paranı pulunu nasıl gizliyorsan sözünü de gizle; nice söz vardır ki nimeti giderir, zahmeti, mihneti getirir.
              * Bilin ki yoksulluk, belâlardan bir belâdır; yoksulluktan da çetini beden rahatsızlığıdır; ondan çetin olansa gönül rahatsızlığıdır. Bilin ki mal genişliği nimetlerdendir; fakat mal genişliğinden daha üstün olan şey beden sihhatidir; beden sihhatinden daha üstün olansa gönül huzûrudur.
              * Konuşun da tanışın, çünkü insan, dilinin altında gizlidir.
              * Nice söz vardır ki saldırıştan daha da tesirlidir.
              * Gerçekle savaşan elbette altolur gider.
              * Yumuşaklıkla hareket etmek, insana soy boydur.
              * Hayır işleyin, hayrı azımsamayın, küçümsemeyin; çünkü onun küçüğü de büyüktür; azı da çoktur. İçinizden biri, başkası bu hayrı işlemeye benden daha lâyık demesin; çünkü andolsun ALLAH'a, sonra o da sizin için böyle der. Hayır işleyecek kişi de vardır, şer işleyecek kişi de. Siz bu ikisini terk ettiniz mi, işleyecek, işler o işi.
              * Gizli işlerini, özünü temizleyen, ıslâh eden kişinin dışını da temizler ALLAH ıslâh eder onu; dîni için iş işleyenin dünyâ işlerini de düzene kor ALLAH. ALLAH'la arasını düzelten kişinin ALLAH, insanlarla da arasını düzeltir.
              * Hilim insanı örten bir örtüdür; akılsa keskin bir kılıç. Huylarından kötü olanlarını hilminle ört. Hevâ ve hevesini de aklınla öldür.
              * Emir sahibi olmak, insanların özlerinin sınanmasıdır.
              * İçinde bulunduğun şehirden daha lâyık şehir yoktur sana. Şehirlerin hayırlısı, içinde geçimini sağlayabildiğin şehirdir.
              * Bir insanda güzel bir huy varsa, bekleyin o huya benzer başka güzel huylarını da.
              * Hilim ve düşünceyle hareket etmek, acele etmeden iş başarmak, ikiz çocuklardır; bunlar yüce himmetten doğarlar.

              GURER'UL-HİKEM'DEN

              * Tecrübe sâhibi kişi, hekimden daha bilgindir. Garip, dostu olmayandır.
              * Kadınların kötülerinden çekinin; hayırlılarından sıkının.
              * Nice zengin vardır ki yoksuldan da yoksuldur; nice büyük kişi vardır ki her aşağılık kişiden de aşağıdır; nice yoksul da vardır ki bütün zenginlerden daha zengindir.
              * Müminin şükrü amelinde görünür. Münâfıkın şükrüyse dilindedir ancak.
              * İki şey vardır ki yitirmeden kadri bilinmez: Gençlik ve âfiyet.
              * Batıla yardım eden, hakka zulmeder.
              * Büyük kişilerin zaferi bağışlamaktır, ihsanda bulunmaktır. Aşağılık kişilerin zaferiyse ululanmaktır, azgınlık etmektir.
              * Nefsine hâkim olman, en üstün güç, kudrettir. Ona buyruk yürütmen en hayırlı emârettir.
              * Şehvetle kul olan parayla alınmış köleden de aşağılıktır.
              * Utancın üstünü, insanın kendinden utanmasıdır.
              * Nice kan vardır ki onu dil döker.
              * Nefsine zulmeden, başkasına karşı nasıl adaletle muâmele edebilir?
              * Mazlûma yardımcı ol, zâlime düşman kesil.
              * İyiliği emret, kötülükten nehyet. Senden kesileni dolaş, sana vermeyene ver.
              * Yüce kişiden ona ihânette bulunduğun zaman çekin; aşağılık kişiden de ona ihsanda bulunduğun zaman; ihsan sahibindense onu daralttığın zaman sakın.
              * Soylar boylar, babaların, anaların mensûp oldukları soyla boyla değil, övülecek üstünlüklerledir.
              * Gözle görmek bir şeyi duymaya benzemez.
              * Yaptığın ayıbı öven, sana dalkavukluk eden, bulunmadığın yerde seni ayıplar, kınar.
              * ALLAH'ın nimetlerini düşünene ALLAH başarı verir; ALLAH'ın zâtı hakkında düşünense zındık olur.
              * İnsanda dil olmasa, insan söz söylemese, sûrete bürünmüş bir varlıktan, yahut başı boş bırakılmış otlayan bir hayvandan başka ne olabilir ki?
              * Birinin aleyhinde söylenen sözü dinleyen, o sözü söyleyen gibidir.
              * Şerden çekinen kişi, hayır yapana benzer; suçtan sakınan kişi, iyilikte bulunana döner.
              * Babaların dostluğu oğulları arasında soy sop birliği demektir.
              * Sözün dikildiği yer, gönüldür; ısmarlandığı yer düşüncedir, onu kuvvetlendiren akıldır, meydana çıkaran dildir; bedeni harflerdir, canıysa anlamı; süsü, düzenli söylenmesidir; düzgünlüğüyse doğru oluşu.
              * Can gözü kör olunca gözle görüşün faydası yoktur.
              * ALLAH'ın sana verdiği nimetleri yitirme; onun verdiği nimetleri eseri, sende görülmelidir.
              * Suçluyu meyûs etme; nice suç işleyen vardır ki sonu bağışlanmakla biter. Nice kulluk eden vardır ki sonunda kulluğu bozulur, ömrünün sonunda cehenneme gider.
              ___________________
              [1] - Seyyid Radıyy, ALLAH ondan razı olsun, der ki: Bu kitapta yalnız bu sözler olsaydı tam faydalı öğüt, tam yerinde hikmet, can gözü açık olana basîret, okuyup düşünene ibret olarak yeterdi.
              "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

              Yorum


                #52
                Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

                [b] HADİSLER IŞIĞINDA HZ. ALİ'NİN (A.S) FAZİLETLERİ(1)

                [b]
                Peygamber Efendimiz (s.a.a)'in Hz. Ali hakkında buyurmuş olduğu 100 Hadis-i Şerif takdim ediyorum. Hadisler, Ehli Sünnet alimlerinin sağlam kaynaklarından seçilmiştir. Her hadisin nakledildiği kaynaklar maddeler halinde sıralanmış, kaynaklarını incelemek isteyen için bir kolaylık olsun diye cilt ve sayfa numaraları da verilmiştir. Gerekli görülmediği takdirde hadisler hakkında herhangi bir açıklama yapmamış, hadisin yorumu okuyucuya bırakılmıştır. Hadisler, Hz. Ali'nin yüce makamını, Hz. Peygamber'den sonra insanların en hayırlısı olduğunu, vasiyet edilen, halifelik için tayin edilen kimsenin sadece o olduğunu ve onun yüce erdemini içermektedir.

                Neden Hz. Ali'yi seçtik?

                Peygamber efendimize erkeklerden ilk iman eden, onun terbiyesi altında yetişip ahlakına haiz olan, İslam'ın gelişmesinde en fazla katkıda bulunan, Peygamberin bütün savaşlarında koruyucusu ve hüzünlerini gideren tek şahıs olduğundan ve Peygamberimizin hayatında ve ölümünde ona en yakın şahsın yine kendisi olduğundan dolayı onu seçtik. Yine o 40 yaşlarına kadar hayatını puta tapmakla geçirmemiş, savaşlarda korkup kaçanlardan olmamış ve peygamberin ölümünde peygamberin cenazesini ortada bırakıp hilafete koşmamıştır.
                Hz. Ali, Peygamber efendimizin ashabı içinde en fazla faziletlere sahip olan şahıstır. Bu konuda Peygamber efendimiz şöyle buyurduğu kaydedilmiştir:

                "ALLAH-u Teala, kardeşim Ali'ye sayılmayacak kadar çok faziletler vermiştir. Kim onun faziletlerinden birini, ona ikrar ettiği halde zikrederse, ALLAH-u Teala onun geçmişte ve son zamanda işlediği günahlarını affeder. Kim onun faziletlerinden birini yazarsa, melekler sürekli olarak o yazıdan bir eser kaldıkça ona mağfiret dilerler. Kim onun faziletlerinden birini dinlerse, ALLAH Teala, onun işitmek yoluyla işlediği günahlarını bağışlar. Kim onun faziletlerinden olan bir yazıya bakarsa, ALLAH Teala, onun bakmak yoluyla işlediği günahlarını affeder. Ali bin Ebi Talib'e bakmak ibadet ve onu zikretmek ibadettir, bir kulun imanı ancak onun velayetini kabul edip onun düşmanlarından uzaklaşırsa kabul olur"

                İsa bin Abdullah, babası ve dedesinden: Adamın biri Abdullah bin Abbas'a dedi ki:
                "SübhanALLAH, İmam Ali'nin (nakledilen) özellikleri ve faziletleri ne kadar çoktur ki, onların üçbin olduğunu hesap ediyorum. Abdullah bin Abbas dedi ki: "Eğer onların otuzbin olduğunu söylersen daha doğru olur"

                Hanbeli mezhebinin imamı Ahmet bin Hanbel de şöyle demiştir: "Resulullah'ın ashabı içinde Ali'ye gelen faziletler kadar hiç kimse hakkında gelmemiştir."

                Hz. Ali, Hz. MUHAMMED (s.a.a)'in vasisi, varisi, sırrının yeri, terkettiklerinin en hayırlısı, vad ettiğini yerine getiren ve borcunu ödeyendir. Müminlerin velisi, kafirlerin ise korkulu rüyasıydı. Hz. MUHAMMED Vahyin sahibi, kendisi de İlhamın sahibidir, Hz.MUHAMMED, peygamberlerin efendisi, kendisi de Vasi'lerin efendisidir. Hz.MUHAMMED, insanların uyarıcısı, kendisi de hidayetçisidir. Hz. MUHAMMED, peygamberlerin sonuncusu, kendisi de vasilerin sonuncusudur. Hz. MUHAMMED, kainatın Efendisi, kendisi de Müminlerin Emiridir...

                Hz. Ali Ve Hz. Resulullah ALLAH'ın Nurundan Yaratılmışlardır

                1. Abdullah bin Abbas dedi ki: Resulullah (s.a.a)'nın İmam Ali'ye hitaben şöyle buyurduğunu duydum:
                (Huliktu enâ ve ente min nurullâhi teâla)
                "Ben ve sen ALLAH'ın nurundan yaratıldık"
                Kaynak:
                1) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Medinet-i Dimaşk" c.1, s.131, Beyrut 1. Bas.
                2) el-Himvini eş-Şafii'nin "Feraid'üs Simtayn" c.1, s.40, Hadis No: 4

                Peygamber'in Zürriyeti Hz. Ali'nin Sulbündendir

                2. Cabir bin Abdullah el-Ansari'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                (İnnallâha azze ve celle ce'ala zürriyete külli nebiyyin fi sulbihi ve ce'ala zürriyeti fi sulbi Ali bin Ebi Tâlib)
                "ALLAH, her peygamberin zürriyetini kendi sulbünden kıldı, benim zürriyetimi ise Ali'nin sulbünden kıldı."
                Kaynak:
                1) el-Zehebi'nin "Mizan'ül-İtidal" Kısım 3, s.398
                2) el-Tabarani'nin "Mucem el-Kebir" c.3, s.43
                3) el-El-Bağdadi' nin "Tarih-i Bağdat" c.1, s.316
                4) İbn-i Hacer'in "es-Sevaik'ul-Muhrika" s.124
                5) el-Münavi'nin "Fayd'ul-Kadir" c.2, s.223

                Hz. Ali İlk İman Eden Şahıstır

                3. Resulullah (s.a.a) Ayşe'ye hitaben şöyle buyurdu:
                (Hâze Aliyyün, evvelü men âmene bi)
                "Bu Ali, bana iman edenlerin ilkidir."
                Kaynak:
                1) İbn'ül-Esir'in "Üsd'ül-Gabe" c.7, s.259

                4. Hz. Ali şöyle buyurdu:
                (Bü'isa Resulullâh yevm el-İsneyn, ve eslemtü yevm es-Selâset)
                "Resulullah (s.a.a), pazartesi günü (peygamberliğe) gönderildi. Ben ise Salı günü Müslüman oldum."
                Kaynak :
                1) el-Müttaki el-Hindi'nin "Muntahab'ul-Kenz" c.5, s.40

                - Enes bin Malik de şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a), pazartesi günü (peygamberliğe) gönderildi. İmam Ali de Salı günü namaz kıldı."
                Kaynak:
                1) Sünen-i Tirmizi c.5, s.598 Hadis No: 3728
                2) Tarih-i Tabari c.2, s.310
                3) el-Tabari'nin "Riyad' un-Nadira" c.3, s.100

                5. Hz. Ali şöyle buyurdu:
                (Ena es-Sıddık'ul-ekber, âmentü qable en âmene Ebu Bekr'in ve eslemtü qable en yüslime Ebu Bekr'in)
                "En büyük Sıddık benim, Ebu Bekir iman etmeden ve müslüman olmadan önce ben iman edip müslüman oldum."
                Kaynak:
                1) İbn-i Ebil Hadit'in "Şerh-u Nehc'ül-Belağa" c.3, s.251
                2) İbn-i Kuteybe'nin "el-Maarif " s.73
                3) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.1, s.53
                4) el-Müttaki el Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal"c.6, s.405
                5) Tabari'nin "Zehair'ul-Ukba" s.58 ve "Riyad'un-Nadira" c.2, s.155
                6) el-Belazuri'nin "Ensab'ül-Eşraf" c.2, s.146
                7) ez-Zehebi'nin "Mizan'ül-İtidal" c.1, s.417, Hadis no: 3484
                8) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi' ul Mevedde" s.202
                9) Münteheb Fedail'ün Nebi ve Ehli Beytihi s.116
                10) es-Seyyid Murtada Hüseyni'nin "Fedail'ül-Hamse min es-Sıhah es-Sitte" c.2, s.88-89

                Hz. Ali en büyük Sıddık ve ümmetin Farukudur

                6. Selman el-Farisi, Ebu Zer ve Hüzeyfe'den naklen, Resulullah (s.a.a) Hz.Ali'yi elinden tutarak şöyle buyurdu:
                (İnne hâze, evvelü men âmene bi, ve hâze evvelü men yusâfiheni yevm el-Kıyâmeh. Ve hâze es-Sıddıyk'ul-Ekber ve Fâruk hâzihil ümmet, hâze ya'sübüddin, vel mâl ya'süb'ül-münâfıkin)
                "Bu, bana ilk iman eden ve Kıyamet Günü'nde benimle ilk tokalaşacak olandır. Kendisi en büyük sıddık ve bu ümmetin farukudur, bu, dinin önderidir, mal ise zalimlerin önderidir."
                Kaynak:
                1) Tabarani'nin "Mucem el-Kebir" c.6, s.269, Hadis No: 6184
                2) el-Müttaki'nin "Kenz' ul Ummal" c.6, s.156
                3) el-Heysemi'nin "Mecma üz-Zevaid" c.9, s. 102
                4) İbn-i Udey'in "el-Kamil fi Düefa ir-Rical"c.4, s.229
                5) el-Künci'nin "Kifayet üt-Talip"s.187
                6) el-Akili'nin "Düefa'il Kebir" c.2, s.47
                7) el-Beyhaki'nin "Sünen el-Kübra"

                7. Hz. Ali şöyle buyurdu:
                (Enâ abdullâh ve exu Resulillâh, ve enâ es-Sıddık'ul-ekber, lâ yequlehâ ba'di illâ kezzâb, sallaytü qablen nâs seb'a sinin)
                "Ben, ALLAH'ın kulu ve Resulü'nün kardeşiyim. En büyük Sıddık benim, bunu benden sonra kim söylerse yalancıdır, ben insanlardan yedi yıl önce namaz kıldım."
                Kaynak:
                1) Sünen İbn-i Mace c.1, s.57
                2) el-Hasais en-Nisai s.3
                3) el-Hakim Nişaburi'nin "Müstedrek es-Sahihayn" c.3, s.112
                4) Menakıb-ı Ahmet bin Hanbel No:17
                5) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.1, s.61
                6) İbn-i Ebil Hadit'in "Şerh-u Nehc'ül-Belağa" c.3, s.257
                7) Tarih-i Tabari c.2, s.56
                8) İbn-i Kesir'in "el-Kamil fit-Tarih" c.2, s.22
                9) Tabari'nin "Zehair'ul-Ukba" s.60 ve "Riyad'un-Nadira" c.2, s.155
                10) el-Himvini eş-Şafii'nin "Feraid'us-Simtayn c.1, s.248

                Hz. Ali Resulullah'ın Kardeşidir

                8. Resulullah (s.a.a), ashabı arasında kardeşlik kurduğunda Hz. Ali gözü yaşlı olarak gelir ve der ki: "Ey Resulullah, ashabın arasında kardeşlik ilan ettin, beni kimseyle kardeş yapmadın" Resulullah (s.a.a) bunun üzerine şöyle buyurdu:
                (Ente axi fiddünyâ vel âhireh)
                "Ey Ali, sen dünyada ve ahirette kardeşimsin."
                Kaynak:
                1) Sahih-i Tirmizi c.2, s.299
                2) el-Hakim'in "Müstedrek es-Sahihayn" c.3, s.14
                3) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet'üt-Talib" s.194
                4) Menakıb-ı Meğazeli s.37

                Hz. Ali Resulullah (s.a.a)'in Veli'sidir

                9. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'ye hitaben şöyle buyurdu:
                (Yâ Ali, ente Veliyyi fid dünyâ vel âhiret)
                " Ya Ali, sen dünyada ve ahirette benim velimsin."
                Kaynak:
                1) Sahih-i Müslim c.2, s.24-Hz.Ali'nin faziletleri babında
                2) el-Hakim'in "Müstedrek es-Sahihayn" c.3, s. 109
                3) Tabari'nin "Riyad'un-Nadira" c.2, s.203
                4) Tirmizi "Kenz'ul-Ummal" c.6, s.152'den tahric etti.
                5) İbn-i Hacer'in "Sevaik'ül-Muhrika" s. 107
                6) ez-Zehebi'nin "Talhis el-Müstedrek" s.26
                7) Müsned el-Bezzar
                8) Müsned-i Ahmet bin Hanbel

                Hz. Ali (a.s) Müminlerin Veli'sidir

                10. İmran bin Husayn'dan naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                (Aliyyun minni ve enâ min Aliy, Ali veliyyü kulli müminin)
                "Ali benden, ben de Ali'denim, Ali tüm müminlerin Veli'sidir."
                Kaynak:
                1) Sünen et-Tirmizi c.5, s.296
                2) Müsnet Ahmet bin Hanbel c.4, s.165
                3) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.2, s.607
                4) el-Münavi' nin "Künüz'ul-Hakaik" c.1, s.71
                5) el-Kunduzi el-Hanefi'nin Yenabi'ül-Mevedde" s.179
                6) Şerh'ül-Ercüzat s.293
                7) İbn-i Sabban'ın "İs'af er-Rağıbin" s. 177,178
                8) el-Zehebi'nin "Talhis el-Müstedrek"
                9) İlam'ül-Vera s.164

                11. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'ye hitaben şöyle buyurdu:
                (Yâ Ali ente veliyyül müminin)
                "Ey Ali, sen müminlerin Veli'sisin."
                Kaynak:
                1) Sünen-i Tirmizi c.6, s.267
                2) Müsned-i Ahmet bin Hanbel c.4, s.468

                Hz. Ali Resulullah (s.a.a)'ın Kardeşi, Sahibi ve Arkadaşıdır

                12. İmam MUHAMMED Bâkır (a.s) babası ve dedesinden, İmam Ali'den naklen, Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'ye hitaben şöyle buyurdu:
                (Yâ Ali, ente axî ve sâhibi ve rafiki fil cenneh.)
                "Ya Ali, sen kardeşim, sahibim ve Cennet'te arkadaşımsın."
                Kaynak:
                1) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.1, s.122
                2) el-Bağdadi'nin "Tarih-i Bağdat" c.12, s.268, Hadis No: 6712
                3) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.6, s.402

                Hz. Ali Resulullah (s.a.a)'ın Sırrının Sahibidir

                14. Selman el-Farisi'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                (Sâhibu sirrî Aliyy ibni Ebi Tâlib)
                "Sırrımın sahibi, Ali bin Ebi Talib'tir."
                Kaynak:
                1) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.311
                2) el-Münavi'nin "Künüz'ul-Hakaik" c.1, s.155
                3) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.180
                4) ed-Deylemi'nin "el-Firdevs" c.2, s.403, Hadis No: 3793
                5) Seyyid Eyyub bin Sıddık'ın "Menâkıb-ı Çihâr Yâri Güzîn" 6. Bab, 25. Menâkıb, 24. Hadis
                6) Enis Emir'in "Fazilet-i Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.321

                Hz. Resulullah'ın Hz. Ali Hakkındaki Tavsiyeleri

                15. Resulullah (s.a.a), Ansar halkına hitaben şöyle buyurdu:
                (Yâ ma'şer'ül-Ansâr, elâ edillukum alâ mâ in temessektüm bihi len tedullu ba'di ebeden, qâlu belâ yâ Resulellâh. Qâle hâza Aliyyun, feehibbuhu bihubbî ve ekrimuhu bikerâmetî, feinne Cebrâile emerenî billezi qultu lekum anillâhi azze ve celle)
                "Ey Ansar halkı, kendisine tutunduğunuz müddetçe benden sonra asla sapmayacağınız bir şeyi sizlere tavsiye edeyim mi? "
                Dediler ki: "Evet, ey Resulullah." Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onlara hitaben şöyle buyurdu:
                "Bu, Ali'dir, beni sevdiğiniz gibi onu seviniz ve bana ikramda bulunduğunuz gibi ona ikramda bulununuz. Size söylediklerimi Cebrail vasıtasıyla ALLAH bana emretti."
                Kaynak:
                1) İbn-i Ebil Hadit'in "Şerh-u Nehc'ül-Belağa" c.9, s.170
                2) Ebu Naim'in "Hilyet'ül-Evliya" c.1, s.63
                3) el-Heysemi'nin Mecma'üz Zevaid" c.9, s.132
                4) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet üt-Talip" s.210
                5) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.313
                6) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.15, s.126, Hadis No: 363
                7) el-Tabari'nin "Riyad'un-Nadira" c.2, s.233
                8) el-Himvini'nin "Feraid'us-Simtayn" c.1, s.197, Hadis No: 154
                9) İbn-i Ebi Talha eş-Şafii'nin "Metalib üs-Süül" c.1, s.60
                10) es-Seyyid Murtada Hüseyni'nin "Fedail'ül-Hamse min es-Sihah es-Sitte" c.2, s.98

                16. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                (Men yüriydu en yahyâ hayâti ve yemute mevti ve yeskone cennet'el huldi elleti ve'adani rabbi, felyetevella Aliy bin Ebi Tâlib, feinnehu len yuhricekum min hudâ velen yudhilekum fi dalâleh)
                "Her kim hayatım gibi yaşamayı, ölümüm gibi ölmeyi ve ALLAH'ın bana vadettiği ebedi cennette olmayı isterse, Ali bin Ebi Talib'in velayetini kabul etsin, çünkü o, sizleri hidayetten çıkarmaz ve sapıklığa sürüklemez."
                Kaynak:
                1) el-Hakim Nişaburi'nin "Müstedrek es-Sahihayn" c.3, s.139, Hadis no: 4642. Hakim diyor ki: İsnadı Sahihtir, ama tahric etmezler (Buhari ve Müslim)
                2) Ebu Naim'in "Hilyet'ül-Evliya" c.4, s.350
                3) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.11, s.611 Hadis No: 32959 ve "Muntahab'ul-Kenz" c.5, s.32
                4) Tabarani'nin "Mucem el-Kebir" c.5, s.194 Hadis No:5067
                5) el-Heysemi'nin "Mecma'üz Zevaid" c.9, s.108
                6) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.99, Hadis No: 602
                7) el-Himvini'nin "Feraid'us-Simtayn" c.1, s.55
                8) MUHAMMED bin Akil'in "en-Nesaih'ül-Kafiyeh" s.215
                9) es-Seyyid Murtada Hüseyni'nin "Fedail'ül-Hamse min es-Sihah es-Sitte" c.2, s.313
                10) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.5, s.108
                11) Şerafeddin Musevi'nin "el-Müracaat" s.45
                12) Ebu Naim'in "Fedail'üs Sahabe"

                17. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                (Usiy men âmene bi ve saddakani bi-velâyeti Aliy bin Ebi Tâlib, femen tevellâhu fekad tevellâni, vemen tevellâni fekad tevellallâh, vemen ahabbehu fekad ahabbeni vemen ahabbeni fekad ahabballâh, vemen ebğadahu fekad ebğadani vemen ebğadani fekad ebğadallâh azze ve celle)
                "Bana iman edip beni doğrulayana Ali bin Ebi Talib'in velayetini tavsiye ederim. Kim onu veli edinirse, beni veli edinmiş olur, beni veli edinen de ALLAH'ı veli edinmiş olur, onu seven beni sevmiştir, beni seven de ALLAH'ı sevmiştir, ona buğzeden bana buğzetmiştir, bana buğzeden de ALLAH'a buğzetmiştir."
                Kaynak:
                1) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.93
                2) Menakıb-ı Meğazeli s.230
                3) el-Müttaki el-Hindi'nin "Muntahab'ul-Kenz" c.5, s.32
                4) el-Himvini'nin "Feraid'us-Simtayn" c.1, s.291
                5) el-Heysemi'nin "Mecma'üz Zevaid" c. 9, s.108
                6) el-Müttaki el-Hindi' nin "Kenz' ul Ummal" c.6, s.154
                7) el-Kunduzi'nin "Yenabi'ül-Meveddet" s. 237
                8) İbn-i Hasnevi'nin "Der Bahr'ül-Menakib" s.59
                9) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.6, s.434
                10) MUHAMMED Miri el-Antaki'nin "Limaze ahtertu Mezhebe Ehl'il Beyt" s.313
                11) es-Seyyid Murtada Hüseyni'nin "Fedail'ül-Hamse min es-Sihah es-Sitte" c.2, s.202
                12) el-Tabarani'nin "Mucem el-Kebir"

                18. Ashabın büyüklerinden Selman-ı Farisi'ye Hz.Ali ve Hz. Fatıma'yı sordular, kendisi dedi ki: Resulullah (s.a.a)'ın şöyle buyurduğunu kendim duydum:
                (Aleyküm bi Aliy bin Ebi Tâlib, fe-innehü mevlâküm fe-ehibbuh ve kebîrukum fet-tebiuh ve âlimukum fe-ekrimuh ve kâidukum ilel cenneti fe-izzuh ve izâ deâkum fe-ecibuh ve izâ emarekum fe-atiuh ve ahibbuh ke-hubbî ve ekrimuh bi-kerâmeti, mâ qultu lekum fi Aliyyin illâ mâ umireni rabbi cellet azametuh)
                "Sizlere Ali bin Ebi Talib'i tavsiye ederim, kendisi sizin mevlanızdır ki onu seviniz, sizin büyüğünüzdür ki ona tabi olunuz, sizin bilgininizdir ki ona ikramda bulununuz, kendisi sizleri cennete götürendir ki ona saygılı olunuz, Ali, sizleri davet ederse icabet ediniz, sizlere emir verirse ona uyun, beni sevdiğiniz gibi onu seviniz, bana ikramda bulunduğunuz gibi ona ikramda bulununuz. Ben sizlere Ali hakkında ancak ALLAH'ın bana emretmiş olduğunu söyledim."
                Kaynak:
                1) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.226
                2) Hatip Harezmi el-Hanefi'nin "Maktel-il Hüseyn" c.1, s.41
                3) el-Himvini' nin "Feraid'us-Simtayn c.1, s.78 Hadis No: 45
                4) el-Bahrani'nin "Gayet'ül-Meram" s.586, Hadis No: 81
                5) Enis Emir'in "Fazilet-i Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.493

                19. Hz.Ali'nin ashabından Zeyd bin Suhân, Cemel Savaşında vurulup düştüğünde onun yanına Hz. Ali gelip onu övdü. Bunun üzerine Zeyd başını kaldırıp şöyle dedi: "Sen de benim mevlamsın. ALLAH'ın rahmeti üzerine olsun, ALLAHa yemin olsun ki seni her zaman ALLAH'ın yolunda bilgili ve onun ayetlerinden haberdar biliriz. Ben senin safında düşmanlarına karşı cehaletimden dolayı savaşmadım. Ben Hüzeyfet'ul-Yemani'den duydum, o da Resulullah'tan şöyle buyurduğunu duydu:
                (Ali Emir'ül-berarah ve kâtil'ul-fecereh, mensuron men nasarah, mahzulun men hazeleh, elâ ve innel hakka me'ahu ve yettebiuhu, elâ femiylü me'ahu)
                "Ali, iyi ve temiz insanların emiri ve kötü insanları öldürendir, her kim Ali'ye yardım ederse yardım görecektir ve her kim onu hor görürse horlanacaktır. Hak Ali'yle beraberdir, bundan dolayı her zaman onunla beraber olun."
                Kaynak:
                1) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s. 111
                2) el-Behrani'nin "Gayet'ül-Meram" s.21-22, Hadis No: 42
                3) Enis Emir'in "Fazilet-i Ehl-i Beyt-i Resululah" s.483

                Peygamberlerin Sıfatları Hz. Ali'dedir

                20. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                "Her kim Adem'e ve ilmine, Şis'e ve hilmine, İdris'e ve şefkatine, Nuh'a ve davetine, İbrahim'e ve cömertliğine, Musa'ya ve salabetine, Davud'a ve hilafetine, İsa'ya ve ibadetine, Zekeriya'ya ve şahadetine, Yahya'ya ve ismetine bakmayı istiyorsa Ali'ye baksın. Çünkü Ali bir ayna gibi onları aksettirmiştir."
                Kaynak:
                Ahmet Bican'ın "Envar'ül-Aşıkin" c.1, s.458-459

                21. Abdullah bin Abbas' tan naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                "Her kim hilminden dolayı İbrahim'e, hikmetinden dolayı Nuh'a ve cemalinden dolayı Yusuf'a bakmayı istiyorsa Ali bin Ebi Talip'e baksın."
                Kaynak:
                1) Tabari'nin "Zehair'ul-Ukba" s.94 ve "Riyad'un-Nadira" c.2,s.218
                2) el-Müttaki el-Hindi' nin "Kenz' ul Ummal" c.3, s.336
                3) eş-Şeblenci' nin "Nur'ül-Absar" s.94
                4) Enis Emir'in "Fazilet-i Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.147
                5) Münteheb Fedail'ün Nebi ve Ehli Beytihi s.111

                Hz. Ali'yi Zikretmek İbadettir

                22. İmam Ali, Ayşe, İbn-i Abbas, Ebi Said, Sehl bin Sa'd, Ebu Hüreyra ve Esma bint-i Umeys'ten naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                (Zikru Aliyyin ibâdeh)
                "Ali'yi zikretmek ibadettir."
                Kaynak:
                1) İbn-i Kesir'in "el-Bidaye ven-Nihaye" c.7, s.357
                2) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.408
                3) el-Suyuti'nin "Cami'us-Sağir" c.1, s.665, Hadis No: 4332
                4) el-Münavi'nin "Künüz'ul-Hakaik" c.1, s.134
                5) el-Müttaki el-Hindi'nin "Muntahab'ul-Kenz" c.5, s.30
                6) el-Zehebi'nin "Mizan'ul-İtidal" c.1 s. 496
                7) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.180, 231, 237, 262
                8) el-Münavi'nin "Fayd'ül-Kadir" c.3, s.565
                9) Kenz'ul-İrfan s.27
                10) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.11, s.601, Hadis No: 32894
                11) el-Hemedani'nin "Meveddet'ül-Kurba" c.7, s.111
                12) Şeyh Yusuf el-Nebehani'nin "Feth'ül-Kebir" c.2, s.120
                13) Menakıb-ı Meğazeli s.206, Hadis No: 243
                14) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.261
                15) Ercah'ul-Metalib s.428,
                16) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet üt-Talip" s.24
                17) ed-Deylemi'nin "el-Firdevs" c.2, s.244, Hadis No: 3151
                18) et-Teysir'in "Şerhu Cami'üs Sağir" c.2, s.20
                19) el-Haydari el-Ebadi'nin "Menakıb-ı Ali" s.34
                20) Kitab'ül-Mecruhin c.1, s.239
                21) es-Senderusi'nin "Keşf'ül-İlahi" c.1, s.358
                22) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.7, s.111
                23) es-Seyyid Murtada Hüseyni'nin "Fedail'ül-Hamse min es-Sıhah es-Sitte" c.2, s.116
                24) el-Kaşifi el-Hanefi et-Termezi'nin "el-Menakib el-Murtadaviyye"
                21) Enis Emir'in "Fazilet-i Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.435
                22) el-Hilli'nin "Keşf'ül-Yakin" s.436
                23) et-Tabarani "Mucem"
                24) Bahr'ül-Mearif
                25) İbn-i Merdeveyh ve ed-Dulabi'nin kitaplarında

                Hz. Ali'nin Yüzüne Bakmak İbadettir

                23. Cabir bin Abdullah el-Ansari, Ayşe, İmran bin Husayn, Muaz bin Cebel ve Abdullah bin Mesut'tan naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                (Ennazaru ila vechi Aliyyin ibâdeh)
                "Ali'nin yüzüne bakmak ibadettir."
                Kaynak:
                1) el-Hakim'in "Müstedrek es-Sahihayn" c.3, s.142
                2) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.394
                3) el-Bağdadi'nin "Tarih-i Bağdat" c.2, s.51
                4) el-Zehebi'nin "Mizan'ül-İtidal" c.3, s.483
                5) Ebu Naim'in "Hilyet'ül-Evliya" c.2, s.182
                6) el-Müttaki el-Hindi'nin "Muntahab' ul Kenz" c.5, s.30 ve "Kenz'ul-Ummal" c.11, s.601
                7) İbn-i Kesir'in "el-Bidaye ven-Nihaye" c.7, s.357
                8) İbn-i Hacer'in "Sevaik'ül-Muhrika" s.175
                9) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet üt-Talip" s. 34
                10) Tabari'nin "Riyad'un-Nadira" c.2, s.219 ve "Zehair' ul Ukba" s.95
                11) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s. 90
                12) el-Suyuti'nin "Tarih'ül-Hulefa" s.66
                13) el-Askalani' nin "Lisan'ül-Mizan" c.1, s.242
                14) el-Münavi' nin "Kunuz'ul-Hakaik" c.2, s.34
                15) Menakıb-ı Meğazeli s.207
                16) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.260
                17) Tabarani'nin "Mucem'ül-Kebir" c.1, s.76
                18) el-Heysemi' nin "Mecma' üz Zevaid" c.9, s.119
                19) el-Münavi'nin "Fayd'ül-Kadir" c.6, s.299
                20) Münteheb Fedail'ün Nebi ve Ehli Beytihi s.145
                21) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.7, s.93

                Hz. Ali Hitta (Mağfiret) kapısıdır

                24. İbn-i Abbas ve İbn-i Ömer'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                (Ali bâbü hıttah, men dexele fihi kâne müminen vemen xerece minhü kâne kâfiren)
                "Ali, mağfiret kapısıdır, her kim içine geçerse mümin, her kim içinden çıkarsa kafirdir."
                Kaynak:
                1) el-Suyuti'nin "Cami'us-Sağir" c.2, s.177, Hadis No: 5592
                2) el-Müttaki el-Hindi' nin "Kenz'ul-Ummal" c.6, s.153, Hadis No: 2528 ve "Muntahab'ul-Kenz" c.5, s.30
                3) el-Münavi'nin "Fayd'ul-Kadir" c.4, s.469
                4) el-Nebehani'nin "Feth'ül-Kebir" c.2, s.242
                5) İbn-i Hacer'in "Sevaik'ül-Muhrika" s.75
                6) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.185, 247, 284
                7) el-Künci el-Şafii'nin "Kifayet'üt-Talib" s.184 12) Seblül Hüda ver-Rişad c.11, s.279
                8) es-Sehavi'nin "el-Mekasid'ül-Haseneh" s.80
                9) el-Asami'nin "Semt'ün Nücüm'ül-Avali" s.822, Hadis No: 134
                10) el-İcluni'nin "Keşf'ül-Hafa" c.1, s.204
                11) el-Heysemi'nin "Mizan'ul-İtidal" c.1, s.532
                13) MUHAMMED bin Akil'in "en-Nesaih'ül-Kafiyeh" s.95
                14) Esn'el Metalip s.37

                15) ed-Deylemi'nin "Firdevs'il Ahbar" c.3, s.64, Hadis No: 4179
                16) ed-Derakutni'nin "el-Afrad"
                17) Şerafeddin el-Musevi'nin "el-Müracaat" s.275
                18) el-Bedhaşi'nin "Miftah'ün Neca fi Menakıb al Aba"

                Hz. Ali'ye Söven ALLAH Ve Resülü'ne Sövmüştür

                25. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                (Men sebbe Aliyyen sebbenî)
                "Ali'ye söven bana sövmüştür."
                Kaynak:
                1) el-Hasais en-Nisai s.24 - Mısır Bas.
                2) Müsnet Ahmet bin Hanbel c.6, s.323
                3) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.184, Hadis No: 660
                4) el-Heysemi'nin "Mecma'üz Zevaid" c.9, s.130
                5) İsaf'ür-Rağibin s.141 (Nur'ül-Absar hamişinde)
                6) el-Müttaki el-Hindi'nin "Muntahab'ul-Kenz" c.5, s.30
                7) el-Suyuti'nin "Tarih'el Hulefa" s.73
                8) eş-Şeblenci eş-Şafii'nin "Nur'ül-Absar" s.73
                9) İbn-i Hacer'in "Sevaik'ül-Muhrika" s.74
                10) el-Nebehani'nin "Feth'ül-Kebir" c.3, s.196
                11) Tabari'nin "Zehair'ul-Ukba" s.66 ve "Riyad'ün Nadara" c.2, s.220
                12) el-Himvini eş-Şafii'nin "Feraid'üs Simtayn" c.1, s.302, Hadis No: 240
                13) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.48, 187, 246, 282
                14) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.82
                15) Mişkat'ül-Mesabih c.3, s.245

                26. İbn-i Abbas dedi ki: ALLAH'a ant olsun ki, Resulullah (s.a.a)'ın şöyle buyurduğunu duydum:
                (Men sebbe Aliyyen fekad sebbenî, ve men sebbeni fekad sebbalâh, ve men sebballâh azze ve celle ekebbehullâh alâ minherihi finnâr)
                "Ali'ye söven bana sövmüştür, bana söven de ALLAH'a sövmüştür, ALLAH'ı söven kişiyi, ALLAH burnu üzere ateşe atacaktır."(4)
                Kaynak:
                1) İbn-i Sabbağ el-Maliki'nin "Füsul'ül-Mühimme" s.111
                2) Tabari' nin "Zehair'ul-Ukba" s.66 ve "Riyad'un-Nadira" c.2, s.219
                3) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.81-82
                4) Menakıb-ı Meğazeli s.83, 394, Hadis No: 447
                5) el-Mirizbani'nin "Ahbar Şuara üş-Şia" s.30- Hayderiye bas.
                6) Süleyman el-Kunduzi' nin "Yenabi' ul Mevedde" s.205
                7) eş-Şeblenci' nin "Nur'ül-Absar" s.110
                8) el-Künci' nin "Kifayet'üt-Talib" s.82
                9) el-Himvini eş-Şafii' nin "Feraid'us-Simtayn" c.1, s.302, Hadis No: 241
                10) ez-Zerendi'nin "Nazım Dürer es-Simtayn" s.105
                11) el-Murkat fi Şerh'ül-Müşkat c.10, s.474
                12) Şerafeddin el-Musevi'nin "el-Müracaat" s.280
                13) Münteheb Fedail'ün Nebi ve Ehli Beytihi s.169-170

                Hz. Ali ALLAH'ın Zatına Sürülmüştür

                27. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                (Lâ tesübbü Aliyyen, feinnehu memsûsün fi zatillâhi teâlâ)
                "Ali'ye sövmeyiniz, zira Ali, ALLAHın zatına sürülmüştür."
                Kaynak:
                1) et-Tabarani'nin "el-Mucem el-Kebir" c.19, s.148, Hadis No: 324
                2) Ebu Naim el-Asbahani'nin "Hilyet'ül-Evliya" c.1, s.68
                3) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.12, fasıl.2, Hadis no: 1257
                4) el-Münavi'nin "Künüz'ul-Hakaik" c.2, s.258
                5) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s. 181
                6) el-Heysemi' nin "Mecma'üz Zevaid" c.9, s.130, Hadis No: 14743
                7) es-Seyyid Murtada Hüseyni'nin "Fedail'ül-Hamse min es-Sıhah es-Sitte" c.3, s.24
                8) Enis Emir'in "Fazilet-i Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.310
                9) el-Tabarani'nin "Mucem'ül-Avsat"

                Hz. Ali Ve Kuran Birbirinden Ayrılmazlar

                28. Resulullahın hanımı Ümmü Seleme dedi ki: Nefsim onun elinde olana (ALLAH'a) yemin olsun ki, Resulullah (s.a.a)'ın şöyle buyurduğunu duydum:
                (Aliyyun meal Kurân, vel Kurânu mea Aliyyin, lâ yefterikân, hattâ yerida aleyyel havd)
                "Ali Kur'an'ladır, Kur'an da Ali iledir; ikisi havuz başında bana varıncaya dek birbirinden ayrılmazlar."
                Kaynak:
                1) el-Hakim'in "Müstedrek es-Sahihayn" c.3, s.124
                2) Tabarani'nin "Mucem el-Sağir" c.1, s.55; c.2, s.177, Hadis No: 5594
                3) Tabarani'nin "Mucem el-Evsat" c.5, s.135, Hadis No: 4880
                4) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet'üt-Talib" s.399, Haydariye Bas.
                5) İbn-i Hacer'in "Sevaik'ül-Muhrika" s.76
                6) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.6, s.153; c.11, s.603, Hadis No: 32912
                7) el-Müttaki el-Hindi'nin "Muntahab'ul-Kenzl" c.5, s.31
                8) el-Münavi'nin "Fayd'ül-Kadir" c.4, s.358
                9) eş-Şeblenci'nin "Nur'ül-Absar" s.73, Saidiyye bas.
                10) el-Suyuti'nin "Tarih'ül-Hulefa" s.173
                11) es-Salihi eş-Şami'nin "Sebl'ül-Hüda ver-Rişad" c.11, s.297
                12) ez-Zehebi'nin "Mecma'üz Zevaid" c.9, s.134
                [FONT=Arial][COLOR=#494429][SIZE=2]13) el-Alani'nin "İcmal'il İsabe fi Akva
                "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                Yorum


                  #53
                  Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

                  [b] HADİSLER IŞIĞINDA HZ. ALİ'NİN (A.S) FAZİLETLERİ(2)

                  Hz. Ali Resulullah'ın Hak Halifesidir

                  54. Resulullah (s.a.a) amcalarına hitaben şöyle buyurdular:
                  [SIZE=3](Ali axiyyi ve vasiyyi ve halifeti fiyküm, fesmiu lehu ve atiyuhu)
                  Meali: "Ali benim kardeşim, vasim ve içinizde halifemdir; onu dinleyin ve ona itaat edin."
                  Kaynak:
                  1) Müsned Ahmet bin Hanbel c.1, s.159
                  2) el-Askalani'nin "el-İsabe fi Temyiz'is-Sahabe" c.1, cz.2, s.217
                  3) el-Müttaki el-Hindi'nin "Muntahab'ul-Kenz" c.5, s.42 ve "Kenz'ul-Ummal" c.13, s.131 Hadis No: 36419
                  4) Suyuti'nin "Cami'ül-Ahadis"c.16, s.251
                  5) Tefsir'ül-Hazen c.3, s.371
                  6) İbn-i Esir'in "el-Kamil fit-Tarih" c.1, s.487
                  7) Tarih'üt-Tabari c.2, s.63
                  8 ) İbn-i Kesir'in "el-Bidayetü ven-Nihaye" c.3, s.352
                  9) İbn-i Ebil Hadit'in "Şerh-u Nehc'ül-Belağa" c.13, s.211
                  10) Siret'ül-Halebi c.1, s.311
                  11) el-Haskani'nin "Şevahid'üt-Tenzil" c.1, s.371
                  12) el-Hafaci'nin "Nesim'ür-Riyad" c.3, s.35
                  13) Münteheb Fedail'ün Nebi ve Ehli Beytihi s.131

