(Şıkşıkıye Hutbesi)
Son Bölüm
“Derken o da tutturduğu yolunu kat etti ve hilafeti öyle bir gruba bıraktı ki benim de o gruptan biri olduğumu sanıyordu.
Allah'ım sana sığınırım, ne şuraydı bu! Benim hakkımda birincisiyle ne zaman bir şüphe hasıl oldu ki şimdi de bu tür kimselere denk tutuldum ben! Ama buna rağmen (kuşlar gibi yücelerden) inerlerken onlarla indim, uçarlarken hep onlarla uçtum. İçlerinden biri (Sa’d b. Ebi Vakkas) sadece haset ve kininden ötürü doğru yoldan saptı, öbürü (Abdurrahman b. Avf da) damadı olduğundan ona meyletti, öbürleri de öyle şeyler yaptılar ki burada söylenmesi, anılması bile çok çirkin. . .
Derken onların üçüncüsü de (Osman) iki yanı şişmiş bir halde kalktı. Yediği yerle kirlettiği yer arasında yaşayıp durdu.
Onunla beraber babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümeyyeoğulları da) işe giriştiler. Allah’ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır, çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler. Sonunda onun da ipleri tümüyle çözüldü. Amelleri kendi işini bitirdi. Karnının dolgunluğu, onu yüz üstü yere serdi.”
Şerh ve Tefsir
3. Halife dönemi
Hutbenin bu bölümünde Hz. Ali (a.s) ikinci halife döneminin sona ermesine ve Osman’ın hilafet makamına geçmesi için ortaya çıkan olaylara işaret etmekte ve bu olayların gizli veya yarı gizli yönlerini, tarihi inceliklerini ve nüktelerini ifşa etmektedir. Ardından bu olaylar karşısındaki tutumunu ve devamında da İslam ümmetinin üçüncü halife döneminde karşı karşıya bulundukları büyük sorunları, öldürülmesine sebep olan isyanların oluşum sürecini gözler önüne sermektedir. Hz. Ali (a.s) bu olaylara oldukça kısa, öz, anlamlı, kinayeli, dolaylı ve benzetmeler içeren sözlerle işaret etmektedir.
Hz. Ali (a.s) önce şöyle buyurmaktadır: “Derken o da tutturduğu yolunu kat etti ve hilafeti öyle bir gruba bıraktı ki benim de o gruptan biri olduğumu sanıyordu.”
Hz. Ali’nin (a.s) burada kullandığı “Benim de o gruptan biri olduğumu sanıyordu.” tabiri şu iki anlamdan birine işaret ediyor olabilir: Birincisi şu ki: “Beni zahirde hilafet adaylarından biri karar kıldı. Oysa o gerçekte sonucun ne olduğunu ve bu şuradan kimin seçileceğini çok iyi biliyordu.”
İkinci anlam da şu ki: “O zahirde benim de o beş kişi düzeyinde biri olduğumu göstermeye çalıştı. Oysa gerçekte onlardan hiç biriyle mukayese bile edilemeyeceğimi çok iyi biliyordu.”[1]
Bu cümle Ömer’in künyesi Ebu Lu’lu olan Firuz adında birisi tarafından şiddetle yaralandığı ve kendisini ölümün eşiğinde gördüğü zamana işarettir.
Bir grup ashap onun yanına gelerek kendisine şöyle dedi: “Senin kabul ettiğin birini yerine tayin etmen daha uygundur.” Bunun üzerine o da yaptığı çok detaylı bir konuşmasında (ki “Nükteler” bölümünde buna işaret edeceğiz) şura adı altında altı kişiyi tayin etti. Bu altı kişi şunlardı: Ali (a.s), Osman, Abdurrahman bin Avf, Talha, Zübeyr ve Sa’d bin Ebi Vakkas.Bu altı kişi oturup içlerinden birini halife olarak seçecekti. Ömer ardından Ebu Talha Ensari’yi, Ensar’dan elli kişilik bir güçle, bu altı kişiyi bir evde toplamak ve halife tayini için birbirleriyle meşveret etmesini sağlamak ile görevlendirdi. Sonunda bu altı kişiden bir kaçı arasında var olan ilişkiler esasınca Osman halife olarak seçildi.