                  55. Selman-ı Farisi'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

                  (KUntu ena ve Ali nuren beyne yedillâh qable en yuhleku Âdem bi elf amm, felemmâ halakallâhu Âdem, rekkebe zâlik en-nur fi sulbihi, felemma yezile şeyun vâhid, hattâ ifterika fi sulbi Abdülmüttalib, fe-fiyye en-nübüvvetu ve fi Aliyyin el-hilâfetu)

                  Meali: "Ben ve Ali, Adem yaratılmadan bin yıl önce, ALLAH katında (onu tesbih ve takdis eden) bir nur idik. ALLAH Adem'i yarattıktan sonra o nuru Adem'in sulbüne yerleştirdi, böylece ayrılmadan sulplerden gele gele Abdülmüttalip'te ikiye ayrıldı. Bende peygamberlik, Ali'de ise halifelik karar kılındı.
                  "Kaynak:

                  1) İbn-i Hacer el-Askalani'nin "Lisan'ül-Mizan" c.2, s.229; c.6, s.377
                  2) Sıbt İbn-i Cevzi'nin "Tezkiret Havas'ül-Eimme" s.52
                  3) el-Zehebi'nin "Mizan'ül-İtidal" c.1, s.235 Hadis No: 1904
                  4) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet üt-Talib" Bab: 87, s. 315
                  5) Menakıb-ı Meğazeli s.88, Hadis No: 130
                  6) Ahmet bin Hanbel'in "el-Fedail" kitabı Fedail Emir'ül-Müminin babı Hadis No: 252
                  7) Hatip Harezmi el-Hanefi'nin "Maktelil Hüseyn" c.1, s.5 ve "Menakıb" s.46
                  8 ) İbn-i Ebil Hadit'in "Şerh-u Nehc'ül-Belağa" c.2, s.450
                  9) ed-Deylemi'nin "Firdevs'il Ahbar" c.3, s.283, Hadis No: 4851
                  10) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.1, s.136, Hadis No: 180
                  11) el-Hemedani eş-Şafii'nin "Meveddet'ül-Kurba"
                  12) Müsned-i Ahmet bin Hanbel

                  56. Abdullah bin Abbas dedi ki: Fitneler olacaktır, bu durumu yaşarsanız sizlere iki haslete tutunmanızı tavsiye ederim. Biri Kuran-ı Kerim, diğeri de Ali bin Ebi Talip'tir. Çünkü Resulullah (s.a.a)'ın İmam Ali'yi elinden tutarak şöyle buyurduğunu kendim duydum:
                  (Hâze evvelü men âmene bi ve evvelü men yüsafiheni yevmel kıyâme, ve huve fâriku hazihil ümme, yüferriku beynel hakki vel bâtili, ve huve ye'sûbül müminine velmâlü ye'sûb'üz zâlimin, ve huve halifeti min ba'di)
                  Meali: "Ali bana ilk iman eden ve Kıyamet gününde benimle ilk tokalaşacak olandır, kendisi bu ümmetin farukudur, hak ile batılı ayırt edendir, o müminlerin önderidir, mal ise zalimlerin önderidir, o benden (hemen) sonra halifemdir."
                  Kaynak:
                  1) Şam'ın Muhaddisi İbn-i Asakir eş-Şafii'nin "Tarih-i Medinet-i Dimaşk" c.1, s.89 Hadis No: 122
                  2) el-Künci'nin "Kifayet'üt-Talib" Bab: 44, s.187
                  3) ez-Zehebi'nin "Mizan'ul-İtidal" c.1, s.316
                  4) al-Askalani'nin "Lisan'ül-Mizan" c.2, s.414
                  5) el-Kenhevi'nin "Vesilet'ün Necat" s.133
                  6) el-Kamil fi Marifet'id Zuafa vel-Metrukin s.149

                  57. Resulullah (s.a.a) Hz.Ali'ye hitaben şöyle buyurdu:
                  (Yâ Ali, ente ahiyyi ve veziri, ve vasiyyi ve vârisi ve halifeti min ba'di)
                  Meali: "Ey Ali, sen kardeşim, vezirim, vasim, varisim ve benden sonra halifemsin."
                  Kaynak:
                  1) İbn-i Teymiyye'nin "Minhac'üs- Sünnet" c.4, s.80
                  2) Siret'ül-Halebi c.1, s.304.
                  3) Hafız İbn-i Ebil Hatim'in kitabı
                  4) Hafız el-Beğavi'nin kitabı

                  58. Enes bin Malik'ten naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (İnne ahi, ve veziri, ve halifeti fi ehli, ve xayre men etrükü ba'di, ve yakdi deyni, ve yuncizu mev'idi Aliyyi b. Ebi Tâlib)
                  "Kardeşim, vezirim, ehlim içinde halifem, terkettiklerimin en hayırlısı, borcumu ödeyen ve vad ettiklerimi yerine getiren Ali bin Ebi Talib'dir."
                  Kaynak:
                  1) el-Haskani'nin "Şevahid'üt-Tenzil" c.1, s.373, Hadis No: 515

                  Hz. Ali Resulullah'ın Vasisi Ve Varisidir

                  59. Ümmü Seleme'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: (İnnallâhe ixtare min külli ümmetin nebiyyen ve ixtâre likülli nebiyyin vasiyyen, feena nebiyyü hâzihil ümme ve Aliyyin vasiyyi fi itreti ve Ehlibeyti ve ümmeti min ba'di)
                  Meali: "ALLAH her ümmetten bir peygamber seçti ve her peygambere bir Vasi(5) seçti. Ben bu ümmetin peygamberiyim, Ali de soyumda, Ehli Beyt'imde ve ümmetim arasında benden sonra vasimdir."
                  Kaynak:
                  1) el-Himvini eş-Şafii'nin "Feraid'us-Simtayn" c.1, s.272, Hadis No: 211
                  2) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.147, Hadis No: 171

                  60. Selman-ı Farisi, Ebu Büreyde ve babasından naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (Likülli nebiyyin vasiyyun ve vârisun, ve inne Aliyyen vasiyyi ve vârisi.)
                  Meali: "Her Peygamberin bir vasisi ve varisi olur, benim vasim ve varisim de Ali'dir."
                  Kaynak:
                  1) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.3, s.5 Hadis no: 1021
                  2) Tabari'nin "Zehair'ul-Ukba" s.71 ve "Riyad'un-Nadira" c.2, s.178
                  3) el-Zehebi'nin "Mizan'ül-İtidal" c.2, s.273
                  4) el-Münavi'nin "Künüz'ul-Hakaik" c.2, s.69
                  5) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet'ut-Talip" s. 131
                  6) İbn'ül-Cevzi'nin "Tezkiret'ül-Huffaz" s.49
                  7) es-Seyyid MUHAMMED Salih et-Tirmizi'nin "el-Kevkeb ed-Dürri" s.105
                  8 ) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.6, s.156 ve "Muntahab'ul-Kenz" c.5, s.32
                  9) el-Heysemi'nin "Mecma'üz-Zevaid" c.9, s.113
                  10) el-El-Askalani' nin "Tehzib'ut-Tehzip" c.3, s.106
                  11) el-Haskani'nin "Şevahid et-Tenzil" c.1, s.77
                  12) MUHAMMED Mahmud el-Rafii'nin "Şerh'ül-Haşimiyat" s.29
                  13) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.42
                  14) Menakıb-ı Meğazeli s.200-201 Hadis no: 238
                  15) el-Kunduzi "Yenabi'ül-Mevedde" s.79, 180 ,207, 232, 248
                  16) İbn'ül-Esir'in "Üsd'ül-Gabe" c.1, s.175
                  17) ed-Deylemi'nin "el-Firdevs" c.3, s.336, Hadis No: 5009
                  18) el-Hilli'nin "Nehc'ül-Hak ve Keşf'üs-Sıdk" s.214
                  19) Müntehab Fedail'ün Nebi ve Ehli Beytihi s.199
                  20) es-Seyyid Murtada Hüseyni'nin "Fedail'ül-Hamse min'es-Sıhah'is-Sitte" c.2, s.32
                  21) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.435
                  22) Yunus Ramadan'ın "Buğyet'üt-Talib" s.101, 109 Beyrut Bas.
                  23) MUHAMMED Miri el-Antaki'nin "Limaze ahtertu Mezhebe Ehl'il Beyt" s.325
                  24) Hafız Ebul Kasım el-Beğavi'nin "Mucem'us-Sahabe"
                  25) el-İyni'nin "İmdat'ul-Kari"

                  61. İmam Cafer es-Sadık (as)'tan naklen: "Ali (a.s), Resulullah (s.a.a)'ın risaletinden önce onunla beraber nübüvvet nurunu görüyordu ve meleğin sesini işitiyordu. Resulullah (s.a.a) ona şöyle buyurdu:
                  (Yâ Ali, lev lâ enni hâtim'ül-enbiyâi lekünte şeriken finnübüvveti, fein lem tekün nebiyyen feinneke vasiyyü nebiy ve vârisühü, bel ente seyyid'ül-evsiyâ ve imâm'ül-etkiyâ)
                  Meali: "Ey Ali, ben peygamberlerin sonuncusu olmasaydım, sen peygamberliğime ortak olurdun. Sen peygamber değilsin, ama peygamberin vasisi ve varisisin. Sen vasilerin efendisi ve takva sahiplerinin imamısın."
                  Kaynak:
                  1) İbni Ebil Hadit'in "Şerhu Nehc'ül-Belağa" c.13, s.210 Mısır Bas. MUHAMMED Ebul Fadl Tahkiki.
                  2) el-Hafız MUHAMMED bin Ebil Fevaris'in "el-Arbain" s.19 Selman'dan.
                  3) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.80
                  4) Şerafeddin el-Musevi'nin "el-Müracaat" s.506
                  5) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.7, s.377; c.15, s.85, 128, 191; c.4, s.118; c.20, s.447
                  6) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.342

                  62. Selman-ı Farisi, Resulullah (s.a.a)'a: "Senin vasin kimdir?" diye sordu. Resulullah (s.a.a) ona şöyle buyurdu: "Ey Selman, kardeşim Musa'nın vasisi kimdi?" Selman dedi ki: "Yuşa bin Nun idi." O zaman Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (Feinne vasiyyi ve vârisi ve yakdi deyni ve yencizü mu'idi Aliyyin bin Ebi Tâlib)
                  Meali: "Vasim, varisim, borcumu ödeyen ve vadettiklerimi yerine getiren Ali bin Ebi Talib'dir."
                  Kaynak:
                  1) Ahmet bin Hanbel'in "Fedail'us Sahabe" c.2, s.615, Hadis No: 1052
                  2) Tabari'nin "Zehair'ul-Ukba" s.71 ve "Riyad'un-Nadira" c.3, s.138
                  3) Menkıb-ı Ahmet bin Hanbel c.1, Hadis no: 172
                  4) el-Müttaki el-Hindi'nin "Muntahab'ul-Kenz" c.5, s.32 ve "Kenz'ul-Ummal"c.6, s.156
                  5) el-Askalani' nin "Tehzib'ut-Tehzip" c.3, s.106
                  6) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet'ut-Talip" s.293
                  7) el-Heysemi'nin "Mecma'üz Zevaid" c.9, s.113
                  8 ) el-Haskani'nin "Şevahid et-Tenzil" c.1, s.77
                  9) İbn-i Teymiyye'nin "Minhac'üs Sünnet" c.3, s.6
                  10) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.231
                  11) MUHAMMED Miri el-Antaki'nin "Limaze ahtertu Mezhebe Ehl'il Beyt" s. 323
                  12) es-Seyyid Murtada Hüseyni'nin "Fedail'ül-Hamse min'es-Sıhah'is-Sitte" c.2, s.29
                  13) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.347-348

                  63. Hz. Ali'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (İnnalâha te'âlâ ce'ala likülli nebiyyin vasiyyen, ce'ala Şis'e vasiyye Âdem, ve Yuşa vasiyye Musâ, ve Şem'un'e vasiyye İsâ ve Aliyyen vasiyyi, ve vasiyyi hayr'ül-evsiyâ, enad dâin ve hüvel mudiyun)
                  Meali: "ALLAHu Teala her peygambere bir Vasi kıldı: Şit'i Adem'in vasisi kıldı, Yuşa'yı Musa'nın vasisi kıldı, Şem'un'u İsa'nın vasisi kıldı, benim vasim de Ali'dir. Benim vasim, vasilerin en hayırlısıdır, ben davet edici, Ali de aydınlatıcıdır."
                  Kaynak:
                  1) es-Seyyid MUHAMMED Salih et-Tirmizi'nin "el-Kevkeb üd-Dürri" s.118
                  2) Süleyman el-Kunduzi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.248
                  3) es-Seyyid Ali eş-Şafii el-Hamadani "Meveddet'ül-Kurba"
                  4) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.351
                  5) Yunus Ramadan'ın "Buğyet'üt-Talib" s.101, Beyrut Bas.

                  64. İmam Cafer'üs-Sadık babalarından, Ali bin Ebi Talib'ten naklen Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (Yâ Ali, ente minni bi menzileti Şis min Âdem, ve bi menzileti Sâm min Nuh, ve bi menzileti İshâk min İbrâhim, kemâ qâle Teâlâ: Vassâ İbrâhimü beniyhi ve Ya'kub (el-âyet), ve bi-menzileti Hârun min Musâ, ve bi-menzileti Şem'un min İsâ, ve ente vasiyyi ve vârisi, ve ente akdemühüm silmen, ve ekserühüm ilmen, ve evferehüm hilmen, ve eşca'ühüm kalben ve eshâhüm keffen, ve ente imâmu ümmeti ve kasim'ül-cenneti ven nâr, bi muhabbetike yü'ref'ül-ebrâr minel füccâr, ve yemeyyiz beyn'el müminin vel münâfıkin vel küffâr)
                  Meali: "Ey Ali, sen benden Şis'in Adem'e olan mertebesinde, Sam'ın Nuh'a olan mertebesinde, İshak'ın İbrahim'e olan mertebesinde ki ALLAH'ın buyurduğu gibi: 'İbrahim de bunu oğullarına vasiyyet etti ve Yakup da' (Bakara-132), Harun'un Musa'ya olan mertebesinde ve Şem'un'un İsa'ya olan mertebesindesin, sen de benim vasim ve varisimsin. Sen onlardan daha kıdemli, daha bilgili ve daha halimsin, kalbin onların kalplerinden daha şecaatlidir, sen onlardan daha cömertsin. Sen ümmetimin imamı ve Cennet ve Cehennemin taksimcisisin. Senin sevginle müminler, kafirler ve münafıklar ayırt edilir."
                  Kaynak:
                  l) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.86

                  65. Resulullah (s.a.a)'a vasiyet emri gelince odasında bulunan ashabını dışarı çıkarıp vasisi olan Müminlerin Emiri Hz. Ali'yi yanında bıraktı. ALLAH'ın ahdettiği gibi vasiyyeti şartlarıyla Hz. Ali'ye sundu, o da şartları kabul edip vasiyeti üzerine aldı, Resulullah (s.a.a) daha sonra şöyle buyurdu:
                  "Şartlardan bazıları şunlardır: ALLAH'ın düşmanlarına düşman, ALLAH'ın dostlarına da dost olmak, aynı zamanda ALLAH'ın düşmanlarından uzaklaşmak. Ey Ali, zalimlere karşı ve hakkının (hilafetin) elinden alınmasına da sabredeceksin. Senin haremine baskın edilecek, beşte bir olan hakkına el koyulacak ve alnından sakalına kanın akıtılacak, bütün bunları bilerek vasiyeti üstlenir misin?"
                  Müminlerin Emiri cevaben şöyle dedi: "Evet, bütün bu olacaklara rağmen kabul ediyorum." Resulullah (s.a.a) vefat edeceği vakit de Hz. Ali'yi yanına aldı, örtüsü ile yüzünü örtüp geçmişte ve gelecekte tüm olanları ve olacakları hep anlattı ve böylece vefat etti.
                  Kaynak:
                  1) Ali bin Hüseyin el-Mes'udi'nin "İsbat'ül-Vasıyye li Ali bin Ebi Talib" s.93
                  2) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.502
                  - İbn-i Ebi'l- Hadid Nehc'ül- Belağa Şerhi (Mısır baskısı) c. 1 s. 26 'da şöyle diyor:
                  "Bizim nezdimizde şüphesiz ki Ali Resulullah (s.a.a) 'in vasisidir. Sadece inat ehli kimseler bunu red etmekteler."

                  Hz. Ali (a.s) Resulullah (s.a.a)'in Veziridir

                  66. İmam Ali, Abdullah bin Abbas, Ümmü Seleme, İbn-i Mesud, Zeyd bin Erkam, Enes bin Malik, Ebi Said el-Hudri, Esma bin Amis, Muaviye, Sad bin Ebi Vakkas, Ebu Eyyub, Ebu Büreyde, Ömer bin Hattab, Abdullah bin Ömer, Cabir, Habeşi bin Cünadeh, Cabir bin Semra, Ebu Hüreyre, Bera, Zeyd bin Ebi Ufi, İbn-i Ebi Leyla, Sad bin Malik, Fatima bint Hamza, Ali bin Zeyt, Said bin Müseyyeb, Amir bin Said ve başkalarından naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (Yâ Ali, ente minni bi menzileti Hârun'e min Musâ, elâ innehu lâ nebiyye ba'di)
                  Meali: "Ey Ali, sen bana oranla Harun'un Musa'ya olan konumundasın, şu farkla ki, benden sonra peygamber yoktur."
                  Kaynak:
                  1) Sahih-i Buhari c.5, s.129 Dar'ül-Fikir bas.
                  2) Sahih-i Müslim c.7, s.120 MUHAMMED Ali Sabih bas.
                  3) Sahih-i Tirmizi c.5, s.301, Hadis No: 3808
                  4) Sünen-i İbn-i Mace c.1, s.42, Hadis No: 115
                  5) en-Nisai'nin "Hasais Emir'ül-Müminin" s.76, 77, 78
                  6) Müsned-i Ahmet bin Hanbel c.3, s.50, Hadis No: 1490
                  7) el-Hakim'in "Müstedrek alas Sahihayn" c.3, s.109
                  8 ) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.1, Hadis No: 30
                  9) İbn-i Esir el-Cezri'nin "Cami'ul-Usul" c.9, s.468, 469
                  10) el-Bağdadi'nin "Tarih-i Bağdat" c.3, s.288
                  11) ez-Zerendi'nin "Nazmu Dürer'us-Simtayn" s.95, 107
                  12) Tarih'üt-Tabari c.3, s.104
                  13) el-Belazuri'nin "Ensab'ül-Eşraf" c.2, s.106, Hadis No: 43
                  14) İbn-i Hacer'in "el-İsabe" c.2, s.507, 509
                  15) Suyuti'nin "Tarih'ül-Hulefa" s.168
                  16) Ebu Naim'in "Hilyet'ül-Evliya" c.7, s.194
                  17) Tabari'nin "Zehair'ül-Ukba" s.63, 64, 69 ,87 ve "Riyad'un Nadara" c.2, s.214, 215, 216
                  18) İbn'ül-Esir'in "Üsd'ül-Gabe" c.2, s.8; c.4, s.26
                  19) Tabarani'nin "Mucem es-Sağir" c.2, s.22, 45
                  20) el-Heysemi'nin "Mecma'üz Zevaid" c.9, s.109
                  21) İbn-i Abdu Rabbuh'un "İkd'ül-Ferid" c.4, s.311
                  22) el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.15, s.139, Hadis No: 403 ve "Muntahab'ul-Kenz" c.5, s.31, 53
                  23) el-Beğavi'nin "Misbah'üs Sünnet" c.2, s.275
                  24) en-Nebehani'nin "Feth'ül-Kebir" c.1, s.277
                  25) İbn-i Sabbağ'ın "Fusul'ül-Mühimme" s.21, 22
                  26) el-Himvini'nin "Feraid'üs Simtayn" c.1, s.121, 122
                  27) Menakıb-ı Meğazeli s.27, Hadis No: 40
                  28) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.60, 74, 83, 84, 86, 130
                  29) el-Kunduzi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.35, 44, 49, 50
                  30) Hatip Harezmi el-Hanefi'nin "Maktelil Hüseyn" c.1, s.48
                  31) el-Haskani'nin "Şevahid'üt-Tenzil" c.1, s.150
                  32) el-Yafii'nin "Mirat'ül-Cinan" c.1, s.109
                  33) İbn-i Ebil Hadit'in "Şerh'u Nehc'ül-Belağa" c.2, s.495
                  34) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet'üt-Talib" s.281, 282
                  35) İbn-i Sabban'ın "İsaf'ür-Rağibin" s.148, 149

                  67. Esma bin Amis ve Nesim'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (Allâhummâ inni equlü kemâ qâle axi Musâ, Allâhumme ic'al li veziren min ehli, Aliyyen exi, uşdud bihi ezri ve eşrikhu fi emri, key nüsebbiheke kesiren ve nezküreke kesiren, inneke kunte bina basiren.)
                  Meali: "ALLAH'ım, ben de kardeşim Musa'nın söylediği gibi söylüyorum: 'ALLAH'ım, bana ehlimden bir vezir kıl, kardeşim Ali'yi, onunla arkamı kuvvetlendir, onu işime ortak kıl, seni bol bol tesbih edelim, seni çok analım, şüphesiz sen bizi görmektesin."
                  Kaynak:
                  1) Fahrettin Razi'nin "Tefsir-i Kebir" c.12, s.26
                  2) el-Suyuti'nin "ed-Derr'ül-Mensur" c.5, s.566
                  3) el-Haskani'nin "Şevahid'üt-Tenzil" c.1, s.368
                  4) İbn-i Sa'd'ın "Tabakat" c.1, s.124
                  5) el-Müttaki el-Hin-di'nin "Kenz'ul-Ummal" c.6, s.155
                  6) İbn-i Hacer'in "el-İsabe" c.1, s.217
                  7) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.87
                  8 ) eş-Şeblenci'nin "Nur'ül-Absar" s.77
                  9) Tabari'nin "Zehair'ul-Ukba" s. 63 ve "Riyad'un-Nadira" c.2, s.163
                  10) İbn-i Hanbel'in "Fedail us-Sahabe" c.2, s.678, Hadis No: 1158
                  11) Münteheb Fedail'ün Nebi ve Ehli Beytihi s.131
                  12) es-Seyyid Murtada Hüseyni'nin "Fedail'ül-Hamse min'es-Sıhah'is-Sitte" c.1, s.336

                  Hz. Ali'nin İmanının Ağırlığı

                  68. Ömer bin Hattab dedi ki: Resulullah (s.a.a)'ın şöyle buyurduğuna şahit oldum:
                  (Lev enne es-semâvet'is-seb' vel ard'es-seb' lev vudi'at fi keffeti mizân, ve vudi'a imânü Aliy bin Ebi Tâlib fi keffeti mizân, le-receha imânü Aliyyin)
                  Meali: "Eğer yedi gök tabakası ve yedi yeryüzü tabakası terazinin bir kefesine bırakılır, Ali'nin imanı da terazinin diğer kefesine bırakılırsa, şüphesiz Ali'nin imanı ağır basar."
                  Kaynak:
                  1) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.365
                  2) Tabari'nin "Zehair'ul-Ukba" s.100 ve "Riyad'un-Nadira" c.2, s.226
                  3) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.78
                  4) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.6, s.156
                  5) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet'üt-Talib" s.129
                  6) es-Safuri eş-Şafii'nin "Nezhet'ül-Mecalis" c.2, s.240 Mısır bas.1320
                  7) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ul-Mevedde" s.254
                  8 ) el-Hemedani' nin "Meveddet'ül-Kurba" 7. Mevddet'te.
                  9) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.5, s.613-618; c.16, s.406-410; c.21, s.580-585
                  10) ed-Deylemi'nin "Firdevs'il-Ahbar"
                  11) el-Cevheri'nin "Fedail Ali"
                  12) MUHAMMED Miri el-Antaki'nin "Limaze ahtertu Mezhebe Ehl'il Beyt" s.331
                  13) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.377

                  69. Ömer bin Hattap ve oğlu Abdullah'tan naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (Lev enne imâne ehlis semâvâti vel ardi vudi'a fi keffetin ve vudi'a imânu Aliyyin fi keffeh, lerecaha imânu Aliyyin)
                  Meali: "Eğer yer ve gök ehlinin imanı terazinin bir tarafına konsa, Ali'nin imanı da terazinin öbür tarafına konsa, şüphesiz Ali'nin imanı daha ağır basar."
                  Kaynak:
                  1) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.6, s.156
                  2) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.254
                  3) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.354

                  Hz. Ali Cennet Ve Cehennemin Taksimcisidir

                  70. İmam Ali'yyür Rıda (a.s), babası ve dedelerinden naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (Yâ Ali, ente kasim'ül-Cenneti ve-n nâr, feyevmel Kıyâmeti tequlu linnâri hâze li ve hâze lek)
                  Meali: "Ey Ali, sen cennet ve cehennemin taksimcisisin; kıyamet gününde cehenneme bu senin, bu da benim diyeceksin."

                  Kaynak:
                  1) İbn-i Hacer'in "Sevaik'ül-Muhrika" s.124
                  2) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.285
                  3) es-Semhudi'nin "Cevahir'ül-Ikdeyn"
                  4) MUHAMMED Miri el-Antaki'nin "Limaze ahtertu Mezhebe Ehl'il Beyt" s.294
                  5) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.297
                  6) Hasan Ali el-Kassam'ın "Fedail'ül-İmam Ali ind'il Ferikayn" s. 331

                  71. Hz. Ali şöyle buyurdu:
                  (Enâ qasimun nâri yevm'el kıyâmeti equle linnâr hâze leki ve hâze li)
                  Meali: "Ben Cehennemin taksimcisiyim; kıyamet gününde cehenneme bu senin, bu da benim diyeceğim."

                  Kaynak:
                  1) İbn-i Asakir eş-Şafii'nin "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.244
                  2) İbn-i Kesir'in "el-Bidayetü ven-Nihaye" c.7, s.355 Mısır bas.
                  3) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet'üt-Talib" s.71
                  4) İbni Ebil Hadit' in "Şerhu Nehc'ül-Belağa" c.2, s.260
                  5) Süleyman el-Kunduzi' nin "Yenabi'ul-Mevedde" s.162
                  6) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.374

                  72. Hasan el-Basri ve İbn-i Mesud'tan naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (İzâ kâne yevm'ül-Kıyâmeti, yak'üdü Aliyyün alal Firdevsi ve huve cebelün kad alâ alal cenneti ve fevkahü arşü Rabbül âlemin, vemen sefhahü yetefeccer'ül-enhâr el-cenneti ve yeteferraku fil cinân, ve Ali câlis alâ kürsi min nur, yecri beyne yedeyhi et-tesnim, lâ yecüzü ahadün es-sırâte illâ ve me'ahü senedün bi-velâyeti Aliyyin ve velâyeti Ehlibeytihi, feyüdhilü muhibbihi el-cenneti ve mübğıdihi en-nâr)
                  Meali: "Kıyamet Günü'nde Ali bin Ebi Talib, cennetin yüksekliklerinde olan Firdevs Dağı'nın üzerinde bulunacak, o dağın üstünde Alemlerin Rabbinin arşı ve altında cennetin içine akan nehirler vardır. Ali nurdan bir kürsüye oturup önünden tesnim (pınar) akacak, onun ve Ehl-i Beyt'inin velayetini kabul etmeyenler, sıratın üstünden geçemeyecek. Ali o gün, sevenlerini cennete, buğz edenlerini de Cehenneme sokacaktır."

                  Kaynak:
                  1) Hatip el-Bağdadi'nin "Tarih-i Bağdat" c.3, s.161
                  2) Muhibuddin et-Tabari'nin "Riyad'un-Nadira" c.2, s.173, 177, 244
                  3) el-Himvini eş-Şafii'nin "Feraid'us-Simtayn" c.1, s.292 Hadis No: 230
                  4) er-Rahmani el-Hemedani'nin "el-İmam Ali bin Ebi Talib" s.364, Hadis No: 4
                  5) Hatip el-Harezmi el-Hanefi'nin "Maktel-i Hüseyn" c.2, s.32
                  6) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.86, 113
                  7) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.31
                  8 ) Emrutesri'nin "Ercah'ül-Metalib" s.550
                  9) MUHAMMED Salih et-Tirmizi'nin "Menakib'ül-Murtadaviyye" s.105
                  10) el-Bahrani'nin "Gayet'ül-Meram" s.207 Hadis No: 12
                  11) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.7, s.114-121 ve c.17, s.158-162
                  12) MUHAMMED Miri el-Antaki'nin "Limaze ahtertu Mezhebe Ehl'il Beyt" s.294-295
                  13) Ebu Bekir bin Şihabiddin eş-Şafii'nin "Reşfet'üs Sadi"
                  14) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.460

                  Hz. Ali'nin Müslümanlar Üzerindeki Hakkı

                  73. Ebu Eyyub el-Ansari, Ammar bin Yasir ve Hz. Ali'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (Hakku Aliyyin alal müslimin ke-hakk'ıl-vâlidi alal veled)
                  Meali: "Ali'nin Müslümanlar üzerindeki hakkı, bir babanın oğlu üzerindeki hakkı gibidir."

                  Kaynak:
                  1) el-Zehebi' nin "Mizan'ül-İtidal" c.2, s.313
                  2) el-Münavi'nin "Kunuz'ul-Hakaik" c.1, s.119
                  3) İbni Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.271
                  4) Süleyman el-Kunduzi'nin "Yenabi'ul-Mevedde" s.234
                  5) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.219
                  6) Menakıb-ı Meğazeli s.48
                  7) Tabari'nin "Riyad'un-Nadira" c.2, s.272
                  8 ) İbn-i Hacer'in "Lisan'ül-Mizan" c.4, s.399
                  9) el-Zehebi'nin "Mizan'ül-İtidal" c.2, s.313


                  Hz. Ali'nin Resulullah'ın Katındaki Yeri

                  74. İbn-i Abbas, Ebu Bekir, Bera, ve İbn-i Cüfa'dan naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (Aliyyun minni bi menzileti ruusi min bedeni)
                  Meali: "Ali bana oranla, başımın bedenime olan menzilesi gibidir."

                  Kaynak:
                  1) el-Suyuti'nin "Cami'us-Sağir" c.2, s.140, Hadis No: 5596 Mustafa MUHAMMED Bas.
                  2) Hatip el-Bağdadi'nin "Tarih-i Bağdat" c.7, s.12
                  3) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.11, s.603 ve "Müntahab'ül-Kenz" c.5, s.30
                  4) el-Münavi'nin "Kunuz'ul-Hakaik" c.2, s.17
                  5) İbni Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.375, Hadis No: 870
                  6) Menakıb-ı Meğazeli s.92, Hadis No: 135,136
                  7) Süleyman el-Kunduzi'nin "Yenabi'ul-Mevedde" s.180, 185, 254, 284 İstanbul Bas.
                  8 ) el-Münavi'nin "Fayd'ül-Kadir" c.4, s.357
                  9) İbni Hacer el-Heytemi'nin "Sevaik'ul-Muhrika" s.123
                  10) Tabari'nin "Riyad'un-Nadira" c.2, s.214
                  11) eş-Şeblenci'nin "Nur'ül-Absar" s.73, Saidiye Mısır Bas.
                  12) es-Sabban'nın "İsaf'ür-Rağibin" s.158 (Nur'ül-Absar hamişinde basılan)
                  13) ed-Deylemi'nin "Firdevs'il Ahbar" c.3, s.89, Hadis No: 3993
                  14) el-Menakib el-Mürtadaviyye s.88
                  15) el-Bedhaşi'nin "Miftah'ün Necat" s.28, 43
                  16) el-Hamzavi'nin "Meşarik'ül-Envar" s.91
                  17) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.87, 91 Haydariye Bas.
                  18) Sebl'ül-Hüda ver-Rişad c.11, s.297
                  19) İbn-i Dimaşki'nin "Cevahir'ül-Metalib" c.1, s.58
                  20) İntiha'il Efham s.213
                  21) Şerh'ul-Üzeyri c.2, s.417
                  22) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.5, s.236; c.16, s.97; c.21, s.570
                  23) Münteheb Fedail'ün Nebi ve Ehli Beytihi s.122

                  75. İbn-i Mesud'tan naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                  (Ali bin Ebi Talib minni ke-ruhi fi cesedi)
                  Meali: "Ali bin Ebi Talib bana oranla, cesedimdeki ruhum gibidir."

                  [SIZE=3]Kaynak:
                  1) el-Bedahşi'nin "Miftah'ünNecat" s.43
                  2) Tarih-i İbn-i Neccar [FONT=Arial]

                  "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                  Yorum


                    #54
                    Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

                    [b] HADİSLER IŞIĞINDA HZ. ALİ'NİN (A.S) FAZİLETLERİ(3)


                    76. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                    (Aliyyun minni bi menzileti min rabbi)
                    Meali: "Ali bana oranla, benim Rabbime oranla olan menzilem gibidir. "
                    Kaynak:
                    3) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s. 211
                    4) İbn-i Hacer'in "Sevaik'ül-Muhrika" s. 106
                    5) Tabari'nin "Zehair'ul-Ukba" s.64 ve "Riyad'un-Nadira" c.2, s.215
                    6) Siret-i Halebiyye c.3, s.391
                    7) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.7, s.217
                    8 ) Şerafeddin el-Musevi'nin "el-Müracaat" s.275
                    9) MUHAMMED Miri el-Antaki'nin "Limaze ahtertu Mezhebe Ehl'il Beyt" s.300
                    10) es-Semman'ın "el-Mevafikat"

                    Hz. Ali'nin Düşmanı ALLAH'ın Düşmanıdır

                    77. Ayşe'nin kölesi Rafi'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: (Âdellâhu men âde Aliyyen)
                    Meali: "Ali'ye düşmanlık edene ALLAH düşmanlık etsin."
                    Kaynak:
                    1) İbn'ül-Esir'in "Üsd'ül-Gabe" c.2, s.154 Hadis No:1589 Mısır bas.
                    2) el-Askalani'nin "el-İsabe fi Temyiz'is-Sahabe" c.2, s.373, Hadis No: 2560
                    3) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.6, s.152 ve "Müntahab'ul-Kenz" c.5, s.32
                    4) el-Münavi'nin "Künüz'ul-Hakaik" c.2, s.10
                    5) el-Suyuti'nin "Cami'us-Sağir" c.2, s.110
                    6) en-Nebehani'nin "el-Feth'ül-Kebir" c.2, s.221, Mısır bas.
                    7) Ramuz'ul-Ahadis s.314
                    8 ) Emrutesri'nin "Erceh'ül-Metalib" s.11 Lahur bas.
                    9) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.180

                    Hz. Ali'nin Çeşitli Özellikleri

                    78. Said bin Cübeyr'den, o da İbn-i Abbas'tan naklen, Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'ye hitaben şöyle buyurdu:
                    (Yâ Ali, ente sâhibu havzi, ve sâhibu livâi, ve habiybu kalbi, ve vasiyyi ve vârisü ilmi, ve ente müstevde'ü mevârisil enbiyâi min kabli, ve ente eminullâhi fi ardihi, ve hüccetullâhi alâ beriyyetihi, ve ente rüknül imân, ve amûd ül islâm, ve ente misbâh'üd dücâ, ve menâr ül hüdâ, vel alemül merfuu li ehlid dünyâ, yâ Ali men ettebeake necâ, vemen tehallefe anke helek, ve ente ett-tarik'ul-vâdih, vessırât'ul-müstakim, ve ente kâidül ğürrül muhaccilin, ve ya'sûb'ül-müminin, ve ente mevlâ men enâ mevlâh, ve enâ mevlâ küllü müminin ve müminetin, lâ yühibbüke illâ tâhir'ül-vilâdeh, velâ yübğiduke illâ habis'ül-vilâdeh, vemâ a'receni rabbi iles-semâi ve kellemeni rabbi illâ kâle: Yâ MUHAMMED, ikra Aliyyen minni esselâm ve arrifühü ennehü imâmü evliyâi ve nuru ehli tâati, ve heniyen leke hâzihil kerâmeh.)
                    Meali: "Ey Ali, sen havuzumun ve sancağımın sahibi ve kalbimin sevgilisisin. Sen benim vasim, ilmimin varisi ve benden önceki peygamberlerin mirasının emanetçisisin. Sen ALLAH'ın yeryüzündeki güvendiği ve insanlar üzerinde O'nun hüccetisin. Sen imanın rüknü ve İslam'ın direğisin. Sen, zifri karanlığın meşalesi, hidayetin nuru ve dünya ehli için yükseltilmiş nişanesin. Ey Ali, her kim sana uyarsa kurtulur, her kim senden yüz çevirirse helak olur. Sen aşikar, belli olan yol ve dosdoğru olan sıratsın. Sen ak yüzlülerin önderi ve müminlerin önderisin. Ben kimin mevlası isem sen de onun mevlasısın. Ben ise her erkek ve kadın müminlerin mevlasıyım. Seni ancak temiz doğumlu bir kişi sever ve sana ancak kötü doğumlu olan kişi düşman olur. Rabbim beni miraca götürdüğüne şöyle buyurdu: Ey MUHAMMED, Ali'ye benden taraf selam söyle ve ona bildir ki o, evliyamın imamı ve bana itaat edenlerin nurudur ve bu keramet sana kutlu olsun."
                    Kaynak:
                    1) Hüsâmettin el-Mirdi el-Hanefi nin "Âli MUHAMMED" s.45
                    2) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ul-Mevedde" s.133
                    3) et-Tüsteri'nin "İhkâk'ul-Hak" c.20 s.407
                    4) Menakıb-ı Ahmet bin Hanbel

                    Hz. Ali'nin Onüç Faziletini Anlatan Hadis

                    79. Cabir bin Abdullah el-Ansari dedi ki:
                    "Lekad semitü Resulallâh sallallâhu aleyhi ve âlihi ve sellem yekulü fi Aliyyin hisâlün lev kanet vâhidetün minhu fi recülin yektefi bihâ fadlen ve şerefen.
                    Qavluhu Sallallâhu aleyhi ve âlihi ve sellem:
                    "Men küntü mevlâh fealiyyün mevlâh"
                    Ve qavluhu: "Aliyyun minni ke-Hârun'e min Musâ"
                    Ve qavluhu: "Aliyyun minni ve enâ minhu"
                    Ve qavluhu: "Aliyyun minni ke-nefsi, tâ'atühü tâati, ve ma'sıyatühü ma'siyeti"Ve qavluhu: "Harbü Aliyyin harbüllâh, ve silmü Aliyyin silmullâh"
                    Ve qavluhu: "Veliyyu Aliyyin veliyyullâh, ve adüvvü Aliyyin adüvvullâh"
                    Ve qavluhu: "Aliyyin hüccetüllâhi alâ ibâdihi"
                    Ve qavluhu: "Hübbu Aliyyin imânun, ve buğduhu küfürun"
                    Ve qavluhu: "Hizbu Aliyyin hizbullâh, ve hizbu a'dâihi hizbüşşeytân"
                    Ve qavluhu: "Aliyyun meal hak velhaku me Aliyyin, lâ yefterikân"
                    Ve qavluhu: "Aliyyin kasimul cenneti ven nâr"
                    Ve qavluhu: "Men fâreka Aliyyen fekad fârekani, vemen fârekani fârekallâh"
                    Ve qavluhu: "Şiatü Aliyyün hümül faizune yevmel kıyâme"

                    Meali: Resulullah (s.a.a)'ın Hz. Ali hakkında buyurmuş olduğu bir takım hasletler duydum ki, onlardan biri bir şahısta olsaydı ona fazilet ve şeref olarak yeterliydi. (O hasletler) Resulullah (s.a.a)'ın bu buyruklarıdır:
                    "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır."
                    "Ali bana oranla Harun'un Musa'ya olan konumundadır."
                    "Ali benden, ben de ondanım."
                    "Ali bana oranla, nefsim gibidir. Ona itaat bana itaattir, ona asi olmak bana asi olmaktır."
                    "Ali'nin savaşı ALLAH'ın savaşıdır; Ali'nin barışı ALLAH'ın barışıdır."
                    "Ali'nin dostu ALLAH'ın dostudur; Ali'nin düşmanı ALLAH'ın düşmanıdır."
                    "Ali, ALLAH'ın yaratıklarına olan hüccetidir."
                    "Ali'yi sevmek iman, ona buğz etmek ise küfürdür."
                    "Ali'nin hizbi ALLAH'ın hizbidir; Ali'nin düşmanlarının hizbi ise Şeytan'ın hizbidir."
                    "Ali hakladır, hak da Ali'yledir; İkisi birbirinden ayrılmazlar."
                    "Ali Cennet ve Cehennemin bölüştürücüsüdür."
                    "Ali'den ayrılan benden ayrılmıştır, benden ayrılan da ALLAH'tan ayrılmıştır."
                    "Ali'nin şiası (yandaşları) Kıyamet Günü kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."

                    Kaynak:
                    1) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ul-Mevedde" s.55-56
                    2) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.5, s.43; c.4, s.287
                    3) el-Behrani'nin "Gayet'ül-Meram"
                    4) Yunus Ramadan'ın "Buğyet'üt-Talib" s.135, Beyrut Bas.

                    Mescide Açılan Kapıların Kapatılması

                    80. Zeyd bin Erkam, İbn-i Abbas, Cabir bin Abdullah ve Cabir bin Semra'dan naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                    (Seddu ebvâb'el-mescidi külleha illâ bâbe Aliyyin)
                    Meali: "Ali'nin kapısı müstesna, mescide açılan tüm kapıları kapatınız."
                    Kaynak:
                    5) Sahih-i Tirmizi c.2, s.301
                    6) el-Hakim'in "Müstedrek'us-Sahihayn" c.3, s.125
                    7) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.88
                    8 ) Ebu Naim el-İsbahani'nin "Hilyet'ül-Evliya" c.4, s.153
                    9) el-Bağdadi'nin "Tarih-i Bağdat" c.12, s.205

                    81. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                    (Feinni umirtu bi-seddi hâzihil ebvâb illâ bâbe Aliyyin, fekâle fihi kâilukum, vallâhi mâ sededtü şey'en velâ fetehtehu, velâkinni umirtu li şey'in fettebe'tuh)
                    Meali: "Ali'nin kapısından başka mescide açılan tüm kapıları kapatmaya emrolundum. Aranızda konuşanlar oldu, ALLAH'a yemin olsun ki ben kendimden ne birini açtım, ne de birini kapattım, ben ancak emrolunduğum şeyi yerine getirdim."
                    Kaynak:
                    1) Hasais en-Nisai s.13
                    2) el-Hakim'in "Müstedrek'us-Sahihayn"c.3, s.125
                    3) Müsned-i Ahmet bin Hanbel c.1,s.175
                    4) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.11, s.598
                    5) İbn-i Hacer'in "Sevaik'ül-Muhrika" s.122
                    6) el-Künci' nin "Kifayet'üt-Talib" s.203
                    7) Süleyman el-Kunduzi'nin "Yenabi'ul-Mevedde" s.87
                    8 ) el-Tabari'nin "Zehair'ul-Ukba" s.76
                    9) el-Müttaki el-Hindi'nin "Muntahab'ul-Kenz " c.5, s.29
                    10) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.5, s.540-586
                    11) MUHAMMED Miri el-Antaki'nin "Limaze ahtertu Mezhebe Ehl'il Beyt" s.319

                    ALLAH-u Teâla, hZ. Resulullah'a Hz. Ali'nin Lisanı İle Muhatab Oldu

                    82. İbn-i Ömer dedi ki: "Resulullah (s.a.a)' a sordular ki: Mirac gecesinde ALLAH seninle kimin lisanı ile konuştu?" Resulullah buyurdu ki:
                    "ALLAH (c.c), Ali bin Ebi Talib'in lisanı ile benimle konuştu ve bana ilham edip O'na sordum ki: Ey Rabbim, sen mi benimle konuşuyorsun yoksa yoksa Ali mi? ALLAH (c.c) buyurdu ki: Ey Ahmed, ben eşyalar gibi değilim, insanlar ile kıyas edilemem ve eşyalar ile vasıflanamam. Seni nurumdan yarattım ve senin nurundan Ali'yi yarattım. Kalbinin içine baktım, kalbinde Ali bin Ebi Talib'den daha sevgili olanı görmedim ve böylece kalbin mütmain olsun diye onun lisanı ile seninle konuştum."
                    Kaynak:

                    1) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.37
                    2) Hatip Harezmi el-Hanefi'nin "Maktel'ul-Hüseyn" c.1, s.42
                    3) Süleyman el-Kunduzi' nin "Yenabi'ul-Mevedde" s.83
                    4) Yunus Ramadan'ın "Buğyet'üt-Talib" s.451 Beyrut Bas.
                    5) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.463

                    Hz. Ali, Resulullah'ın Nefsi Gibidir

                    83. Muttalib bin Abdullah bin Huntab'tan naklen, Resulullah (s.a.a) Sakif boyuna hitaben şöyle buyurdu:
                    (Letoslemünne ev le-eb'esenne reculen misli nefsi felyedribenne a'nâkaküm bisseyf, veliyesbiyenne zerâriküm veliye'hüzenne emvâleküm)
                    Meali: "Gerektiği gibi Müslüman olacak mısınız, yoksa üzerinize nefsim gibi birini göndereyim de boyunlarınızı vursun, soyunuzu esir etsin ve mallarınızı elinizden alsın."
                    Ömer bin Hattab dedi ki: "Bu gün gibi hiçbir zaman amirliğe heves göstermemiştim, göğsümü gerip Resulullah (s.a.a)'ın bana işaret edip: O adam budur, demesini diledim, fakat Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'nin bulunduğu yere gelip, Hz. Ali'yi elinden tutarak şöyle buyurdu:
                    (Hu hâze, hu hâze) "O adam budur, o adam budur"
                    Kaynak:
                    1) Siret-i Halebi c.2, s.734
                    2) İbn-i Hasan el-Kilabi'nin "Müsned-i Dimaşk" Hadis No: 4
                    3) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.81
                    4) Tabari'nin "Zehair'ul-Ukba" s.64 ve "Riyad'un-Nadira" c.2, s.107
                    5) Abdürrezzak'ın "el-Müsannaf " c.11, s.226, Hadis No: 20389

                    Resullah (s.a.a)'in Yerine Hz. Ali'den Başka Kimse Eda Edemez

                    84. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                    (Aliyyun minni ve enâ min Aliy, ve lâ yüeddi anni illâ enâ ev Aliy)
                    Meali: "Ali bendendir, ben de Ali'denim, kendi yerime ben veya Ali'den başka kimse eda edemez."
                    Kaynak:
                    1) Sahih-i Tirmizi c.2, s.299
                    2) Sünen-i İbn-i Mace c.1, s.44
                    3) Hasais en-Nisai s.19
                    4) Müsned-i Ahmet bin Hanbel c.4, s.164-165
                    5) Muhibuddin el-Tabari'nin "Riyad'un-Nadira" c.2, s.174
                    6) İbni Asakir' in "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.378
                    7) İbn-i Hacer'in "Sevaik'ul-Muhrika" s.120
                    8 ) el-Suyuti'nin "Cami'üs Sağir" c.2, s.56
                    9) el-Müttaki el-Hindi'nin "Muntahab'ul-Kenz" c.5, s.30
                    10) Menakıb-ı Meğazeli s.222
                    11) İbn-i Kesir'in "el-Bidaye ven-Nihaye" c.7, s.356
                    12) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.54
                    13) İbn-i Esir el-Cezri'nin "Cami'ul-Usul" c.9, s.471

                    85. Beraat süresinin ilk ayetleri indiğinde Resulullah (s.a.a) onları, Mekke ehline okuması için Ebu Bekir'i gönderdi. Sonra Hz. Ali'yi arkasında göndererek onu Ebu Bekir'den almasını emretti. Hz. Ali, Ebu Bekir'e yetişip ayetleri ondan aldı ve Mekke ehline kendisi okudu. Bu durumdan üzülen Ebu Bekir, Medine'ye dönüp Resulullah (s.a.a)'a, benim hakkımda bir şey mi indi? diye sordu. Resulullah (s.a.a) da cevabında buyurdular:
                    (Lâ, velâkin Cebrâil câeni ve qâl: Lâ yüeddi anke illâ ente ev recül minke)
                    Meali: "Hayır, Cebrail bana gelerek şöyle dedi: Bu ayetleri ancak sen veya senden olan birinin tebliğ etmesi gerekir."
                    Kaynak:
                    1) Müsned-i Ahmet bin Hanbel c.1, s.151
                    2) Hasais en-Nisai s.91
                    3) Tefsir-i İbn-i Kesir c.2, s.333
                    4) Siret-i İbn-i Hişam c.3, s.545
                    5) Tabari'nin "Riyad'un-Nadira" c.2, s.147
                    6) Tarih-i İbn-i Kesir c.5, s.38 / Feth'ül-Bari c.8, s.256

                    Hayber Kalesi'nin Fatihi Hz. Ali'dir

                    86. Büreyde'den naklen: Resulullah (s.a.a) Hayber ehlinin kalelerine indiğinde bayrağı Ebu Bekir'e verdi, Ebu Bekir onu fethetmeden geri döndü. Sonra Ömer aldı, Ömer de askerleriyle beraber Hayber'e hücum etti fakat sonunda askerleriyle beraber geri kaçtı. Askerler Resulullah (s.a.a)'ın huzurunda Ömer'i ayıpladılar. Ömer de onları ayıpladı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                    (İnni dâfiu er-râyete ilâ reculin yuhibbellahe ve resulehu ve yehibbuhullahu ve resulühü, kerrârun ğayri ferrâr, lâ yerciu hattâ yeftehullaha lehu)
                    Meali: "Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, ALLAH ve resulünü sever, ALLAH ve resulü de onu severler. ALLAH kaleyi onun eliyle fethedecektir."
                    Yarın sancağı Hz.Ali'ye verdi ve ve Hz. Ali de Hayber kalesini fethetti.
                    Kaynak:
                    1) İbn-i Hasan el-Kilabi'nin "Müsned-i Dimaşk" Hadis No: 27
                    2) Siret-i İbn-i Hişam c.3, s.334
                    3) Müsned-i Ahmet bin Hanbel c.5,s.33
                    4) İbn-i Sa'd'ın "et-Tabakat" c.3, s.158
                    5) Tarih'üt-Tabari c.2, s.93
                    6) Tirmizi Hadis no: 3970
                    7) Altı Parmak, "Peygamberler Tarihi" s.644

                    Hz. Ali'nin Hendek Savaşı'ndaki Kahramanlığı

                    87. Hz. Ali, Amr bin Abduved'le savaşmak için savaş alanına çıktığında ve bütün Müslümanlar ona karşı aciz kaldıklarında Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
                    (Berez'el-imânü kulluh ile'ş-şirki kullih)
                    Meali: "İman'ın tümü, şirkin tümüne karşı çıktı."
                    (Burada imandan maksat Hz. Ali, şirkten maksat da Amr bin Abduved'dir)
                    Kaynak:
                    1) İbn-i Ebil Hadit'in "Şerh-u Nehc'ül-Belağa" c.4, s.344
                    2) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.94
                    3) ed-Demiri'nin "Hayat'ul-Hayvan" c.1, s.39
                    4) "Nehc'ül-Hak ve Keşf es-Sıdk" s.217
                    5) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.6, s.9
                    6) "el-Arbain Fi Usul'id-Din" s.475
                    7) "es-Siret el-Halebi" c.2, s.340

                    88. Hz. Ali, Hendek gününde Amr bin Abduved (Onbin kişi kuvvetinde sayılan) ile savaşıp onu öldürdüğünde Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
                    (Darbetu Aliyyin fi yevm'il Hendek afdalu min a'mâli ümmeti ilâ yevm'ül-Kıyâme)
                    Meali: "Ali bin Ebi Talib'in Hendek gününde, Amr bin Abduved'e bir kılıç vuruşu, bütün ümmetimin Kıyamet Günü'ne yapacakları amellerinden daha üstündür."
                    Kaynak:
                    1) el-Hakim Nişaburi'nin "Müstedrek'us-Sahihayn" c.3, s.34 Hadis No: 4327
                    2) el-Bağdadi'nin "Tarih-i Bağdat" c.13, s.18-19 Rakam: 6978
                    3) Fahrettin Razi'nin "Tefsir-i Kebir" c.32, s.31
                    4) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.11, s.623 Hadis No: 33035
                    5) Harezmi el-Hanefi'nin "Maktel-i Hüseyn" c.1, s.45
                    6) İbni Ebil Hadit' in "Şerhu Nehc'ül-Belağa" c.4, s.342
                    7) "Şerh'ül-Mekasid" c.2, s.301
                    8 ) Seyyid Eyyub bin Sıddık'ın "Menâkıb-ı Çihâr Yâri Güzîn" 6. Bab, 26. Menâkıb
                    9) el-Kunduzi "Yenabi'ül-Mevedde" s.137
                    10) "Münteheb Fedail'ün Nebi ve Ehli Beytihi" s.229
                    11) Es-Seyyid Murtada Hüseyni'nin "Fedail'ül-Hamse min'es-Sıhah'is-Sitte" c.2, s.320-321

                    Hz. Ali Ve Yandaşları Kurtuluşa Erenlerdir

                    89. Ümmü Seleme ve Ebu Said el-Hudri'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                    (Ali ve Şiatehü, hümül fâizün yevm'el Kıyâme)
                    Meali: "Ali ve şiası (yandaşları) Kıyamet Günü kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."
                    Kaynak:
                    1) İbn-i Asakir eş-Şafii'nin "Tarih-i Dimaşk" c.3, s.328 Hadis No: 848
                    2) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.180, 237
                    3) el-Münavi'nin "Künüz'ul-Hakaik" s.92
                    4) ed-Deylemi'nin "Firdevs bi-Mesur el-Hitab" c.3, s.61 Hadis No: 4371
                    5) Abdullah eş-Şafii'nin "el-Menakıb" s.204
                    6) el-Bedhaşi'nin "Miftah'ün-Neca" s.61
                    7) Sıbt İbn-i Cevzi'nin "Tezkiret'ül-Havas" s.59
                    8 ) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.7, s.299 Ümmü Seleme'den ve c.7, s.301 Ebi Said el-Hudri'den.
                    9) Seyyid Eyyub bin Sıddık'ın "Menâkıb-ı Çihâr Yâri Güzîn" 6. Bab, 25. Menâkıb, 26. Hadis
                    10) MUHAMMED Miri el-Antaki'nin "Limaze ahtertu Mezhebe Ehl'il Beyt" s.393-394
                    11) "Münteheb Fedail'ün Nebi ve Ehli Beytihi" s.137
                    12) es-Seyyid Murtada Hüseyni'nin "Fedail'ül-Hamse min'es-Sıhah'is-Sitte" c.2, s.94

                    90. Hz. Ali şöyle buyurdu:
                    (Tefteriku hâzihil ümme alâ selâsete ve seb'ine firka, isnetâ ve seb'in finnâr ve vâhideh fil cennet, ve hiye ellezine kâle Allâhu azze ve celle fi hakkahim: "Ve mimmen halaknâ ümmeten yehdüna bilhakki ve bihi ya'dilün." Vehüm enâ ve muhibbi ve etbâ'i)
                    Meali: "Bu ümmet yetmiş üç fırkaya bölünecektir, yetmiş ikisi ateştedir ve biri de cennettedir -ki ALLAH onların haklarında şöyle buyurmuştur: 'Yaratıklarımızdan hakka hidayet eden ve adaleti yerine getiren bir ümmet vardır' (Araf 181/Ayet) - onlar ben, benim muhiplerim ve bana uyanlardır."
                    Kaynak:
                    1) el-Suyuti'nin "ed-Derr'ül-Mensur" tefsiri c.3, s.617
                    2) el-El-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s. 109
                    3) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.331, Hadis No: 351
                    4) Ercah'ül-Metalib s.83
                    5) Tevdih ed-Delail s.158
                    6) et-Tüsteri'nin "İhkak'ul-Hak" c.3, s.413; c.14, s.344; c.20, s.206 bol isnatlar için.
                    7) el-Haskani'nin "Şevahid'üt-Tenzil"

                    91. Yasir bin Hammad, İmam Ali el-Rida'dan, babaları ve dedelerinden naklen, Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'ye hitaben şöyle buyurdu:
                    (Yâ Ali, ente hüccetullâh, ve ente bâbullâh, vet-tarik ilellâh, ente en-nebe'ül-azim, ve entes-sırât'ül-müstakim ve entel mesel'ül-a'lâ. Ente imâm'ül-müslimin ve Emir'ül-Mü'minin, ente hayr'ül-vasiyyin ve seyyidus-sıddıkin. Yâ Ali, ente Fâruk'ul-a'zam ves-Sıddık'ul-Ekber. Hizbeke hizbi ve hizbi hizbullâh, ve hizbu a'dâei hizb'üş-Şeytân)
                    Meali: "Ey Ali, sen ALLAH'ın hüccetisin, sen ALLAH'ın kapısısın, sen ALLAH'a götüren yolsun, sen Nebe'ül-Azimsin (büyük habersin), Sırat-ı Müstakimsin (Doğru yolsun) ve Mesel'ul-A'lasın (en yüce örneksin). Sen Müslümanların imamı ve Müminlerin Emiri'sin. Sen vasilerin en hayırlısı ve Sıddık (doğrulayıcı)' ların efendisisin. Ey Ali, sen en yüce faruk ve en büyük sıddıksın. Senin hizbin benim hizbimdir, benim hizbim de ALLAH'ın hizbidir, senin düşmanlarının hizbi ise Şeytan'ın hizbidir."
                    Kaynak:
                    1) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s. 495-496
                    2) Hüsamuddin el-Hanef'nin "Âl-i MUHAMMED" s.625

                    Dünyada Ve Ahirette Bayrağın Sahibi Hz. Ali'dir

                    92. Resulullah (s.a.a)'a, "Kıyamet gününde senin bayrağını kim taşıyacak?" diye sorduklarında şöyle buyurdular:
                    "Bayrağımı dünyada taşıyan Ali bin Ebi Talib taşıyacaktır."
                    Kaynak:
                    1) el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul-Ummal" c.13, s.136
                    2) İbn-i Hasan el-Kilabi'nin "Müsned-i Dimaşk" Hadis No: 26

                    Cennete İlk Girecek Olan Şahıs Hz. Ali'dir

                    93. Resulullah (s.a.a), ashabı ile oturduğu bir anda şöyle buyurdular:
                    (Evvelü men yedhul'ul-cennete minen nebiyyine ves-sıddikine Aliy bin Ebi Tâlib)
                    Meali: "Peygamberler ve sıddıklardan cennete ilk girecek olan Ali bin Ebi Talib'tir."
                    O anda ashaptan Dücane adlı bir şahıs ayağa kalkarak dedi ki: "Ey Resulullah, sen bizlere ALLAH'tan haber verdin ki, sen cennete girmeden bir peygamberin geçmesi haram ve ümmetlerden ise senin ümmetin geçmeden başka ümmetin geçmesi haramdır."
                    Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
                    (Belâ, velâkin emâ alimtüm enne hâmile Livâ'ül-hamd imâmehüm ve inne Aliy bin Ebi Tâlib, hamilü Livâ'ül-hamd yevm'el-kıyâmeh beyne yedi, yedhül bihil cennete ve enâ alâ eserihi)
                    Meali: "Evet, öyle haber verdim, lâkin bilmiyor musunuz ki, Hamd bayrağını taşıyacak olan önde olacaktır, o da Kıyamet gününde Hamd bayrağını taşıyacak olan Ali bin Ebi Talip'tir, kendisi önümde olacak, ben ve tüm gelenler onun arkasından cennete gireceğiz."
                    Bunun üzerine Hz. Ali'nin yüzüne sevinç doğdu, sonra ayağa kalkarak şöyle buyurdu: (Elhamdülillâhillezi şerrefenâ fiyke yâ Resulellâh)
                    Meali: "ALLAHa hamd olsun ki, bizi seninle şereflendirdi ey Resulullah."
                    Kaynak:
                    1) Hatiplerin hatibi el-Harezmi el-Hanefi'nin "Menakıb-ı Harezmi" s.227
                    2) el-Bahrani'nin "Gayet'ül-Meram" s.679, Hadis No: 9
                    3) el-Hilli'nin "Keşf'ül-Yakin" s.386, 387
                    4) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.494

                    Hz. Ali'nin Hiç Kimsede Olmayan Özellikleri

                    94. Resulullah (s.a.a), Hz. Ali'ye hitaben şöyle buyurdular:
                    (Yâ Ali, utiyte selâsen lem yü'tehünne ahadün, velâ enâ. Ütiyte sıhren misli velem uti enâ misli, ve utiyte zevceten sıddıkaten misle ibneti, lem uti mislehâ zevceten, ve utiyte el-Hasan vel-Hüseyn min sulbike velem uti min sulbi mislehumâ, velâkinneküm minni ve enâ minkum)
                    Meali: "Ey Ali, sana üç özellik verildi ki, o özellikler hiç kimseye, hatta bana bile verilmemiştir: Sen benim gibi bir kayınpedere sahipsin, ama benim böyle bir kayınpederim yoktur. Kızım Fatıma sana eş olarak verildi,oysa bana onun gibi bir eş verilmedi. Sana senin soyundan Hasan ve Hüseyin verildi, benim ise onlar gibi çocuklarım yoktur, ama siz bendensiniz, ben de sizlerdenim."
                    Kaynak:
                    1) Muhibuddin el-Tabari'nin "Riyad'un-Nadira" c.2, s.202
                    2) Ebu Said' in "Şeref'ün-Nübüvve"
                    3) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.394

                    Gadir-i Hum İmamı Hz. Ali'dir

                    95. Resulullah (s.a.a), hacı kafilesi ile veda haccından dönerken, Gadir-i Hum denen yere vardığında halka hitaben şöyle buyurdular:
                    (Men kuntu Mevlâh, fehâze Aliyyun Mevlâh. Allâhummâ vâli men vâlâh, ve âdi men âdâh, vensur men nasarah, vehzul men hazeleh)
                    Meali: "Ben kimin Mevlasıysam, Ali de onun Mevlasıdır; ALLAH'ım, ona dost olanın dostu ve ona düşman olanın düşmanı ol,(9) ona yardım edene yardım et ve onu (yardımını esirgeyerek) yalnız bırakanı yalnız bırak."
                    Kaynak:
                    1) İbn-i Asakir eş-Şafii'nin "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.13, Hadis No: 508, 513, 514, 515, 523, 544' Beyrut 1. Bas.
                    2) el-Heysemi'nin "Mecma'üz-Zevaid" c.9, s.105
                    3) eş-Şehrestani'nin "el-Milel ven-Nihel" c.1, s.163
                    4) İbn-i Ebil Hadit'in "Şerh-u Nehc'ül-Belağa" c.1, s.209, 289, 1.Bas.Mısır
                    5) el-Belazuri'nin "Ensab'ul-Eşraf" c.2, s.112
                    6) ez-Zerendi el-Hanefi'nin "Nazmu Dürer'us-Simtayn" s.112
                    7) Menakıb-ı Harezmi el-Hanefi s.80, 94, 130
                    8 ) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ul-Mevedde" s.249
                    9) el-Müttaki el-Hindi'nin "Muntahab'ul-Kenzl" c.5, s.32 ve "Kenz'ul-Ummal" c.6, s.403 1. Bas.
                    10) el-Haskani'nin "Şevahid'üt-Tenzil" c.1, s.157, Hadis No: 211
                    11) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet'üt-Talib" s.63, Haydariye bas.
                    12) İbn-i Sabban eş-Şafii'nin "İs'af'ür-Rağibin" s.151 (Nur'ul-Absar hamişinde bas.)

                    Hz. Ali'nin Misali Kabe'dir

                    96. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: "Ali'nin misali Ka'be gibidir, ona bakmak ibadet, onu haccetmek (kasdetmek) ise farzdır."
                    Kaynak:
                    1) İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.407
                    2) "Menakıb-ı Meğazeli" s.107
                    3) "Ercah'ül-Metalib" s.480

                    Hz. Ali'den Cevazı Olmayanların Sırat'tan Geçememesi

                    97. Ebu Bekir'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                    (Lâ yecüzü ahadün alassırâti illâ men ketebe lehü Aliyyün el-cevâze)
                    "Ali'den izni olmayan hiç kimse Sırat'tan geçemeyecektir."
                    Kaynak:
                    1) el-Bağdadi'nin "Tarih-i Bağdat" c.10, s.157
                    2) Tabari'nin "Riyad'un-Nadira" c.2, s.177
                    3) İbn-i Hacer'in "Sevaik'ül-Muhrika" s.124
                    4) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s. 207, 285
                    5) el-Zehebi'nin "Mizan'ül-İtidal" c.2, s.28, 44

                    Hz. Ali'nin Hakkını Tanımayanlar

                    98. Ebu Rafi'den, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                    (Men lem ya'rif hakka Aliyyin fehuve ahadun min'es-selâse, imma ümmühü zâniyeh, ev hamelethü ümmühü alâ ğayr-i tahir ev münâfıkun)
                    Meali: "Ali'nin hakkını tanımayan, üç kişiden biridir: Ya zina kadının oğlu, veya temiz olmadığı halde hamile kalan annenin oğlu veyahut o kişi münafık bir kimsedir."
                    Kaynak:
                    1) MUHAMMED Salih et-Tirmizi'nin "Menakib'ül-Murtadaviyye" s.203
                    2) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.252
                    3) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.353

                    Hz. Ali'nin Müminlerin Emiri Olduğu Gün

                    99. Hüzeyfe'den, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
                    (Lev ya'lem'ün-nâsü metâ sümmiye Aliyyun Emirelmüminin lemâ enkere fedâyilehu, sümmiye bizâlike ve Âdem beyn'er-ruhu vel cesed ve hiyne kâle: Âlestü birabbiküm, qâlu: Belâ. Feqâle ALLAHu Teâlâ: Enâ rabbüküm, ve MUHAMMED nebiyyukum, ve Ali Emirukum)
                    Meali: "İnsanlar, Ali bin Ebi Talib'in ne zamandan beri 'Emir'ül-Müminin' (müminlerin emiri) olarak adlandırıldığını bilselerdi, onun faziletlerini inkar etmezlerdi: Adem, ruh ve ceset arasındayken, ALLAH Teala o zaman buyurdular ki: "Ben Rabbiniz değil miyim?" "Evet, Rabbimizsin" dediler. Sonra buyurdular ki: "Ben Rabbinizim, MUHAMMED peygamberiniz, Ali de Emir'inizdir."
                    Kaynak:
                    1) Seyyid Eyyub bin Sıddık'ın "Menâkıb-ı Çihâr Yâri Güzîn" 6. Bab, 25. Menâkıb, 30. Hadis
                    2) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.238
                    3) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.348

                    Denizler Tükenir Hz. Ali'nin Faziletleri Tükenmez

                    100. İbn-i Abbas, Mücahit, Ömer bin Hattab ve Said bin Cübeyr'den naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
                    (Lev kânet'ül-eşcâru aklâm, vel bahru midâd, vel cinnu hussâb, vel insu kuttâb, mâ ehsa fedâile Aliy bin Ebi Tâlib)
                    Meali: "Eğer ağaçlar kalem, deniz mürekkep, cinler hesap eden, insanlar da katip olsalar, Ali bin Ebi Talib'in faziletlerini sayamazlar."
                    Kaynak:
                    1) İbn-i Osman el-Zehebi'nin "Mizan'ül-İtidal" c.3, s.467
                    2) el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet'ut-Talip" s.252
                    3) İbn-i Hacer el-Askalani'nin "Lisan'ül-Mizan" c.5, s.62, Haydar Abad bas.
                    4) el-Zehebi'nin "Tezkiret'ül-Huffaz" s.8
                    5) Sıbt İbn-i Cevzi'nin "Tezkiret'ül-Havas" s.23 Müessetü Ehl'il Beyt. Beyrut bas.
                    6) el-Himvini eş-Şafii'nin "Feraid'us-Simtayn" c.1, s.16 Beyrut Bas. Mukaddemesinde.
                    7) el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül-Mevedde" s.121
                    8 ) "Menakıb-ı Harezmi" el-Hanefi s.2
                    9) Emrutesri'nin "Ercah'ul-Metalib" s.11, 98 Lahur bas.
                    10) el-Hemedani'nin "Meveddet'ül-Kurba" s.55
                    11) MUHAMMED Miri el-Antaki'nin "Limaze ahtertu Mezhebe Ehl'il Beyt" s.309
                    12) el-Bahrani'nin "Gayet'ül-Meram" s.493
                    13) el-Hilli'nin "Nehc'ül-Hak ve Keşf'üs Sıdk" s.231
                    14) el-Hilli'nin "Keşf'ül-Yakin" s.22
                    15) İbn-i Şazan'ın "Miet Menkıbe" s.110, Hadis No: 99
                    16) Yunus Ramadan'ın "Buğyet'üt-Talib" s.423 Beyrut Bas.
                    17) Enis Emir'in "Fazilet-u Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.454
                    18) Menakıb-ı Ahmet bin Hanbel
                    19) el-Tabarani'nin "Mucem"
                    20) Nasır bin Ebil Mekarim el-Harezmi'nin "Şerh'ül-Mekamat"
                    21) Cemaliddin Ataullah el-Herevi "el-Arbaine Hadisen"
                    22) ed-Deylemi'nin "el-Firdevs"

                    "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                    Yorum


                      #55
                      Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

                      [b] HZ. ALİ'NİN (A.S) TARİHÎ SÖZLERİ

                      [b]
                      (Rasûlullah salâllahu aleyhi ve âlihî vesellem'in, vefâtından sonra Abbas ve Ebû-Süfyan, hilâfet için kendisine biat etmek istedikleri zaman buyurdular ki

                      "Ey insanlar, fitneler dalgalarını kurtuluş gemileriyle aşın; birbirinizden nefret etme yolunu yarın, geçin; övünmek tacını başlarınızdan atın. Kurtulur ancak kanatlanarak uçan; yahut teslim olup esenliğe kavuşan.

                      Bir sudur ki kokmuş; bir lokmadır ki yiyenin boğazında kalmış, kursağına oturmuş. Vakitsiz, olmamış meyveyi da devşirmeye kalkışan, bitmeyecek yere tohum ekene benzer. Bir şey söylesem derler ki: Baş olmaya hırsı var, sussam derler ki: Ölümden korkar. Şu büyük, küçük savaştan sonra buna imkân mı var? Andolsun ALLAH'a, Ebu Tâlib oğlu, çocuğun anasının memesine düşkün olmasından, daha da düşkündür ölüme. Bir de şu var: Öyle gizlenmiş bir bilgiye sâhibim ki açsaydım size, derin mi derin kuyulara sallanmış ipler gibi sallanırdınız, titrerdiniz."[1]

                      İmamet Hususunda Kureyş'ten Şikayeti Tazammun Eden Sözleri

                      "ALLAH'ım, Kureyş'ten hakkımı senden istiyorum; onlara karşı senden yardım diliyorum. Rasûlullah'a olan yakınlığımı inkâr etiler, elimdeki kabı baş aşağı çevirdiler; başkasından fazla lâyık olduğum işte, hakkım olan mevki'de benimle kavgaya giriştiler. Hak alınır da, verilir de; istersen gamlara batarak dayan; istersen açıklanarak öl dediler.

                      Baktım, gördüm ki Ehlibeytimden başka ne bir yardımcı var bana, ne bir yâr ve yâver. Onların tehlikeye düşmelerini revâ görmedim. Gözlerime toz-toprak dolmuştu; gözlerimi yumdum; ağzımın yârını dertle, elemle yuttum; zehirden acı olan bıçaklarla doğranmaktan çetin bulunan bu işe dayandım."

                      Şıkşıkıyye Hutbesi

                      "Andolsun ALLAH'a ki filân, onu bir gömlek gibi giyindi; oysa daha iyi bilirdi o, ben hilâfete nispetle değirmen taşının mili gibiydim; hilâfet benim çevremde dönerdi; sel benden akardı; hiçbir kuş, uçtuğum yere uçamazdı. Hilâfetle arama bir perde çektim; onu koltuğumdan silkip attım. Düşündüm; kesilmiş elimle hamle mi edeyim; yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Hem de öylesine bir körlük ki ihtiyarları tamamıyla yıpratır; çocuğu kocaltır; inanan da Rabbine ulaşıncaya dek bu zulmette zahmet çeker.[2]

                      Gördüm ki sabretmek daha doğru; sabrettim; ettim ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik vardı; mirâsımın yağmalandığını görüyordum. Birincisi, ona falâna verip gitti[3] (sonra A'şâ'nın şu beytini okudular

                      Bugün deveye binmişim; yolculuk zahmetine düşmüşüm;
                      Câbir'in kardeşi Hayyanla bulunduğum günle bu günüm kıyaslanır mı hiç?[4]
                      Ne de şaşılacak şey ki yaşarken halkın kendisini bırakmasını teklif ederdi; ölümünden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı.[5] Bu iki kişi hilâfeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. O, hilâfeti, düz ve düzgün olmayan çorak bir yere attı; sözü sertti, insanı yaralardı; onunla buluşup görüşeni incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin sayısı yoktu. Onunla konuşan, arkadaşlık eden, serkeş bir deveye binmişe benzerdi; burnuna geçen yularını çekse burnu yırtılır, yaralanırdı; bıraksa üstündekini helâk olma çukuruna götürür, atardı. ALLAH'ın bekasına andolsun, halk, onun zamanında ne edeceğini şaşırdı; yoldan çıktı; renkten renge boyandı; oradan oraya yeldi-durdu.[6] Uzun bir zaman, çetin mihnetlere düştüm; sabrettim; derken o da yoluna düzüldü; halîfeliği bir topluluğa bıraktı ki ben de bunların biriyim sanıldı.


                      ALLAH'ım, sana sığınırım; ne de danışma topluluğuydu bu. Onlardan benim hakkımda, birincisiyle ne vakit bir şüpheye düşen oldu ki bu çeşit kişilere katıldım ben? Fakat inerlerken onlarla indim; uçarlarken onlarla uçtum; inişte, yokuşta onlarla beraber oldum. İçlerinden biri, hasedinden gerçekten saptı; öbürü, damadı olduğundan ona uydu, benden yüz çevirdi; öbürleri de öyle işler ettiler ki anmak bile çirkin.[7]



                      Derken kavmin üçüncüsü kalktı; hem de bir halde ki iki yanı da yelle dolmuştu; işi gücü, yediğini çıkaracak yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. Onunla beraber babasının oğulları da işe giriştiler; ALLAH malını ilk baharda devenin otları, çayırı-çimeni yiyip sömürmesi gibi yediler, sömürdüler. Sonunda onun da ipi çözüldü; hareketi tezce yaralanıp öldürülmesine sebep oldu, karnının dolgunluğu onu bu hale getirdi; işini tamamladı gitti.[8]


                      Derken, halkın benim etrâfıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni üzen bir şey olmadı; her yıldan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; bir derecede ki kalabalıktan Hasan'la Hüseyn, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandı-lar; bu hengamede elbisem bile yırtılmıştı.[9]

                      Ama işi elimle aldıktan sonra bir bölük, biatten döndü; ahdini bozdu. Öbür bölük ok yaydan fırlar gibi fırladı, inancından vazgeçti; öbürleri de itâatten çıktı; sanki onlar, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh ALLAH'ın "İşte âhiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz ve sonuç, çekinenleridir" buyurduğunu duymamışlardı (Kasas, 83). Evet, andolsun ALLAH'a, elbette duydular da, ezberlediler de; fakat dünya, gözlerine bezenmiş bir şekilde göründü, onun bezentisi hoş geldi onlara.[10]

                      Ama şunu da bilin ki andolsun tohumu yarana, insanı yaratana, bu topluluk, biat için toplanmasaydı, ALLAH'ın, zâlimin doyup zulmetmemesi, mazlûmun aç kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman olmasaydı hilâfet devesinin yularını sırtına atardım; ümmetin sonuncusunu, ilkinin kâsesiyle suvarır giderdim. Siz de anlamışsınızdır ki şu dünyânızın değeri, bir dişi keçinin aksırığından da değersizdir bence.

                      (Demişlerdir ki: hutbelerinde söz, buraya gelince, Irak ili halkından biri kalktı, Hazrete bir kâğıt sundu. Hazret kâğıdı okumaya daldılar. Okuyup bitince İbn-i Abbas, Ey Müminler Emiri dedi, sözüne, bıraktığın yerden başlasan; Emir'ül-Müminin aleyhisselâm buyurdular ki
                      Heyhât ey Abbas oğlu, bu, erkek devenin, esridiği zaman ağzına gelen bir köpüktü; geldi, gene geriye gitti."[11]

                      130
                      Osman, Ebûzer'i (r.a) Rebeze'ye sürdüğü zaman, onu uğurlarken buyurmuşlardır ki:


                      "Ey Ebuzer, sen ALLAH için öfkelendin, bu yüzden onun lütfünü umansın. Toplum, dünyaları için senden korktu; sense dininden dolayı onlardan korktun. Senden korktukları şeyi bırak ellerine; korktuğun şeyi al onlardan. Onlara men ettiğin şeye ne de düşkündür onlar. Seni men ettikleri şeyeyse hiç mi hiç meylin yoktur senin. Pek yakında bilir, anlarsın, kim kâr etmiş, kim daha ziyade hasede düşmüş.

                      Gökler, yerler bir kula kapansa, fakat o kul, noksan sıfatlardan münezzeh olan ALLAH'tan korkuyor, çekiniyorsa ALLAH ona bir kurtuluş, bir halâs oluş yolu açar; kurtarır onu (65, Talaak, 1).

                      Seninle ancak hak eş-dost olur; senden ancak batıl kaçar. Onların dünyasını sevseydin seni severlerdi onlar; onların dünyasından kendine bir pay ayırsaydın emin olurlar, sana aman verirlerdi onlar."[12]

                      ___________
                      Dipnotlar:
                      [FONT=Arial]
                      [1] - Rasûlullah sallALLAHu aleyhi ve âlihi vesellem pazartesi günü öğle üstü dünyaya gözlerini yumdu. Vefatları, hicretin on birinci yılı Saferinin yirmi sekizinci, yahut rabiulv-velinin birinci, yahut da on ikinci günüdür. İlk rivayet, Ehlibeytin rivayetidir.


                      Hazreti Rasul-i Ekrem'i (s.a.a), vasiyeti mucibince Hz. Ali yıkamaya koyuldular. Yıkadıkları yere bir perde gerilmişti. Perdenin iç tarafında Abbas'ın oğlu Fazl ve ashaptan Üsâme su döküyorlar, Hz. Ali'ye yardım ediyorlardı. Ansar, arka taraftan, Yâ Ali, Rasûlullah'a hizmetten bizi mahrûm etme dedi. Bu söz üzerine Ali, Evs b. Havli'yi içeriye aldı. Zühre oğulları da biz Rasûlullah'ın ana tarafından yakınlarıyız dediler. Onlardan da Avf oğlu Abdurrahman içeriye alındı. Abbas'ın diğer oğlu Kusem de Hz. Ali'ye yardım edenlerdendi; Üsame'nin kölesi Sâlih de içerideydi.

                      Hz. Ali, Resûlullah'ı (s.a.a), yıkarken, anam, babam sana fedâ olsun, diriyken de tertemizdin, vefatından sonra da tertemizsin deyip ağlıyordu. Yıkanma işi bitince Hz. Ali (a.s), Rasûlullah'ın (s.a.a), mübarek bedenini kuruladı, göz çukurlarında kalan suyu eğilip içti.

                      Bu sırada Ebubekir, Medîne'nin doğusunda, şehre bir mil mesafede olan ve ansardan Benî'l-Hâris'in oturduğu Sunh denen yerdeydi. Âişe diyor ki: Ömer ve Muğiyra b. Şa'ba, Hz. Rasûl (s.a.a), yıkanmadan, izin alarak hücreye girdiler; mübarek yüzlerine örtülen bezi kaldırdılar. Ömer, bağırarak, Rasûlullah şiddetli bir baygınlığa düşmüş dedi. Sonra hücreden çıktılar. Muğiyra Ömer'e Ömer dedi, ALLAH'a andolsun ki Rasûlullah dünyadan gitmiş. Ömer yalan söyledin dedi, Rasûlullah aslâ ölmedi, sen fitneci bir adamsın, onun için böyle söylüyorsun; Rasûlullah, münâfıkları yok etmedikçe dünyadan gitmeyecek.

                      Bu sözleri de yeter bulmayıp kim Rasûlullah öldü derse onu ölümle tehdide başladı ve Mûsâ Peygamber, nasıl kırk gün halkın gözünden kaybolduysa ve sonra da geldiyse, Rasûlullah da Rabbinin katına gitti; andolsun ki gene dönecek; bu şüpheye düşenlerin, ellerini, ayaklarını kesecek demeye başladı. Bu sırada İbn-i Ümmü Mektûm "MUHAMMED Ancak bir peygamberdir; ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir, O vefât eder, yahut öldürülürse topuklarınızın üstünde gerisin geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, ALLAH'a bir ziyan vermez; fakat ALLAH, kendisine hamd edenlere ihsanda bulunur" âyet-i kerîmesini okudu (3, Âl-i İmran, 144). Hz. Peygamber'-in amcası Hz. Abbas da, ben Abdül-Muttalib oğullarının vefatlarında yüzlerinde beliren alâmetleri Hz. Rasul'ün yüzünde de gördüm, Rasûlullah vefat etmiştir dedi. Fakat Ömer, bir türlü sözünden vazgeçmedi.


                      Sâlim b. Ubeyde, Ebubekir'i çağırmak üzere Sunh'a gitti; bâzılarına göreyse H. Âişe Ebûbekir de, Ömer'e, İbn-i Ümmü Mektûm'un okuduğu âyeti okumuştu; Abbâs'ın beyânâtına, İbn-i Ümmü Mektûm'un bu âyeti okumasına rağmen sözlerinden dönmeyen, tehditlerine devam eden Ömer, Ebubekir'in ihtarı üzerine kendine gelmişti (Siyer-i İbn-i Hişâm'a, c.4, s.331-334, Taberî'ye, 2, s.442, Târih'ul-Hemis'e, 1, 185, Tebakat-u İbn-i Sa'de, c.2, k.54, Müttaki'nin Kenz'ul-Ummâl'ine, 4, 50, 53, Zehebî'ye, 1, s.37, Zeyni Dahlân'ın Hâşiyet'ül-Halebiyye'sine, 3, 389-390, Nihâyet'ül Edeb'e 18, 386, Ahmet b. Hanbel'in Müsned'ine, 6, 219, Ya'kubî'ye, 2, 95, İbn-i Kesir'in El-Bidâyetü ve'n-Nihâye'sine, 5, 243-244, Teysir'ül-Vusûl'e, 2, 41, Ebu'l-Fidâ'ya, 1, 164, Târih-u İbn-i Şahne'ye "El-Kâmil hâşiyesinde", s.112, Bâkılânî'nin Temhid'ine, s.192-193 bakınız).

                      Bu sırada Ebubekir ve Ömer'e Ansârın Benî-Sâide Sakıyfesinde, hilâfet için toplandıkları haberi geldi. Ömer, Ebûbekir'e, gel de dedi, kardeşlerimizin yanlarına varalım; bakalım, ne yapıyorlar. Giderlerken yolda Ebu-Ubeyde'ye rastladılar; onu da alıp beraberce yola düştüler; Ansâr, orada toplanmış, Muhâcirlerin bir kısmı da onlara katılmıştı. Gasil, tekfin ve teçhiz işi, Hz. Ali'ye ve söylediğimiz kişilere kalmıştı (Tabarî, 2, 456, Er-Riyâd'un-Nadıra, El-Bed'u ve't-Târih, 5, 65, İbn-i Hişâm, 4, 336, Mûsned, 4, 104-105, İbn-i Kesîr, 5, 260, Sıfvet'us-Safve, 1, 85, Târih'ul-Hamîs, 1, 189 v.s.).

                      Abbas, Ali'ye, elini uzat, sana biat edeyim de halk da biat etsin dedi. Ebû-Süfyan, H. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefâtında Medine'de değildi. Mekke fethine dek Müslüman olmayan, Mekke fethinden önce Medine'ye gelip Abbas'ın şefâatiyle bağışlanan, fetihten sonra Müellefet'ül-Kulûb'dan sayılan, Tulakaa'dan, yâni azad edilenlerden bulunan bu zat, Medine'ye gelirken yolda, H. Rasûl'ün (s.a.a), vefatını duymuş, yerine Ebûbekir'in seçildiğini öğrenince Ali'yle Abbas'ın ne yaptığını sormuş, evlerine kapanıp oturduklarını öğrenince, andolsun ALLAH'a demişti, sağ kalırsam onların başlarını en yüce mertebeye ulaştıracağım. Kalkan tozu-dumanı kandan başka bir şey yatıştıramaz sözünü de sözlerine eklemiştir.

                      Medine'ye gelince "Ey Hâşimoğulları, hükmetmek hususunda insanların tamahını kökünden sökün; hele Teyim, yahut Adiyy boyunun bu tamaha düşmesine hiç meydan vermeyin; bu işe Eb'ül-Hasan'dan başka hiç kimse lâyık değildir" meâlindeki beyitleri okumaya başladı. Ya'kubî rivayetinde, bu iki beyte iki beyit daha eklenmektedir; Tabarî'de de buna benzer rivayetler vardır. Fakat H. Ali (a.s), Hazreti Rasûl'ün (s.a.a), cenazesini bırakıp Abbâs'ın teklifini kabûl etmediği gibi Ebu-Süfyan'ın bu teklifi, kabile gayretine dayanmaktaydı. Araplarda meşhur bir söz vardır: Ben kardeşime düşman olabilirim; fakat amcamın oğlu aleyhine de ona yardım ederim; ama mücadeleye girişen, yabancı bir soydan olursa kardeşimle, amcamın oğluyla el ele tutuşur, onun aleyhine yürürüm.

                      Bu hüküm gereğince o gün, Ebu-Süfyân'ın Ali'ye taraftarlık gütmesi ve Ebubekir'in aleyhine kalkışması yerindeydi. Hâşimoğullarıyla Ümeyye riyaset için çekişmişlerdi; fakat her iki boy da Abdumenaf soyundandı. Riyasetin bu soydan çıkması tehlikesi, onları birleştirebilirdi. Ebubekir'in mensup olduğu Teyim boyu, en az adama sahip ve Kureyş'in en zebun boyu sayılırdı. Ömer'in mensup olduğu Adiyy boyu da böyleydi. Bu boyların ikisi de Kureyş kabilelerinin en yüce ve büyüğü olan Kusay'dan gelmiyordu. Abdumenaf oğullarıysa Kusay'dan türemişti; bu bakımdandır ki bu boydan olanlar, Ali'nin tarafını tutuyorlardı. Ebu-Süfyân'ın, Hz. Peygamber'in amcası Abbas'la ayni iddiaya kalkışması, ancak kabile taassubu yüzündendi; başka bir düşünceyle değildi. Bu düşüncelere kapılmayan tek kişi Ali idi; bundan dolayı da, zâhiren onlara üst olamadı.


                      Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefâtından sonra ansârın Sakife'de, Şa'd b. Abâde'ye taraftarlığı da kabile gayretinden doğmuştu; nitekim ansârın, Evs boyunun Ebubekir'e biat etmesi de, Sa'd'in, Evs boyuna karşı olan Hazreç boyundan olmasındandı. İslâm'ın kaldırdığı soy-boy gayreti, cahiliye devrinde Evs'le Hazreç boyları arasındaki savaş ve münasebetin hatırası, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), muhteceb olma-sıyla birden alevlenmişti. Ali'nin fikriyse böyle şâibelerden arınmıştı; o, riyâseti, Kur'ân'ın hükmünü, dînin emirlerini yerine getirmek için istiyordu. O, Selman, Ebû-Zerr ve Ammâr (r.a) gibi soy-boy gayretinden arınmış kişilere dayanıyor, Ebu-Süfyan gibi dünya ve soy-boy taassubu güdenleriyse yanından uzaklaştırıyordu. Bir yandan soy-boy taassubu güden, bir yandan da Müslümanlıkta fitne ve fesat çıkarmayı dileyen Ebu-Süfyan, Ali'ye, ne diye bu işi, kureyş kabilesinin en küçük ve ehemmiyetsiz boyuna teslîm ediyorsun? Müsâade edersen, Medine'yi atlılarla, yayalarla doldururum demişti. Fakat Ali, böyle bir şeye âlet olacak yaratılışta değildi. Ebu-Süfyan'a yüz vermeyince Ebu-Süfyan, hilâfeti alanların da kendisinden kuşkulandıklarını anlamıştı. Ömer, Ebube-kir'e gitti; bu adamcağız geldi dedi; şerrinden emin olunmaz bunun. Rasulullah da onu hoş tutmuştu. Sadakadan, beytülmaldan ona bir şeyler vermek gerek. Ebubekir, Ömer'in sözünü tuttu; onu razı etti; o da Ebubekir'e biat etmekten çekinmedi (El-İkd'ül-Ferid, 3, 113 İbn-i Ebi'l-Hadid'in Nehc'ül-Belâga Şerhi, 2, 212; Mu'te gazvesinin şerhi; El-İkd'ûl-Frid, 3, 62). Tabarî'nin rivayetine göreyse Ebu-Süfyan, Suriye'ye gönderilen orduya, oğlu Yezid'in kumandan tayin edildiğini haber alıncaya dek Ebubekir'e biat etmemişti(11, 449).