Hz. Ali (a.s) bu olaya işaret ederken ilk önce şöyle buyurmaktadır: “Allah'ım sana sığınırım, ne şuraydı bu!”[2]
Daha sonra bu şuranın ilk zayıf noktasında değinerek şöyle demektedir:
“Benim hakkımda birincisiyle ne zaman bir şüphe hasıl oldu ki şimdi de bu tür kimselere denk tutuldum ben!”
Bu da Hz. Ali’nin (a.s) hakkının yenmesi karşısında açıkça üzüntüsünü açığa vurmasının ifadesidir. Aynı zamanda hilafet için liyakat gerektiğini göz önünde bulundurdukları taktirde hiç şüphesiz kendisinin bu göreve layık olduğunu da bildirmektedir. Ama ne yazık ki işin içinde başka bir takım hedefler amaçlanıyordu. Gerçekten de Peygamber’in nefsi olarak vasıflandırılan, Peygamberi’in (s.a.a) ilim şehrinin kapısı, Kur’an ve sünnet alimi, tüm İslami meseleleri yakından bilen, hayatı boyunca tevhit mektebinde ve İslam Peygamberinin (s.a.a) yanında yetişen bir kimsenin, sonunda Abdurrahman bin Avf’lar, Sa’d bin Vakkas’lar ve benzeri kimselerle mukayese edilecek bir konuma düşürülmesi çok üzüntü verici bir olaydır!
Hz. Ali (a.s) daha sonra şöyle buyurmaktadır: “
Ama buna rağmen (kuşlar gibi yücelerden) inerlerken onlarla indim, uçarlarken hep onlarla uçtum.”[3]
Bu gerçekte toplu halde uçan, bazen yükselip doruklara ulaşan, bazen alçalıp yere yakınlaşan ve her iki halde de birlikte uçan kuşların durumuna kendi durumunu benzetmektedir.
Hiç şüphesiz halifeler döneminde ortaya çıkan üzücü olaylar, özellikle de bir halifenin ölüm döşeğinde bulunduğu sıradaki şartlar her türlü tefrikadan kaçınılmasını gerektiriyordu. Pusuda bekleyen düşmanın baş kaldırıp İslam’ın esasını tehlikeye düşürmesinin önüne geçilmesi icap ediyordu.
Bu cümlenin açıklamasında Hz. Ali’nin (a.s) şu ihtimali kastetmesi de mümkündür: “Ben sürekli hakkın peşice koştum, hakkı elde etmek için didinip durdum. Üst düzeyde olanlarıyla da sıradan insanlarla hakkımı alabilmek için görüştüm.”
Daha sonra Hz. Ali (a.s) bu şuranın neticesine ve bu şurada ortaya çıkan esrarengiz olaylara işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
“İçlerinden biri sadece haset ve kininden ötürü doğru yoldan saptı, öbürü (Abdurrahman b. Avf da) damadı olduğundan ona meyletti, öbürleri de öyle şeyler yaptılar ki burada söylenmesi, anılması bile çok çirkin. . .”[4]
Hz. Ali’nin (a.s) birinci cümleden maksadı Sa’d bin Ebi Vakkas’tır. Sa’d bin Ebi Vakkas’ın annesi Ümeyye oğullarından olup dayıları ve annesinin yakınları İslam’ın küfür ve şirkle yaptığı savaşlarda Hz. Ali’nin (a.s) eliyle öldürülmüşlerdi. Bu yüzden Sa’d bin Ebi Vakkas Hz. Ali’nin hilafeti zamanında da kendisine biat etmedi. Kerbela ve Aşura olayının büyük cinayetkarı olarak tarihe geçen Ömer bin Sa’d da onun oğludur. Dolayısıyla Hz. Ali’ye (a.s) karşı olan kini herkes tarafından biliniyordu. Bu yüzden de şura meclisinde Hz. Ali’ye (a.s) oy vermedi. Abdurrahman bin Afv vesilesiyle Osman’a oy kullandı.