                      Pazartesi günü öğleyin vefât eden H. Resul-i Ekrem (s.a.a), çarşamba gecesi defnedildi. Hz. Ali, kabirlerine indirdi; Abbas'ın oğulları, Hz. Peygamber'in kölesi Şukran ve bir rivayette Üsâme de yardım etmişlerdi (Kenz'ül-Ummâl, 3, 140, 4, 54 ve 60, El-Ikd'ül-Ferid, 3, 61, Zehebî, 1, 324, 326; İbn-i Hişan, 4, 342, Tabarî, 2, 452, 455 İbn-i Kesîr, 4, 270, Müsned, 6, 62, 242, 274, Tabakaat, 2, k.2, 78).

                      [2] - Hutbenin baş tarafında geçen "filân"dan maksat birinci halife Ebubekir'dir.

                      [3] - Buradaki falan"da ikinci halife Ömer'dir.

                      [4] - A'şâ, Ebu-Basir Meymûn b. Kays'tır. Cahiliyye şâir-lerinden olan, sesi de gayet güzel bulunan bu zat, İmri'ül-Kays ve Nâbıga gibi ünlü şâirlerden sayılmıştır. Vakt-i Saâdete erişmiş, Hz. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) methiyeler yazmış; onları, huzurunda okumaya giderken Ebu-Süyfan mâni' olmuş, avdetinde, Menfuha denen yerde deveden düşüp ölmüştür. Heyyan, boyunun ulusu olan bir zattı; İran şâhıyla dostluğu vardı, A'şâ ile de dosttu; sohbet arkadaşıydı. Bâzı sebeplerle ondan uzaklaşmıştı; o münasebetle söylediği kasîdede bu beyit geçer.

                      Emir'ül-Mümi'nin (a.s), bu beyti inşad ederek Hazreti Rasûl-i Ekrem (s.a.a) zamanındaki haliyle ondan sonraki haline işaret buyurmaktadır.

                      [5] - Ebubekir'in biatten sonra "Bırakın beni, ben sizin en hayırlınız değilim" dediği rivayet edilmiştir. Bu sözü, "Sizin en hayırlınız olmadığım halde beni, başınıza getirdiniz; siz beni veliyy-i emr ettiniz" tarzında söylediği de rivayetler arasında-dır (MUHAMMED Abduh Şerhi, s.32, 3. not). Hz. Emir'i, Ebubekir'e götürdükleri zaman, Ömer, biat etmedikçe senden el çekmeyiz deyince Ömer'e, "İyi sağ bu sütü, yarısı senin olacak; bugün onun faydası için düzüp koştuğun bir iş yarın sana dönecek" dediği rivayet edilmiştir.

                      [6] - Ömer'in, zâtı içtihatlarına işarettir. Meselâ, 9. sûrenin (Tevbe) 60. âyet-i kerîmesinde zekâtın, yoksullara, hiçbir varlığı olmayanlara, zekât toplayan memurlara, müellefet'ül-kulûb'a (gönülleri Müslümanlığa malla, servetle ısındırılmak istenenlere), kölelere, tutsaklara, borçlulara, yolda kalmışlara, ALLAH yolunda savaşanlara verilmesi buyrulmuşken, Ebubekir'in zamanında Ömer, artık müellefet'ül-kulûba vermeye lüzum kalmadı demiş, onlara zekât verdirmemişti. 8. sûrenin (Enfâl) 41. âyet-i kerimesinde ganimetin beşte biri ALLAH yolunda sarfedilecek, Peygamber'e ve yakınlarına, yetimlerine, hiçbir şeyi olmayanlarına ve bu yolda savaşanlarına verilecekken bu payı kaldırmış, Mâlik b. Nüveyre'yi, Müslüman olduğu halde öldürten ve şer'i süresini beklemeden zevcesini alan Halid b. Velid'i, evvelce onun şiddetle aleyhinde bulunduğu halde, kendi zamanında bağışlamış, hac töreninden umreyi, törenden nisâ tavafını kaldırmış, Müslim'in rivâyetine göre kendi zamanında bile yapıla gelen muvakkat nikâhı yasak etmişti.

                      Ezandan, "Hayye alâ hayr'il-amel-haydin en hayırlı işe" sözünü, halk ibâdete koyulur da savaşı boşlar diye okutmamış, bir kerede üç talak vermeyi, kadın boşamaktan halkı çekindirmek için câiz görmüş, sünnet ve nâfile namazlarda cemâat olmadığı halde terâvih namazını cemaatla kıldırmış, su bulunmadığı vakit teyemmümle namaz kılınmamasını emretmiş, miras ve iddet meselelerinde içtihatlarda bulunmuştu. Daha bu çeşit birçok içtihatları olmuş, sabah ezanına "namaz uykudan hayırlıdır" sözünü katmıştı (Ali kuşçı'nın "Şerh-u Tecrid"inde, "imâmet" bahsinîn sonlarında; "En-Nass-u ve'l-İçtihâd"a da bakınız, 1383-1943, s. 199-220). Mâlik'in "El-Muvatta"ı ve Zerkaanî'nin Şerhi, cüz' 1, s.25.Abdül-Huseyn Ahmed'il-Emini'nin "El-Gadir-u fi'l-Kitâbı ve's-Sünneti ve'l-Edeb"inin 7. cüz'üne de bakınız; 2. basım, Tehran-1372, s.63-64).


                      [7] - Ömer yaralanınca vefat edeceğini anlayıp yanında-kilere Ebu-Ubeyde sağ olsaydı onu halife yapardım; Huzeyfe'nin kölesi Sâlim sağ olsaydı bu işi ona verirdim demiş, sonra yedi kişinin adını söylemiş, bunlardan Sâid b. Zeyd'i kendi soyundan olması dolayısıyla öbürlerine katmamış, Sa'd b. Ebi-Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr, Osman ve Ali'den meydana gelen bir şûrâ kurulma-sını, şûrâya Abdurrahman'ın riyâset etmesini söylemişti. Ancak bunlardan Sa'd'i serttir, Abdurrahman b. Avf'ı, bu ümmetin Karûn'udur diye yerdi. Talha'nın kibirli, Zübeyr'in nekes olduğunu, Osman'ın boyunu sevdiğini, Ali'nin de halifeliğe haris bulunduğunu söyledi.

                      Sonra Suheyb'e, üç gün halka namaz kıldırmasını emretti. Ebu-Talha'yı, elli kişiyle, şûrâ erkânının topladığı evi kuşatmaya memur edip bunların beşi birleşir, birisi ayrılırsa onun öldürülmesini, üçü birini üçü de başka birini tutarsa Abdurrahman'ın bulunduğu tarafın kabûl edilmesini söyledi. Abdurrahman kendisini ve Sa'd'i bu işten ayırdı. Sa'd ise ona; Osman sana biat ederse üçüncü biat eden ben olurum; fakat Osman'ı tayin edersen Ali tarafını tutarım dedi. Nihayet Abdurrahman, Ali'ye, Ebubekir ve Ömer'in yolunu tutup tutmayacağını sordu. Ali, ben ALLAH'ın kitabı, Peygamber'in sünneti üzere ve kendi içtihadımla hareket ederim cevabını verdi. Aynı suali üç kere Osman'a sordu; Osman her üçüne de müspet cevap verince ona biat etti. Bir de şu var:


                      Şûrâda riyaset eden Abdurrahman'ın zevcesi ana tarafından Osman'ın kız kardeşiydi. Sa'd b. Ebi-Vakkas, Abdurrahman'ın amca oğullarındandı, ikisi de Zühre oğulları boyundandı; ayrıca Hazreti Emir'le de arası açıktı. Sa'd'in anası, Süfyan b. Ümeyye b. Abdüşşem'in kızıydı; Ali, bu boydan bir çoğunu savaşlarda öldürmüştü. Talha Teyim boyundandı; bu boyun Hâşim oğullarıyla arası açıktı. Nitekim sonradan, Osman'ın kanını almak bahanesiyle isyanı da, gizlediği fikri açığa vurdu. Zübeyr, Ebubekir'in hilâfetinden beri Ali'ye taraftar görünmekteydi, fakat halifeliğe özendiği sonraki isyanıyla meydana çıktı.

                      Şûrâdan sonra Mikdâd b. Esved'in, Abdurrahman'a, "andolsun ALLAH'a ki Ali'yi terk ettin ama o, hak üzere hüküm veren ve gerçek olarak adalete riayet edenlerdendi" demiş, "Kureyş'e bakıyorum, en doğru söyleyen, en gerçek olarak hükmeden kişiyi bırakıyor" sözlerini de sözüne eklemişti. Abdurrahman, korkuyorum fitneye kapılmandan, ALLAH'tan çekin sözüyle Mikdâd'a cevap vermişti. Sonra Osman'ın zamanındaki ayaklanma sırasında Abdurrahman'a, bu, ellerinle hazırladığın şey demiş, o da, ben böyle sanmıyordum, fakat ALLAH'a and olsun, onunla konuşmayacağım artık demiş, sözünü de tutmuş, ölüm hastalığında kendisini dolaşmaya gelen Osman'dan yüzünü duvara çevirmiş, ona bir söz bile söylememişti (MUHAMMED Abduh Şerhi, s.34-35, 1. not).

                      [8] - Osman, Abdüşşems oğlu Ümeyye oğlu Ebi'l-Âs'ın oğlu Affan'ın oğludur. Yetmiş beş, yetmiş altı, diğer rivayette seksen, yahut seksen sekiz yıl yaşamış, hicretin yirmi dördüncü yılında halifelik makamına gelmiş, on iki yıldan on iki, yahut sekiz gün eksik bir müddet hilafet makamında kalmış, hicretin otuz beşinci yılı zilhiccesinin on sekizinci günü öldürülmüştü. Hazreti Rasûl'ün (s.a.a), Rukayye, sonra da Ümmü Külsûm adlı iki kızını aldığından Zü'n-Nûreyn, yâni iki nur sâhibi diye anılmıştır. Kavmin üçüncüsünden maksatları Osman'dır.

                      Osman, ana tarafından kardeşi Velîd b. Ukbe'yi Kûfe'ye tayin etmiş, beytülmâli, sıla-i rahimde bulunuyorum diye Ümeyye oğullarına pay etmiş, Hazreti Rasûl'ün (s.a.a) Medîne'den sürdüğü Hakem'i ve oğlu Mervan'ı Medine'ye getirtmiş, kızını Mervan'a vermiş beytülmâlden ona yüz bin dirhem verdiğinden başka Fedek'i de demlik etmiş, Hakem'e yüz bin, Abdullah b. Hâlid b. Üseyyid'e dört yüz bin dirhem ihsanda bulunmuş, diğer kızını Hâris b. Hakem'e verip ona da beytülmâlden yüz bin dirhem bağışlamıştır. Ebu-Süfyân'a iki yüz bin dirhem vermiş, Medine yaylaklarını Ümeyye oğullarının hayvanlarına tahsîs edip Trablus'tan Tanca'ya dek bütün Afrika gelirini Abdullah b. Sa'd b. Ebi-Serh'a bağışla-mıştır.

                      Bütün bunlar, Velid b. Ukbe'nin, Kûfe'de beytülmâli istediği gibi harcaması, şarap içtiği sabit olduğu halde kendisine had vurulmaması, Abdullah b. Mes'ud'un, Ammâr'ın dövülmesi, bunlarla beraber Ebû-Zer'in ve diğer birçok sahâbinin sürülmesi, ehliyle buluşana, kendisinden inzâl olmadıkça gusûl icâb etmediği hakkındaki fetvâsı, 46. sûrenin (Ahkaaf) 15. âyetinde haml müddetiyle çocuğun sütten kesilmesinin otuz ay, 2. sûrenin (Bakara) 233. âyetinde süt verme müddetinin tamamının iki yıl olduğu bildirilmesine göre haml müddetinin en azının altı ay olduğu anlaşıldığı halde evlendikten altı ay sonra çocuk doğuran bir kadını recmettirmesi, bayram namazını dört rek'at kıldırması, seferde namazları kasretmemesi, umreyi men etmesi, bayram hutbelerinin namazdan önce okunması gibi şeyler de ashabın, Osman aleyhine dönmesine sebep oldu. Başta Âişe, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr olmak üzere bir çok kimseler, şiddetle aleyhinde bulunmaya başladılar. Sonunda isyan başladı ve Osman öldürüldü (Osman'ın icrââtı ve içtihatları için Şeyh Zebihullâh'ı Mahallâti'nin, ana kaynaklara dayanarak meydana getirdiği "Keşf'ül-bunyân der zindegânî-î Cenâb-ı Osmân b. Affân" adlı kitabına bakınız, Tehran 1382, 430 sahife).


                      [9] - Osman'ın öldürülmesinden sonra kendilerine biat etmek hususunda halkın tehaccümünü anlatıyorlar. (9) Biatten dönenler anlamında "Nâkisin" denmiştir. Bu sözde, 48. sûrenin (Feth), "Şüphe yok ki seninle biatleşenler, ancak ALLAH'la biatleşmişlerdir; ALLAH'ın (kudret) eli, onların ellerinin üstündedir; artık kim dönerse zararı kendi nefsinedir ve kim ALLAH'la ahitleştiği şeyde durursa ona, yakında büyük bir ecir vardır" meâlindeki 10. âyetine işaret vardır. "Ok yaydan fırlar gibi fırlayanlar" "Mârıkun" diye anılırlar; bunlara ait 4. bölüm olan "İçtimâî-İktisadi hutbeleri"nde, 26. hutbenin şerhindeki 11. notta gereken izâhât verilmiştir. "İtâatten çıkanlar", "Kaasitûn" diye anılmıştır.

                      Kur'ân-ı Mecid'-in 72. sûresinin (Cinn), "Ve gerçekten de bizden, Müslüman olanlar da var, doğruluk yoluna itâatten sapıp zulmedenler de; artık kimler Müslüman olurlarsa onlardır doğruluk yolunu arayıp bulanlar. Fakat gerçekten sapıp zulmedenlere gelince,onlar da cehenneme odun olurlar" meâlindeki 14-15. âyet-i kerimelerinde "İtâatten çıkanlar, sapıp zulmedenler", "Kaasitûn" diye anılmışlardır. "Müstedrek'üs-Sahihayn"de, Ömer'in zamanında, Ebû-Eyyüb'ül Ansâri'nin (r.a), Rasûlullah (s.a.a) Ali b. Ebû-Tâlib'e Nâkisin Kaasitûn ve Mârikin ile savaşmasını buyurdu" dediği rivâyet edilmiştir. Buna dair "Müstedrek"te, "Tarihu Bağdad"-da, "Üsd'ül Gaabe"de, Suyûti'nin "Dürr'ül-Mensûr'unda, Kenz'ül-Ummâl'de Mecma'uz-Zevâid'de, bundan başka daha on sekiz hadis vardır. "Kaasıtûn" Muâviye ve ona uyanlardır (Fedâil'ül-Hamse, 2, s.358-363).

                      Bu bahse son verirken şunu da söylememiz gerekir:
                      Emir'ül-Müminin Ali (a.s), hilâfeti kendi hakkı olarak görü-yordu; fakat bu görüş Hz. Peygamber'in (s.a.a), tebliğine dayanıyordu; Peygamber'in tebliğiyse vahye istinâd etmekteydi; çünkü o, kendi dileğine göre söz söylemezdi (53, Necm, 3-4). Rasûlullah (s.a.a) Ali'ye (a.s) kendilerine, Mûsâ'ya Hârun ne menziledeyse o menzilede olduğunu bildirmişler, ancak kendilerinden sonra peygamber gelmeyeceğini beyan buyurmuşlardı; onu kendilerine kardeş edinmişlerdi; zürriyetinin ondan geleceğini bildirmişlerdi; daha ilk tebliğlerinde onu kendilerinin veziri olarak tanıtmışlardı, halifemdir demişlerdi; kendileriyle aynı yaratılışta olduklarını, kendilerinden sonra her inananın velisi bulunduklarını söylemişlerdi; ona sövenin, kendilerine sövmüş olacağını bildirerek ileride olacakları anlatmışlardı; bütün bunlara ilâveten, Veda haccından avdet ederlerken, 5. sûre-i celilenin (Mâide) 67. âyet-i kerimesine ittibaen Cuhfe denen yerdeki Gadiru Humm'da ashabı toplayıp 33. sûrenin (Ahzâb) 6. âyet-i kerîmesini hatırlatarak, Müminler üzerindeki mutlak vilâyetini tasdik ettirdikten sonra Ali'yi Müminlere veliyy-i emr tayin buyurmuşlardı ve ashab, onu kutlamış, ona biat etmişti (Bütün medrekleriyle bu hadisler için "Fedâil'ül-Hamse'ye 1, s.299-406, merhum Âyetullah Abdül-Huseyn Şerefüddin'in "El Murâcaât"ına, Necef 1383, s.202-222, Âyetullah Ahmed Emini'nin "El-Gadir" adlı muhalled kitabına ve "Hz. MUHAMMED ve İslâm" adlı eserimize bk. (Milliyet kültür kulübü yayınları, İst. 1969 s.168-174).

                      Bu hutbenin Şerif Radi tarafından uydurulduğunu söyle-yenlerde olmuştur. Ancak, Seyyid Radi, hicri 359 da (969-970) doğmuş, 406 Muharreminde (1015) Bağdad'da ebediyete intikal etmiştir. Halbuki ondan 176 yıl önce vefât eden Hafız Yahyâ b. Abdülhamid-i Himmânî, 246 da (860) vefat eden Ebu Câ'fer Ahmed b. Mehmed'ül-Barkî, 303'te vefât eden (915) Ebu-Aliyy'ül-Cubbâî, 312 de vefât eden (924) Ebü'l-Hasan Ali b. Furât, 317 de vefât eden (929) Ebü'l-Kaasım'ül-Belhî, 332 de vefât eden (943) Ebû-Ahmed Abdül'aziz'ül-Celûdiyy'il-Bışrî, 360 da vefât eden (970) Hâfız Süeyman b. Almed'üt-Taberânî, 381 de vefât eden (991) Ebû-Ca'fer İbn-i Bâbıveyh'il Kummî, 382 de vefât eden (992) Ebû-Ahmed Hasan b. Abdullâ'il-Askerî, 412 de vefât eden (1021) Ebû-Abdullah Mufid, 415'te vefat eden (1024) Kaadi Abdülcebbâr'ül-Mu'tezili, çeşitli yollarla kitaplarında bu hutbeyi anmışlar, yazmışlar, kendisinden sonra da "Lisân'ül-Arab" sahibi Ebü'l-Fadl Cemalüddin (711 H. 1311) ve Kaamûs sâhibi Firûzâbadi'ye kadar (816-817 H. 1413-1414) on beş bilgin bu hutbeden bahsetmiştir (El-Gadîr, 7, ikinci basım, s.82-85). Kaldı ki söz, üslûptan anlaşılır ve hutbenin uslûbu tamamıyla Emir'ül-Müminin'in (a.s) üslûbudur.

                      [10] - 3, 14.

                      [11] - İbn-i Abbas, VALLAHi demiştir, bu sözün yarım kalma-sına eseflendiğim gibi hiçbir söze eseflenmedim; Emir'ül-Müminin (a.s) ne olurdu, dilediği gibi söyleseydi.

                      [12] - Ebu-Zerri Gıfâri'nin ismi Cündeb b. Cunâde'dir. İslâm'dan önce ALLAH'ın birliğine inanmıştı; kendince namaz kılar, ALLAH'a kullukta bulunurdu. H. Peygamber (s.a.a), İslâm'ı tebliğe başlayınca Ebû-Zerr, Medine'ye gelmiş, Müslüman olmuştu. Dördüncü olarak Müslüman olandır. H. Peygamber (s.a.a) boyuna gitmesini; İslâm kuvvetlenince gelmesini buyurmuş, emre uyan Ebû-Zerr, hicreti duyunca Medine'ye gelmiştir. Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), "ALLAH bana dört kişiyi sevmemi emretti ve bana onları sevdiğini bildirdi; Ali onlardandır, öbürleri de Ebu-Zerr, Mikdâd ve Selman'dır" buyurmuşlar (Câmi', 1, s.57), gök yüzünde de, yeryüzünde de Ebû-Zerr'den daha doğru sözlü kimse bulunmadığını bildirmişlerdi (aynı, 2, s.121). Rasûlullah (s.a.a), onu, zâhitliğinde Meryem oğlu İsâ Peygamber'e (a.s), benzetmişler, yalnız olarak gideceğini, yalnız olarak vefât edeceğini, tek başına ba'sedileceğini, cennetin üç kişiyi, Ali'yi, Ammâr'ı ve Ebû-Zerr'i özlediğini beyan buyurmuşlardır. Hz. Ali (a.s), "Yeryüzünde yedi kişi vardır ki halk, onların yüzünden rızıklanır, onların yüzünden yağmur yağar; Selmân-ı Fârsî, Ammâr, Mikdad, Ebû-Zerr ve Huzeyfe onlardandır" demişlerdir.

                      Osman, Ebu-Zerr'i kendisini kınaması yüzünden dövdür-dükten sonra, dâimî gözaltında bulundurabilmek için Muâviye'nin vali bulunduğu Şam'a göndermişti. Ebû-Zerr, Şam'da Muaviye'nin bir Kisrâ gibi yaşamasını kınamış, 9. sûrenin (Tövbe), "Ey insanlar, o bilginlerin, o rahiplerin çoğu, boş sebeplerle insanların mallarını yerler ve ALLAH yolundan men ederler halkı; altını, gümüşü biriktirip de ALLAH yolunda harcamayanları elemli bir azapla müjdele. O gün, cehennem, o altını, o gümüşü alevleyecek ve on-lar, cehennem ateşinde kızdırılacak, alınlarına, yanlarına, sırtlarına bastırılacak, onlarla dağlanacaklar ve işte bun-lardır kendiniz için biriktirdikleriniz denecek, tadın biriktirdiklerinizin azâbını" meâlindeki 34-35. âyetlerini okumaya başlamıştır. Muâviye, Ebû-Zerr'in Şam'da, Mısır ve Irak'ta kalmasının doğru olmadığını bildirdi.

                      Osman, Muâviye'ye, mektubumu alır almaz Ebû-Zerr'i, sert bir deveye bindirip, sert bir adamla Medine'ye gönder; onu getiren, devesini gece-gündüz sürsün. Ebu-Zerr, her şeyi unutup kendi derdine düşsün; yolda hiçbir yerde konaklatmasın onu meâlinde bir mektup gönderdi. Ebû-Zerr'in baldırları çürümüştü. Medine'ye varıp Osman'ın yanına gidince Osman ona pek sert davrandı; onu yalancılıkla töhmetledi; Hz. Ali'ye de kötü sözler söyledi. Sonunda, Medine'den çıkıp Rebeze'ye gitmesini söyledi ve onu hiçbir kimsenin uğurlamamasını emretti. Hz. Ali, Akıyl, Abbas oğlu Abdullah, İmam Hasan ve İmam Huseyn'le Ammâr, Ebû-Zerr'i uğurladılar. Hz. Ali (a.s), Ebû-Zerr'i uğurlarken bu sözleri buyurdu. Akıyl, Ne diyeyim ey Eb-û-Zerr dedi, sen de bilirsin ki biz seni severiz, sen de bizi seversin. ALLAH'tan çekin, çünkü çekinmek, kurtuluştur; sabret, sabır büyüklüktür meâlinde sözler söyledi. İmam Hasan, Amca dedi, bu toplumdan başına neler geldi, gördün; dünyayı bırak, ondan sonrasını um; Peygamberine, O, senden razı olduğu halde kavuş dedi. İmâm Huseyn ve Ammâr da bu meâlde sözler söylediler. Ebû-Zerr, Ey Ehlibeyt-i Rahmet dedi, ALLAH rahmet etsin size; sizi görünce Rasûlullah'ı anmadayım, onu hatırlamadayım; Medine'de sizden başka eşim-dostum yok.

                      Şam'da Muâviye'ye nasıl ağır geldimse Hicaz'da da Osman'a ağır geldim. Mısır ve Basra'da yerleşmemi de istemedi. Beni öyle bir yere yolluyor ki orada bana yardımcı olacak, benden kötülüğü giderecek, ALLAH'tan başka kimsem yok; ben de vALLAHi ALLAH'tan başka bir enis istemiyorum; ALLAH benimle oldukça da hiçbir şeyden korkum yok buyurdu. Mervan, uğurlayanlara, halifenin buyruğunu tutmadıkları için söylendi; Hz. Ali şiddetle onu susturdu. Sonra Osman da Hz. Ali'ye ileri-geri laflar söyledi. Ebû-Zerr, hicretin otuz ikinci yılında Rebeze'de vefat etti. Namazını Abdullah b. Mes'ud kıldı. Ebû-Zerr, Hz. Peygamber'in (s.a.a), vefatlarından sonra Ali'ye mütâbaattan hiç ayrılmayan Selmân, Mikdâd ve Ammâr'ın dördüncüsüdür ve bunlara "Erkân-ı Erbaa" denir (Tenkih'ul-Makaal, 1, s. 234-236, Bihâr'ul-Envâr, 8, s.29-386, Keşf'ül-Bünyân, s.167-192, Molla Sâlihi Kazvini'nin Şerhi, 1, s. 459-461).
                      "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                      Yorum


                        #56
                        Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

                        [b]Kendi Zamanları

                        Hilâfetleri, Cemel savaşı ve Cemel'den sonra Osman'dan sonra kendilerine biat edilmek istenildiği zaman buyurdular ki:

                        "Beni bırakın da benden başkasını arayın, bulun; çünkü bir işe yönelmişiz ki türlü-türlü yönü var; çeşit-çeşit rengi var. Gönüller bu işte bir kararda duramaz; akıllar bu işi yüklenip dayanamaz. Tanyerini boydan boya, dolaylı kara bulut kaplamış; apaydın yol görünmez olmuş.
                        Bilin ki istediğinizi kabûl edersem, daha iyi bildiğime uyar giderim ben,[1] ne söyleyenin sözüne aldırış ederim, ne ayıplayanın sözüne kulak asarım. Ama beni bırakırsanız, sizin biriniz gibi olurum da umarım ki işinize kimi getirir, kendinize kimi buyruk sahibi yaparsanız, buyruğu sizden daha fazla dinlerim, emrine sizden fazla uyarım. Benim size vezîr olmam, sizin için, emir olmamdan daha hayırlıdır."[2]

                        Ömer, Ebubekir'e biat bir ayak, bir oldu-bittiydi ALLAH Müslümanları korudu, bir daha öyle bir şeyi yapanı öldürün demişti; Emir (a.s), bunu hatırlatarak buyurdular ki:

                        "Bana biatiniz, bir ayak sürçmesi, bir oldu-bitti değildir.[3] Benim işimle sizin işiniz bir olamaz. Ben sizin itâatinizi ALLAH için istemekteyim; sizse benim size uymamı, nefisleriniz için istemektesiniz. Ey insanlar, nefislerinizin rağmine bana itâat edin, bu itâatle bana yardımda bulunun da ALLAH yolunda mazlûmun hakkını zâlimden alayım; devenin burnuna takılan halka gibi zâlimin burnuna halka takayım, ona gem vurayım da istemese bile zorla gerçek olarak su içilecek yere çekeyim onu."


                        Hilâfetlerinin İlk Zamanlarındaki Bir Hutbeleri:

                        "Haberiniz olsun ki ben sözümün eriyim; söylediğim sözü yerine getiririm. Önümüzdeki belâlardan ibret alan kişiyi, sakınmak, çekinmek, şüpheli şeylere uğramaktan alıkoyar. Bilin ki belânız gene döndü dolaştı; gelip çattı. Tıpkı ALLAH'ın, Peygamber'ini gönderdiği gün gibi; ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna. O'nu gerçek olarak gönderene andolsun ki sınanma kalburunda alt-üst olacaksınız; kaynayan kazandaki yemek gibi kepçeyle ayrılacaksınız; birbirinizden kopacaksınız; sonunda en aşağınız, en yüce makama ağacak; en yüceniz, en aşağıya alçalacak. Herkesi geçenler, ileri gidenler, geri kalacaklar; geri kalmışlar ilerleyecekler, öne geçecekler.
                        Andolsun ALLAH'a ki hiçbir sözü gizlemedim; hiçbir vakit yalan söylemedim; gerçekten de bu duraktan haber verilmişti bana; bugünü biliyordum ben. Bilin ki hatâlar, suçlar, serkeş, azgın atlara benzerler; o hatâları, o suçları işleyenlerdir, onlara binenler. Gemlerinden boşanırlar, üstlerindekilerle ateşe atılırlar.
                        Bilin ki şüpheli şeylerden çekinmek, sâhiplerine râm olan develere benzer, çekinenler de onlara binenlere; binenlerin ellerindedir yularları, onları cennete götürür giderler.
                        Hak var, batıl var; ikisinin de ehli var. Batıl çoğalırsa şaşılmaz; eskiden de vardı; işlenir giderdi. Hak azalsa bile çoğalması umulur, fakat zayıflarsa kuvvetlenmesi zor olur."

                        (Gene bu Hutbeden: )

                        "Cennetle Cehennem önünde olan kişi bir iştir eder, oyalanır gider, bir kısım halk tez olur, çalışır çabalar, kurtulur. Bir kısmı ağır davranır, yavaş gider, kurtulmayı umar, ister. Bir kısmıysa suçlara üşer, baş aşağı ateşe düşer. Sağ ve sol, azgınlık yollardır, ana cadde ortadan giden yoldur. O yoldadır elimizde bulunan Kitap, o yoldadır Peygamberlik eserleri.[4] O yol, sünnetle varır giderir; yol, hayırlı bir sonuca erer.
                        Dâvâya girişen helâk olur; iftirâ eden mahrum kalır. Hakka yüz tutan, bilgisizler katında ölür gider. Kendi kaderini, derecesini bilmemek, bilgisizlik olarak adama yeter. Çekinme yüzünden hiçbir soyun-boyun kökü kurumaz; oraya ekin eken toplumun ekini susuz kalmaz.
                        Evlerinize kapanın; aranızı uzlaştırın; tövbe gibi nimet var önünüzde. Hamdeden, ancak Rabbine hamdeder; kına-yansa ancak kendisini kınar."

                        Hilâfetlerinin İlk Zamanlarındaki Hutbelerinden

                        "Gerçekten de ALLAH doğru yolu gösteren kitabı indirdi; onda hayrı, şerri bildirdi. Hayır yolunu tutun, hidâyete erin; şer yönünden sapın, orta yoldan gidin.

                        Farzları yerine getirin; onları edâ edin ki, o yüzden ALLAH sizi cennete sevk etsin. ALLAH harâmı harâm etti; bilinmez değil bunlar. Helâli helâl etti, kınanmaz onlar. Müslüman'ın hürmetini bütün hürmetlerden üstün etti; Müslümanların haklarını, yerli yerinde, ihlâs ve tevhid ile kuvvetlendirdi. Müslümanların haklarını, yerli yerinde, ihlâs ve tevhid ile kuvvetlendirdi. Müslüman, o kişidir ki Müslümanlar, onun dilinden, elinden esenlikte olsunlar, meğer ki bir hak dolayısıyla ona cezâ gereksin. Vâcip bir şey olmadıkça Müslüman'ı incitmek helâl değildir.[5]

                        Herkese gelip çatacak ve birer birer hepinize gelecek olan şeye hazırlanın ki o da ölümdür. İnsanlar, ölüm önünüzdedir, kıyametse ardınızda sizi âhirete doğru sürüp durmadadır. Tez olun da kervana erişin; çünkü önce gideniniz, sonda kalanı beklemektedir.

                        Kulları, şeherleri hususunda ALLAH'tan çekinin; çünkü yerlerden ve hayvanlardan bile sorumlusunuz: ALLAH'a itâat edin, ona isyan etmeyin; hayrı gördünüz mü onu kabûl edin, şerri gördünüz mü yüz çevirin ondan."[6]

                        Kendilerine muhâlefette bulunanlar hakkında buyurdular ki:

                        "İşlerini başarmak için Şeytana başvurdular; onunla iş başardılar. Şeytan da ortak edindi kendisine onları; Şeytanla şerîk oldular. Gönüllerine kurulup oturdu Şeytan; yumurtasını koydu, civciv çıkardı; kucaklarında yetiştirdi, besledi, büyüttü yavrularını; onların gözleriyle baktı, gördü; dilleriyle söyledi, dedi. Onları sürçtürdü, kaydırdı; kötülüklerini bezedi, güzel gösterdi onlara, onları kötülüklere sevk etti, uydurdu. Şeytanın hükmü altına girenin, onunla şerîk olanın işidir bu; batıl sözü onun diliyle söyler Şeytan."

                        Talha ve Zübeyr, biatten sonra kendileriyle meşverette bulunmadığını, yardımlarını dilemediğini söyledikleri zaman buyurmuşlardır ki:

                        "Azı hoş görmediniz, çoğu elde etmediniz. Söyleyin bana, hangi şey hakkınızdı onu size vermedim, yahut hangi şeyi size vermedim de kendime alıkoydum? Yahut hangi hak için Müslümanlardan biri bana baş vurdu da onu yerine getirmekten âciz kaldım; bilmedim; yahut da yanlış bir hüküm verdim?

                        Andolsun ALLAH'a ki halifeliğe rağbetim yoktu; buyruk yürütmeye ihtiyâcım yoktu; siz beni bu işe çağırdınız; siz onu bana yüklediniz. Bu iş bana verilince de ALLAH'ın Kitâbına uydum, bize ne emretmişse onu hükmettim; ona tâbi' oldum; Peygamberin bize sünnet olarak bıraktığına iktidâ ettim. Bu hususta ne sizin reyinize kapıldım, ne başkalarının dileklerine. Bir hükümde bilgisizliğe düşmedim; böyle bir şey olsaydı sizden de yüz çevirmezdim, başkala-rından da.

                        Herkese eşit verişime, kimseyi kimseden üstün saymayışıma gelince; Bu, kendi reyimle, kendi hükmümle yaptığım bir iş, kendi dileğime uyup verdiğim bir hüküm değil ki. Ben de, siz de, ALLAH'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Rasûlullah'ın verdiği hükme uyuyoruz; Rasûlullah'ın verdiği bir hükümdür, şerîatın hükmüdür ki artık tamamlanmıştır; değişmesi mümkün değil. ALLAH'ın verdiği hükümde de size ihtiyacım olamaz. Bu hususta vALLAHi ne benim, ne de sizin bir takdiriniz olabilir; ALLAH'ın emrine karşı sizin hatırınızı ele almaya kalkışamam; buna ne benim gücüm yeter, ne de siz razı olursunuz. ALLAH bizim de gönüllerimizi gerçeğe razı etsin, sizin de gönüllerinizi; bize de sabır ilhâm etsin, siz de."

                        (Sonra buyurdular ki):

                        "ALLAH rahmet etsin o kişiye hakkı görür, ona yardım eder; cevri görür, onu reddeder; cevredene, zulmedene karşı da hakka yardımcı olur."[7]

                        Cemel savaşından önce itaate davet için Zübeyr'e Abdullah b. Abbas'ı gönderirlerken buyurdular ki:

                        "Tahla'yla buluşma; buluşursan görürsün ki o, boynuzuyla süsmeye hazırlanmış bir boğadır sanki; serkeş bir bineğe binmiş; bana bu binek râm olmuş diyor. Sen Zübeyr'le buluş, görüş. Çünkü o, yaratılış bakımından daha yumuşaktır. De ki: Halanın oğlu[8] diyor ki: Beni Hicaz'da tanıdın, Irak'ta inkâr ettin. Ne iş yüz gösterdi, ne gördün ki bu işi ettin?"


                        Cemel'den önce Talha ve Zübeyr Hakkında

                        "VALLAHi benden sâdır olan bir kötülük yüzünden inkâr etmezler beni; benimle aralarında olup biten bir haksızlık yüzünden de terk eylemediler beni. Onlar kendilerinin terk ettikleri hakkı dilemekteler; kendi döktükleri kanı istemekteler. O kanda, onlarla ortaksam, onların da payı var o kanda. O kanı benden önce onlar istemeye kalkışıyorlarsa o kanın sorumluluğu asıl onlardır. Onların adalete uygun olarak ilk yapmadıkları iş, kendi aleyhlerine hükmetmeleri olabilir. Benim görüşüm yerindedir, gerçektir; ne şüpheye düştüm; ne şüpheye düşürüldüm. Ne kimse benim hakkımda şüpheye düşebilir; ne ben kimseden şüphelenirim. Onlar, ancak isyan eden bir bölüktür ki o bölükte kin vardır, haset vardır; tuttukları yol şüpheli yoldur, kapkaranlıktır.

                        Oysa ki iş apaçıktır; sapıklık meydandadır; bu hususta söylenecek söz de kalmamıştır. ALLAH'a andolsun, savaşta onların kanlarıyla bir havuz dolduracağım ki, buna gücüm de yeter; o havuzdan ne bir susuz su içip kanabilir, ne bir kimse o havuzdan tozsuz-topraksız bir yudum su elde edebilir."

                        (Aynı hutbeden):

                        "Doğum ânı gelmiş kadınların çocuklarını beklemeleri gibi başıma üşüştünüz de biat diye bağrıştınız. Ben elimi yumup çektikçe siz tuttunuz, açtınız. Elim, sizinle savaşa girişti âdetâ siz onu çekip durdunuz.

                        ALLAH'ın, bu iki kişi, yakınlık bağlarını kestiler; bana zulmettiler; biatimi inkâr ettiler; halkı aleyhime kışkırttılar. Bağladıklarını sen çöz; düğümlediklerini sen gevşet; umdukları, yaptıkları şeydeki kötülüğü sen göster onlara. Savaştan önce tövbe etmelerini bekledim; nimeti hor gördüler, esenliği teptiler."

                        Talha Hakkındaki Sözleri:

                        "Bir kişiyim ben ki, kimse beni savaşla korkutamamıştır, vuruşla ürkütememiştir. Ben Rabbimin bana vaad ettiği yardımı beklemekteyim. Andolsun ALLAH'a ki O, Osman'ın kanını, korkusundan istemeye girişti; çünkü Osman'ın kanını dökenlerden sanılanlardandı O.[9] Toplumun içinde Osman'ın aleyhinde bulunanlar arasında ondan daha ileri giden yoktu. Onun için işi yanıltmak, halkı şüpheye düşürmek için bu işe kalkıştı. VALLAHi Osman hakkında şu üç şeyden başka bir şey yapmaya hiç kimse için imkân kalmamıştı:

                        Osman zâlimse, ki o, böyle sanıyordu; onunla savaşanlara katılmak, onlara yardım etmek gerekti; yahut ona yardım edenlerden ayrılmak, onları kendi hallerine bırakmak icâb ederdi. Yok, eğer mazlumsa ona saldıranları men etmek, Osman'ın mâzûr olduğunu ispât eylemek gerekirdi. Bu da değil de zâlim, yahut mazlum olduğunda şüphe ediliyorsa bir kenara çekilmek, bir şeye karışmamak, halkı onunla başbaşa bırakmak lâzım gelirdi. Oysa bu üç şeyden hiçbirini yapmadı; bir işe girişti ki yolu-yordamı bilinmez, yaptığına dâir bir özrü de kabûl edilmez."

                        Cemel Dolayısıyla

                        "Hamd ALLAH'a ki ne gök, göktekileri, ne yer, yerdekileri ondan gizleyebilir; her şey bilgisinde sâbittir, hiçbir şey bilgisine perde olamaz; hiçbir şey bir sebeple ondan gizli kalamaz."

                        (Bu hutbeden):

                        "Bana birisi, ey Ebâ Tâlib oğlu dedi, sen bu işe gerçekten de pek sarılmışsın. Dedim ki: Siz, andolsun ALLAH'a benden fazla sarılmışsınız; benden fazla da uzaksınız ondan. Benimse hem ona ihtisâsım var; hem de daha yakınım, daha lâyıkım, ona. Ben hakkımı aradım, istedim; size onunla benim arama girdiniz; engel oldunuz, ona karşı da benim yüzüme vurdunuz.

                        Onu delille, orda bulunanların önünde hırpalayınca kendine geldi; bana ne cevap vereceğini bilmez bir hale düştü.
                        ALLAH'ım, Kureyş'ten hakkımı al benim, onlara yardım edenlerden hakkımı al benim, bunu istiyorum, yardım diliyorum senden; çünkü onlar, yakınlığımı inkâr ettiler; pek büyük olan derecemi küçülttüler; bana ait olan işte, benimle kavgaya giriştiler. Sonra da dediler ki: Hakkı almak da var, vermek de."[10]

                        (Bu hutbede Cemel savaşına girişenleri anlatırken buyurdular ki):

                        "Bir halayığı satın alıp oradan oraya götürür gibi, Rasûlullâh'ın hürmetini hiçe saydılar, onu alıp Basra'ya yöneldiler; kendi kadınlarınıysa evlerinde sakladılar. ALLAH'ın salâtı On'a ve soyuna olsun Rasûlullah'ın zevcesini kendileri için, başkaları için meydana attılar. Hem de ordu içinde ki onlar, bana biat etmişlerdi; hem de dileyerek, isteyerek; zorla değil. Basra'daki vâlime, Müslümanların mallarına memûr olanlara, onlardan başkalarına saldırdılar; bir bölüğünü tutup öldürdüler, bir kısmını düzenle, zulümle ele geçirdiler. Öylesine zulmettiler ki, vALLAHi Müslümanlardan birini bile suçsuz olarak zulümle, zorla öldürselerdi, yalnız onu öldüreni değil, bütün o orduyu öldürmek vâcip ve helâl olurda bana. Onlar, böyle bir zulümde bulundular; yaptıklarını da inkâr etmediler; ne dilleriyle bu zulme karşı durdular, ne elleriyle; bırak ki onlar, kendilerinin sayısınca Müslüman öldürdüler."[11]

                        Cemel savaşında, oğulları MUHAMMED b. Hanefiy-ye'ye bayrağı verince buyurdular ki):

                        "Dağlar yerinden deprense deprenme; sık dişini, başım gözüm ALLAH'a emanet de. Bas yere ayağını, direndikçe diren. Gözünü başka yerden yum, ordunun tâ sonuna dik. Bil ki yardım, noksan sıfatlardan münezzeh ALLAH'tandır ancak."


                        Savaştan önce buyurmuşlardır ki:

                        "Bilin ki Şeytan, ordusunu toplamıştır; atlısını, yayasını yayına almıştır. Benimse görgüm, bilgim, gerçekten de benimledir; ne gerçeği örtüp şüpheye düştüm; ne gerçek örtündü benden, beni şüpheye düşürdü. Andolsun ALLAH'a ki suyunu çektiğim havuzu onlarla öylesine dolduracağım ki ne bir daha oradan çıkabilirler, ne bir daha oraya dönebilirler."


                        (Cemel savaşında Mervan esîr düşünce imam Hasan ve Huseyn aleyhimesselâm Emir'ül-Müminin aleyhis-selâm'a şefâatçi oldular, bırakılmasını rica ettiler ve Mervan, sana biat etsin dediler; bunun üzerine buyurdular ki):

                        "Osman'ın öldürülmesinden sonra bana biat etmemiş miydi? Onun biatine ihtiyacım yok, Yahudi elidir onun eli; bana eliyle biat ederse düzeniyle gadreder. Köpeğin burnunu yalaması kadar bir müddet beylik sürecek, dört keçinin babası olacak, ümmet, onun ve evlâdının yüzünden kızıl ölüme uğrayacak."[12]

                        (Cemel savaşında Talha ve Zübeyr hakkında buyurdular ki):

                        "O iki kişinin her biri, bir işi uhdesine almak, öbüründen kapıp kendisine mal etmek ister; bir ipe sarılıp, bir sebebe yapışıp ALLAH yoluna gitmeyi istemez. Her biri, dostuna kin güder durur; pek yakında da o kin belirir, görülür. VALLAHi onlardan biri, bu işi elde etse öbürünün canını alır; O, bunu helâk etmeye kasteder. Âsîler ayaklandılar; soru-suâl isteyenler, sevap dileyenler nerede kaldılar? Dileyenlere yol-yordam meydanda; gerçekle batıl ortada. Ama her sapığın bir bahanesi var; her ahdinden dönenin bir şüphesi. Andolsun ALLAH'a ki ben, ölüm haberini veren kişiyi duyup feryat edene benzemem; ağlayanın yanına varıp ona uyana dönmem."

                        (Cemel savaşından sonra Basralıları toplayıp namaz kıldırdılar; sonra ALLAH'a ham-ü senâ ve Rasûlüne ve soyuna salavât ihdâ ederek buyurdular ki):

                        Siz bir kadının ordusu oldunuz; bir hayvana uydunuz. Bağırdı, koştunuz, öldürüldü, korkup kaçtınız.[13] Huylarınız kötülük, suyunuz tuzlu ve acı. Aranızda oturan suça batmıştır; sizden ayrılan, Rabbinin rahmetine ermiştir.

                        Mescidinize bakıyorum da görüyorum sanki; sular üstünde bir gemi gibi; ALLAH, üstünden azâp olarak yağmur yağdırmada; altından dalgalar köpürüp coşmada; içinde kim varsa gark olup gitmede.[14]

                        (Bir başka rivayette):

                        "Andolsun ALLAH'a ki bu şehriniz gark olacak; hattâ ben şehrin mescidini görüyorum: Denizde bir gemiye dönmüş; yahut denizin ortasında yüzen bir kuş olmuş."

                        (Basralılara savaşı hikâye yollu öğüt vererek buyurdular ki):

                        Bu fitnelerde gücü yeten, kendisini üstün ve ulu ALLAH'a versin, O'na bağlansın. Bana itâat ederseniz, ben sizin yükünüzü yüklenmişimdir; ALLAH izin verirse cennet yoluna götürürüm sizi; isterse o yol çetin meşakkatlerle dolu olsun, tadı acı bulunsun. Ama o kadın, kadınların reyine sâhiptir; gönlündeki kin, boyuna kaynayıp duran bir kazan gibi kaynamaktadır. Bana yaptıklarını, bir başkasına yapması teklîf edilse de yapmaz, böyle olmakla beraber gene de ben ona, bundan önceki saygım gibi saygı beslerim; sorusuysa yüce ALLAH'a aittir.

                        (Bu hutbeden):

                        İman yolu apaçıktır, apaydındır. îmanla temiz işler anlaşılır; temiz işler de îmâna delâlet eder. İmanla ilim mâmûr olur; ilimle ölümden korkulur, ölümle dünya biter; dünyada âhiret kazanılır. Halkın durağı değildir kıyâmet; kıyâmetten sonra koşup durur halk, varacağı yere varır nihâyet.

                        (Gene hu hutbeden):

                        "Halk kıyâmet arasına çıkar, oradan da sonu nereye varacaksa ağar. Her yerin ehli var, yeri değiştirilmez, varılan yerden göçülmez. Gerçekten iyiliği buyurmak, kötülüğe engel olmak, ALLAH huylarından iki huydur ki bunlar, ne kimseye ecelini yaklaştırır, ne kimsenin rızkını azaltır.

                        ALLAH'ın Kitâbına sarılın; sağlam ip, apaçık ışık, fayda veren şifâ, susuzları kandıran su odur. Odur yaşayana temizlik veren, odur sarılana kurtuluş ihsan eden. Eğrilmez ki düzeltilmeye muhtaç olsun; eğilmez ki halkı yorsun. Dillerde çok okunmaktan, kulaklarla çok dinlenmekten yıpranmaz. Onunla söz söyleyen doğru söyler, onunla amel eden yürür gider, öne geçer."

                        (Birisi kalkıp, ey Emir'el-Müminin, bize fitneden haber ver; ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasû-lullâh'a bunu sordun mu dedi. Hazret buyurdular ki):

                        "Noksan sıfatlardan münezzeh olan ALLAH, katından "Elif Lâm Mîm, insanlar sanırlar mı ki inandık derler de öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar onlar" âyeti inince (29; Ankebût, 1-2) bildim ki Rasûlullah aramızdayken fitne inmez bize. Yâ RasûlALLAH dedim. ALLAH Teâla'nın sana haber verdiği bu fitne nedir, Buyurdu ki:

                        Ya Ali, ümmetim benden sonra fitneye düşer. Ben, Yâ RasûlALLAH dedim, Uhud günü, Müslümanlardan şehit olanlar oldu; bense şehâdete erişemedim; bana bu, pek ağır geldi; müjdelerim seni, şehâdet bundan sonra nasip olacak sana buyurmuştun; bu mudur fitne? Rasûlullah, evet buyurdu, bu böyledir; o vakit nasıl sabredeceksin? Ben Yâ RasûlALLAH dedim, bu durak sabır duraklarından değil, müjde duraklarından, şükredilecek bir durak. Rasûlullah, Yâ Ali buyurdu, kavim, mallarıyla fitneye, sınanmaya düşecek, dinleriyle Rablerine minnet etmeye kalkışacak; rahmetini dileyecekler, fakat azâbından emin olacaklar, bize azâp etmez diyecekler. Harâmını, yalancı şüphelerle unutturucu dileklerle helâl sayacaklar; içkiye nebiz adını takıp helâl bilecekler, rüşvete hediye, faize alış-veriş adını takacaklar. Ben, Yâ RasûlALLAH dedim; bu çağda hangi konağa indireyim onları, ne sayayım onları? Dinden dönmüş mü sayayım, sınanmaya düşmüş mü? Buyurdular ki: sınanmaya düşmüş say."
                        ________________
                        Dipnotlar:

                        [1] - "Daha iyi bildiğine uyar giderim ben" sözüyle, 39. sûrenin (Zümre) "Müjdele kullarımı ki sözü dinlerler de en güzeline uyarlar; onlar, öyle kişilerdir ki ALLAH, doğru yola sevk etmiştir onları ve onlardır aklı başında olanların, gerçeği anlayanların ta kendileri" meâlindeki 17-18. âyet-i kerîmelerine işaret vardır.

                        [2] - Emir'ül-Müminin'in (a.s), Hz. Peygamber'in (s.a.a), ebediyete intikallerinden sonra kendisine verilmediği halde hilâfetin, kendi hakkı olduğunda direnmesi, kendine teklif edildiği zamansa kabûl etmemeye çalışması, şaşılacak bir şey değildir. Kendisine hilâfet teklif edildiği zaman, Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefatlarından, yirmi beş yıl geçmişti. Bu müddet zarfında ülkeler alınmıştı, şehirler zaptedilmişti. İslâm, çeşitli düşüncelerle, çeşitli dinlerin kalıntılarıyla bulan-mıştı. Zenginlik, almış yürümüştü. Rey ve içtihatlar, temel inançlara kadar tesirini göstermişti. Osman'ın, Ümeyyeoğul-larına beytülmâlden ihsanı, o zamanın parasıyla yüz yirmi altı milyon yedi yüz yetmiş beş bin dirhemi tutmaktaydı (El-Gadîr, 5, s.286); beytülmâl, istenildiği gibi sarfedilir olmuştu. Toplum şartlarının değişmesi, ahlâkı da değiştirmişti. Yoksul-lar zengin olmuşlar, köleler çoğalmışlardı. Saraylar kurul-muştu, tahtlar düzülmüştü. Perdeciler, kapıcılar, hizmet eden hadımağaları türemişti. Aba, kabâ olmuş, yiyim, ihtiyaç halinden zevk merhalesine ulaşmıştı.

                        Emir'ül-Müminin, İslâm'ın temel inançlarına sâdıktı; idâresi de öyle olacaktı; fakat buyurdukları gibi artık, "Gönüller bu işte bir kararda duramaz, akıllar bu işi yüklenip dayanamaz" bir hâle gelmişti; "Tanyerini boydan boya dolaylı kara bulut kaplamış, apaydın yol görünmez" olmuştu. Emir'ül-Müminin (a.s), bu yüzdendir ki hilâfeti kabûl etmek istemiyordu; fakat kabûl etmese de biliyordu ki hilâfet, halkın değil, Hakk'ın bir tevcihiydi; ama halk, artık kendi idâresine tâbi olacak halden çıkmıştı; nitekim de öyle oldu.

                        [3] - Ömer, Ebubekir'e biati bir ayak sürçmesi, bir oldu-bitti kabûl ediyordu. "Birisi diyebilir ki Hattâboğlu Ömer ölünce de filan kişiye biat ederim; fakat hiç kimse bunu doğru düzen bir yol-yordam saymamalı; çünkü Ebubekir'e biat ayak sürçmesiydi; geldi çattı. Evet böyleydi bu; ama ALLAH insanları o sürçmeden korudu" demişti (Tabarî, İbn-i Esir ve İbn-i Kesir'de "Sakife" tafsilâtına bakınız).
                        Hz. Emir (a.s), bu sözlerle Ömer'in sözlerini hatırlatmaktadır.

                        [4] - 35. surenin (Fâtır). 32. âyet-i kerimesinde, "Sonra kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık; derken onlardan nefsine zulmeden var ve onlardan ortalama hareket eden var ve onlardan, hayırlarda herkesten ileri giden var ALLAH'ın izniyle; işte bu, pek büyük bir lütuf ve ihsandır" buyurulmaktadır. 56. sûre-i celilede (Vâkıa),ileri geçenlerin Rablerine yaklaşanlar olduğu, öncekilerden çoğunun, sonra gelenlerden azının bölükten bulunacağı bildirilmekte, iyilere "Sağ taraf ehli", kötülereyse "Sol taraf ehli" adı verilmektedir (3-55).

                        [5] - Müslüman, Müslümanların elinden, dilinden selâmette oldukları kişidir (Hadis, Câmi', 2, s.172). Müslümanların, elinden, dilinden selâmette oldukları kişi Müslüman'dır. Mümin de insanların, kendisinden canlarını, mallarını emin gördükleri adamdır (aynı sahife).

                        [6] - Haksız yere bir serçeyi bile öldüren, kıyamet günü ALLAH tarafından soruya çekilir (Hadis, Câmi', 2, s.162). Ağaç keseni ALLAH tepesi üstü cehenneme atar (aynı, s.164).

                        [7] - Hazreti Emir'ül-Müminin (a.s) biat edilince, beytülmâle Ammar'ı (r.a) memur etti ve hiçbir kimsenin başka bir kimseden üstün olmadığını bildirip herkese üç dînar vermesini emretti, bana da üç dînâr getir buyurdu. Ammâr, beytülmâle, Ebu'l-Heysem ve birkaç kişiyle gitti. Beytülmâlde üç yüz bin dînâr bulundu; yüz bin kişiye dağıtıldı; hiçbir kimsenin öbüründen üstün tutulmaması bâzılarına ağır geldi. Hattâ Sehl b. Huneyf bile, yâ Emir'el-Müminin, bu, dün benim kölemdi, bugün azad ettim onu; ona ne verdiysen bana da onu verdin dedi. Hz. Ali (a.s), evet buyurdu, sana ne kadar verdiysem ona da o kadar verdim. Talha, Zübeyr, Abdullah b. Ömer, Said b. Âs ve Mervan'la Kureyş'ten bâzı kimseler de buna razı olmadılar; Velid b. Utbe de bunlardandı. Osman'ın verdiği gibi vermezsen, seni bırakır, Şam'a gider, Muaviye'ye katılırız dedi. Talha, Zübeyr ve Abdullah memurlara bunu siz mi yapıyorsunuz, Emir'ül-Müminin mi? diye sordular. Memurlar, biz dediler, onun emri olmadan bir şey yapamayız ki. Bunun üzerine Ali'yi aradılar. Güneş altında, tuttuğu bir işçiyle çalışmakta olduğunu gördüler. Hava çok sıcak, şuraya gidelim dediler, bir gölgeliği gösterdiler, Âli, peki dedi; gölgeliğe sığındılar; konuşmaya başladılar. Bizim Rasûlullâh'a yakınlığımız var, savaşlarda bulunduk; ne Ömer böyle verirdi, ne Osman. Sen bizi herkesle bir tutuyorsun dediler. Hz. Ali (a.s), benden önce mi Müslüman oldunuz diye sordu. Hayır dediler, sen ilk Müslüman olansın. Benden daha mı yakınsınız dedi; hayır dediler, onun senden daha yakını yok; fakat biz de ona uyduk, müşriklerle savaştık. Benim kadar mı savaştınız dedi. Hayır dediler, senin gibi savaşan yoktur. Bunun üzerine, Ali, andolsun ALLAH'a dedi, benimle işçim arasında bile bir fark gözetmem ben. Ertesi günü Talha'yla Zübeyr, mescitte bir bucağa oturdular; yanlarına Said b. Âs ve Zübeyr'in oğlu Abdullah da geldi; Ali'yi kınamaya koyuldular; bunlar, kendilerine verilen parayı da almamışlardı. Ammâr, yanlarına gidip öğüt vermek istedi. Zübeyr'in oğlu Abdullah, Ammâr'a ağır sözler söyledi. Ammâr, Âli'ye karşı bütün insanlar birleşseler, ben gene elimi ona veririm; şehâdet ederim ki, Peygamber'in, ALLAH'ın emriyle gönderildiği günden beri, ondan üstün tuttuğu kimseyi bilmiyorum dedi. Bu hâli duyan Âli, 17. hutbeyi minberde okudu; inip iki rek'at namaz kıldı. Ammâr'la Zübeyr'i ve Talha'yı çağırttı. Konuştular; her ikisi de, bizimle danışmadan bu işi yaptın dediler; bunun üzerine onlara bu sözleri söyledi; sonra da Yenbu'da malım var, isterseniz size onları vereyim buyurdu. Onu da kabûl etmediler, Kûfe ve Basra vâliliklerini istediler. Âli, reyinize başvurmam gerekebilir; benimle kalmanız daha doğru buyurdu. Bu söz üzerine umre etmek üzere Mekke'ye gideceklerini söylediler; Hz. Ali (a.s), siz buyurdu; umre etmeyi değil, hıyânette bulunmayı kuruyorsunuz, biatten dönmeyin, Müslümanların birliğini bozmayın. İkisi de dönmeyeceklerine dâir söz verip yanından ayrıldılar.

                        [8] - Zübeyr'in anası Safiyye, Ebû-Tâlib'in kız kardeşidir ve Hz. Alinin (a.s) halasıdır.

                        [9] - "İstiâb" ve "Üsd'ül-Gaabe"de, Talha'nın şiddetle Osman'ın aleyhinde bulunanlardan olduğu ve Cemel savaşında Mervan tarafından oklanıp öldürüldüğü bildirilmekte ve Mervan'ın, Talha'yı vurduktan sonra, bundan sonra artık Osman'ın kanını istemem ben dediği nakledilmektedir. İbn-i Ebil-Hadid, Talha'nın, Osman aleyhinde en ileri gidenlerden olduğunu, hattâ Osman'ın, ben buna nice ihsanlarda bulundum, altınlar, gümüşler verdim, oysa benim kanımı dökmeye çalışıyor; İlâhî, sen onu dileğine kavuşturma ve zulmünün cezâsını ver dediğini, Yevm'üd-Dâr'da başını ve yüzünü ört-müş olarak Osman'ın evine ok attığını, topluma, komşula-rının damlarından aşmak suretiyle evine girmek için yol gösterdiğini bildirmektedir. Medâinî, "maktel-u Osman"da Talha'nın Osman'ın defnine üç gün mâni' olduğu, cenâzeyi taşlattığı kayıtlıdır; Vâkidî de bunu bildirmektedir. Belâzürî, Osman'ın evine su götürmeye bile engel olduğunu, Hz. Ali'nin buna pek öfkelenip birkaç tulum su yolladığını kaydeder ki "El-İmâmet-u ve's-Siyâse"de de bu, teyit edilir. Belâzürî, Tabarî, Müruc'üz-Zeheb, İbn-i Esir, El-İmâmet-u vs's-Siyâse, Zübeyr'in de Osman'ın ölümünü istediğini, hattâ oğlu Abdullah'ın, Osman'ı koruyanlardan olduğu söylendiği zaman, tek Osman'ı öldürsünler de oğlum da ölsün, ne çıkar dediğini söylerler (Keşf'ül-Bünyan'dan naklen; s.359-361).

                        [10] - Bu kısımda Emir'ül-Müminin (a.s), Hazreti Peygam-ber'den (s.a.a) sonraki olayları anlatmaktadır.

                        [11] - Ümm'ül-Müminîn Âişe, Osman'ın şiddetle aleyhinde bulunanlardandı. Abdullah b. Mes'ud dövüldüğü, kaburga kemiği kırıldığı zaman Osman'a, Rasûlullah'ın sahâbisine nasıl kötü sözler söylersin diye bağırmış ve Osman'ın emriyle mescitten çıkarılmıştı. Fakat o, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ayakkabılarını, elbisesini halka gösteriyor, bunlar daha eskimeden, onun dinini yıprattı diyor, "Na'sel'i ALLAH öldürsün, öldürün Na'sel'i" diye halkı coşturuyordu. Na'sel, erkek sırtlan demekti; aynı zamanda Medine Yahudilerinden uzun sakallı birinin de adıydı; Hz. Âişe, Osman'a bu adı takmıştı (İbn-i Sa'd, 5, Leiden basımı, 25; Ensab-ı Belâzürî, 5, s.70, 75, 91; el-İmâmet-u ve's-Siyâse 1, s.267, 272; İbn-i Asâkir, 7, 319; İstiâb, Ebü'l-Fidâ'; Usd'ül-Gaabe ve İbn'ül-Esir).

                        Osman'ın ölümünde Mekke'de bulunan Âişe, Medine'ye gelirken yolda, onun öldürüldüğünü Übeyd adlı birisinden duydu ve "ALLAH onu uzaklaştırsın; bu, kendi eliyle kendisine hazırladığı sonuç" dedi. Sonra Hz. Ali'nin halife olduğunu duyunca, keşke dedi; gökler yere inseydi de bunu duymasay-dım; Osman'ı zulümle öldürdüler; vALLAHi onun kanını isteyeceğim. Ubeyd, bu sözü duyunca şaşırdı; ona Na'sel diyen sen değil miydin dedi. Ümm'ül-Müminin, evet ama o tövbe etti; gümüş gibi arındı; onu zulümle öldürdüler dedi. Ubeyd dayanamadı, bu iş senden başladı, seninle bu hâle geldi. Yel de senden esti, yağmur da senden yağdı; imâmın öldürülmesini sen emrettin bize; onu öldürürken sana uyduk; onu öldüren, bize bunu emredendir meâlinde bir şiir okudu (El-Kâmil, 3, s.80).

                        Âişe'nin kini, ifk olayıyla başlamıştı. Talha ve Zübeyr'e uyup Basra'ya giderken bir su kıyısındaki köpekler, bindiği deveye saldırıp ürümeye başladılar. Âişe, suyun adını sordu, Hav'eb dediler. Bu adı duyunca ağlamaya başladı, döndürün beni dedi. Hz. Resûlullah sallALLAHu aleyhi ve âlihi vesellem ona Ali'ye karşı koyacağını, Hav'eb suyunun köpekleri üzerine ürüyeceğini, haksız kız kardeşinin ve Zübeyr'in oğlu Abdullah, kırk-elli şâhit getirerek kılavuzun yanlış söylediğine şehâdet ettirdi; bir yandan da Ali'nin ordusu geliyor diye adamlar koşturdu. Bunun üzerine kafile Basra'ya yöneldi.

                        Hz. Ali tarafından Basra vâlisi olan Osman b. Huneyf karşı koymak istedi; iki taraftan birçok kişi öldü; Osman hapsedildi.
                        [12] - Mervan'ın halifeliği dört ay on gün sürmüştü. Dört oğlu vardı. Birincisi Abdülmelik'di ki halifeliğe geçti. İkincisi Abdülaziz'di, Mısır valisi oldu. Üçüncüsü Irak valisi olan Beşir, dördüncüsü de Cezire vâlisi MUHAMMED'di. Bu dört kişinin, Abdülmelik'in oğulları Yezid, Süleyman, Velid ve Hişâm'a işaret olduğunu da söyleyenler olmuştur ki dördü de halifelik makamına gelmiştir.

                        [13] - Kadından maksatları, Âişe'dir; onu, "Asker" adını taktıkları kızıl donlu bir deveye bindirmişlerdi ve en şiddetli savaş, devenin çevresinde oluyordu.

                        [14] - Basra'yı bir kere, Abbasoğulları'ndan El-Kaadir-billâh zamanında (381-422 H. 991-1031), bir kere de El-Kaaim bi-emrillâh zamanında (422-467 H. 1031-1074) su bastı; bütün şehir sulara gark oldu; ancak yüksek bir yerde bulunan câmi, suyun ortasında kaldı. Bu su basma keyfiyeti, Fars denizinin kabarıp coşmasından ve dağlardan sel gelmesi yüzünden oldu. Şimdiki Basra, bir başka yere kuruldu. Rivâyet ederler ki bu sözlerden sonra, maksadım öğüt almanızdır buyurup gönüllerini almışlardır.

                        "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                        Yorum


                          #57
                          Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

                          [FONT=Arial][B] Sıffin Savaşından Önce


                          "Gerçekten de ALLAH, MUHAMMED'i sallALLAHu aleyhi ve âlihi vesellem, âlemleri korkutmak, indirdiği hükümleri emin olarak korumak üzere gönderdi. Ey Arap toplumu, o zaman siz, en kötü bir yol-yordam tutmuştunuz; en kötü bir yeri yurt edinmiştiniz. Sarp taşlar, kayalar vardı yanı-nızda, yörenizde; zehirli yılanlar vardı çevrenizde. Bulanık sular içmedeydiniz; kötü yemekler yemedeydiniz; birbirinizin kanını döküyordunuz; yakınlık bile gözetmiyordunuz. Aranızda putlar dikilmişti, tapıyordunuz; suçlar işliyordunuz, çekinmiyordunuz.

                          Bu Hutbeden:

                          "Gördüm ki Ehlibeytimden yardımcım yok, onları ölüme sürmedim; çerçöpe karşı gözümü yumdum; boğazıma oturan şerbeti yuttum; öfkemi yendim; zakkumdan da acı olan o mihnete dayandım.

                          Bu hutbede Amr b. Âs hakkında buyurmuşlardır ki:

                          O, biatine karşılık bir para almayı şart koşmadıkça biat etmedi; fakat ne o biat edenin eli üstün olur; ne biat eden rezillikten kurtulur.[1]
                          Artık savaş için hazırlanın; savaşa gerekli olan şeyleri derleyip toplamaya bakın; çünkü ateşi yalımdandı artık, ışığı yüceldi artık."

                          Siffin'de Muâviye'nin Ordusu Fırat'ı Zaptedip Su Vermeyince Buyurdular ki:

                          "Bunlar sizden savaşı tatmak, sizin elinizden savaş aşını yiyip kanmak istiyorlar; doyurun onları. Ya aşağılığa razı olun, şerefsizliği göze alın; yahut kılıçları kanlarla sulayın da suya kavuşun, içip kanın. Kahrolarak, alçalarak yaşamanızdadır ölüm; kahrederek, yücelerek ölmenizdedir dirim.
                          Duyun, bilin ki Muâviye, bir bölük azgınla gelmiş; işi, gerçeği onlardan gizlemiş; onların göğüslerini ölüm oklarına amaç etmiş."

                          Muâviye, Osman'ın kanına girmekle töhmetlediği zaman buyurdular ki:

                          "Acaba Ümeyyeoğulları'nın, benim ahvâlimi bilmeleri, kendilerini bana iftirada bulunmaktan alıkoymaz mı ki? Acaba ilk îmâm eden oluşum, dinde üstün bulunuşum, cahillerin bana töhmette bulunanlarına engel olamaz mı ki? ALLAH'ın onlara öğüt verişi, benim dilimle söylediğim söz-lerden çok daha üstündür, çok daha yerindedir. Ben, ok gibi dinden fırlayıp çıkanlara delil getirmedeydim; şüphe edenlere düşman olmaktayım. Gizli kalan şüpheli işler, ALLAH'ın kitabına arzedilir; gönüllerde gizlenen şeyler yüzünden de kullara ceza verilir."

                          Gene Aynı Mealde:

                          Gerçekten de Umeyyeoğulları, MUHAMMED sallALLAHu aleyhi ve âlihî'nin mîrasını bana, devenin sütünü zaman zaman, azar azar sağdıkları gibi bölük pörçük vermede. Andolsun ALLAH'a, sağ kalırsam onları ben de kasabın, yere düşen, toza toprağa bulanan ciğeri, bağırsağı yere vurup arıttığı gibi yere vurup arıtacağım."

                          Sıffîn'den önce bir hutbeleri:

                          Evveldir, her evvelden önce; âhırdır, her âhırdan sonra. Evvel oluşu, ondan önce bir varlığın bulunmamasını, âhır oluşu, ondan sonra bir varlığın olmamasını icâb ettirmiştir. İçteki dışa, gönüldeki dile uygun olarak şehâdet ederim ki ondan başka mâbud yoktur.

                          Ey insanlar, benim hakkımda ihtilâfa düşmeniz sizi cürme sokmasın; bana karşı isyana kalkışmanız, sizi perişan etmesin, benden duyduğunuz sözlere karşı birbirinize bakışmayın. Tohumu yer içinle yarana, insanları yaratana andolsun, size söylediğim sözler ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Ümmî Peygamber'den duyduğum sözlerdir; onları söyleyen, onları tebliğ eden yalan söylememiştir; işiten de bilgisizliğe düşmemiştir.

                          Sanki ben apaçık görüyorum: Alabildiğine doğru yoldan sapan, Şam'dan seslenmede; Kufe'nin dışında da bayraklarını dikmede. Ağzını açtı mı o, ağzındaki gem çekilmede, gerilmede; yeryüzüne adımlarını sert sert basmada; savaş dalgaları köpürüp coşmada; günler, asık suratını göstermede; geceler kötü huyunu, cefâsını belirtmede. Ektiği tohum çıktı mı, dizlerine dek boy atıyor; esrikliği, ağzından köpükler saçıyor, kılıçları parıldamaya başlıyor. Çok çetin fitne bayrakları beliriyor; kapkaranlık gece gibi gelip çatıyor; dalgalanan deniz gibi köpürüp kabarıyor.

                          Küfe'yi nice kasırgalar tozutup savuracak, nice yıldırım-lar yakıp kavuracak; oradan nice helâk edici yeller esip geçecek. Az bir zamanda göçüp gidenler, göçüp gidenleri boylayacak; ayakta duran insanlar, ekinler gibi biçilecek; biçilenler, ayaklar altında ezilip gidecek."

                          Ümeyyoğulları Hakkında:

                          "Andolsun ALLAH'a ki Ümeyyeoğulları, ALLAH'ın hiçbir harâmını helâl saymadan, hiçbir dînî bağı çözmeden bırakmazlar bu işi. Taşla, kerpiçle yapılmış bir ev, ovaya kurulmuş bir çadır kalmaz ki zulümleri, oraya girmemiş olsun; hiçbir yurt bulunmaz ki onların cevrine karşı koysun da yıkılmadan dursun. Bir dereceye dek ki iki çeşit ağlayan belirir: Biri dînine ağlar, biri dünyâsına ağlar. Bir dereceye dek ki içinizden birisi, onların birinden, ancak kölenin, sâhibinden alabildiği kadar öç alabilir; onu gördü mü buyruğuna uyar; görmezse aleyhinde sözler söyler. Bir dereceye dek ki o fitne çağında en büyük derde uğrayanınız, ALLAH'a en güzel zanda bulunanınız olur. ALLAH sizi, o çağda derde uğratmazsa, düştüğünüz belâya dayanın, derde uğratırsa sabredin; "Çünkü son, ALLAH'tan çekinenlerindir." (7, A'râf, 128).

                          Sıffin'den önce bir hutbeleri

                          "Ondan sonra noksan sıfatlardan arı olan ALLAH, ALLAH'ın salatı O'na ve soyuna olsun, MUHAMMED'i gönderdi. Arap milletinde ne bir kitap okuyan vardı; ne peygamberlik dâvâsına kalkan, ne kendisine vahiy geldiğini söyleyen. Kendisine itâat edenlerle beraber, ona isyân edenlerle savaştı. Kendilerine ölüm çağı gelip çatmadan onları, kurtuluş yoluna sürdü. Kendisine bir hayır gelmeyecek olan, helâk olup gidenden başkaları, yolda kalırlar, hasrete düşerlerse, yorulur da yoldan kalırlarsa onların başlarında durdu; sonunda onları da varacakları yere aldı, götürdü; böylece de sonunda onlara kurtuluş yollarını gösterdi; lâyık oldukları yerlere yerleştirdi. Derken savaş değirmenleri dönmeye başladı; eğrilmiş mızraklar düzeldi. Andolsun ALLAH'a, o ordunun arındaydım ben, onları sürdüm, götürdüm, ilerlettim ben. Derken o toplum, sapıklığa sırt çevirdi; bir kısmı şehit oldu; öbürleriyse düzene girdi, hidâyet yoluna yöneldi. Ne zaafa düştüm; ne korktum, ürktüm. Ne hâinlik ettim; ne de yorulup kaldım.
                          Andolsun ALLAH'a, batılın böğrünü deşeceğim de oradan gerçeği çıkaracağım."

                          Diğer Bir Hutbelerinden:

                          "Sonunda, ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, MUHAMMED'i ümmetine tanık olarak, müjdeleyici, korkutucu olarak gönderdi ALLAH. Çocukluğunda halkın en hayırlısıydı; olgunluk çağında en soylusu. Huy bakımından temizlerin de en temiziydi; hayırlılık bakımından cömertliği umulanların da en cömerdiydi.

                          Sizesye henüz dünyanın lezzetleri tatlı gelmemişti; onun memelerinden süt emmeye başlamamıştınız; ancak ondan sonra bu tadı aldınız, bu zevki buldunuz. Dünyâyı, yuları kimsenin elinde olmayan, o yana, bu yana sallanıp duran, palanı oynayan bir deve hâlinde elde ettiniz; ama onun, harâmı, bâzılarına dikensiz sedir ağaçları gibi geldi; helâliyse sanki hiç olmayan uzak bir şey gibi göründü. Andolsun ALLAH'a, onu, sayılı günlerin sonuna dek, kaba gölgelik bir yer gibi gördünüz. Yeryüzü, sizin için sâhipsizdi; ellerinizi uzattınız; ona sâhip olanların elleriyse çekilmişti; size bir zarar vermez olmuştu. Kılıçlarınız onlara musallatı; onların kılıçlarıysa size karşı kınlarına girmişti.

                          Ama bilin ki her kanın bir isteyicisi, bir öç alıcısı, her hakkın bir dileyicisi vardır. Bizim kanımızı isteyiş, öcümüzü alışsa, insanın kendi hakkında hüküm vermesine benzer; hâkime hâcet yoktur; tanığa da ihtiyaç olmaz; o kanı isteyen ALLAH'tır; onun dilediği, onu acze düşüremez; ondan kaçan da, onun kahrından kurtulamaz. Ey Ümeyyeoğulları, andolsun ALLAH'a, az bir zaman sonra bu devleti, başkalarının ellerinde görür, tanırsınız; düşmanlarınızı yurtlarınıza konmuş bulursunuz.
                          İyice bilin ki iyi gören göz, hayrı gören, işlerin düzenlenmesine bakan gözdür. İyice bilin ki en iyi işiten, en iyi duyan kulak, öğüdü işiten, onu duyup kabûl eden kulaktır.

                          Ey insanlar, ışığınızı, öğüt veren, öğüt tutan kişinin ışığından yakın; suyu bulanık olmayan arı-duru kaynaktan alın.
                          ALLAH kulları, kendi bilgisizliğinize güvenmeyin; isteklerinizin peşine düşmeyin. Böyle bir durağa gelip konaklayan, selden yıkılmak üzere olan bir uçurumun kıyısında konaklamış demektir. Helâk uçurumunun tam önündedir. Bir düşünceden bir düşünceye saparak yerden yere yeler durur. Yapılması gerekmeyen şeye yapışır; yakınlaşmaması gereken şeyi yakınlaştırır.

                          ALLAH için olsun, ALLAH için, sizden derdi, elemi gidermeyecek kişiye, size gerekli olanı, kendi dileğiyle kırıp döken kişiye şikâyette bulunmayın.
                          İmâma vâcip olan, Rabbinin buyruğunu bildirmektir: Onlar da, buyruğu altındakilere öğüt vermek, bu hususta çalışıp çabalamak, Peygamberin sünnetini yürütmek, suçluların cezalarını vermek, müstahak olanlara haklarını üleştirmektir.
                          Bilgi elde etmeye çalışın, çimeni solmadan, ehli hayattayken, dünyadan gitmeden. Kötüleri kötülükten men edin; siz de kötülükte bulunmayın; çünkü siz, kötüleri kötülükten nehyetmeye memursunuz. Fakat kendiniz de kötülük etmemek şartıyla."

                          Sıffîn'den önce bir hutbelerinden:

                          "Hamdolsun ALLAH'a ki İslâm dinini koydu; ona uyanlara o dîni kolaylaştırdı; karşı durmak isteyenlere rağmen İslâm'ın esaslarını üstün etti. Ona yapışana, o dîni eminlik, kabûl edene esenlik, hükümlerini söyleyenlere delil ve buhran, onunla pençeleşmeye kalkışanlara tanık, onunla nurlanmak isteyenlere ışık kıldı. İslâm'ı, akıl edenlere anlayış, onunla düşünüp tedbîre kalkışanlara biliş, doğru yolun alâmetini arayanlara alâmet ve nişan, işe girişmek isteyenlere can gözü ve beyan, öğüt almak isteyenlere ibret, gerçekleyenlere kurtuluş ve kudret, Tanrı'ya dayananlara güvenç, işini ona ısmarlayanlara rahat, huzur ve îman, sabredenlere kalkan kıldı.

                          İslâm, bir dindir ki tutulacak yolları apaydındır; gidilecek belleri apaçıktır. Delilleri yücedir, herkes görür, ana yoları ışıklıdır, herkes bilir; ışıkları aydınlatıcıdır, herkes nurlanır. Dolaşılacak meydanı geniştir, büyüktür. Varılacak yeri yücedir; orada koşuya girişenleri kavrar, içine alır; ödülü özenilecek değerli ödüldür; koşuya girenleriyse yüce atlılardır; Apaydın yolu gerçeklemektir; yolunun nişanları iyi işler işlemektir; varılacak yeri, kötülükten ölmektir; imtihan ve müsabaka yeri dünyadır; koşuya girişenlerin toplantı yeri kıyâmettir; kazanılan ödülse cennettir."

                          Bu hutbede Hazreti Peygamber'i, SallALLAHu aleyhi ve âlihi anlatırken buyurdular ki:

                          "Hidâyete eriş ateşini yalımlandırdı dileyenlere; nişâneleri aydınlattı, gösterdi şaşırıp kalanlara. İlâhî emniyete ulaşmış eminindir; buyruklarını bildirir. Cezâ gününde tanığındır; ümmetine tanıklıkta bulunur. Müminlere nimet olarak gönderdiğin nimettir; gerçek üzere yolladığın şerîat sahibi Peygamberdir; âlemlere rahmettir.[2] ALLAH'ım, adlinden onun nasîbini ona ikrâm et, fazlından ona fazlasıyla hayırlar ver, in'âm et. ALLAH'ım, onun kurduğu yapıyı, yapı yapanların yapılarından daha yüce kıl; katından ona rahmetler ver; indinde menzilini, derecesini yücelt; cennette ona yüce dereceler, üstünlükler ver. Bizi de hor-hakir etmeyerek, nedâmete düşürmeyerek, doğru yoldan ayrılmamış olarak, ahdinden döndürmeyerek, sapıklığa düşmeden, kimseyi saptırmadan, fitnelere düşürmeden ona uyanlarla haşret.
                          (Seyyid Radi der ki: Bu hutbe, bu tarzda da rivâyet edildiği için tekrar aldık.)

                          Aynı Hutbede Ashabına Buyururlar ki:

                          "ALLAH size lütuflarda bulundu, yüceltti sizi, öyle bir yüceliğe erdiniz ki halayıklarınız bile yüce tanındı; komşularınız bile size karışmayı, sizden olmayı dilemeye koyuldu. Onlara, soy-boy bakımından bir yüceliğiniz olmadığı, onlara karşı bir lütufta bulunmadığınız hâlde sizi yüce tanımaktalar. Onlara karşı bir kudretiniz, onlara buyruk yürütmeye bir yetkiniz olmadığı halde sizden korkuyorlar. Ama siz ALLAH'ın ahitlerinin bozulduğunu görüyor-sunuz da kızmıyorsunuz; fakat babalarınızın ahitlerinin bozulmasından öfkeleniyorsunuz.

                          ALLAH'ın emirleri size arzedilirdi; sizin vâsıtanızla icra olunurdu; size mürâcaat kılınırdı. Yerlerinize zâlimleri geçirdiniz; iplerinizi onların ellerine verdiniz: ALLAH'ın buyruklarını onların ellerine teslîm ettiniz; onlarsa şüphelerle amel etmedeler; şehvetlerine uyup gitmedeler. ALLAH'a andolsun ki bunlar, sizi dağıtırlarsa, onlardan kurtulmak için her biriniz bir yıldız altına dağılsanız bile gene de ALLAH sizi, onların uğrayacakları günden daha beter bir günde toplayacaktır elbet."

                          Amr b. Âs hakkında buyurmuşlardır ki:

                          "Şaşarım Nâbıga'nın oğluna; Şamlılara beni, alay eder, eğlenir gider bir kişi olarak tanıtırmış, ben alay edermişim; oyunlara, eğlenceye dalarmışım. Olmayacak bir söz söylemiştir, söylemiştir de günaha girmiştir; sözlerin kötüsü yalandır: Oysa söz eder, yalan söyler; söz verir, sözünden döner, kendisinden bir şey istenir, nekeslik eder, vermez; fakat kendisi ister, direndikçe direnir, istemekten vazgeçmez. Ahdine hıyânet eder; yakınlığa riâyet etmez, arayı keser gider.[3]
                          Savaşta, kılıçlar işe girişmeden önce halkı kışkırtır; emirler verir; kılıçlar çekildi mi en büyük hîlesi budur: Ardını döner, ayıp yerini gösterir.[4]

                          Bilin ki andolsun ALLAH'a, gerçekten de ölümü anış, beni oyundan, eğlenceden alıkor; gerçekten de âhireti unutuş, onu doğru söz söylemekten alıkor; gerçekten de o, Muâviye'ye de, kendisine bir bağışta bulunmasını, dinini terk etmesine karşılık bir bayağı rüşvet vermesini şart koşarak biat etti."[5]

                          Sıffin'den önce fitne ve savaşlara dâir buyurdular ki:

                          "İnsanlar, hidâyeti bırakıp hevâ ve heveslerine uyunca, Kur'ân'ı kendi reylerine uydurunca imâm, hevâ ve hevesi giderir; yerine hidâyeti getirir; halkın reylerini, yorumlarını boşlar; Kur'an'ın hükmünü icraya başlar.

                          Aynı hutbeden:

                          "Sonunda savaş diz boyu yücelir; dişlerini gösterir; dokuz aylık gebe kadınlar gibi memeleri dolar; verdiği süt önce tatlı gelir, fakat sonu acıdır.
                          Bilin ki yarın, bilmediğiniz, ummadığınız olaylar gelip çatacak; o yarın da uzak değil; tez gelecek. Buyruk sahibi, onların kötülük yapanlarını soruya çekecek. Yeryüzü, ciğerinde ne varsa dışarı atacak; altınını gümüşünü, mâdenini ona sunacak, O da adalet neymiş, adaletle hükmetmek nasılmış, size gösterecek; kitabın, sünnetin ölmüş hükümlerini diriltecek."

                          Aynı Hutbeden:

                          "Sanki görüyorum onu, Şam'dan seslenmede; bayraklarıyla Kufe civarını birbirine katmada. Sütü sağılmak istenen kızgın deve gibi onlara saldıracak; yeryüzünü başlarla dolduracak. Ağzını açması sert olacak; yere pek pek ayak basacak; upuzak yerlere kastedecek; büyük bir kudretle yürüyüp gidecek, saldırıp vuracak. Andolsun ALLAH'a ki yeryüzünün dolaylarında sizden, gözden kalan sürme gibi pek azınız kalacak. Bu, böylece sürüp gidecek; aklını yitiren Arab'ın aklı başına gelinceye dek.

                          O halde hükmü bâki olan yola-yordama uyun; apaçık dinin hükümlerine tâbi olan; peygamberlikten kalmış olan, size de yakın bulunan ahde, Peygamber'in Ehlibeytine sarılın. Bilin ki Şeytan, uymanız, peşinde düşmeniz için, avcının tuzağına düşürmek kastıyla tuzağa varan yollardaki engelleri kaldırdığı gibi yollarınızdan engelleri kaldırmadadır; yolları size kolaylaştırmadadır."

                          Sıffin'den Önce:

                          "Vahyi için seçtiği peygamberlerini yolladı; onları, yarattıklarına delil kıldı; onlarla halkın, kendisine karşı özürler getirmesi yolunu bağladı; kullarını gerçek bir dille gerçek yola çağırdı.
                          Bilin ki ALLAH, gerçekten de halka tekliflerini açıkladı; onun gizlediklerinin bilinmemesi, gönüllerindeki sırların duyulmaması gibi bir yol tutmadı; kulların hangisi en iyi işte bulunacak, bunun, kullarca da bilinmesini irâde etti; böylece de iyiliğe karşı iyi mükâfâtı, kötülüğe karşı da kötü mücâzâtı takdir eyledi.[6]

                          Nerede o kişiler ki bizden -Ehl-i Beyt'ten- ayrı olarak kendilerini bilgide üstün sayarlar, hem de yalan olarak, bize zulmederek bu zanna kapılırlar? Oysa ki ALLAH bizim derecemizi yüceltmiştir, onlarıysa alçaltmıştır. Bize ihsan etmiştir, onlaraysa vermemiştir. Bizi haremine almıştır, onlarıysa oradan çıkarmıştır. Hidâyet bizimle istenebilir, körlük bizimle giderilebilir. Bilin ki imamlar Kureyş'tendir; Kureyş'in de Hâşim soyuna verilmiştir imamlık; başkalarıyla düzene girmez.[7]

                          Aynı Hutbeden:

                          "Diğerleriyse tez elde edilen dünyâyı seçtiler, sonradan elde edilecek âhireti geriye attılar.[8] Arı-duru suyu bırak-tılar, pis ve bos bulanık suyu içtiler. Sanki onların kötüsünü görmedeyim: Nehyedilen şeye eş olmuş, onunla ülfet etmiş, ona uymuş. Saçı başı onunla ağarmış; huyu huşu onun rengine boyanmış. Ondan sonra da ağzı köpürürken, dalgalarla coşan denizde boğulmaktan ürkerek, yahut da kuru otun ateşe düşüp yanmasından, kavrulmasından pervâ etmeyerek halkın zararına, kötülüğüne yüz tutmuş.

                          Nerede hidâyet ışıklarıyla aydınlanan akıllar, takvâ alâmetlerini canla başla gören gözler? Nerede ALLAH'a bağışlanmış olan, ALLAH'ın tâatine bağlanmış bulunan gönüller?

                          O yol yitirmişler bu dünyânın malına üşüştüler, birbirleriyle haram elde etmek için dövüştüler. Cennetin, cehennemin alâmetleri gözlerinden kaldırıldı; cennetten yüz çevirdiler, amelleriyle cehenneme yüz tuttular. Rableri çağırdı onları, onlar yüzlerini döndürdüler; şeytan çağırdı onları; icâbet ettiler, ona döndüler."

                          Muâviye Hakkında

                          "Andolsun ALLAH'a ki Muâviye, benden daha akıllı, benden daha dâhî değildir; fakat o gadretmede, kötü işler işlemededir. Gadrin kötülüğü olmasaydı ben de halkın en dâhisî olurdum. Fakat her gadirde bir zulüm vardır, her zulümde bir küfür mevcuttur. Gadredenin bir bayrağı olur ki kıyâmet gününde onunla tanınır, bilinir.[9]

                          Andolsun ALLAH'a ki ben gadirden gaflette değilim. Onların zulmünü onlardan yeğ bilirim; fakat göz yumarım, kimse beni, çetin işlerde bile kötülüğe götüremez; direnir, dayanırım."


                          (Savaşırlarken ashabından bâzılarının Şamlılara sövdüklerini duyunca buyurdular ki

                          "Sizin sövücü kişiler olmanızdan hoşlanmam, bu iş kötü gelir bana. Onların yaptıklarını söylediniz, hallerini andınız mı en doğru olarak söyleyeceğiniz, özür bakımından da geçerli olarak diyeceğiniz söz şu olmalı; onları söveceğiniz yerde deyin ki:
                          ALLAH'ım, onların da canlarını koru, bizim de canlarımızı koru. Onlarla aramızı uzlaştır; onları sapıklıklarından kurtar, hidâyete ulaştır; böylece de bilmeyen, hakkı tanısın, sapıklıkta direnen, ondan vazgeçsin, ayrılsın."