Bazılarının dediğine göre bu şahıstan maksat Talha’dır. Talha’nın da Hz. Ali’ye karşı duyduğu kin açıkça ortadaydı. Ayrıca, tarihçilerin yazdığı üzere 17 bin kişinin öldürüldüğü Cemel savaşını körükleyenlerden biri de (Zübeyr ile birlikte) Talha idi.
Bu ihtimali İbn-i Ebil Hadid güçlü saymıştır. Oysa bazı Nehc’ul Belağa şarihlerinin de ifade ettiği gibi Talha her ne kadar Ömer tarafından bu şura için seçilmiş ise de o zaman Medine’de değildi ve dolayısıyla da bu toplantıya katılma hususunda başarılı olamadı. [5]
Ama damat oluşu sebebiyle meyleden kimse Abdurrahman bin Avf’tır. Zira Abdurrahman Osman’ın kız kardeşi Ümmü Gülsüm’ün eşi idi.
“”Mea henin ve henin”[6] cümlesi (“hen” kelimesi çirkin ve söylenmesi hoş olmayan şeylerden kinaye olduğuna teveccühen) Abdurrahman bin Avf’ın Osman’a oy vermekle beklentisi içinde olduğu hoş olmayan işlere işarettir. Örneğin; Müslümanların beytülmalinden kötü istifade etmek, halk üzerinde sulta kurmak, Osman’dan sonra hilafet ele geçirmek veya bütün bunların hepsi. . .
Bütün bu sözlerden de anlaşıldığı üzere şura tümüyle sağlıklı olmayan koşullarda düzenlendi. Burada söz konusu edilmeyen tek şey Müslümanların maslahatı idi. Doğal olarak ürünü de Müslümanların menfaatine olmadı ve Osman dönemindeki olaylar da Müslümanların bu konuda ne kadar büyük zarara uğradığını açık bir şekilde gözler önüne serdi.
Daha sonra Hz. Ali (a.s) bu şuranın nihai sonuçlarını ele alarak şöyle buyurmuştur: “Derken onların üçüncüsü de iki yanı şişmiş bir halde kalktı. Yediği yerle kirlettiği yer arasında yaşayıp durdu.”[7]
Bu yolda yürüyen sadece kendisi değildi; baba tarafından akrabaları (Ümeyye oğulları) da ona yardıma koştular. Bahar mevsiminde otlağa koşan ve büyük bir iştahla bitkileri adeta yutan aç develer gibi Allah’ın malını yemeye koyuldular.
Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Onunla beraber babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümeyyeoğulları da)) işe giriştiler. Allah’ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır, çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler.”[8]
“Nibtet’er Rabi’” (ilk bahar otları) tabiri bu mevsimdeki bitkilerin oldukça taze, ve hayvanların çok hoşuna giden bitkiler olduğuna işarettir. Hayvanlar bu otları büyük bir hırs ve ilginç bir iştahla yemektedirler.
“Yahzimune malellah” cümlesi ise (“hazm” kelimesinin anlamına teveccühen) açıkça Ümeyye oğullarının beytülmali talan etmek için tüm güçleriyle ortaya çıktıklarını ve güçleri yettiğince soyup soğana çevirdiklerini göstermektedirler. İbn-i Ebil Hadid’in dediğine göre 3. Halife, Ümeyye oğullarını halka musallat etti ve onları İslami beldelere vali olarak atadı. Beytülmaldeki arazi ve malları hediye olarak kendilerine peşkeş çekti. Örnek olarak kendi döneminde feth edilen Afrika topraklarının humsunu (gelirinin beşte birini) alıp damadı olan Mervan bin Hakem’e hediye olarak verdi.
Merhum Allame Emini nefis kitabı “el-Gadir” de Osman’ın hilafeti döneminde yaptığı ilginç bağışların istatistiğini bizzat Ehl-i Sünnet kaynaklarından elde etmiştir. İnsan burada verilen rakamlar karşısında dehşete kapılmaktadır. Örneğin damatlarından biri olan Haris bin Hakem’e (Mervan’ın kardeşi) 300 bin dirhem, Mervan’ın bizzat kendisine 500 bin dirhem, Ebu Süfyan’a 200 dirhem, Talha’ya 322 bin dirhem, Zübeyr’e 598 bin dirhem bağışladı. Bu liste çok uzun ve kabarıktır öyle ki merhum Allame Emini Osman’ın beytülmalden akrabalarına yaptığı bağışların yaklaşık 126 milyon 770 bin dirhemi geçtiğini ortaya çıkarmıştır.
Bundan daha ilginci yakınlarına yaptığı bağışlardı. Örneğin Mervan bin Hakem’e 500 bin dinar, Ya’la bin Ümmeyye’ye 500 bin dinar, Abdurrahman bin Avf’a 2 milyon 560 bin dinar bağış yapmıştır. Yakınlarına yaptığı bu bağışların toplamı da 4 milyon 310 bin dinarı bulmaktadır. [9]
Evet işte burada Hz. Ali’nin (a.s) “Allah’ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır, çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler.” sözü çok daha iyi anlaşılmaktadır.
Elbette bu durum daha fazla süremezdi. Bu yüzden çok geçmeden Osman aleyhine kıyama giriştiler ve en sonunda da onu halkın gözleri önünde öldürdüler. Halktan hiç kimse kendisine yardımcı olmadı. Bu da Hz. Ali’nin (a.s) sözünün sonunda işaret ettiği gerçeğin bizzat kendisidir. “Sonunda onun da ipleri tümüyle çözüldü. Amelleri kendi işini bitirdi. Karnının dolgunluğu, onu yüz üstü yere serdi [10]
Gerçekte Hz. Ali (a.s) üç cümle ile üçüncü halifenin durumunu ve ömrünün sonunu betimlemeye çalışmıştır.
Birinci cümlede Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: Halk açısından kendisi için elde ettiği mevki ve makam, halkın kendisine verdiği saygı ve değer ortadan kalktı ve yakın dostlarının dünya perest hareketleri her şeyi altüst etti.
İkinci cümlede ise Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: Onun amelleri beklenilenden daha erken kendisine darbe vurdu ve işini bitirdi.
Üçüncü cümlede ise şöyle demektedir: Oburluk yükünü ağırlaştırdı, ayakta duramayacak hale geldi ve yüzüstü onu yere savurdu. Gerçekte bu üç cümle toplumu idare eden kötü yöneticiler için çok önemli ibret verici derslerdir. Neticede onlar bulundukları makamdan kötü istifade eder ve dünyaya yönelirlerse; iyi geçmişleri silinip gider, kamuoyu hızlı bir şekilde aleyhine seferber olur ve dünyaya tapma onların hızla düşüşüne sebep olur.
Burada çok önemli bir hususta şudur: Osman’ın hilafetinin vücuda gelmesine sebep olan etkenler onun yok olmasına da sebep olmuştur. Sa’d bin Vakkas, Abdurrahman bin Avf ve Talha gibi (Talha şuraya katıldığı taktirde) kimseler dünya malı ve makamına ulaşmak için ona oy verdiler, onu iş başına getirdiler. Bu adamları beklentileri doğrultusunda toplumsal haklar çiğnenince Osman’ın hilafeti kamuoyu nezdinde dayanılmaz bir hale geldi ve neticede halk kıyam edince de öldürüldü.