                          Sıffin'de Okudukları Hutbe:

                          (ALLAH'a hamd-ü senâ, Rasûlüne ve soyuna salât-ü selâmâdan) Sonra gerçekten de ALLAH beni, buyruk sâhibi etmekle üzerinizde hakkım olduğunu takdir etmiştir. Fakat benim, sizin üzerinizde hakkım olduğu gibi sizin de benim üstümde hakkınız var. Hak, söylenip övülmede her şeyden kolaydır, fakat insafla amel edilmede en güçtür. Hiç kimsenin bir kimse üstünde hakkı yoktur ki onun da öbürü üstünde bir hakkı olmasın; birinin başkası üzerinde hakkı olsun da o kimse üzerinde başkasının hakkı bulunmasın, herkesten ve her işten müstağnî olan, kullarına karşı sonsuz gücü-kuvvetli olup takdirini adaletle icrâ eden, noksan sıfatlardan münezzeh ALLAH, kudreti ve adaleti dolayısıyla bundan müstesnâdır; ona karşı hiç kimse hak dâvâsına kalkışamaz. Kullarının ona ibâdet etmesini, ihsanıyla, lütfüyle mükâfatlarını kat kat arttırmayı takdir etmiştir; bu, onun kullara vâcip ettiği hakkıdır.

                          Sonra, noksan sıfatlardan münezzeh olan ALLAH, bâzı insanlar için bâzısına kendi haklarından bir kısmını vacip etmiş, çeşitli derecelerle de o hakları eşit kılmıştır. Bâzı hakları, öbür haklar karşılığında öyle vâcip etmiştir ki onlar yapılmadıkça öbürleri de yapılamaz. ALLAH haklarının en büyüğü, buyruk sâhibinin, buyruğu altındakilere, buyruğu altında olanların da buyruk sâhibine terettüp eden haktır. Bu bir farzdır ki ALLAH herkese farz etmiştir bunu. Halkın düzene girmesine, dinlerin üstün olmasını vesile kılmıştır bunu. Halk, ancak buyruk sâhiplerinin düzgün olmalarıyla düzene girer; buyruk sâhipleri de ancak buyruğa uyanların doğruluğuyla yücelir, kurtuluşa erer. Halk, kendisine emredenin hakkını edâ ederse, halka emreden de emrettiklerine haklarını verirse aralarında gerçek, üstün olur; din yolları düzelir; adalet yerine gelir; yollar-yordamlar halk arasında yürür-gider. Bununla da zaman düzelir, devletin bakası umulur, düşmanların ümitleri ye'se döner.

                          Ama buyruk altında bulunanlar, buyruk sâhibine itâat etmezlerse, yahut buyruk sâhibi, buyruğu altındakilere zulmederse, o vakit söz çeşit-çeşit olur; birlik, düzenlik bozulur; zulüm alâmetleri belirir; dindeki hükümler değişir; sünnetler yürürlükten kalkar. Artık işler, hevâ ve hevesle görülür; hükümler kalkar, tutulmaz olur; insanlar bozgunluğa düşer; ellerinden attıkları, riâyet etmedikleri pek büyük haktan bile korkmazlar; işledikleri pek büyük batıldan bile çekinmezler. İşte o vakit iyiler alçalırlar, hor-hakir olurlar, kötüler yücelirler, üstün kesilirler; ALLAH'ın azapları da pek büyük bir tarzda kullara yönelir.
                          Böyle bir hâlde birbirinize öğüt vermeniz, iyi bir tarzda birbirinize yardım etmeniz gerektir. Birisi, ALLAH'ın razılığını elde etmeyi ne kadar dilerse dilesin, ne kadar kullukta bulunursa bulunsun, elinden geldiği kadar öğüt vermeye çalışmazsa, kullara vâcip olan bu ALLAH hakkını yerine getirmezse, halkın arasında doğruluğun hüküm sürmesine yardım etmezse, ALLAH'ın rızasını elde edemez. Dinde yüce de olsa, üstün de bulunsa herkese ALLAH haklarının edâsına yardım etmek vâciptir. Halkın gözüne küçük görünen, kendisine önem verilmeyen kişiye de bu hususta yardımda bulunmak, buna çalışmak, büyük sanılana vâcip olduğu gibi vaciptir."

                          (Bu sırada ashabından biri kalktı, ALLAH'a hamd-ü senâ ettikten, kullarına nimetlerini andıktan sonra, sen dedi, bizim emirimizsin, biz sana tâbiiz. ALLAH bizi seninle horluktan kurtardı, belâdan emin etti. Emret, buyruğuna uyalım; ne yolu seçersen o yola varalım. Sözün, gerçeğin ta kendisidir; hükmün tam yerindedir. Hiçbir işte sana karşı durmayı doğru bulmayız; hiç kimsenin bilgisini, senin bilginle ölçmeyiz. Katımızda derecen büyüktür; merteben yücedir. Hazret buyurdular ki: )

                          "Özünde ALLAH'ın ululuğunu duyan, kalbinde bu ululuk yer eden kişiye, ALLAH'tan başka her şey küçük görünür; ALLAH'ın ululuğunu bilip ululanmayan kişiye ALLAH'ın lütfü da, ihsanı da pek büyük olur. Çünkü ALLAH'ın nimetlerini büyük gören kişiye ALLAH, daha da fazla nimetler verir. Buyruk sâhiplerinin iyilerce en aşağı sayılan hâli, övünmeye kalkışmaları, kendilerini beğenmeleri, kibirliliklerini gösteren durumlara düşmeleri, bu çeşit hareketlere kalkmalarıdır.

                          Beni, övülmeyi seven, isteyen biri sanmanızdan nefret ederim; övülmeyi hiç mi, hiç istemem. Şükürler olsun ALLAH'a ki böyle bir kişi değilim ben. Hattâ böyle olsam bile gene de ALLAH'ın ululuğu karşısında vazgeçer giderim bu huydan; çünkü ALLAH, ululuğa, yüceliğe fazlasıyla lâyıktır. Nice kişiler vardır ki işi bir işe koyuldular mı, övülmeyi isterler; fakat böyle bir kişi değilim ben. ALLAH'a itâatimden, sizi idarede iyi hareketimden dolayı övmeyin beni. Daha nice huylar var, daha nice gerçek işler var; onları yapmaya mecburum ben. Övgüden hoşlanan kişilere söylenen sözleri söylemeyin bana, aksine, öfkeli kişileri öfkelendirecek sözler söyleyin bana; çekinmeyin benden; o çeşit sözleri gizlemeyin benden. yaltaklanmakla, dille rüşvet vermekle uzaklaşmayın benden.

                          Sanmayın ki doğru bir söz söylerseniz ağır gelir bana; kendisine doğru söz ağır gelen kişi, adaletle hüküm yürütemez. Doğruyu söylemekten, adalete uyup benimle danışmaktan çekinmeyin. Çünkü hatâya da düşebilirim; emin değilim bundan; ancak ALLAH lütfeder de korursa o başka. Çünkü O, bana benden daha ziyade sâhiptir. Siz de kullarsınız, ben de bir kulum Rabbe; ondan başka da Rab yok; odur sâhibimiz; bizse, bize sâhip değiliz. Bilmiyorduk, O kurtardı bilgisizlikten bizi; körlükten O kurtardı, O açtı gözlerimizi.

                          Bâzı Ashabına Hitapları:

                          "Onu (Hz. MUHAMMED'i s.a.a), peygamberlerin gönderil-mediği, ümmetlerin uykuları uzayıp gittiği, fitnelerin belirip göründüğü, işlerin darmadağın olduğu, savaşların yayıldığı bir çağda gönderdi; Dünyanın ışığı görünmez olmuştu; aldatışı açığa çıkmıştı, ondan kaçınılmaz olmuştu; o çağda, yaprağı sararmıştı; yemişinden ümit kesilmişti; suyu çekilmişti; hidâyet bayrakları yıpranmıştı; azgınlık bayrakları görünmüştü, dünya, ehline karşı yüzünü ekşitmişti; onu dileyenin yüzüne suratını asmıştı; meyvesi fitneydi; yemeği leşti, pisti; bedenine giydiği elbisesi korkuydu; üst giyimi kılıçtı.

                          İbret alın ALLAH kulları, babalarınızın, kardeşlerinizin rehin oldukları, soruya çekildikleri hâli anın. Ömrüm hakkı için zamanları ne size uzak, ne onlara ırak. Sizinle onlar arasında yüzyıllar, uzun zamanlar geçmedi. Bu gün, onların bellerinde bulunduğunuz zamandan uzak değilsiniz siz. ALLAH'a andolsun ki Peygamber'in onlara buyurduğu şeyleri bugün, ben söylemekteyim size. Onların kulakları dün nasıl duyduysa sizin kulaklarınız da bugün öylece duymakta. O zaman onların gözleri nelere açıldıysa, neler gördüyse, gönülleri ne hallere düştüyse, bugün size de aynı şeyler görünmede, aynı haller gelmede. Onların gördüklerini görüyorsunuz, duyduklarını duyuyorsunuz. VALLAHi onlardan sonra, onların bilmedikleri bir şeyi görmüyorsunuz; onların mahrum oldukları bir şeye ermiyorsunuz. Size belâ, öylesine indi, öylesine gelip çattı ki, sanki yuları çözülmüş esrik bir deve, yükü de yeğin. Aldananlar gibi aldatmasın sizi; çünkü bir gölgedir o ki uzayıp gider; sayılı günlerce devam eder."

                          Savaş usûlünü anlatırlarken buyurdular ki:

                          "Sizden kim olursa olsun, biriniz, düşmanla karşılaşınca, kendisinde bir güç, bir yüreklilik duyar, kardeşlerinden birinin zayıflığını, güçsüzlüğünü görürse, kendisine ihsan edilen, bununla da üstün bir hâle gelen kişi, yiğitlikle düşmanı kendisinden defeder gibi kardeşinden de defetmeli; ALLAH dilerse, zamanında, ondan da bu çeşit bir zaafı, tıpkı bunun gibi defeder.

                          Gerçekten de ölüm, öyle bir isteklidir ki ne oturan, onun pençesinden kurtulur; ne korkan, onu acze düşürür. Ölümün en şereflisi de öldürülmektir. Ebû Taliboğlu Ali'nin canı, kudret elinde olana andolsun ki kılıçla bin kere vurulup yaralanmak, yatakta ölmekten yeğdir bana.

                          Ama ben sizde bir bozgun havasının estiğini görüyorum; oysa kurtuluş, kendini kalp kuvvetiyle derde, belâya atan kişinindir. Helâk olmaksa, zayıf bir yürekle geriye dönenindir.

                          Zırhlıları öne alın, zırhsızları arka saflara dizin. Dişlerinizi sıkın; çünkü savaşta direnmek, insanın başından kılıcı uzaklaştırır. Mızrak vururken, yahut size mızrak vurulacağı vakit, yerine göre eğilin; yakut boyunuzu yüceltin; bu çeşit mızrak vurmak, daha tesirlidir. Her yana bakınmayın; bakınmamak, bir yana gözünü dikmek, göz yummamak, yürekteki gücü kuvveti çoğaltır. Susun; susmak, temkinli olmak, insandan korkuyu uzlaştırır. Bayrağı, diktiğiniz yerden başka bir yere nakletmeyin; çevresini de boş bırakmayın; aynı zamanda bayrağı herkese de vermeyin; onu ancak içinizdeki yiğitlerin, sizden ayıbı gideren ad-san sâhiplerinin ellerine verin. Uğradıkları çetin işlere sabreden kişiler, sağa sola, öne arda seğirtip savaşın, bayrağı koruyan erler, bayrağın ardında kalıp düşmanın eline düşmesine sebep olmayan kişilerdir. Yahut ilerisine geçip muhafazasız kalmasına meydan vermeyen erlerdir.

                          Savaşta düşmanla yüz yüze gelince ona saldırmak, zayıf kardeşine yardım etmek gerekir. Düşmanı başıboş bırakıp kendi saf arkadaşının yanına gelmek de doğru değildir. O vakit düşman, önünde kimseyi görmez ve senin saf arkadaşına saldırır. Onun işini bitirdi mi, bu sefer sana hücum eder. Andolsun ALLAH'a ki dünya kılıcından kaçan, âhiret kılıcından kurtulamaz. Siz Arab'ın ileri gelenlerisiniz, büyüklerisiniz, savaştan kaçmak, ALLAH'ın gazabına uğramaya, aşağılık bir hale düşmeye sebep olur ve buysa, ebedî bir ayıptır, daimî bir ayıp. Kaçan ömrünü uzatamaz; kaçmak, adamla ecel gününün arasına girip ecele engel olamaz. ALLAH'a giden kişi, suya kavuşmuş susuza benzer ve cennet, mızrakların gölgeleri altındadır. Bugün iş belli olur; haberler apaçık duyulur, andolsun ALLAH'a, düşmanlar, şehirlerini ne kadar özlüyorlarsa ben, onlarla karşılaşmayı, o kadar; hattâ ondan da fazla özlüyorum.

                          ALLAH'ım, gerçeği kabûl etmezlerse, batılda direnirlerse sen topluluklarını dağıt, aralarına ayrılık düşür; yaptıkları suçlara karşılık, sen helâk et onları. Çünkü onlar, birbiri ardınca vurulan mızraklarla can vermeden, kafa tasları kılıçlarla ikiye bölünmeden, kemikleri kırılmadan, kolları, ayakları kesilmeden yerlerinden kıpırdamazlar; bölük-bölük askerler, onlarla yüz yüze geldikçe, yedeklerinde atlar bulunan ve develere binmiş olan askerler onlarla savaşmadıkça, birbiri ardınca gelen ordular şehirlerini almadıkça, atlar, nallarıyla yaylalarını çiğnemedikçe inatlarından vazgeçmezler."


                          Gene savaş esnasında buyurdular ki:

                          "Ey Müslümanlar, ALLAH korkusuna bürünün, iman kuvvetine sarılın; dişlerinizi sıkın, çünkü direniş, başlarınızdan kılıçları defeder. Zırhlarınızı giyinin, hiçbir yeriniz açık kalmasın; kılıçlarınızı sıyırmadan önce, kınlarındayken oynatın. Gözlerinizin ucuyla, şiddetle bakın; sağa sola mızrak vurup saldırın; adımlarınızı ileri atarak kılıçlarınızı vurun.

                          Bilin ki siz ALLAH'ın yardımına mazharsınız; Rasûlullah'ın amcasının oğluyla berabersiniz. Dönüp dönüp hücum edin, kaçmaktan utanın; çünkü o, suyunuzca sürecek bir utançtır. Ardından da soru günü azap vardır. Canla başla savaşın, savaşmaktan hoşlanın, ölüme gülerek, sevinerek koşun. Şu çoğunluğa saldırın, şu kurulmuş çadıra yürüyün; çünkü Şeytan ordadır; fırsat bulursa elini uzatıp tutmak, güce gelirse adımını atıp kaçmak üzeredir. Ercesine yürüyün ki gerçeğin direği karanlıktan kurtulup belirsin; "ALLAH sizinledir ve yaptıklarınızın sevabı, hiç azaltılmamaktadır." (47, MUHAMMED s.a.a, 35)

                          Sıffin savaşında İmâm Hasan aleyhisselâmın savaşa katıldığını görünce buyurdular ki:

                          "Şu genci tutun, belimi kırmasın benim. Çünkü bu ikisinin (Hasan ve Huseyn aleyhimesselâm) ölmelerini, Rasûlullah'ın soyunun kesilmesini istemem; bana pek ağır gelir bu."

                          _____________
                          Dipnotlar:
                          [1] - Amr, Muâviye'ye, kendisine Mısır'a vâli tayinini şart koşarak biat etmiştir; ona işaret buyuruyorlar.
                          [2] - Enbiyâ', 107.
                          [3] - Nâbıga, Amr'ın anasının adıdır. Bu hanım, bir gece Ebû-Leheb, Ümeyye, Ebû-Süfyan ve Âs b. Vâil'le buluşmuş, çocuk doğunca bunların her biri benim oğlumdur iddiâsına girişmiş, sonunda Nâbıgıyı hakem yapmışlar, kendisine Âs baktığı için ondan olduğunu söylemiş, bu sûretle Amr b. Âs diye anılmıştır; fakat Amr, Ebû-Süfyân'a daha fazla benzerdi (Meşâhir'ün-Nisâ'dan naklen Fetret'ül İslâm, s.77, 5. not.)
                          [4] - Sıffîn savaşında H. Emir (a.s), Muâviye'ye kendisiyle savaşmasını teklif etmiş, ikimizden biri ortadan kalkarsa iş biter, kan dökülmesinin önüne geçilir buyurmuştu. Amr, Âli doğru söylüyor, namusunu korumak için karşısına çık dedi. Muâviye, sen benim namusumu korumuyor, mevkiimi istiyorsun, sen çık dedi ve çıkmazsa onunla barışmayacağına da yemin etti. Amr, bunun üzerine çıkmak zorunda kaldı ve meydanda, "Ey Küfeliler, ey fitneciler, size bunu haber veriyorum ama Ebü'l-Hasan'ı görmüyorum" meâlinde bir beyit okudu. Emir'ül-Mü'minin aleyhisselâm meydana çıkıp "Evet, Ebü'l-Huseyn de benim, bunu bil, Ebü'l-Hasan da. İşte karşındayım" meâlinde bir beyit okuyup Amr'a hücum etti. Amr, yere düşünce, ardını açtı; Hazreti Emir bunun üzerine geri döndü (Nûr'ül-Ebsâr ve El-Kâmil'den naklen Fetret'ül-İslâm, s.133 ve aynı sahifenin 1 ve 2. notları).
                          [5] - Amr Muâviye'ye, kendisine kaydı hayat şartıyla Mısır eyâletinin emaretinin verilmesini istemiş, bunun üzerine biat etmişti.
                          [6] - "Öyle bir mâbuddur ki yaratmıştır ölümü ve dirimi, hanginiz daha iyi işte bulunacak, sınamak için sizi ve odur üstün olan ve suçları örten." (67, Mülk, 2).
                          [7] - Hz. Rasûl-i Ekrem'in, sallALLAHu aleyhi ve âlihi ve sellem, kendilerinden sonra on iki halifesi bulunacağı, bunların hepsinin Kureyş'ten olacağı, Buharî, Müslim, Tirmizî, Müsned ve Kenz'ül-Ummâl hadislerindendir. Yenâbî-ül-Mevedde'de, Câbir b. Sümre'nin rivâyeti, hepsinin de Hâşimî olacağıdır; Hâfız Ebu-Nuaym, "Hılye"sinde, Hz. Rasûl'ün (s.a.a), kim benim yaşayışımla yaşamak, öldüğüm gibi ölmek, Rabbimin adn cennetinde yerleşmek dilerse benden sonra Ali'yi sevsin, onun vilâyetini kabûl etsin; onu sevene dost olsun, benden sonra İmamlara uysun; çünkü onlar benim Ehlibeytimdir, benim toprağımdan yaratılmışlardır, onlara anlayış ve bilgi rizkedilmiştir; ümmetimden olup da onların üstünlüğünü yalanlayanlara yazıklar olsun; onlar, benim onlarla olan yakınlığımı inkâr ederler; şefâatime da nâil olmazlar buyurduğunu İbn-i Abbas'tan rivâyet etmiştir (Fedâil'ül-Hamse, 2, s. 23-26).
                          [8] - "Hayır, siz geçip gideni seversiniz ve âhireti bırakırsınız." (75, Kıyâme, 20-21).
                          [9] - "Her gadredenin bir bayrağı vardır; kıyâmet günü onunla tanınır, bilinir." (Hadis, Câmi', 2, s.104).
                          "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                          Yorum


                            #58
                            Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

                            [FONT=Arial] Sıffin'den Sonra, Nehrivan'dan Önce


                            "(MUHAMMED sallALLAHu aleyhi ve âlihi) Vahyinin emini, peygamberlerinin sonuncusu, rahmetinin müjdecisi, azâbının korkutucusudur.

                            Ey insanlar, gerçekten de ben bu işe, insanların en lâyığı, ALLAH'ın bu hususta emirlerini en iyi bileniyim. Birisi, bu hususta münâzaaya kalkışır, fitneyi uyandırırsa onun, ya hakkı kabûlü dilenir, yahut da onunla savaşa girişilir. Ömrüm hakkı için imâmet, bütün insanların bir araya gelip rey vermeleriyle olmayacağı gibi zâten de buna imkân yoktur. Ancak bu işe ehil olanlar, orada bulunmayanlar hakkında rey yürütebilirler; bundan sonra da o toplulukta bulunanların bu reyden dönmeleri, bulunmayanın da başka birini seçmesi mümkün olamaz.

                            Bilin ki ben, iki çeşit adamla savaşmadayım: Birisi, kendi hakkı olmayan şeyi iddiâ etmekte; öbürü, kendisine gerekeni yapmamakta. ALLAH kulları, ALLAH'tan çekinmenizi tavsiye ederim size; çünkü bu çekinmek, insanlara tavsiye edilecek en hayırlı şeydir; ALLAH katında da işlerin, sonu bakımından en hayırlısıdır.

                            Sizinle kıble ehli arasında savaş kapısı açıldı. Bu bayrağı gerçek duraklarda görüşe sâhip olan, can gözü açık ve bilgili bulunan kişiler taşıyabilirler. Size buyurulanı yapın; yapma denenden çekinin. Bir iş sizce iyi anlaşılmadan ona koşmayın; çünkü başkalarının inkâr ettikleri şeyleri de düzüp koşmak gerekiyor bize. Bilin ki elde etmeyi dilediğiniz şu dünyâ, bâzı kere sizi öfkelendirir, bâzı kere hoşnût eder; fakat ne sizin evinizdir, ne konaklama yeriniz; siz onun için, orda kalmak için yaratılmadığınız gibi oraya da dâvet edilmediniz.

                            Bilin ki o, size bâki değildir; siz de orada bâki olamazsınız. O, sizi aldatır ama çekindirir de. Çekindirmesine bakın da aldanmayın ona; korkutmasına bakın da tamah etmeyin ona. Orada, dâvet edildiğiniz yere hazırlanmaya bakın; gönüllerinizden dünyâ sevgisini atın. Ellerinizden, ona ait bir şey alınırsa hiçbiriniz, halayıklar gibi ağlayıp sızlanmaya kalkmasın. ALLAH'ın nimetinin, hakkınızda tamamlanması için ALLAH'a itâat ederek sabırlı olun. Kitabının buyruklarını korumanız emredilmiştir size, onları korumaya çalışın. Bilin ki dîninizi koruduktan sonra dünyânızdan bir şey yitirmeniz, size zarar vermez. Bilin ki dîninizi yitirirseniz, dünyânıza ait bir şey korumanız, size fayda etmez. ALLAH kalplerinizi ve kalplerimizi hakka yöneltsin; bize de, size de sabrı ilhâm eylesin."


                            Hâricîlerin, hüküm ancak ALLAH'ındır demelerini duyunca buyurdular ki:

                            "Doğru bir söz; fakat onunla batıl murât edilmede. Evet, gerçekten de hüküm ancak ALLAH'ın; ama bunlar, emri ancak ALLAH verir diyorlar; oysa ki insanlara iyi, yahut kötü, mutlaka bir emir sâhibi gerektir. İnanan, onun buyruğu altında işe koyulur; kâfir, onun sâyesinde faydalar bulur; ALLAH, takdir ettiği zamânı onunla yürütür. Mallar, ganimetler, o yüzden toplanır; yollar, o yüzden emin olur; zayıfın hakkı, kuvvetliden onunla alınır da iyi kişi huzura erer; kötüden görmez zarar."

                            Bir rivâyette de Hâricilerin sözlerini duyunca buyurmuşlardır ki:

                            "Ben de sizin aranızda, sizin hakkınızdaki ALLAH hükmünü beklemekteyim."

                            Sonra buyurmuşlardır ki:

                            "İyi bir emir sâyesinde temiz kişi işe koyulur; kötü emir yüzünden de kötü kişi fayda bulur; zamanı bitinceye, ölümü yetinceye dek bu böyle sürer gider."

                            Hüküm kabûl etmesini zorladıkları zaman buyurdular ki:

                            "Ey insanlar, sizi savaşın zayıflatmasını istediğimi sanıp durmadasınız; oysa ki savaş, sizi zayıf düşürürse düşmanı sizden ziyade zayıf düşürür.
                            Fakat ne çâre; dün buyruk vermedeydim, bugün buyruk altına girdim. Dün nehyediyordum sizi, bugün siz beni nehyediyorsunuz. Yaşamayı seviyorsunuz; ben de istemediğiniz şeye sizi zorlayamam."

                            Ashabından birisi kalkıp, bizi hakem tayin etmekten men ettin, sonra da hakemlerin hükmüne uymamızı söyledin; bilmiyoruz, bu iki işten hangisi daha doğru deyince Hazreti Emir aleyhisselâm, elini eline vurup buyurdular ki:

                            "Gönlündeki ahdi terk edenin cezâsıdır bu. Size emrettiğim şey, ALLAH'a andolsun ki, istemediğiniz şeye sizi sevk etmek içindi; fakat ALLAH onda hayır takdir etmişti. Emrine uysaydınız doğru yolu bulurdunuz, eğrilseydiniz sizi doğrulturdum; baş çekseydiniz sizi düzene sokardım; bu da en doğru bir şeydi. Fakat bu işi kiminle yapayım, kime güveneyim? Ben sizi tedâvî etmek istiyorum, sizse derdimsiniz benim. Ayağındaki dikeni, dikenle çıkarmak isteyen kişiye benziyorum; ama o da biliyor ki diken, dikene meyletmede. ALLAH'ım, hekimler bile bu dertlilerin dermanından usandı; bu derin kuyudan su çekenler bıktı, dermandan kaldı.

                            Nerede o topluluk ki İslâm'a dâvet edildiler de kabûl eylediler; Kur'ân'ı okudular da hükümlerini kuvvetlendirdiler; savaşa yürütüldüler de yürüdüler; süt emer çocuklarını bile bırakıp atıldılar; kılıçlarını, kınlarından sıyırıp saldırdılar? Bölük bölük, müşriklerle savaşarak yeryüzünün çevrelerini tuttular; bir kısmı şehit oldu, bir kısmı kurtuldu. Yaşayışa önem vermediklerinden, kalanlar müjdelenmediler; ölüme aldırmadıklarından ölenler yüzünden kalanlara başsağlığı verilmedi bile.

                            Onların gözleri ağlamaktan dünyâyı seçmez olmuştu; fazla oruçtan karınları çökmüştü; duâ etmekten dudakları kurumuştu; uykusuzluktan renkleri sararmıştı; yüzlerine Tanrı'dan korkanların, ona karşı alçalanların tozu toprağı konmuştu. Onlardı benim kardeşlerim; fakat gittiler; artık benim, onlara kavuşmak susuzluğuna uğramam gerek; onların ayrılığından elimi dişlemem gerek.


                            Bilin ki Şeytan, sapıklık yollarını kolay gösteriyor size; düğüm düğüm çözerek dîninizi almak, birlik topluluk yerine sizi ayrılığa salmak istiyor sizi. Onun vesveselerinden, onun afsunundan yüz çevirin; size verenin, öğüdünü armağan edenin sözlerini tutun; ona bağlanın, ona uyun."

                            (Hâriciler, hakem kabûlünü inkârda ısrâr ederlerken toplandıkları ordugâha gidip buyurdular ki

                            "Hepiniz de Sıffin'de bizimle beraber değil miydiniz? (İçimizde bulunan da var, bulunmayan da denince) İki bölüğe ayrılın; Sıffin'de bulunanlar bir yana gitsin, orda dursun; bulunmayanlar da bir tarafa gelip toplansın da hepsine diyeceğimi diyeyim (buyurdu. Sıffin'de bulunanlarla bulunmayanlar ayrılınca hepsine) Susun da sözlerimi dinleyin, yüreklerinizi sözlerime verin; sizden tanıklık istediğim vakit de herkes bildiğini, bildiği gibi söylesin (diye münâdîye nidâ ettirdi. Sonra onlara uzun bir hutbe okudu ki bu sözler, o hutbedendir

                            "Onlar Mushafları mızraklara bağlayıp yücelttikleri zaman, hîleyle, düzenle, bunlar da bizim kardeşlerimiz, bunlar da dindaşlarımız. Bize baş vuruyorlar, geçmiş suçlarını bağışlamamızı diliyorlar. Noksan sıfatlardan arı olan ALLAH'ın Kitabına sığınarak savaştan kurtulmak istiyorlar. Dileklerini kabûl etmemiz, onları bu dertten kurtarmamız doğrudur diyenler siz değil miydiniz?

                            Size, bu bir iştir ki dedim, görünüşte îman, fakat içyüzde düşmanlık ve isyan. Evveli rahmet, fakat sonu nedâmet, Yolunuza yürüyün, dişlerinizi sıkın, savaşa devam edin. Uyulursa adamı sapıklığa götürecek, uyulmazsa hor-hakir bir halde kalakalacak kişinin çağrısına aldırmayın. Fakat siz dinlemediniz; siz kabûl etmediniz bunu. Ben kabûl etseydim uymam gerekirdi; fakat ALLAH, bunun suçunu yüklemedi bana; Kur'ân benimledir elbet; ona inanalı ayrılmadım ondan ben.

                            ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, RasûlALLAH'la beraber olduğumuz demlerde öldürülmek, babaların, oğulların, kardeşlerin, yakınların arasında döner dururdu; ama musibetlerde, bütün çetin olaylarda bizim ancak inancımız artardı; gerçek üzere geçer giderdik; buyruğa uyarak, yaraların sızısına dayanırdık.

                            Şimdiyse Müslüman olduğunuz hâlde İslâm'a giren sapıklık ve batıl şüphe ve te'vil yüzünden kardeşlerimizle savaşmadayız; ALLAH'ın aramızdaki ayrılığı gidereceğini, bizi uzlaştıracağını umduğumuz şeye yapışmaya, ondan başkasını elden atmaya çalışmadayız."

                            Hakemeyn Hakkında:

                            "Aşağılık kaba kişilerdir; bayağı huylu kullardır. Her yandan toplanmışlar, her kötülüğe bulanmışlar. Din hükümlerini öğrenip edep kaidelerine uymaları, belleyip yola gelmeleri gerekli olan, buyruk altına girmeleri, başlarına buyruk bırakılmamaları icâb eden kişilerdir. Ne Muhâcirlerdendir onlar, ne Ansâr'dan; ne de daha önce Medîne'de yerleşenlerdir.
                            Bilin ki onlar, toplumun içinden kendilerince sevilen, istenen en yakın kişiyi seçtiler. Sizse istemediğiniz, sevmediğiniz en yakın kişiyi seçtiniz. Abdullah bin Kays'in dün dediklerini hatırlayın; diyordu ki: Bu bir fitnedir, Müslümanlar arasında hakla batıl belli değildir; yaylarınızın zırhlarını kesin; kılıçlarınızı kınlarına sokun.[1]

                            Doğru söylüyorduysa zorlanmadan gitmekte yanıldı; yalan söylüyorduysa töhmet altına girdi. Amr ibn'il-Âs'a karşı Abbas oğlu Abdullah'ı gönderin; fırsattan faydalanın; İslâm'ın elinde olan uzak şehirleri kaplayın, kavrayın, koruyun. Görmüyor musunuz ki şehirlerinizde savaşıyorlar; onları elde etmeyi umuyorlar."

                            Hâriciler hakem kabûl etmesini, sonradan kınayınca buyurdular ki:

                            "Biz insanları hakem yapmadık, Kur'ân'ı hakem tâyîn ettik. Kur'ân, iki yaprak arasındaki kitaptır; dille söylemez; çâresiz onu okuyup anlatacak biri gerek. Onunla söz söyleyenler, insanlardır. Şamlılar bizden, Kur'ân'ı hakem tayin etmemizi istediler. Yüce ALLAH'ın kitabından yüz çevirecek kişiler değiliz biz ve noksan sıfatlardan münezzeh olan ALLAH, "Bir şeyde anlaşmazlığa düştünüz mü, ALLAH'a, Peygamber'e başvurun" buyurmuştur (4, Nisâ', 59). ALLAH'a başvurmak, Kitabıyla hükmetmemizdir; Peygamber'in sünnetine başvurmak, onun hükmüne, onun sünnetine uymamızdır. ALLAH'ın Kitabıyla gerçek olarak hükmedilecekse biz, onunla hükmetmeye herkesten daha ziyade layığız; ALLAH'ın Rasûlü'nün sünnetine uyularak hükme varılacaksa biz, insanlar arasında onunla hükmetmeye en fazla hakkı olanlarız, ona ehil bulunanlarız.

                            Ama neden hakeme razı olarak mühlet verdin derseniz cevabım şudur: Bilgisiz de gerçeği bilsin, öğrensin, bilgi sahibi de bilgisini büsbütün arttırsın; bunu istedim, bunu diledim; ALLAH belki bu uzlaşmayla bu ümmetin arasını bulur, düzeltir, bu zaman içinde biraz soluk almasını sağlar, gerçek aydınlanır, sapıklık ortadan kalkar dedim.

                            Gerçekten de ALLAH katında insanların en yücesi, gerçek, onun elde edeceği şeyi azaltsa, onu derde, gussaya salsa, batıl ona fayda verse, elde edeceğini çoğaltsa bile gerçeğe uyanı, onunla amel edenidir.

                            Neden şaşkına dönüyorsunuz, neden bu fitne nereden geldi size, düşünmüyorsunuz? Gerçeğe uymakta şaşırıp kalan, onu bir türlü görmeyen, zulme sarılan, ondan ayrılmayan, kitabın hükmünü anlamayan, doğru yoldan çıkıp sapan topluluğa karşı yürümeye hazırlanın. Fakat siz, ne güvenilir, ne dayanılır kişilersiniz, ne yoldaşlık edilecek dostlar. Savaş ateşini yalımlayacak ne kötü kişilersiniz siz, Yuf olsun size; dertlere düştüm, belâlara uğradım sizinle. Birgün savaşa çağırıyorum sizi; birgün gönlümdeki dertleri söylüyorum size, danışıyorum sizinle; fakat ne çağırdığım zaman doğru özlü, vefâlı kişilersiniz siz, ne sır söylenecek, güvenilecek kardeşler."

                            Hâricilere karşı buyurmuşlardı ki:

                            "Tutalım, benim yanıldığımı, doğru yoldan saptığımı sandınız; benim bu hareketim yüzünden neden bütün MUHAMMED ümmetini de sapık sayıyorsunuz? Neden benim yanılmam yüzünden onları da yanılmış biliyor, benim suçum yüzünden onları da kâfir sanıyorsunuz?

                            Kılıçlarınız omuzlarınızda; onları suçsuzlara sallıyorsu-nuz; suçluları suçsuzlara katıyorsunuz. Oysa siz de bilirsiniz ki; ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah evli olarak zina edeni recm etmiş, sonra ona namaz kılmıştır, mirasını da, miras düşenlerine vermiştir. Adam öldüreni öldürtmüş, mirasını ehline pay etmiştir. Hırsızlık edenin elini kestirmiş, evli olmadığı halde zina edeni dövdürmüş fakat sonra Müslümanların haklarından onlara düşen hakkı da kendilerine teslîm eylemiştir; onlar da Müslüman kadınları nikâhlamışlar, onlarla evlenmişlerdir.

                            Demek ki, ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah onlara, suçlarının cezalarını vermiş, ALLAH'ın hükmünü tatbik etmiş, fakat Müslümanlıkta haklarını onlardan men etmemiş, adlarını Müslümanlıktan çıkarmamıştır. Sizse insanların en kötülerisiniz; Şeytanın azgınlığa, isyana sevk ettiği, şaşkın bir halde sapıklığa sürdüğü kişilersiniz.

                            Yakındır, benim yüzümden iki bölük helâk olur gider: Bir bölüğü, beni fazlasıyla sevendir; sevgi, gerçek olmayan inanca yürütür onu; öbürü, bana buğuz edendir; buğuz, gerçek olmayan yola salar onu. İnsanların hayırlıları, hak-kımda ne ileri gidenleridir, ne geri kalanları. Onlar, orta yolu seçerler. Bu yolu seçin; Müslümanların çoğunluğunun inancına sâhip olun; çünkü ALLAH'ın (Kudret) eli, topluluktadır. Sakının ayrılıktan; insanlardan ayrılan, Şeytana kul olur; sürüden ayrılan koyunun kurda lokma olması gibi.

                            Bilin, duyun; onların bu inancını güden kişiyi, imamemin altında bile olsa, öldürün.

                            Tayin edilen iki hakem, Kur'ân'ın dirilttiğini diriltmek, Kur'ân'ın öldürdüğünü öldürmek için tâyîn edilmişti; onların bir araya gelmeleri ayrılığı yok etmek içindi. Kur'ân, bizi onlara uymayı çekerse uyacaktık onlara; Kur'ân bize uymayı emrederse, onlara değil, bize uyacaktınız. Sizi kötü bir işe salmadım; işlerinize ait bir hususta aldatmadım; şüphelere düşürmedim. Seçtiğiniz iki kişiyi, Kur'ân'ın hükmünden çıkmamalarını şart koşarak tâyîn etmiştik, göndermiştik. Onlarsa gerçeği, göz göre göre terk ettiler; cevr olduğunu bile bile kendi kendilerine uydular; cefâ yoluna gittiler. Oysa ki hükümde adaleti, gerçeğe uymalarını, kendi kötü reylerine uymamalarını şart koşmuştuk önceden."

                            Hakemeyn'den sonra Nehrivan'da toplanan Hâricilere buyurdular ki:

                            "Kasırga kökünüzü silip süpürsün; sizden söz söyleyen bir tek kişi bile kalmasın, gitsin. ALLAH'a inancımdan, Râsulullah'la, sallALLAHu aleyhi ve âlihi, uyup onunla beraber savaşımdan sonra kâfir olduğuma mı şehâdet edeyim? Böyle bir şey yaparsam sapıklığa düşmüş olurum; doğru yoldan şaşmış olurum. Yıkılın gidin en kötü yere; topuklarınız üstünde dönün gerisin geriye. Bilin ki benden sonra sizi kaplayan bir alçalışa düşeceksiniz: keskin kılıca uğrayacaksınız; zâlimler mallarınızı alacak; bu, size yapılıp duran bir âdet olacak."

                            Nehrivan'a Hâricilerle savaşa giderlerken buyurdular ki:

                            "Öldürülecekleri yer, suyun bu yüzü; andolsun ALLAH'a, onlardan on kişi kurtulmaz; sizden de on kişi helâk olmaz."[2]

                            Nehrivan'dan Sonra

                            "ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun Rasûlullah'la beraberdik, babalarımızı, oğullarımızı, kardeşlerimizi, amcalarımızı öldürüyorduk. Bu, doğru yolda yürüyerek, mihnetlere sabrederek, düşmanla savaşa sarılarak ancak inancımızı arttırmada; teslimiyetimizi çoğaltmadaydık. Gerçekten de bizim her birimiz, düşmanımızdan birine saldırmada, iki esrik deve gibi boğuşmada, dövüşmedeydik. Dövüşenlerin ikisi de birbirinin canına susamıştı.

                            Kim, ömrüne ölümü sunacak, hangisi hangisini ölümle suvaracak, onu gözetmedeydi; ona bakmadaydı. Kimi olurdu, biz düşmanımıza üst olurduk, kimi de düşmanımız bize üs olurdu. ALLAH, doğruluğumuzu görünce düşmanımızı alçalttı; bize yardım etti; sonra Müslümanlık yerleşti; üst olup karar kıldı. Ömrüm hakkı için ki bu işe, sizin sarıldığınız gibi sarılsaydık dinin bir direği bile dikilmezdi; iman bağında bir dal bile yeşermezdi. ALLAH hakkı için yaptığınız işten dolayı kan sağmanız gerek; nâdim olmanız gerek."


                            Nehrivan savaşından sonraki hutbelerinden:

                            "Sonra ey insanlar, bilin ki ben fitnenin gözünü kör ettim; dalga-dalga yayılan karanlığına benden başka kimse dalamaz; coşup duran kudurganlığına kimse atılamaz. Sorun bana, beni yitirmeden sorun. Canım kudret elinde olana andolsun, sizinle kıyâmet arasında neler olacaksa, sorarsanız haber veririm size. Yüzlerce kişiyi doğru yola götürecek, yüzlerce kişiyi sapıklığa atacak topluluklardan hangisini öğrenmek isterseniz, o fitneye halkı kim çağırır, kim yürütür; yüklerini çeken develeri nerelerde ıhlatıp yaratırlar; yüklerini nerelerden alıp yüklerler; onlardan kim öldürülür, kim ölümüyle ölür; hepsini bir bir bildiririm size.

                            Ama beni yitirdiniz mi, size hoşlanmadığınız işler, sıkıntılı çetin olaylar gelip çatınca, soranların çoğu, şaşırıp başlarını önlerine eğecekler, soru sorulanların çoğu da cevap veremeyip acze düşürecekler. Bu da, giriştiğiniz savaş kızışıp sürdükçe sürdüğü, halkın paçalarını sıvayıp işe giriştiği, dünyanın sizi dara düşürdüğü, ortalığı kararttığı zaman olacak; sonunda ALLAH, sizin hayırlılarınızdan geriye kalanlardan bu belâ günlerini giderinceye dek bu, böyle gidecek.

                            Bilin ki fitneler gelip çattı mı, hak mıdır, batıl mı, bilinmeyecek, şüphe edilecek. Geçip gitti mi, halk uyanacak, bilecek, Gelip çatınca inkâra düşülecek, geçip gidince anlaşılıp bilinecek. Bu fitneler, kasırgalar gibi esip dönecek, tozup duracak, bir şehirden gelecek, bir şehri alıp verecek.

                            Bilin ki size gelip çatacak fitneler içinde en korktuğum fitne, Ümeyyeoğulları'nın fitnesidir; çünkü o, hiçbir şey görmeyen kör, hiçbir şey göstermeyen karanlık bir fitnedir. Bu fitneye karşı tedbir yolu görünmez, belâsı herkesi kaplar; can gözü açık olana gelir çatar; körleşip onu görmeyendense geçer gider.

                            ALLAH'a and olsun ki Ümeyyeoğulları, benden sonra sataşacağınız en kötü buyruk sahipleridir; kocamış, kötü huylu deveye benzerler onlar; sütünü sağarken sağanı dişiyle ısırır; ayağıyla başına vurur; onu tekmeler durur; sütünü vermez olur. Sizden, kendilerine yarayandan, yahut da hiç olmazsa onlara zararı dokunmayandan başkasını bırakmaz onlar. İçinizden birinin, onlardan öç alması, ancak kulun efendisinden, birinin hizmetinde bulunan kişinin, o kişiden öç almasından başka bir şey olamaz ve o zamana dek de onların belâsı sizin üstünüzden kalkmaz. Görünüşü çirkin, korkunç, câhiliye devrinin karanlıkları gibi kapkaranlık fitneleri gelip çatarsa size; o fitnede ne bir hidayet alâmeti vardır, ne bir yol gösteren bilgi.


                            Biz Ehlibeyt, ondan kurtulmuşuz; o fitne için de halkı, kendisine çağıranlardan değiliz biz. Sonra ALLAH onları alçaltan, zorla, zorlukla sürüp götüren, onlara zehirden daha acı ağı ile dopdolu kadehi sunan, onlara ancak kılıç veren, onlara ancak korku ve dehşet elbisesi giydiren kişinin eliyle sizden o belâyı, o fitneyi, hayvanın derisini yüzer gibi yüzüp sıyıran kişinin eliyle giderir. O zaman Kureyş, bütün dünya ellerinde olsa, dünyada ne varsa hepsine sahip bulunsa, pek az bir müddet için bile olsa beni görmek için fedâ etmeye hazırdır. Ama ne fayda. Bugün, onlardan bir kısmını istiyorum da gene vermiyorlar bana."[3]

                            Ashabını yererken buyurdular ki:

                            "Överim ALLAH'ı, takdirini yerine getirmesi, dileğini izhâr eylemesi dolayısıyla; beni sizinle mübtelâ etmesi dolayısıyla; ey buyurduğum zaman itâat etmeyen, çağırdığım zaman gelmeyen topluluk. Sizi kendi başınıza bıraksam lafa dalarsınız; savaşa soksam yorulur bırakırsınız. Halk imâmın emrine uysa kınarsınız; size uyarsa arkanızı dönersiniz. Hay olmayasıcılar, kendi kendinize yardım için neyi bekliyorsunuz; hakkınızı almak için savaşa girmiyor da ne umuyorsunuz? Ölümünüzü mü, yoksa alçalıp gitmenizi mi?