Nehc’ul Belağa’yı şerh eden bazı kimseler de “intekese aleyhi fetluhu” (Sonunda onun da ipleri tümüyle çözüldü.) cümlesini Osman’ın hilafet idaresi için aldığı tedbirlerin boşa çıkması, sonuçsuz kalması anlamına almışlardır. Osman’ın işlerini akrabalarına yaptırması da onun aslında ayakta kalmak için ön gördüğü tedbirlerden biriydi. Ama bu iş ters sonuç verdi, iplerini çözdü ve halkı onun aleyhine kıyam ettirdi.
Bazı Noktalar:
1-ikinci ve üçüncü halifenin seçilme niteliği
Bilindiği gibi ikinci halifenin sadece bir tek oyu vardı. O da Ebu Bekir’in oyu idi. Ebu Bekir hayata gözlerini yummak üzereyken vasiyet etti ve açık bir şekilde Ömer’i kendi yerine tayin etti.
Bazı tarih kitaplarında yer aldığı üzere Ebu Bekir ölüm döşeğinde Osman bin Affan’ı yanına çağırarak Ömer hususundaki vasiyetini yazdırmak istedi ve ona şöyle dedi: “Şöyle yaz: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Bu Ebu Bekir’in Müslümanlara yaptığı vasiyettir. Hamd ve selat-u selamdan sonra. . .” dediği an kendinden geçti. Ama Osman kendiliğinden şöyle yazdı: Ben Ömer bin Hattab’ı sizlere halife seçtim, hakkınızda hiç bir hayır ve iyiliği esirgemedim.”[11]
Osman bu cümleyi yazınca Ebu Bekir kendine geldi ve ona “oku” dedi. O da yazdığı şeyi okudu. Ebu Bekir yüksek sesle tekbir getirerek şöyle dedi: “Öyle zannediyorum ki acele edip hilafetin Ömer’in hakkı olduğunu yazman, ben öldüğüm taktirde insanların ihtilafa düşmesinden korktuğun içindir.” Osman, “Evet öyledir” deyince Ebu Bekir onun hakkında dua etti. [12]
Bu sözden de açıkça anlaşıldığı üzere Osman bu hilafet elbisesini aslında Ömer için dikmişti. Farzen eğer Ebu Bekir kendine gelmeseydi ve ölmüş olsaydı bu vasiyetname Ebu Bekir’in vasiyetnamesi olarak kabul görecekti. Dolayısıyla Ömer’in de hilafeti Osman’a devredecek olan bir şura tayin etmesinin hiç de şaşılacak bir tarafı yoktur. Nitekim ikinci halife de Sakife’de hilafet elbisesini Ebu Bekir’e giydirmiş ve o da yeri geldiğinde ona olan bu borcunu ödemiştir.
Ayrıca bu sözden de anlaşıldığı üzere Ebu Bekir ve Osman’ın halife tayini hususunda acele davranması halkın ihtilafa düşmesini önlemek içindi. O halde Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ümmeti hakkında aynı kaygıyı hiç taşımamış mıydı? Oysa toplumda bir çok sürtüşmeler mevcuttu. Bu sürtüşmeler Sakife’de kendini en açık bir şekilde gösterdi. Dolayısıyla halife seçimini Peygamberin (s.a.a) halka bıraktığına inanmak nasıl mümkün olabilir? Halbuki bu iş ikinci ve üçüncü halife hakkında geçerli olmamış ve fitne korkusu bile bu işin halka bırakılmasına engel teşkil etmiştir.