                            VALLAHi ölüm günü gelip çatsa ki elbette gelecektir, sizinle aramı ayırsa, sizinle konuşmayı istemeden, sizden yardım ummadan ayrılacağım sizden. ALLAH için söyleyin, savaşınız kendiniz için mi, ALLAH için mi? Dininiz yok mu ki sizi bir araya toplasın; hamiyetiniz yok mu ki size bir gayret versin? Şaşılacak şey mi değil ki Muâviye, aşağılık zâlimleri çağırıyor, onlara bir şey vermeden onlar, ona itâat ediyorlar.

                            Ben, İslâm olanların soyundan gelen, onların yerlerini tutan sizleri çağırıyorum yardıma, yahut da savaş için bir bölüğünüzü çağırıyorum bir şey vermeye, benim yanımdan dağılıyorsunuz, benim aleyhime dönüyorsunuz. Ne bana yardım ve itâat husûsunda rıza gösteriyorsunuz, ne beni kınamada, aleyhime dönmede birleşiyorsunuz. Sizden kurtulmam için ölümümden başka bir şey istemiyorum; ölüm bana en sevimli bir şey oldu. Size kitabı okudum, anlattım; delil getirdim belirttim; tanımadığınız şeyleri bildirdim; ağzınızdan attığınız şeyleri sindirttim; anlamadıklarınızı anlatmaya çalıştım; ama kör görmezse, uyuyan uyanmazsa ben ne yapabilirim?


                            Kılavuzları Muâviye olan, terbiye edenleri Nâbıga oğlu bulunan toplum, bilgisizliğe ne de yakındır."

                            "Yarattıklarına yarattıklarıyla, yaratmak, var etmek kudretiyle tecelli eden, onların gönüllerine delilleriyle görünen, onların delillerini gösteren ALLAH'a hamdolsun. Halkı düşünüp taşınmadan yarattı; düşünüp taşınmak ancak düşünceye, tasarlanmaya sâhip olanlara yaraşır; oysa ALLAH bundan münezzehtir. Bilgisi, her çeşit gizlilikleri kavramış, her türlü gizli inançları kaplamıştır."

                            Bu hutbede, Hazreti Peygamber'i, (s.a.a), anarlarken buyurdular ki:

                            "Onu peygamberler ağacından, ışıklar saçan kandil konan yerden, en yüce yerden, Mekke'nin göbeğinden, karanlıkları ışıtan nurlardan, hikmet kaynaklarından seçmiştir.

                            İmam bir hekimdir ki devâsıyla hastalarını dolaşır durur; yaralarına merhem sarar; gereken yaraları dağlayıp yakar; bereleri onarır; hastalara ilâç sunar kör gönülleri, sağır kulakları, söylemez dilleri iyileştirir; sağlığa kavuşturur. Hikmet ışıklarıyla ışıklanmayan, karanlıkları aydınlatan bilgi yalımlarıyla tutuşup yalımlanmayan, otlayan dört ayaklı hayvanlara benzeyen, katı taşları kayaları andıran, gaflete düşmüş, hayrete uğramış kişileri ilâcıyla iyileştirmek için arar, bulur.

                            Can gözü açık olanlara gizli şeyler açıklanmıştır; doğru yolda şüpheye kapılanlara gerçek, apaçık meydana çıkmıştır. Kıyâmet, yüzündeki örtüyü açmıştır; gelip çattığına dair alâmetler belirmiştir.

                            Fakat ne oldu da ben cansız bedenler, cesetsiz canlar görüyorum sizi; ne oldu da düzene girmemiş, doğru yolu bulmamış ibâdet edenler, kâr elde etmeyen tâcirler gibi görüyorum sizi? Uykuya dalmış uyanıklarsınız; burada bulunmayan, fakat bedenleriyle önümde durup duran kişilersiniz; körler gibi bakmadasınız; sağır gibi dinlemedesiniz; dilsizler gibi konuşmadasınız.

                            Ümeyyeoğulları devleti, bir sapıklık bayrağıdır ki miline oturtulmuş değirmen taşı gibi yerine dikilmiştir; gölgesi her yana yayılmıştır. Sunduğu kadehle sizi döndürüp duruyor; ayakları altında sizi ezip un-ufak ediyor. O bayrağı diken, dinden çıkmıştır; sapıklığa ayak basmış, direnmiştir. Üst olduğu gün, yenmiş yemeğin kapta kalan artığı, yahut boşaldıktan sonra zâhire çuvalında kalan kırıntı kadarınız kalır ancak. O sapıklık bayrağı, sizi deri tabaklayan kişi gibi ovalar; hasat edilmiş ekin gibi ezer, öğütür; kuşun küçük taneler içinden büyüğünü seçip yediği gibi, içinizden, ancak zarar vermek için inanan kişiyi seçer, çıkarıp alır.

                            Hangi yola gidiyorsunuz, bu yollar nereye götürüyor sizi? Karanlıklar sizi şaşırtmada, yalanlar sizi aldatmada; nereden geldi bu âfet başınıza, ne vakit bu yoldan döneceksiniz siz?

                            Her şeyin bir zamanı var, her gidişin bir gelişi var. Rabbin lütfuyla bunları bilenden dinleyin; gönüllerinizde yer etsin sözleri; size söylerse uyanmaya bakın. Çölde, toplumuna su ve yiyecek arayan, elbette doğru söyler; yapacağını tasarlar; zihnini derleyip zorlar; size işin aslını açıklar; hiçbir şüpheli şey bırakmaz; bildirir.

                            Ama o sapıklık bayrağı dikilince batıl yerleşir yeryüzünde; bilgisizlik binek atlarına biner; azgınlık büyüdükçe büyür; gerçeğe çağıran azalır; zaman saldırıp yaralayan, salıp ısıran canavar gibi saldırır; susan, sinen erkek deveye benzeyen batıl, seslenmeye başlar, esrir kuvvetlenir; insanlar, kötülük yolunda kardeş olurlar; birbirlerinden dini gidermeye başlarlar; yalanı severler, gerçeğe düşman kesilirler. İş bu kerteye gelince de oğul, dert olur babaya; yağmur ıssıyı artırır; kötüler çoğaldıkça çoğalır; iyiler azaldıkça azalır.

                            Bu zamanda yaşayanlar kurt kesilirler, buyruk sahipleri yırtıcı canavara dönerler, orta halliler yiyici olurlar; yoksullarsa ölüp giderler. Doğruluk bulunmaz olur; yalan çoğaldıkça çoğalır durur; sevgi dillerde kalır; insanlar gönülleriyle birbirlerine karşı dururlar; kötülükte bulunmak soy-boy olur; namus ve temizlik, şaşılacak bir şey haline gelir; İslâm ters giyilen elbiseye döner."

                            "Ey bedenleriyle bir araya gelip toplanmış dilekleriyle, istekleriyle darmadağın olmuş insanlar, sözünüzle sert kayalar erir gider; yaptığınız işle düşmanlar size tamah eder. Meclislerde dersiniz: Var mı bize yan bakacak; savaş gelip çattı mı, dersiniz: Bizden uzak ol, uzak. Çağıranın çağırışı, size bir şeref, bir gayret vermedi; yüreğini sıktığınız kişi, huzur rahat görmedi. Bunların hepsi de sapıklıktan doğma bahaneler; hani borçlunun bugün, yarın diye borcunu vermemesine benzer.

                            Alçalmış kişi, horluğu gideremez; hak, çabadan, savaşmaktan başka bir şeyle elde edilemez. Yurdunuzdan başka hangi yurttan düşmanı kovacaksınız; benden sonra hangi imâma uyup savaşacaksınız? Andolsun ALLAH'a aldanmış kişi, o kişidir ki, size aldanır; sizinle bir şey elde etmeyi uman, en isâbet etmeyecek kumar okunu atar; utulur kalır; sizinle ok atan, yaya dayanağı olmayan, temreni bulunmayan oku atar, perişan olur. Andolsun ALLAH'a, sözünüze inanmadan sabahladım; yardımınızı ummadım; düşmanı sizinle korkutmadım.


                            Nedir hâliniz, nedir ilâcınız, nedir tedbiriniz? Onlar da sizin gibi adam. Bütün sözlerinizi bilgisiz mi söylüyorsunuz; çekinmeden gaflete mi düşüyorsunuz; hakkınız olmayan bir şey mi umuyorsunuz?"

                            "Küçüğünüzün, büyüğünüzün yolunu tutması gerek. İslâm'dan önceki câhiliyye devrinin cefacıları gibi olmayın; onlar da ne dinden bir hüküm bilirlerdi, ne ALLAH'ın varlığını akıl ederlerdi."

                            Aynı Hutbeden:

                            "İslâm'la birbirlerine dost olduktan sonra gene dağıldılar, asıllarından ayrıldılar; içlerinden öylesine bir dala yapışanlar oldu ki dal nereye eğilirse, onunla beraber o yana eğildiler. Fakat ALLAH onları, son baharda bulutlar nasıl bir araya toplanırsa, daha beter bir gün için, Ümeyyeoğulları için bir araya toplayacaktır. ALLAH aralarını uzaklaştıracak, sonra onları birbiri üstüne yığılan bulutlar gibi bir araya getirecek; sonra onlara kapılar açacak; toplandıkları yerlerden, Seba ehlinin iki bahçeye gelen seli gibi akıp gidecekler. O selden bir tek tepe bile kurtulmayacak; bir yüksek yer bile tutunamayacak; o selin yolunu ne bir tümsek tutabilecek, ne bir yüksek, önüne geçebilecek. ALLAH, onları, vâdîlerinde kol kol ayıracak; yeryüzündeki kaynakları meydana getirecek. Onlarla başka bir toplumun hakları alınacak; onları ayrı bir toplumun yerine yerleştirecek. Andolsun ALLAH'a ki yücelikten, yerleşip pekiştikten sonra onların ellerinde ne varsa, yağın ateşte erimesi gibi eriyip bitecek.

                            Ey insanlar, hakka yardım etmede birbirinizden ayrılmasaydınız, batılı gidermede gevşek davranmasaydınız, size eşit olmayanlar, sizi alt etmeye kalkışmazlardı; kendilerine üst olduğunuz kişiler, kuvvet elde etmezlerdi. Fakat siz, İsrailoğulları gibi çöle düştünüz; ömrüm hakkı için benden sonra bu çöldeki şaşkınlığınız, İsrailoğulları'nın şaşkınlığından kat kat artacaktır. Ne diye hakkı ardınıza attınız, yakından kesildiniz, en uzağa sarıldınız? Bilin ki, sizi gerçeğe çağırana uysaydınız, o, sizi Peygamber'in gittiği yola götürürdü; insafsızlığa düşmezdiniz; boyunlarınızdaki ağır yükleri atardınız."[4]

                            Kufelilere Hutbeleri:

                            "ALLAH mühlet verse bile zâlimi, eninde sonunda kahreder, cezâsız bırakmaz. Onu görmededir, onun geçtiği yolu bilmededir, sonra onun boğazını sıkar; tükürüğünü yutmasına bile meydan vermez. Canım kudret elinde olana andolsun, bu topluluk, size üst olacaktır; ama bu, onların, sizden daha haklı olduklarından değil, batıl iş bile buyrulsa hemencecik itâat edişlerinden ve sizin, benim buyruğuma itâat etmeyişinizden. Ümmetler, buyrukları altındakilerin zulmünden korkarak sabahlarlar; bense buyruğum altındakilerin zulmünden ürkerek sabahlamadayım.

                            Düşmanla savaşmanızı istedim, gitmediniz. Size öğüt verdim, tutmadınız. Gizli, açık bağırdım, gelmediniz. Öğüdümü duymadınız. Buradasınız ama yok musunuz? Kullarsınız ama baş mı kesildiniz? Size gerçek sözler söylüyorum, kaçıyorsunuz. Adamakıllı öğüt veriyorum, sözüm bitmeden dağılıyorsunuz. İsyan edenlerle savaşa teşvik ediyorum sizi, daha sözüm bitmeden Sebe' kavmi gibi dağılıveriyorsunuz; toplandığınız yerlere gidiyor, birbirinizi öğütlerle kandırıyor, aldatıyorsunuz. Sizi sabahleyin doğru yola sevk ediyorum; akşamleyin yanıma yay gibi eğrilmiş dönüyorsunuz. Sizi doğrultan da usandı gitti, duyup dinleyenin de işi sarpa sardı.


                            A bedenleriyle karşımda duran, akıllarını yitirmiş, dilekleriyle burada bulunmayan, istekleri çeşit çeşit olan kişiler, a emirlerini derde uğratan belâlara düşüren adamlar, emiriniz ALLAH'a itaat ediyor, siz onun emrini tutmuyorsunuz: Şamlıların emiri ALLAH'a isyan ediyor, onlarsa onun emrini tutuyorlar. Andolsun ALLAH'a ki Muâviye sizin için benimle sarraflar gibi alış verişe girse, onlardan birini, bir altın verir alırdım, bir gümüş dirheme de onunuzu satardım.

                            Ey Kufeliler, sizde bulunan üç şeyle, sizde bulunmayan iki şey yüzünden dertlere düştüm; gamlara battım: Kulaklarınız var, sağırsınız; konuşuyorsunuz, söz söylüyorsunuz, dilsizsiniz; gözleriniz var, körsünüz[5]. Savaşta hür erler gibi direnmeniz yok; belâ çağında güvenilir adamlar değilsiniz siz.

                            Ellerine toz toprak giresiceler, siz, haydayanı uzakta kalmış develere benziyorsunuz; bir yandan bir yana dağılmış, gitmişsiniz. ALLAH'a andolsun, savaş kızışsa, ateş bacayı sarsa Ebû-Tâlib oğlunun yanından dağılır gidersiniz, doğan çocuk nasıl bir daha ana rahmine girmezse sizi de bir daha derleyip toplamak mümkün olmaz.

                            Rabbimin yolundayım ben, gerçeğim ve Peygamberinin emrine uymuşum; doğru yoldayım; apaçık, o yolda gitmedeydim. Peygamberinizin Ehlibeytine dikkat edin; onların yolundan ayrılmayın; onlara uyun. Onlar, sizi aslâ doğru yoldan çıkarmazlar; sapıklığa sevk etmezler. Onlar oturdular mı siz de oturun; onlar kalktılar mı siz de kalkın; onların önüne geçmeyin. Böyle hareket etmezseniz yollarınızı yitirirsiniz; sersemleşir, sapıtır gidersiniz. Onlardan geride kalmayın, yoksa helâk olur bitersiniz.[6]

                            Ben, ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, MUHAMMED'in ashabını gördüm; içinizde onlara benzer bir kişi bile göremiyorum. Onlar, saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir halde sabahlarlar, gecelerini namazla geçirirlerdi. Kimi alınlarını toprağa koyarlardı, kimi yüzlerini. Kıyâmeti andılar mı, köz gibi yanarlardı. Alınları, secdeden, âdetâ keçinin dizlerine dönmüştü, kabuk bağlamıştı. ALLAH anıldı mı, azap korkusundan, sevap ümidinden gözyaşı dökerlerdi; hem de öylesine ki yenleri yakaları ıslanırdı; yel eserken ağaç nasıl sallanırsa öyle titrerlerdi.[7]

                            "Ey bedenleriyle burada bulunan, akıllarıyla yetip giden, çeşitli dileklere dalan, gönülleriyle başka başka yerlere yelip yortan kişiler, ben sizi gerçeğe sevk etmedeyim, sizse aslanın kükremesinden korkup kaçan keçi gibi sözlerimden kaçmaktasınız, gerçekten yan çizmedesiniz. Size, ayın son gecesine benzeyen adaleti göstermeme, ışıyacağını söylememe rağmen beni dinlemiyorsunuz; sizi o ışıkla aydınlatmama, yahut eğrilmiş gerçeği doğrultmama, ne çâre ki imkân yok.

                            ALLAH'ım, sen de bilirsin ki bizim savaşa sarılmamız, dünya mülküne rağbetimizden, bakası olmayan dünya malını elde etmek istediğimizden değildir. ALLAH'ım, ilk olarak mâbuduna yönelen, çağrıyı duyup icâbet eden kişiyim ben; ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Resûlullah'tan başka hiçbir kimse, benden önce namaz kılmamıştır; ilk namaz kılan kişiyim ben.

                            Siz de bilirsiniz ki buyruk sâhibinin, insanların namuslarına, kanlarına, ganimetle elde edilen şeylere, dilediği gibi hüküm etmeye kalkışması doğru olmadığı gibi nekes kişinin bilgisizlik, cefâ ve zulmedenin buyruk sâhibi olması da doğru değildir; nekes, halkın mallarına göz diker; bilgisiz, onları doğru yoldan saptırır; zulmedense onları canlarından eder. Devletin elden gideceğinden korkan, bir bölüğü tutar, öbürlerini bir yana atar. Hükümde rüşvete kapılan, bir bölüğü, hakkından mahrum eder; sünneti terk edense ümmeti helâk eder gider.

                            Hakemeynden sonra bir hutbeleri:

                            "Zaman, ağırlığından kırıp geçiren, çetinliğinden ezip gideren bir iş etse, bir olay çıkarsa bile Hamd ALLAH'a. Bilirim bildiririm ki, ALLAH'tan başka yoktur tapacak; Onunla, O'ndan başka yoktur bir kulluk edilecek mâbud ve gerçekten de MUHAMMED, kuludur, elçisidir; ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun.

                            Bundan sonra derim ki: Gerçekten de esirgeyen, bilen, tecrübe sâhibi olan öğütçünün öğüdüne isyan, insanı şaşkınlığa düşürür; sonund da nedâmete sürer götürür. Bu hakem tayin etmek husûsunda emir verdim, gizlediğim

                            Ne olurdu Kasir'in emri dinlenseydi.[8]

                            Cefâ edici muhâlifler gibi, isyancı düşmanlar gibi baş çektiniz; dinlemediniz beni; hem de öylesine dinlemediniz ki sonunda öğüt veren bile öğüdünden şüpheye düştü; her yanı ışıtan reyini kınamaya kalkıştı.

                            Ben de, siz de Hevâzin boyundan olan kardeşin söyledi-ğine döndük.
                            Mün'arac'ül-Levâda[9] reyimi bildirdim, emrettim size;
                            Ertesi günün kuşluğu oluncaya dek doğruluğu anlaşılmadı sizce."

                            Nehrivan'da Hâricilere hitapları:

                            "Bu nehrin kıyılarında öldürüleceksiniz; bu yörenin çukurlarında yerlere serileceksiniz; hem de Rabbinizden apaçık bir delile sâhip olmadan; yaptığınızın doğru olduğuna dâir elinizde bir hüccet bulunmadan; ben bu hâlden önce sizi korkutmadayım; size öğüt vermedeyim.

                            Dünya sizi şaşırtmada; kader sizi helâk etmede. Sizi şu hakem işinden men etmiştim; düşmanlık edercesine karşı geldiniz bana; reyimi dileğinize bıraktım. Kafasız bir topluluksunuz; aklı kıt bir kalabalıksınız. Bense sizin bir kötü işe düşmemenizi istiyordum; size bir zarar gelmemesini diliyordum."



                            ____________
                            Dipnotlar:
                            [1] - Abdullah ibn-i kays, Ebu-Mûsâ'l-Aş'arî'dir. Daha Cemel savaşından önce halka, haklı kimdir, haksız kim, bilen yok; onun için Ali'nin dâvetine uymayın, ona uyup savaşa girişmeyin diyordu. Bu zat, Osman zamanında Basra vâlisiydi. Emir'ül-Müminin (a.s),onu azletmişti. Bu yüzden de Emir'ül-Mü'minin'e kin beslemekteydi. Hâriciler, bilhassa bu zâtın hakem olmasını istediler, ısrâr ettiler; Hazreti Emir'in tayin etmek istediği Abdullah b. Abbas'ı kabûl etmediler.
                            Ebû-Mûsâ'l-Aş'arî, Muaviye'ye uyup Hz. Emir'e, Hâşâ, lânet edenlerden ve Hz. Emir tarafından lânet edilenlerdendir. Hicretin kırk dördüncü yılında ölmüştü (Tenkihe, 2, s.203).

                            [2] - Hâricilerle savaşa giderlerken birisi, nehri geçtiklerini söylemişti; bir başkası da bu sözü teyid etmişti; onun üzerine bu sözleri buyurdular. Asker arasından bir genç, bu sözü duyunca, gaybî bildiğini iddia ediyor; varayım da göreyim, nehri geçmişlerse dönüp mızrağı gözüne saplayayım düşüncesine kapılmıştı. Nehrivan'a varıp suyu geçmediklerini görünce Hazrete giderek içinden geçeni bildirdi; bağışlanmasını diledi. Hazret, ALLAH bütün suçları bağışlar, istiğfâr et buyurdular. Savaşta Hâricilerden dokuz kişi kurtulmuştu; Hazretin ashabından da sekiz kişi şehit olmuştu (Muhamed Abduh Şerhi, s.107; 1. not; Kazvini, 1, 197-199).

                            [3] - Gerçekten de böyle olmuştur. Ümeyyeoğulları'nın son hükümdarı Mervan, Abdullah bin Ali bin Abdullah bin Abbâs'ın kumandasındaki Horasan askerini görünce ne olurdu demişti; bu gencin yerine Ebu-Tâlip oğlu Ali olsaydı.

                            [4] - Kur'an-ı Mecîd'in 34. sûresinin (Sebe&#039, "And olsun ki Sebe' kavmine, oturdukları yerde bile bir delil vardı; sağda solda iki bahçe bulunmadaydı; yiyin Rabbinizin rızkından ve şükredin ona; tertemiz bir şehir ve suçları örten bir Rab. Derken yüz çevirdiler de onlara seddin suyunu gönderdik ve o bahçelerini, açık böğürtlen ve birazcık da köknar yetiştiren iki çorak tarlaya çevirdik. İşte nankörlükleri yüzünden böyle cezalandırdık onları ve biz, nankör olandan başkasına ceza verir miyiz? Onların şehirleriyle kutladığımız şehirler arasında, âdetâ birbirine bitişik nice şehirler halk etmiştik ve şehirlere gidip gelmeyi kolay bir hale getirmiştik; demiştik ki:

                            Geceleri, gündüzleri emniyet içinde gezin, dolaşın oralarda. Rabbimiz dediler, gidip geldiğimiz yerlerin aralarını uzak-laştır ve kendilerine zulmettiler, derken onları masala çevirdik, paramparça ettik onları; şüphe yok ki bunda, adamakıllı sabreden ve iyiden iyiye şükreden her kişiye deliller var elbet. Ve andolsun ki, İblis'in, onlar hakkın-daki zannı doğru çıktı; derken inananlardan bir bölükten başka hepsi de ona uydu. Ve onlar üzerinde hiçbir kudreti yoktu onun; âhirete inananla o hususta şüphe içinde kalanı ayırdedip kendilerine bildirmek için yaptık bunu; Rabbin, her şeyi adamakıllı korur, hiçbir şey bilgisinden dışarı değil" meâlindeki 15-21. ayetlerine işaret edilmektedir. Sebe'liler, Kahtan boyundan Sebe' evlâdındandır. Şehirleri Yemen civarındaydı; pek mâmurdu. İki dağ arasına yaptıkları seddi açarlar, bahçelerini sularlardı. Nankörlükleri yüzünden sed yıkıldı ve şehirler yerle bir oldu (Mecma'ul-Beyan, 8, s.384-387).

                            "Ey kavmim, ALLAH'ın size vermeyi takdir ettiği kutlu yere girin ve gerisin geriye dönmeyin, yoksa ziyankâr olursunuz, ancak ziyana düşersiniz. Onlarsa Yâ Musâ demişlerdi, orda zorlu erler var, onlar orda oldukça biz, kesin olarak giremeyiz, ama oradan çıkarlarsa gireriz. İçlerinde, korkan ve ALLAH tarafından nimetlere mazhar olmuş bulunan iki kişi, kapıdan girip saldırın üstlerine demişti; oraya girerseniz şüphe yok ki üst olursunuz siz ve ancak ALLAH'a dayanın inanmışsanız. Yâ Mûsâ demişlerdi, onlar orda bulundukça biz, oraya ebediyen giremeyiz. Sen, Rabbinle git, ikiniz çarpışın onlarla, biz burada oturup duracağız. Mûsâ, Yârabbi demişti, benim hükmüm ancak kendime, bir de kardeşime geçiyor. Şu kötülük eden kavimle aramızı sen ayır.

                            Tanrı demişti ki: Orası, tam kırk yıl onlara haram edildi. Çölde sersemcesine dolaşacaklar, tasalanma o kötülükte bulunanlar için." (Mâide 21-26)
                            İsrâiloğulları'nı örnek getirmekte olan bu âyetlere işaret buyurarak uğrayacakları halleri anlatmaktadırlar. Bu olaylar, (Ahd-ı Atik"de, "A'dâd" bölümünde de vardır (14. bab).

                            [5] - "Andolsun ki, cinlerin ve insanların çoğunu cehennem için yarattık, onların kalpleri vardır; düşün-mezler onlarla; onların gözleri vardır, görmezler onlarla, onların kulakları vardır, duymazlar onlarla; onlar dört ayaklı hayvanlara benzerler; hattâ daha da sapıktır onlar; onlardır gaflette kalanların ta kendileri." (A'râf, 179) Bu âyet-i kerimede, hayvanların düşünceleri olmadığı, gerçeği göremedikleri, gerçek sözü duyup anlamadıkları, bu yüzden de mâzur oldukları, mükellef ve sorumlu bulunmadıkları, fakat insanlara idrâk verildiği, gerçeği görebilecekleri, gerçek sözü duyup anlayabilecekleri, böyle olduğu halde gerçeği idrâk etmeyen, etmemekte ısrar eden, gerçeği görmeyen, duymayan, görmemek ve duymamakta ısrar eden kişilerin, hayvanlardan beter oldukları, fakat idrâk etmek, gerçeği görmek ve duymak kabiliyetine sahip oldukları ve mükellef bulundukları halde batıla saptıklarından dolayı azâbı hak ettikleri beyan buyrulmaktadır. Emir'ül-Müminin (a.s), bu âyet-i kerimeye işaret buyurmaktadır.

                            [6] - Müsned, Sahih-u Tirmizi, Müstedrek'us-Sahilayn, Hilyet'ül-Evliyâ, Kenz'ül-Ummâl, Mecma'uz-Zevâid, Savâik'-ul-Muhrıka. Hz. Rasul-i Ekrem'in (s.a.a), ümmeti arasında iki değer biçilmez şey bıraktıklarını, bunların da Kur'ân-ı Mecid ve Ehlibeyt olduğunu beyan buyurdukları, Ehlibeyt'in, Nuh Peygamber'in gemisine benzediğini, ona binenin, yâni onlara uyanın kurtulacağını, onlara karşı duranların boğulup gideceklerini bildirdikleri, Ehlibeyt'in ümmet için aman bulunduğunu söyledikleri sâbittir (Fadâil'ül-Hamse, 2, s.43-60).

                            [7] - "İnananlar, ancak onlardır ki ALLAH anılınca yürekleri titrer; onlara âyetleri okununca da inançlarını arttırır ve Rablerine dayanırlar. Onlardır ki, namaz kılarlar ve rızıklandırdığımız şeylerin bir kısmını harcarlar. Onlardır gerçek inananlar, onlarındır Rableri katında dereceler, yarlıganma ve dâimî bitmez tükenmez rızık." (8, 2-4)

                            [8] - Ne olurdu Kasir'in emri dinlenseydi. Bu, bir atasözü-dür. Hıyre padişahı Cüzeyme, Cezire padişahının babasını öldürtmüştü. Kızı, babasının yerine geçince Cüzeyme'ye, ben bir kadınım, kadına padişahlık yaraşmaz; seninle evlenmek istiyorum; halk kınamasa ben gelirdim; sen gel de aradaki düzensizlik kalksın, birleşelim diye haber gönderdi. Cüzeyme, bu söze inandı. Kölelerinden Kasir'in öğüdünü dinlemeyip bin kişiyle gitti ve tuzağa düşürülüp öldürüldü. Bundan sonra da "Ne olurdu Kasir'in emri dinlenseydi" sözü bir atasözü olarak söylenmeye başlandı.

                            [9] - Mün'arac'ül-Levâ bir konak yeridir. Beyit, Düreyd'in bir kasidesindendir. Kardeşi Abdullah'la Hevâzin oğlu Bekroğullarının savaşından dönerken kardeşine orda konaklamamasını söylemiş, fakat sözünü dinletememişti. Kuşluk çağında, orda tuzağa düştüler; Abdullah öldürüldü; Düreyd, yaralı olarak kurtuldu ve bu münâsebetle bu beytin bulunduğu kasîdeyi söyledi.

                            "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                            Yorum


                              #59
                              Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

                              [b][FONT=Arial] Muâviye hakkında buyurmuşlardır ki:


                              "Benden sonra size, boğazı geniş, karnı şiş mi şiş, göbekli biri musallat olacak O, bulduğunu yer, bulmadığını ister. Hadi öldürün onu, ama öldüremezsiniz.
                              Duyun, bilin ki O, beni sövmenizi emredecek size, benden teberrî etmenizi isteyecek sizden. Sövmeye gelince: Sövün, çünkü bu, benim temizliğimi arttırır, sizi de ölümden kurtarır. Benden teberriye gelince: Sakının bundan; çünkü ben, İslâm dininde olarak doğdum; îmanda, hicrette en önde bulundum."[1]

                              (Ümeyyeoğulları'nı bildiren bir hutbeleri

                              "O'nu, Peygamberlerin yollanmasının arası kesildiği, insanların gaflet uykusuna daldığı, uykularının uzayıp gittiği, hüküm iplerinin yıpranıp koptuğu bir zamanda gönderdi. İnsanlara kendisinden önceki hükümleri gerçekleyen haberle, uyulması gereken ışıkla geldi: Bu da Kur'an'dır. Onu konuşturmaya çalışın. O, söz söylemez görünüşte, fakat ben haber vereyim ondan size:
                              Bilin ki olacak şeylerin bilgisi, geçmişlere ait sözler, derdinizin devâsı, aranızdaki düzenin müktezâsı ondadır."

                              (Bu hutbeden

                              "Bu sırada kerpiçten yapılmış, yahut kilimden kurulmuş hiçbir ev, hiçbir otağ kalmaz ki oraya, zâlimlerin derdi, gussası girmesin; orada onların kötülüğü, zahmeti olmasın. O gün, zâlimler için ne gökte bir yardımcı kalır, ne yeryüzünde.

                              İşe ehil olmayanı seçtiniz, o işi, su içilmesi gereken yerden başka bir yere götürdünüz. Pek yakındır ALLAH'ın, bir lokmaya karşılık bir lokmayla, bir yudum suya karşılık bir yudum suyla zulmedenden öç alması. O zâlimler bana zehir yedirdiler, zehir içirdiler; buna karşılıkta bulunacak ve onlara üst libâsı olarak korkuyu giydirecek, alt libâsı olarak azâba bürüyecek onları. Onlar, suçları yüklenmiş merkepler, günahları taşıyan hayvanlardır. And içerim, gene de and içerim ki Umeyyeoğulları, bu devleti benden sonra balgam gibi ağızlarından atacaklardır; geceler gündüzleri, gündüzler geceleri kovaladıkça da bir daha onu tadamayacaklardır."

                              (Muâviye ordusunun, şehirleri aldığı ve Büsr bin Ebi-Ertât'ın gelmesi üzerine, Yemen'de, memurları bulunan Abbasoğlu Ubeydullah'la Nümran oğlu Said'in ülkeyi bırakıp Kufe'ye gelmeleri üzerine minbere çıkıp buyurdular ki

                              "Elimde Kufe kaldı ancak; onu sıkıyorum avcumda, onu gevşetiyorum. Ey Kufe, yalnız sen kaldın, sen. Senden de fırtınalar esmekte, kasırgalar kopmakta ALLAH çirkinleştirsin seni."
                              (Sonra şâirin şu beytini okudular
                              Baban Hayr'ın ömrü hakkı için ey Amr, ancak
                              Bana şu kabın dibinde birazcık artık kaldı mutlak.

                              (Sonra buyurdular ki

                              "Haber geldi bana; Büsr Yemen'e gelmiş, VALLAHi bu topluluk, sanıyorum ki yakın bir zamanda devletinizi alacak; buna sebep de batıl da toplanmanızdır; haktan ayrılmanızdır; imâmınız hak üzereyken ona isyan etmenizdir; onlarınsa imamları batıla uymuşken itâatte bulunmalarıdır. Onlar emaneti sâhibine veriyorlar; sizse hâinlik ediyorsunuz. Onlar şehirlerinde düzgün hareketlerde bulunuyorlar; sizse bozgunculuk ediyorsunuz. Size bir sağrağı bile emanet etsem, korkuyorum, denge bağlanacak halkasını koparırsınız.

                              ALLAH'ım, ben onlardan bezdim; onlar da benden bezdiler. Benim gönlüm onlardan daraldı; onların gönülleri de benden daraldı. Onların yerine, onlardan hayırlısını ver bana; benim yerime de benden daha şerrini musallat et onlara.[2] ALLAH'ım, gönüllerini, suda tuzun eridiği gibi erit. Andolsun ALLAH'a ki Ganm oğlu Firâs oğullarından[3] bin atlı olsaydı sizin yerinizde, daha da sevgiliydi bana, daha da sevindirirdi beni."

                              (Sonra şâirin şu beytini okudular
                              "Orda çağırsaydın onları eğer, Gelirdi sana yaz bulutları gibi yer yer."[4]

                              (Şamlılarla savaştan çekinenlere hitapları

                              "Yuf olsun size; yazıklâr olsun size; sizi azarlamaktan usandım artık. Âhirete karşılık dünyâ yaşayışına mı razı oldunuz; yüceliğe karşılık alçalmayı mı hoş buldunuz? Sizi, düşmanınızla savaşa çağırdığım zaman korkudan gözleriniz dönüyor; sanki ölüm gelip çatmış da sizi belâlara uğratmış; gaflete dalıp gitmişsiniz de o gaflet sizi sarhoşluğa atmış. Bana bir söz bile söyleyemiyorsunuz; bir cevap bile veremiyorsunuz. Gönülleriniz perîşan; aklınız gitmiş başınızdan; hiçbir şeyi akıl edemiyorsunuz. Size güvencim yok bu böyle gittikçe, bu karartı devam ettikçe. Dayanağım desteğim değilsiniz ki dayanayım size; kolum kanadım olmuyorsunuz ki sığınayım size.

                              Siz sanki sürüp haydayanları yitmiş develersiniz; bir yandan sürülüp bir yana getirilirler; öbür yandan da dağılıp giderler. Andolsun ALLAH'a ki siz, savaş ateşini ne de kötü yakıp tutuşturanlarsınız. Onlar size düzen kurmadalar; siz kurmuyorsunuz; onlar yörenizi kaplıyorlar; şehirlerinizi alıyorlar; siz tınmıyorsunuz. Onlar sizden gözlerini yummuyorlar; siz gaflet içindesiniz; onları unutuyorsunuz.

                              VALLAHi birbirlerine yardım etmeyenler alt olup giderler. VALLAHi sanıyorum ki savaş kızıştı, ölüm yalımlandı mı, bedenden kopan, bir daha da yerine konmayan baş gibi Ebu-Tâlib oğlundan ayrılıp gideceksiniz. Andolsun ALLAH'a ki düşmanın kaldırışını bekleyen kişiye saldırır düşman, etini kemiğinden sıyırır, kemiğini kırar, ufalar; derisini yüzer gider. O kişinin aczi büyük mü, büyüktür elbet. Gönlündeki azim zayıf mı, zayıftır, yoktur ona bir medet. İstersen böyle ol sen; fakat b en, andolsun ALLAH'a, düşmanın saldırısından önce ona öyle saldırırım ki, Meşârif'de[5] yapılmış kılıçlarla öylesine vururum ki kellelerdeki küçücük kemikler havaya uçar; kollar, bilekler, ayaklar yerlere düşer; bundan sonra da ALLAH, dilediğini yapar, işler.


                              Ey insanlar, benim sizin üzerinizde hakkım var; sizin de benim üzerimde hakkınız var:
                              Bana vâcip olan hak, size öğüt vermektir; ganimetleri size bölüştürmektir; bilmediğinizi öğretmektir; sizi edebe sokmaktır; böylece nasıl hareket edeceğinizi bilirsiniz; öğrenirsiniz. Size vâcip olan hak da, biate vefâ etmenizdir; ben varken de, yokken de birbirinize öğüt vermenizdir; çağırdığım zaman gelmenizdir; buyurduğum zaman itâat etmenizdir."

                              (Muâviye orduları Anbar'ı yağma ettikten sonraki hutbeleri

                              (ALLAH'a hamd-ü senâ, Rasûlüne ve soyuna salâvattan)
                              "Sonra derim ki: Gerçekten savaş cennet kapılarından bir kapıdır; ALLAH onu, dostlarının seçkinlerine açmıştır. O'dur çekinme elbisesi, ALLAH'ın koruyucu çukalı, cevşeni; onun sağlam kalkanı. Kim ondan çekinir de onu bırakırsa ALLAH ona aşağılık elbisesi giydirir, onu belâlar kavrar, bürür, bayağı bir hâle girer. Hak yoldan sapar, zebûn olur; savaşı bıraktığından dolayı batıla kapılır; horlanır kalır. Horluklara düşer, insâf edilmez ona; adaletten, insâftan şaşar.

                              Duyun, bilin ki ben sizi bu toplumla, gece gündüz, gizli âşikâr savaşa çağırdım; onlar size saldırmadan siz savaşın onlarla dedim. Artık andolsun ALLAH'a ki kendi ülkelerinde kendileriyle savaşılan toplum, ancak aşağılık bir hale düşer. Sizse gevşek davrandınız, birbirinize yardım etmediniz, sonunda da her yandan saldırıp yağmaya koyuldular; yurdunuzda size üst oldular.

                              İşte şuracıkta Gaamid oğulları; orduları Anbar'a[6] gitmiş, Hassan b. Hassan'ıl-Bekrî'yi öldürmüş, askerinizi sınırlarından sürmüş, çıkarmış. Haber verdiler bana: Onlardan bir er, bir Müslüman kadının, başkası da Müslümanların amânında bulunan bir başka kadının evine girmiş; halhallarını, bileziklerini, gerdanlıklarını, küpelerini almış. Onlarsa ancak ALLAH'a sığınmışlar, kadere bağlanmışlar, düşmana yalvarmışlar, ağlayıp sızlanmışlar. Gelenler, sonra çekilip gitmişler. Onlardan hiçbirine bir zarar gelmemiş; onların hiçbirinin kanı dökülmemiş. Bundan sonra bir Müslüman, kederinden ölse kınanmaz; hattâ yerinde bir şeydir bence.

                              Şaşılacak şeylerin en şaşılacağı da, bu toplumun batılda birleşmesi, sizinse haktan ayrılmanız. Bu hâl, kalbi sıkar, öldürür, adamı kederlere karar, kahreder. Yüzleriniz kara olsun, gönülleriniz gamla dolsun düşman oklarına bu çeşit amaç oluşunuz yüzünden. Size saldırıyorlar, mallarınızı yağmalıyorlar; siz saldırmıyor, yağmalammıyorsunuz; sizinle savaşıyorlar; siz savaşmıyorsunuz; ALLAH'a isyân ediliyor da siz razı oluyorsunuz. Yaz günlerinde onların üstüne yürümenizi emrettiğim zaman, hele biraz dur, bırak bizi; şu sıcak günler geçsin dediniz. Kışın yürümenizi emrettiğim zaman, hele biraz dur, bırak bizi, şu soğuklar geçsin dediniz. Bütün bunlar, sıcaktan, soğuktan kaçış; sıcaktan, soğuktan kaçarsanız, andolsun ALLAH'a kılıçtan, daha fazla kaçarsınız siz.

                              Ey erkeğe benzeyenler, fakat erkek olmayanlar, çocuklar gibi gelgeç akıllılar, gerdekteki kadınlar gibi akılları fikirleri tam olmayanlar, ey daldan dala konanlar, keşke sizi görmeseydim ben, keşke sizi tanımasaydım ben. Bir tanıyış ki bu, sonu nedâmete dayandı; acıklanmayla sonuçlandı. ALLAH gebertsin sizi, kalbimi yaraladınız; gönlümü gamla, öfkeyle doldurdunuz; soluktan soluğa bana yudum yudum dert içirdiniz; bana isyân ederek reyimi bozdunuz, altüst ettiniz. Sonunda Kureyş, Ebû-Tâliboğlu yiğit bir er ama savaşta bilgisi yok dedi. ALLAH atalarını bağışlasın, onlardan bir tek kişi var mı ki savaşta benden daha tecrübeli olsun, benden daha fazla ayak direyip dursun? Yirmi yaşıma gelmemiştim ki savaşa giriştim; halâ da savaştayım işte; altmışı aştım, fakat itâatte bulunmayana ne reyim olabilir, ne emrim, ne tedbirim?"

                              (Halkı toplayıp savaşa sevk etmek için sözler söyledikleri vakit onlar, susup bir şey demeyince buyurdular ki
                              "Ne oluyor size, dilsiz mi oldunuz?"

                              (İçlerinden bir bölüğü, Yâ Emir'el-Müminin, sen gidersen biz de seninle gideriz dedi. Bunun üzerine buyurdular ki

                              "Ne oluyor size, nedir hâliniz? Ne doğru yola girebildiniz, ne dilediğinizi elde ettiniz. Bu kadarcık bir askerle savaşa gitmem mi gerek? Bu kadar askerle ancak yiğitlerinizden, kuvvetlilerinizden razı olduğum birisi çıkabilir. Benim orduyu, şehri, beytülmâli, yeryüzünün toplanacak haracını, Müslümanlar arasında hüküm vermeyi isteyenlerin haklarına bakıp gözetmeyi bırakıp azlık bir askerle öbür bölüğün ardına düşmem, içinde başka ok bulunmayan okluktaki ok gibi ses çıkarmam doğru olamaz. Çünkü ben, değirmenin miliyim, taş benim çevremde döner, bense durduğum yerde dururum. Yerimden ayrıldım mı, taş, boşuna ve yamru yamru döner, altındaki post ırgalanır, un etrafa saçılıp dökülür; buysa, andolsun ALLAH'ın bekasını kötü bir reydir. Andolsun ALLAH'a ki düşmanla karşılaşınca şehit olacağımı umsaydım, bunun bana mukadder olduğunu bilseydim bineğimi yaklaştırır, biner, sizden ayrılır, kuzey ve güney yelleri estikçe sizi aramaz, istemezdim.

                              [COLOR=#632423]Siz kınayanlarsınız, ayıplayanlarsınız; doğru yoldan, birlikten, dirlikten sapanlarsınız, tilki gibi düzenle münâfıklık yolunu tutanlarsınız; gönüllerinizin birliği az olduktan sonra sayıda çok olmanızın da bir faydası yok zâten." /COLOR]

                              (Nevf'ül-Bekâlî rivâyet eder, der ki: Emir'ül-Mü'mi-nin aleyhisselâm, Kufe'de Hubayrat'ül-Mahzûmî oğlu Ca'de'nin, hutbe okumaları için koyduğu taşın üstüne çıkarak bu hutbeyi inşâd buyurdular. Sırtlarında softan bir aba vardı; kılıçlarının bağı hurma lifindendi; ayaklarına gene liften örülmüş na'leyn giymişlerdi. Alınları fazla secdeden, devenin dizlerine ve göğsüne dönmüştü. Buyurdular ki

                              "Hamdolsun ALLAH'a ki, halkın dönüp gidişi O'nadır; işlerin sonları O'na varır ulaşır.[7] Pek büyük ihsanı, pek aydın burhanı, artıp duran lütfü yüzünden ona hamdederiz; öyle bir hamdle ki hakkını ödesin, şükrünü edâ etsin; sevâbınâ nâil olarak ona yaklaşalım; güzel bir surette de lütfunun artmasına vesile olsun. Lütfunu dileyerek umarak ondan dilekte bulunan, ümit eden kişi gibi biz de yardım diler, umarız; faydalar vermesini, kötülükleri gidermesini isteriz; ihsanını itiraf ederiz; işte ve sözde ona uyarız. İmânında şüphe olmayan, îmâm sâhibi olarak ona dönen, birliğini ihlâs ile bilen, söyleyen, onu överek ululayan, onun rızasını dileyip çalışan, ona sığınan kişiler olarak ona inanırız. Bir varlıktan meydana gelmemiştir ki o noksan sıfatlardan münezzeh olan mâbuda, o varlık, ortak olsun; ondan da bir varlık meydana çıkmamıştır ki onun mirâsını alsın da yokolsun.

                              Vakti, zamanı o yaratmıştır; ona bir an bile tekaddüm edemez; ziyâdelik, noksan, kulun hallerindendir; bu haller ona ârız olamaz. Bize, tam yerinde olan tedbir alâmetleriyle, olması mutlaka gereken takdir belirtileriyle yaratışını göstermiş, bunları akıllara izhâr etmiştir. Yaratışının tanıklarındandır göklerin direksiz, dayaksız duruşu. Onları bu sûretle durmaya çağırmıştır, onlara emretmiştir; onlar da durmadan, duraksamadan emrine uymuşlardır, hem de dileyerek, isteyerek. Onlar, onun yaratıp geliştirmesine ikrar etmeselerdi, onun itâatine boyun eğmeselerdi, ne arşına yer ederdi onları, ne meleklerine mesken; ne halkının tertemiz sözlerinin ağdığı yer ederdi onları, ne temiz amellerin ağdığı yer.[8]


                              Gökteki yıldızları, yeryüzü ovalarında yol alırken şaşırıp kalanlara yol bulmaları için kılavuz kıldı. Gecenin kapkaranlık perdeleri, yıldızların aydınlığını örtmediği gibi Ay'ın, gönüllerde parıltısına da engel olamaz. Tenzîh ederiz noksan sıfatlardan o mâbûdu ki ne gecenin kızıllığa bürünmüş karanlığı ona gizlidir, ne yerlere çöken karanlığında kalanlar, ne birbirine ulanmış kapkara dağlar. Göğün ufkunda gürleyen gök gürültüsü de ondan gizli değildir, bulutlardan parlayıp çakan şimşekler de; yere düşen, yelden uçuşan yaprakları da bilir, gökten yağan yağmur katrelerini de. Her katrenin nereye düşeceğini, nerede karar kılacağını, karıncanın neyi, nereden çekip götüreceğini, sineğe yetecek gıdâyı, karına düşen çocuğun neyle rızıklanacağını bilir. Kürsî, yahut arş yokken de var olana, yeryüzü, cin, yahut insan bulunmadan da bulunana, vehimle anlaşılmayana anlayışla bilinmeyene hamd olsun.[9]

                              Ondan isteyen, onu oyalayamaz; lütfunu elde eden, lütfuna bir noksan veremez; gözle görülemez, hadden, mekândan münezzehtir, sınırlanamaz; eşitleri yoktur, benzerleri bulunamaz ki onlarla anlatılsın. Bir aletle yaratmaz, duygulara sığmaz ki duygularla idrâk edilsin, insanlarla kıyaslansın.

                              Bir mâbuddur ki Mûsâ'ya söylemiştir, ona ulu delillerini göstermiştir; fakat ne sözü dille dudakladır, ne uzuvla, o söz, ne bildiğimiz söyleyişledir, ne uzuvlarla ses verip anlatışla.[10]

                              Ey bunu anlatmayı iş edinen, ona uğraşan kişi, ey rabbini vasfetmeye kalkışan kişi, kutluluk mekânlarında mânevî başlarını önlerine eğmiş heybetinden kendilerinden geçmiş olan ve mânen ona yakın bulunan melekleri, Cebrâîl'i anlat; tek ve en güzel sıfatlara sâhip olan yaratıcı mâbûdun vasfında kendilerinden geçmiş olanları bildir gerçeksen, gerçekten bildirebileceksen.[11]

                              Sıfatlarla ancak şekil ve sûret sâhibi olanlar, âzâya sahip bulunanlar idrâk edilebilir. Oysa varlığı, sonunda yokluğa erişip biten, O, bunlardan münezzehtir; O'ndan başka mâbud yoktur. O'nun ışığıyla aydınlanır bütün karanlıklar; O'nun ışığıyla kararır bütün ışıklar.[12]

                              ALLAH kulları, sizi güzel libâslara bürüyen, size yaşayış sebeplerini lütfeden ALLAH'tan çekinmenizi tavsiye ederim. Bir kişi, ebedi yaşayışa ağmaya bir merdiven bulsaydı, yahut ölümü gidermeye bir yol elde etseydi, cinlerle insanların saltanatı, Peygamberlikle, Tanrı'ya yakınlıkla beraber kendisine ihsan edilen Davud oğlu Süleyman bunu bulur, bunu elde ederdi; esenlik ikisine de. Fakat o, dünyâda rızkını tamamlayınca, müddetini yitirince yokluk yayları, ölüm oklarıyla okladı onu; dünya onun varlığından hâlî kaldı; yurtlar bomboş oldu; onları başka toplumlar miras olarak aldı.[13]

                              Gelip geçmiş devirlerdekiler size ibrettir. Nerede Amâlika, nerde Amâlika'nın oğulları, nerede firavunlar, nerede firavunların oğulları; nerede Peygamberleri öldüren, nerede Peygamberlerin yollarının yordamlarının nurlarını söndüren Res şehirlerinin halkı? Nerede zorbaların yollarını yordamlarını diriltenler? Nerede ordularla yürüyenler, binlerce orduyu bozanlar, kıranlar; nerede askerler, nerede şehirler yapanlar?.[14]

                              (Bu hutbeden

                              "Onların sırlarını hikmet yönünden gizlemiştir; O'nun bütün yoluyla anlamayı, O'nu idrâk etmeyi O'nunla uğraş-mayı örtmüştür; oysa ki o, dileyen kişinin yitik malıdır; boyuna sorup öğrenmek istediği dileğidir, hâlidir. O, İslâm garip olunca gurbete düşer; boynu üstüne yere ıhlar; kuyruğunu yere vurur; bir daha da kalkmaz yerden. O, tanrı hüccetlerinin kalanlarındandır, Peygamberlerinin bıraktıklarındandır; onun zuhuruyla bilinir, âşikâr olur o sırlar.[15]
                              Ey insanlar, ben, Peygamberlerin ümmetlerine verdikleri öğütleri verdim size; onlardan sonraki vasîlerin bildirdiklerini bildirdim size; kamçımla terbiye etmek istedim sizi; doğru yola gelmediniz; zorlayıp yola sokmak istedim sizi, doğru yola girmediniz.

                              ALLAH için söyleyin, benden başka sizi doğru yola sokmak isteyen bir imam mı bekliyorsunuz; benden başka size gerçek yolu gösteren bir muktedâ mı bekliyorsunuz?

                              Bilin ki dünya, yüz gösterdi, fakat ardını döndü, ardında olanlar yüz çevirdi, hayırları yüz göstermişken ardını döndü. Hayırlı kişiler, dünyadan göçmeyi kurdular; dünyanın kalan az nimetini sattılar, yok olmayan âhiretin nimetlerini aldılar. Sıffin'de kanlarını döken, bugün artık hayatta bulunmayan kardeşlerimiz zarar etmediler; bugün onlar ne gussa yemedeler, ne bu bulanık suyu içmedeler. Andolsun ALLAH'a ki ecirlerini tam olarak aldılar; korkudan, sıkıntıdan sonra esenlik yurduna vardılar.

                              Nerede din yolunda yürüyüp giden, gerçek uğruna can verip göçen kardeşlerim benim? Nerede Ammâr, nerede Teyyihânoğlu, nerede Zü'ş-Şehâdeteyn? Nerede ölüm için birbirleriyle ahitleşenler, nerede şehâdetlerinden sonra zâlimlere başları gidenler?"[16]

                              (Sonra eliyle mübarek sakallarını tutup uzun bir müddet ağladılar; sonra da buyurdular ki

                              "Eyvah Kur'ân'ı okuyup hükmünü tutan, yerine getiren, farzı düşünüp icrâ eden, sünneti dirilten, bidati öldüren, savaşa çağrılınca koşup gelen, kendilerine emredene uyan kardeşlerim benim."

                              (Sonra yüce sesle buyurdular ki

                              "Savaş, savaş ey ALLAH kulları. Bilin ki ben bugün orduyu toplamadayım, tertibe sokmadayım; kim ALLAH yoluna gitmeyi dilerse çıkıp gelsin."

                              (Nevf der ki: İmâm Huseyn'in (a.s) kumandasına on bin, Kays b. Sa'd b. Abâde'ye on bin, Ebu-Eyyüb'il-Ansârî'ye on bin kişi, bunlardan başkalarına da muayyen kişiler verildi. Yeniden Sıffin'e gitmek, Şamlılarla savaşmak üzereydi ki Cumua geçmeden melun İbn-i Mülcem, Hazreti yaraladı. Asker dağıldı; çobanları yitmiş, her yandan kurtların saldırısına uğramış sürülere döndük.)[17]

                              (İbn-i Mülcem tarafından yaralanacakları gecenin sonunda buyurmuşlardır ki

                              "Oturmuştum, uyku bastırdı, gözlerim kapandı. Birden Rasûlullah sallALLAHu aleyhi ve âlihiyi gördüm. Dedim ki: Yâ RasûlALLAH, ümmetinden ne dertlere uğradım, ne düşmanlıklar gördüm. Buyurdu ki: Bed-duâ et onlara, ben de ALLAH dedim, onlardan daha hayırlısını versin bana; benden daha kötüsünü musallat etsin onlara."

                              (Yaralandıktan sonraki sözleri

                              "Ey insanlar, herkes, ondan alabildiğine kaçtığına tutulur; yaşayış, ömrü ecele doğru sürüp koşturur. Ölümden kaçmak, ona varıp tutulmaktır. bu işin gizli kalan yönünden haber almak için günlerce koştum; fakat ALLAH onun gizli kalmasını murâd etti. Heyhât; o, gizlenmiş bir bilgi. Şimdi vasiyetim şu; ALLAH'a inanın, O'na hiçbir şeyi ortak etmeyin; ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun MUHAMMED'e inanın; sünnetini yitirmeyin. Şu iki direği dikin; şu iki ışığı yakın; bunlardan kaçıp dağılmazsanız sizi kınayış olamaz.

                              Herkese gücü yeterinceye dek yük yükletilmiştir; bilgisizlerin yükleri de hafifletilmiştir.[18] Müminlere rahmet eden bir Rab, doğru bir din, bilen bir İmâm var.

                              Ben dün sizinle eştim, dostum, bugün ibretim size, yarınsa ayrılacağım sizden. ALLAH beni de yargılasın sizi de. Ayağımı şu kaygan yerde dirersem sözüm budur ancak. Ama ayağım kayarsa derim ki, dalların gölgesindeydik; yellerin estiği yerlerdeydik; bulutların altındaydık; o bulutlar havada dağıldı gitti; o yellerden yer yüzünde kalan belirtiler silindi süpürüldü.

                              Ben size komşuydum; bedenim, birkaç günceğiz komşuluk etti sizinle; pek yakında da benden size, cansız bir beden kalacak ancak. Hareketten sonra sâkin olup kalakalmış; sözler söyledikten sonra susup gitmiş. Benim şu cansız kalan bedenim, yumulmuş gözlerim, hareket edemez âzâm size öğüt verecek. bu hâl, ibret alanlara en iyi öğüt verendir; öğüdü, sözden daha tesirlidir; sözü, duyulan sözden daha geçkindir. Size, dostlarla buluşmaya giden kişi gibi vedâ etmedeydim. Yarın, sizinle geçirdiğim günleri göreceksiniz, sırlarım açılacak size; yerim boşaldıktan sonra ve yerime benden başkası geçtikten sonra tanıyacaksınız beni."[19]


                              (İbn-i Mülcem tarafından yaralandıktan sonraki vasiyetleri

                              "Size vasiyetim ALLAH'a hiç bir şeyi ortak etmemeniz; ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasulullah'ın sünnetini yitirmemenizdir. Bu iki direği dikin; bundan öte kınanmak yok size.

                              Ben dün sizin dostunuz, yoldaşınızdım; bugün ibretim size, yarınsa ayrılacağım sizden. Yaşarsam kanımın sâhibi benim, göçüp gidersem ölüm, zâten vaad edilmiş bana. Bağışlasanız, bu bağışlamak, benim için ALLAH'a bir yakınlıktır, sizin içinse bir sevap; bağışlayın; bilin şunu; "Sevmez misiniz ALLAH'ın sizi bağışlamasını?"[20]

                              VALLAHi ölümün gelip çatması, bana kötü gelmediği gibi onun geldiğini görünce de tanımadığım, hoşlanmadığım bir şeyi tanımış, görmüş olmadım. Ben su arayan kişinin suya kavuştuğu, bir murâda ermek isteyenin murâdına ulaştığı hâldeyim şimdi. ALLAH'ın katındaki lütuf, iyi kişilere daha da hayırlıdır."[21]

                              (Şehâdetlerinden sonra, vefatlarından önce, İmâm Hasan ve İmâm Huseyn aleyhimesselâma vasiyyetleri

                              "İkinize de ALLAH'tan çekinmeyi, dünya sizi arasa, istese bile onu aramamayı, istememeyi vasiyet ederim. Ona ait bir şeyi elde edemediğiniz, elinizdekini yitirdiğiniz için de hayıflanmayın. Gerçeği söyleyin; âhiret ecri için iş görün; zâlime düşman olun, mazlûma yardımcı kesilin.

                              İkinize, bütün evladıma, ehlibeytime ve bu yazım kime ulaşırsa ona, ALLAH'tan çekinmeyi, işlerinizi düzene koy-mayı, aranızı uzlaştırmayı vasiyet ederim. ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Ceddinizden duydum, derdi ki: İki kişinin arasını bulmak, bütün (nâfile) namazlardan, oruçlardan üstündür.

                              ALLAH için, ALLAH için yetimleri koruyun, bâzı kere aç, bâzı kere tok bırakmayın onları; size tapşırılan haklarını yitirmeyin onların. ALLAH için komşularınızı görün, gözetin bu, Peygamberinizin vasiyetidir; komşular hakkında öylesine tavsiyede bulundu ki onlar da mîrâsa girecekler sandık. ALLAH için, ALLAH için Kur'ân'a riâyet edin; onunla amel etmekte başkaları sizi geçmesin. ALLAH için, ALLAH için namazı bırakmayın; çünkü o, dininizin direğidir.

                              ALLAH için, ALLAH için Rabbinizin evini ziyâreti, haccetmeyi bırakmayın; siz hayatta bulundukça boşlamayın o evi; çünkü o ev, terkedilirse mühlet bile verilmez sizlere; azap gelir çatar. ALLAH için, ALLAH için mallarınızla, canlarınızla, dillerinizle ALLAH yolunda savaşın; birbirinizi dolaşmanızı görüp gözetmenizi, birbirinizin ihtiyâcını gidermenizi, birbirinizden yüz çevirmemenizi, birbirinizden ayrılmamanızı vasiyet ediyorum. İyiliği buyurmayı, kötülükten nehyetmeyi bırakmayın; sonra kötüleriniz başınıza geçer; sonra da duâ edersiniz, icâbet edilmez size.


                              Ey Abdülmuttalib oğulları, Emir'ül-Mü'minin katledildi deyip Müslümanların kanlarına girmenizi, öç almaya kalkmanızı istemem, sakının bundan. Benim için yalnız beni öldüreni öldürün. Bekleyin hele, onun şu vuruşundan ölürsem, onun bana bir tek vuruşuna karşı siz de ona bir kere vurun; şurasını, burasını keserek eziyete kalkışmayın; çünkü ben, ALLAH'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlul-lah'tan duydum, derdi ki:
                              Sakının eziyetten, işkenceden, öldüreceğiniz kuduz köpek bile olsa."[22]


                              _________________________
                              Dipnotlar:
                              [1] - Muâviye'nin sırkâtibi, vahiy kâtibi olduğunu söyleyenler, düzme rivâyeti nakledegilmişlerdir. O, yalnız birkaç kere ganimetleri yazmıştır. Abdullah bin Abbas rivâyet eder, der ki:
                              Bir kere Hazreti Resûlullah'ın (s.a.a) yanındaydım; bir şey yazdırmak üzere Muâviye'yi çağırmamı emir buyurdular. Gidip söyledim. Yemek yiyorum, şimdi gelemem dedi. Hazret, ikinci defa çağırmamı emir buyurdu. Bu defa da gittim, aynı sözlerle gelemeyeceğini söyledi. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) bunu anlattım. Müteessir olup ALLAH'ım buyurdular, sen karnını doyurma onun. Ondan sonra da, Rabbime de şart koştum ve dedim ki buyurdular, ben de insanım; insanlar gibi razı olurum, kızarım. Ümmetimden birini çağırdım mı hemen gelsin; bu, onun için arınmadır, yakınlıktır; kıyâmet günü bu hareketiyle Hakk'a yakınlaşır (Siyer-i Halebi'den, Beyhakiy'den ve diğer eserlerden naklen "Fetret'ül-İslâm, s.25-26). Doymayan obur kişilere, bu vakıadan sonra "karnında Muâviye gizli" denmeye başlanmıştı (aynı, s.26).

                              Muâviye, Emir'ül-Müminin'e lânetin, Resûlullâh'a ve ALLAH'a sebbetmek olduğuna dâir buyurulan hadisi bile bile bu kötü âdeti koymuş, bunda ısrar etmiş, Ömer bin Abdülaziz'e kadar da Emeviler, bu fazihayı devam ettirmişlerdir.

                              [2] - Hz. Emir'ül-Mü'minin (a.s) Kufelilere beddua ettiği gün Haccâc'ın doğduğu rivâyet edilmiştir.

                              [3] - Ganm oğlu Firâs oğulları, yiğitlikleriyle meşhur olan bir boydur.

                              [4] - Abbas'ın oğlu Ubeydullah, Yemen'de H. Emir'in (a.s) vâlisiydi Büsr, Muâviye'nin emriyle Mekke'ye gitmiş, onun emriyle, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere eşyâ'-î Murtazaviyyeden birçok kişiyi şehit etmiş, oradan Yemen'e geçmiş, Ubeydullah'ın, kendi yerinde bıraktığı kaynatası Abdullah'ı ve oğlunu şehit etmiş, Ubeydullah'ın biri altı, öbürü beş yaşında bulunan, Abdurrahman ve Kasüm adlı iki oğlunu, analarının gözü önünde, boğazlarını kesmek suretiyle şehit eylemişti. Anneleri, bu yüzden şuûruna halel getir-mişti; oğullarına mersiye okuyup gezer, hiçbir yerde karar kılamazdı (Fetret'ül-İslâm, s.165 ve devâmı; notlarıyla; MUHAMMED Abduh Şerhi s.63-66 ve notları).

                              [5] - Arabistan'da Meşârif denen köylerde çok iyi kılıç yapanlar bulunur, orada yapılan kılıçlara "Meşârif kılıcı"denirdi.

                              [6] - Anbar, Bağdat'ın on fersah batısında, Fırat nehri kıyısında bir şehirdi. Abbas oğullarının birinci halifesi Seffah zamanında hükümet merkezi olmuştu.

                              [7] - Nevf. b. Fedâlet'il-Bekâlî, Emir'ül-Müminin aleyhis-selâmın ashabındandır. Nevf, Nuf şeklinde, Bekâlî, Bikâlî tarzında da rivâyet edilmiştir; Bekkâlî tarzında zaptedenler de vardır. Cu'de, Emir'ül-Mü'minin (a.s) kız kardeşleri, Ebû-Tâlib kızı Ümmühânî'nin oğludur. Bekâl, yahut Bekâl Hemdan kabilesinin bir boyudur. Nevf der ki: Kûfe'de, Rahbe mescidinde Hazreti Emir'ül-Mü'minin'in huzurlarını girdim, selâm verdim; selâmımı aldılar. Yâ Emir'el-Müminin dedim, bana öğüt ver. Hazret, Yâ Nevf buyurdular, iyilik et de ALLAH da sana iyilik etsin. Yâ Emir'el-Müminin dedim, biraz daha söyle. Yâ Nevh buyurdular, acı da sana da acısınlar.

                              Daha söyle Yâ Emir'el-Mü'minin dedim. Hayır söyle de buyurdular, hayırla ansınlar seni. Biraz daha söyle dedim; yâ Nevf buyurdular, gıybetten sakın, çünkü gıybet, cehennem köpeklerinin üremesidir. Sonra ey Nevf buyurdular, kim helâl nutfeden doğduğunu sanır da gıybetle insanların etlerini yerse yalan söyler. Kim helâl nutfeden olduğunu sanır da bana buğzederse, benden sonra evlâdımdan gelen imamlara buğzederse yalan söyler. Kim üstün ve ulular ulusu ALLAH'ı tanıdığını sanır da her gün, her gece ALLAH'a isyânda bulunursa yalan söyler; yâ Nevf vasiyetimi dinle, tut, ne bir toplumun kötülüğünü araştır, ne gaipten haber vermeye kalk, ne haberci ol, kovuculuk et; yakınlarından kesilme, onları gör gözet de ALLAH ömrünü uzatsın; ahlâkını güzelleştir de ALLAH sorunu hafifletsin.

                              Ey Nevf, kıyâmet günü benimle olmaktan sevineceksen zâlimlere yardımcı olma. Yâ Nevf, kim bizi severse bizimle olur, insan bir taşı bile sevse ALLAH, onu o taşla haşreder. Yâ Nevf, insanlara karşı bezenme, ALLAH'a isyâna kalkışma; yoksa, ALLAH'a ulaştığın gün gazabına uğrarsın. Yâ Nevf, sana dediklerimi belle, dünya ve âhiret hayırlarını elde et (Tankih 3, s.276-277; MUHAMMED Abduh şerhi, 2. s.103, not. 1).


                              Cu'de Emir'ül-Mü'minin (a.s) tarafından, Sıffin harbinden önce Horasen'a vali tayin edilmişti. Fakih ve yiğit bir erdi. Mekke'nin fethedildiği gün, annesiyle Hazret-i Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) gelmişler, İslâm olmuşlardı. Babası Hubeyra b. Ebi-Veheb, Necran'a kaçmıştı. Mekke'nin fethi günü, Ümmülhânî, evindeyken Emir'ül-Mü'minin (a.s) ellerinde bir kılıç olduğu halde Hubeyra'nın ardına düşmüştü, Hubeyra, Ümmühânî'nin evine sığınmış, Ümmühânî, Hazreti Emir'in (a.s) önünü keserek elini tutmuş, Hubeyra, yanındaki bir adamla kaçmıştı.

                              Ümmühânî, Hz. Resûl-i Ekrem'in (s.a.a) huzûruyla müşerref olunca Hazret, iltifat buyurmuşlar, o da olayı anlatmıştı. Bu sırada Hazret-i Emir (a.s) huzûra girmiş Cenab-ı Rasûl (s.a.a) gülerek, Ümmühânî'ye ne yaptın buyurmuştu. Emir (a.s), kendisine sor yâ RasûlulALLAH, bana neler etti? Seni hak üzere gönderen ALLAH'a andolsun, elimi öylesine tuttu ki kurtaramadım; onlar da kaçtılar demişti. Hz. Rasûl (s.a.a) bütün insanlar, Ebû-Tâlib'in sulbünden gelselerdi, hepsi de yiğit olurlardı; Ümmühânî kime amân verdiyse bizim de amânımızdadır buyurmuştu (Tenkih, 1, s.211, MUHAMMED Abdul, 2, s.103, 1. not, Kazvini, 2, s.215-216).


                              "Halkın dönüp gidişi onadır; işlerin sonları ona varır ulaşır" sözlerinde 2. sûrenin (Bakara) 54. âyet-i kerîmesinin sonundaki "İyice bil ki yaratış da onun, emir de; âlemlerin rabbi ALLAH'ın şanı ne de yücedir" cümle-i celilesine ve "Varaca-ğımız yer tapındır senin" cümle-i celilesiyle geçen âyet-i kerimeye işaret vardır (2, Bakara, 285). Kur'ân-ı Mecid'de 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 28. âyet-i kerîmesinde ve diğer sûrelerde bu meâlde âyetler vardır. Aynı zamanda 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 109. âyet-i kerîmesi de bu meâldedir.

                              [8] - 35. sûre-i celilenin (Fâtır), "Kim yücelik, üstünlük dilerse bilsin ki bütün yücelik, üstünlük ALLAH'ındır. Güzel sözler, ona ağar, iyi işler de o sözleri yüceltir..." meâlin-deki 10. âyet-i kerimesine işarettir.

                              [9] - "Gaybin anahtarları, onun yanındadır; onları ancak o bilir. Karada ve denizde ne varsa bilir; bir yaprak bile düşse bilir onu ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tane dahi yoktur ki, yaş ve kuru hiçbir şey bulunmaz ki apaçık kitapta, Tanrı bilgisinde tespit edilmemiş olsun." (6, En'âm 59).

                              [10] - Mûsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm'ın Tanrı kelâmına mazhar olduğu 2. sûrenin 253., 4. sûrenin (Nisâ&#039 164. bilhassa 7. sûrenin (A'râf) 143. âyetlerinde beyân buyrulur.

                              [11] - "Ve görürsün ki melekler Rablerine hamd ederek onu tenzih edip arşın çevresinde dönmedeler ve arala-rında, gerçek bir adaletle hükmedilmiştir ve denilmiştir ki: Hamd âlemlerin Rabbi ALLAH'a..." (39, Zümer, 75).

                              [12] - "Işıklanmıştır yeryüzü rabbinin nûruyla ve yaptıklarının yazıldığı kitap ellerine verilmiştir ve Peygamberlerle tanıklar getirilmiş ve aralarında gerçek bir hükümle hükmedilmiştir ve onlara zulmedilmemiştir." (39, 69)

                              [13] - "Ey Âdem oğulları, ayıbınızı örtecek elbise ve bezeneceğiniz elbise indirdik size. Tanrıdan çekinme elbisesine gelince: O daha da hayırlıdır ve bunlar; insanların anıp öğüt almaları için indirilen ALLAH âyetle-rindendir." (7, A'raf, 26).

                              Süleyman alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm, rabbinden, kendisinden başka kimsenin nâil olmayacağı bir saltanat istemişti; ALLAH, yeli, cinleri ona müsehhar etmişti (38, 35-40). Süleyman'ın (a.s) kıssaları. 2. sûrenin 102, 21 sûrenin 78-79. âyetleriyle, 79-81 âyetlerinde, 27. sûrenin 16-44. ve gene 38. sûrenin 30-34. âyet-i kerimelerinde geçer.

                              [14] - Amâlika Yemen'de hüküm sürenlerdir. Firavunlar, bilindiği gibi Mısr-ı kadîm hükümdarlarıdır. Ress ashabı 25. sûrenin (Furkan) 38. âyet-i kerimesiyle 50. sûrenin 12. âyet-i kerimesinde geçer. Bunlar bazılarına göre Şuayb alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm'ın gönderildiği kavimdir. Bazılarına göreyse Ress bir kuyunun adıdır. O kuyunun bulunduğu yerde oturan kavim kendilerine gönderilen Peygamberleri bu kuyuya atmıştır. Ress Yemen'de bir şehirdir. Oraya Hanzala adında bir Peygamber gönderilmiş, kavmi onu öldürmüştür diyenler de vardır. Ress'in Antakya'da bir kuyu olduğunu İsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihî ve aleyhisselâm'a Habib-i Neccâr'ın orada öldürüldüğü de rivâyetler arasındadır.

                              [15] - "İslâm garip olarak başladı, garip olarak avdet eder, ne mutlu gariplere" mealindeki hâdise işarettir ki son zamanlarda İslâm'ın zayıflayacağını, bu sırada Mehdi'nin, accel'ALLAH-u fereceh, zuhûrunu müjdelemektedirler. (Sefi-net'ül-Bihâr, 1, s.644. Mehdî hakkında "Fedail'ül-Hamse"ye bakınız, 3, s. 322-338).

                              [16] - Ammâr b. Yâsir'ül-Yakzân, Şia-i İmâmiyye indinde Erkân'ı Erbaa'dan biridir; diğer üçü Selman, Ebû-Zerr ve Makdâd'dır. babaları Yâsir, anneleri Sümeyye'dir. Sümeyye, Ebû-Huzeyfet ibni'l-Mugiygıyrat'il-Mahzûmî'nin cariyesiydi. Onu Yâsir'le evlendirmiş, Ammâr doğunca da azad etmişti. Ammâr, İslâm'ını izhâr eden yedinci kişidir. Babasıyla anası da ilk Müslüman olanlardandır. Sumeyye ve Yâsir'e müşrikler eziyet ederlerken Hazreti Rasûl (s.a.a) görmüş ve sabredin ey Yâsir soyu, size vaad edilen yer, cennettir buyurmuştu. Sumeyye de eziyet edilirken oradan geçen Ebû-Cehl, bir mızrakla şehit etmişti İslâm'ın ilk şehididir; sonra babası da müşrikler tarafından şehit edilmiş, Ammâr, müşriklerin söylemesini teklif ettikleri sözleri söyleyip kurtulmuştu.

                              Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a), Ammâr irtidâd etti diye haber verdikleri zaman, Ammâr, imanla yoğrulmuştur; başından ayağına dek iman doludur; îman, onun etiyle, kanıyla karışmış, kaynaşmıştır buyurmuşlar, Ammâr, ağlaya ağlaya huzûra gelince de kendilerine vahyedilen "ALLAH'ın âyetlerine inanmayanlar, yalan söylerler, iftirâda bulunurlar, onlardır yalancıların ta kendileri. Canla, gönülle inanmışken ve yüreği inançla yatışmışken zorla, cebirle istemediği hâlde dininden döndüğünü söyleyenden başka inandıktan sonra ALLAH'ı inkar eden, kâfirlikle yüreği genişleyen, hoşlanan kişiye gelince. Bu çeşit kişileredir ALLAH-ın gazabı ve onlara pek büyük bir azap var" âyet-i kerimelerini okumuşlar (16, 105-106), zorla söylenen sözden dolayı dinden çıkılmayacağını tebşir buyurarak Ammârı memnun etmişlerdi. Ammâr, Medine'ye, hicretten sonra Bedr, Ulud savaşlarıyla bütün savaşlarda bulunmuş. Biat'ür-Rıdvan'da hazır olmuş, hakkında "Ammâr'a düşman olana ALLAH da düşman olur, Ammâr'a buğzedene ALLAH da buğzeder", Ammâr'a iki iş arzedilse O, onların en doğrusunu, insanı en doğru yola, gerçeğe götüreni seçer", "Cennet üç kişiyi özler; onların ilki sensin Yâ Ali, öbürleriyse Selman ve Ammâr'dır" gibi hadisler vârid olmuştur.

                              Medine'de mescit yapılırken sahâbe de yapım işinde çalışırlarken Ammâr'a fazlaca yük yüklemişler, Ammâr, latife yollu Hz. Rasûl'e (s.a.a) ashabın beni öldürecek Yâ RasûlALLAH demiş, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.a) mübârek elleriyle Ammâr'ın yüzündeki teri silerek "Yazık sana ey Sumeyye'nin oğlu, seni benim sahâbem öldürmez; seni doğru yoldan çıkan, isyân eden bir toplum öldürecek, dünyâdan son içimin de suyla karışık süt olacak" buyurmuşlardı. Bir kere de huzûra gelince, Rasûlullah (s.a.a) "Merhaba tertemiz oğlu tertemiz kişiye" sözleriyle Ammâr'a iltifatta bulunmuşlardı. Ammâr, Cemel ve Sıffin savaşlarında Emir'ül Müminin'in (a.s) maiyyetlerinde bulunmuş, hicretin otuz yedinci yılı Safer'inde yahut Rabiulevvel veya âhırında şehit olmuş, vefâtından önce su istemiş, kendisine suyla karışık süt sunulmuştu. Şamlılar Ammâr'ın şehadetini "Feth'ül-Fütûh" diye anmışlardı.

                              Muâviye, Ammâr'ı, Osman'ın kölesi için bile öldürmekten çekinmem derdi. Mübârek başı kesilip Muâviye'ye götürülünce Amr İbn'il-Âs bile dayanamamış, başını getiren iki kişiye, ikiniz de cehennemliksiniz demek zorunda kalmış, Muâviye'nin itâbına mazhar olmuştur. Üsd'ül-Gaabe, Ammâr'ın kaatili olan Ebü'l-Gaadiye'nin, "Ammâr'ın kaatili cehennemliktir" hadisinin râvilerinden olduğunu kaydeder. Emir'ül-Mü'minin, Ammâr'ın namazını bizzat kılmışlar, şehâdetinden dilhûn olmayanın imandan behresi yoktur buyurmuşlar, gusül vermeden elbisesiyle defnetmişlerdir (Tenkih, 2, s. 320-322; Buhârî, Sahih-u Müslim, İbn-i Mâce, Tirmizi, Üsd'ül-Gaabe, Tabarî, Mürûc'üz-Zeheb, İbn-i Esir El-İsâbe, Belâzürî, Câmi'us-Sagir'in 2. cildinde 55. s, Künûz'ül-Hakaik'ın 2. cildinin 117. sahifesi ve Fetret'ül-İslâm, s.125-132)


                              Mâlik b. Teyyiham Ebû'l-Heysem'il-Ansâriyy'il-Evsi, Rasûlullah'a (s.a.a) ilk mülâyık olan, birinci Akabe biatinde bulunan altı kişiden biridir; ikinci Akabe biatinde de bulunmuştur. Bedir, Uhud savaşlarıyla diğer savaşlara da katılmışlardır. Hazreti Rasûlullah'ın vefâtlarından sonra Emir'ül-Mü'minin'e (a.s) rücu eden on iki kişiden biridir. Sıffin'de Ammâr'ın şehâdetine kadar tereddüt içindeyken onun şehâdetinden sonra kılıcını çekip, bâgıy topluluk olduğunuz artık sâbit oldu diyerek Muâviye tarafına hücûm etmiş, şehit oluncaya dek savaşmıştır (Tenkih, 2, s.48, Fetret'ül-İslâm, Ammâr'ın hâl tercemesi).

                              Huzeyme b. Sâbit, Ansârdandır. Hazreti Rasul-i Ekrem (s.a.a) onun tanıklığını iki tanık olarak kabûl buyurduklarından "Zü'ş-Şehâdeteyn" lakabıyla anılmıştır. Hazreti Rasûl'den (s.a.a) sonra Emir'ül-Müminin'e rücû edenlerdendir. Bedir'de ve diğer savaşlarda bulunmuşlar, Rahbe'de Gadiru Humm hadisine şahâdet etmişlerdir. Ammâr'ın şehâdetinden sonra kılıcını çekip Ammâr'ı fie-i bâgıyyenin şehit edeceğini Rasûlullah'tan duydum diyerek savaşa girmişler ve şehit olmuşlardı (Tenkih, 1, s.397-398).

                              [17] - Kays b. Sa'd b. Abâdet'il-Ansârî, Hazrec boyundandır. Üçüncü Akabe biatinde bulunan on iki kişiden biridir. Bedir ashabındandır ve Ebubekir'e ilk zamanlarında biat etmeyenlerdendir. Hattâ biatten sonra da aralarında bir ağız dalaşı olmuş, ona, ben sana elimle biat ettim, kalbimle değil; Gadir-u Humm'deki biatten sonra Ali'ye karşı bir delilin olamaz demişti. Hz. Emir'in (a.s) bütün savaşlarında bulunmuş, Medine'de hicretin altmışıncı yılında vefât etmiştir. Hz. Emir, Kays'ı Mısır'a vâli tayin buyurmuşlardı. Muâviye, kendisine kaydı hayat şartıyla Irak Vâliliğini vermeyi vaad ederek kendi tarafına almaya çalışmış, muvaffak olamayınca Kays bizimledir diye şâyialar uydurmuştu. Aralarında birbirlerini kötüleyen mektuplar da, taâti edilmişti. Hz. Emir (a.s), Kays'i yanında bulundurmak için Mısır'da azletmişti. Pek güzel olmakla beraber köseydi; hattâ bu yüzden ansâr, mümkün olsaydı derlerdi, bütün malımızı verir, Kays'e bir sakal satın alırdık (Tenkıyh, 2, s.31-33; Muâviye'nin Kays'e mektubu ve onun Muâviye'ye pek şiddetli cevabı için Câhız'ın "El-Beyânu ve't-Tebyin"inden naklen "Fetretü'ül-İslâm"da hâl tercemesine bakınız; s.70-73)

                              Halid b. Zeyd Ebû-Eyyüb'ül-Ansâri, Hazrec boyundandır. Akabe biatinde, Bedir'de ve diğer gazalarda bulunanlardan-dır. Emir'ül-Mü'minin'e rücû edenlerden olup Ebubekir'e ilk Cuma günü minberdeyken karşı duran muhâcirlerden altı, Ansârdan altı kişinin altıncısıdır. Sâdık-ı Âli MUHAMMED aleyhi ve aleyhimüsselâmdan, Ebû-Eyyûb'a, sen kılıcınla müşriklere karşı durdun, savaştın; şimdiyse Müslümanlarla savaşıyorsun denince, bana Rasûlullah (s.a.a), Nâkisin, Kaasıtin ve Mârıkinle savaşmamı emretti. Nâkisin ve Kaasitin'le savaştım; şimdi Mârıkıyn'le savaşacağım dediğini rivâyet etmiştir. Muâviye'nin zamanında İstanbul'a gelen orduya katılması, İslâm'ı takviye maksadıyladır; bazı kimselerin onu, bu hareketinden dolayı kınamaları tamamıyla yersizdir. Üsküdar yakasında, hicri elli, yahut elli birde vefat etmiş, vasiyeti mûcibinde İstanbul yakasında sur haricine defnedil-miştir. Merkadi İstanbul fethine kadar malûmdur; bu bakımdan Ak Şemseddin'e atfedilen kerametin aslı yoktur. Vefatlarını elli ikinci yılda kaydedenler de vardır (Tenkıyh, 1, s.390-391).

                              [18] - "ALLAH hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı sevap kendisine aittir; elde ettiği suç gene kendisine ait, Rabbimiz, bizi muâheze etme unuttuysak, yahut yanıldıysak. Rabbimiz, bize ağır yük yükleme bizden öncekilere yüklediğin gibi. Rabbimiz, yükleme gücümüzün yetmeyeceği şeyi. Bağışla bizi, yarlığa bizi, acı bize; sensin yardımcımız; artık yardım et bize inanmayanlara karşı." (2, Bakara, 286)

                              İlk kısımda, mugayyabât-ı hams'e yânı, beş bilinmeyen şeye, kıyâmetin zamanına, yağmurun yağacağına, rahme düşenin erkek, yahut kız olacağına, yarınki maddi, manevî kazanca ve insanın nerede öleceğine bunları ancak ALLAH'ın bildiğine işaret vardır (31, 34). Ancak, Peygamber ve İmâmın ne vakit, nerede ve nasıl vefât edeceğini bildiğine dâir, "Kâfi" deki haberlere nazaran "gizlenmiş bilgi"den muratları, kendilerinden değil, halktan gizlenmiş olmasını beyan olsa gerekir (Kazvinî, 2, s. 38, 1. not). Nitekim kendileri de vefatların-dan önce şehâdetlerini haber vermişler, şehit olacakları günden evvelki gece ve o sabahı, bunu açıklamışlardı.


                              [19] - Emir'ül-Mü'minin'i (a.s), sevenlerin onunla haşredi-leceği hakkında müteaddit hadisler vardır ki "Ali'nin Şiası olanlardır kurtulanlar, muratlarına erenlerin ta kendileri" meâlindeki hadis, bu cümledendir (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.94).

                              [20] - "Üstün ve geçimi geniş olanlarınız, akrabaya, yoksullara ve ALLAH yolunda yurtlarından göçenlere vermekten çekinmesinler ve iyilik etmeyi terketmesinler ve bağışlasınlar; ALLAH'ın sizi bağışlamasını sevmez, istemez misiniz? Ve ALLAH suçları örtücüdür, rahîmdir." (24, Nûr, 22).

                              [21] - "Fakat Rablerinden çekinenleredir kıyılarından ırmaklar akan cennetler, orda ebedi kalış, ALLAH katında ziyafetler ve ALLAH katında, iyi kişilere daha da hayırlı şeyler var." (3, Âl-i İmrân, 198).

                              [22] - Son iki vasiyet, "Nehc'ül-Belâga"da, 3. kısımdadır; ancak târihî seyri takip için biz, birinci kitaba aldık.
                              "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                              Yorum


                                #60
                                Ynt: İmam Hz. Ali'nin (a.s) Hayatı, Fazileti, Siresi Ve Sözleri

                                HZ. ALİ'DEN (A.S) HİKMETLİ SÖZLER

                                1- Acele:

                                1- "Her hangi bir kötülüğü savan şey dışında her hususta acele etmek kınanmıştır."(c.2, s.89)
                                2- "Acele etmekten sakının; çünkü acele iş, insana mutlaka pişmanlık getirir." (c.2, s.272)
                                3- "Acele etmekten sakın; çünkü acele, işi kaybetmenin ve pişmanlığın başlangıcıdır."(c.2, s.288)
                                4- "Aceleden sakın; zira acele insanın sürçmesiyle eştir." (c.2, s.295)
                                5- "İnsanların en şiddetli pişman olanı ve en çok kınananı iş işten geçtikten sonra aklı başına gelen aceleci kimsedir." (c 2 s.464)
                                6- "Acele etmek pişmanlıktır." (c 1 s.34)
                                7- "Acele etmek insanın sürçmesine neden olur." (c.1, s.118)
                                8- "Acele etmek insanın doğruyu bulmasını engeller." (c.1 s.231)
                                9- "Acele eden işi ele geçirse bile hata eder." (c.1, s.322)
                                10- "Düşünüp taşınarak hareket eden doğruyu bulur, veya (en azından) hakka yakın olur. Acele eden kimse ise hata eder veya en azından
                                hataya yakın düşer." (c.1, s.341)
                                11- "İmkanlar el vermediği sürece acele hareket etmek insanın üzülmesine neden olur." (c.1, s.351)
                                12- "İyilikte acele etmek iyiliğin ölçüsüdür." (c.3, s.277)
                                13- "Hayır ulaştırmada acele etmek zaferdir." (c.3, s.283)
                                14- "İşi telafi etmekte acele davranmak işi ıslah etmektir." (c.3, s.283)
                                15- "İyi işte acele etmek iyiliği arttırmaktır." (c.3, s.315)
                                16- "Acele etmenin neticesi sürçmedir." (c.3, s.327)
                                17- "İşlerin en hayırlısı faydası en çabuk görülen ve sonucu en çok övülendir." (c.3, s.437)
                                18- "Acele etmeyi terk et. Zira acele etmekle insan hedefine ulaşamaz ve de ivedililik övülen bir iş değildir." (c.4, s.34)
                                19- "Cömertliğin başı bağışta acele davranmaktır." (c.4, s.52)
                                20- "Acele (bineğine) binen düşme ve sürçmenin kenarındadır." (c.4, s.85)
                                21- "Acele etmekte sürçme vardır." (c.4, s.400)
                                22- "Acele etmekte pişmanlık vardır." (c.4, s.411)
                                23- "Acele edenin görüşünün doğru çıkması çok azdır." (c.4, s.496)
                                24- "Acele edenin tedbirinin başarılı olması ve incinmiş insanın sevgisinin devam etmesi çok enderdir." (c.4, s.499)
                                25- "Acele edenin helak olmaması çok enderdir." (c.4, s.504)
                                26- "Çok acele insanın sürçmesine neden olur." (c.4, s.595)
                                27- "Bağışın kemali acele edilmesindendir." (c.4, s.631)
                                28- "Acele eden insan (hiçbir zaman) övülmez." (c.5, s.62)
                                29- "Acele eden sürçer." (c.5, s.138)
                                30- "Acele eden düşer." (c.5, s.148)
                                31- "Acele edenin sürçmesi çok olur." (c.5, s.174)
                                32- "Acele (bineğine) binen sürçer." (c.5, s.216)
                                33- "Acele eden, acele ettiğine pişman olur." (c.5, s.216)
                                34- "Acele bineğine binen sürçerek yüz üstü düşer." (c.5, s.284)
                                35- "Yüceliğin alameti insanlara karşılık vermede acele etmektir." (c.6, s.18)
                                36- "İmkanlar el vermediği müddetçe acele etmek ve fırsatlar ortaya çıktıktan sonra düşünmek bilgisizliktendir." (c.6, s.23)
                                37- "İnsanlara Karşılık vermede acele davranmak kerem ve yüceliğin kemalindedir." (c.6, s.24)
                                38- "İmkanlar el vermeden acele etmek ahmaklıktandır." (c.6, s.36)
                                39- "Acele ile, sürçmeler de çoğalır." (c.6, s.121)
                                40- "ALLAH'ın sizlere acele etmediği bir şeyde siz de sakın acele davranmayın." (c.6, s.279)
                                41- "Aceleden kimse doğru yolu bulamaz." (c.6, s.347)
                                42- "Acelecilik (bineğine) binen kimseye, sonunda kınama ve azarlama biner." (c.5, s.444)
                                (Gurer'ul-Hikem'den naklen)

                                "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X