2- Ebu Lu’lu hikayesi ve Osman’ın hükümetinin başlangıcı
İbn-i Esir Kamil’de şöyle nakletmektedir. Bir gün Ömer bin Hattab pazarda geziyordu. Muğire bin Şu’be’nin Hıristiyan olan Ebu Lü’lu adındaki kölesini gördü. Ebu Lu’lu şöyle dedi: “Muğire bin Şube bana çok ağır bir yük yüklemiş. (Bütün gün çalışmamı ve kendisine dikkate değer bir miktarda ödeme yapmamı istiyor.) Bana bu hususta yardım et.” Ömer şöyle dedi: “Senden istediği haraç ne kadardır?” Ebu Lu’lu, “Her gün iki dirhem” diye cevap verdi. Ömer, “ne iş yapıyorsun?” dedi. Ebu Lü’lü, “Marangoz, ayakkabıcı ve demirciyim.” dedi. Ömer şöyle dedi: “bütün bu işleri yapıyorsan senden istediği haraç çok fazla değil. Ayrıca senin rüzgar enerjisi ile bir yel değirmeni yapabileceğini söylediğini duydum.” Ebu Lu’lu, “Evet, yapabilirim” dedi. Ömer şöyle dedi: “O halde bu işi yap.” Ebu Lu’lu şöyle dedi: “Eğer hayatta kalırsam doğu ve batıdaki tüm insanların kendisinden söz edeceği büyük bir yel değirmeni yapacağım sana.” Ebu Lu’lu bunu dedi ve gitti. Ömer, “Bu köle beni tehdit etti.” dedi. Bir kaç gün sonra Ömer sabah namazı için camiye geldi. Ömer, saflar düzeldiğinde yüksek sesle tekbir getiren bazı kimseler tayin etmişti. Ebu Lu’lu halk arasında camiye girdi. Elinde kabzası tam ortasında yer alan iki başlı hançer vardı. Durumdan istifade ederek Ömer’i altı yerinden bıçakladı, darbelerinden birini Ömer’in göbeğinin altına indirdi ve Ömer bu darbeden dolayı öldü. Ebu Lu’lu bu hançeriyle hemen arkasında bulunan Kelib adında birisi ile adları bilinmeyen başka bir takım kimseleri de öldürdü. [13]
Muruc’uz Zeheb’te bu olay anlatıldıktan sonra şöyle yer almıştır: Eu Lü’lü Ömer’i öldürdükten ve sonradan altısı ölen on iki kişiyi yaraladıktan sonra kendi boğazına da bıçak sapladı ve intihar etti. [14] Ama Tarih-i Ya’kubi’de yer aldığına göre ise Ömer öldürüldükten sonra oğlu Abdullah babasının intikamını almak için saldırdı ve Ebu Lu’lu, genç kızı ve eşini öldürdü. [15]
Bazı tarihçilerin Ebu Lu’lu’nun Hıristiyan veya Mecusi olduğunu söylemleri doğru olamaz. Zira onların da bizzat dediği üzere Ebu Lu’lu, Ömer’i camide öldürdü. Tanınmış bir Hıristiyan veya Mecusi’nin Peygamber camisine gelmesi normalde mümkün değildir. Onlar halifenin bir Müslüman tarafından öldürüldüğünü inkar etmek istiyorlar. Ancak apaçık delillerden de açıkça anlaşıldığı üzere Ebu Lu’lu Müslüman olmuştu. Eskiden Mecusi veya başka bir dinden oluşu da sadece Ebu Lu’lu’ya özgün bir halet değildi. Peygamberin dostları ve halifeler genelde böyle bir geçmişe sahipti.
3- Altı kişilik Şura ve Akıbeti
Ömer ölüm döşeğinde oğlu Abdullah’ın halife olması teklifini reddetti ve şöyle devam etti:
“Peygamber ölünceye kadar da bu altı kişiden razıydı. Ali (a.s), Osman, Talha, Zübeyr, Sa’d bin Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf’dan ibaret olan bu altı kişilik şura birbiriyle meşveret edecek ve kendi aralarında birini halife tayin edecekti. Ardından bu altı kişiyi yanına çağırdı ve onlara bakarak şöyle dedi: “Hepiniz benden sonra hilafete geçmek istiyorsunuz.” Onlar sustular. Yeniden bu cümleyi ifade edince Zubeyr şöyle cevap verdi: “Bizim senden aşağı kalır bir tarafımız yok.” (Tarihçilerden biri şöyle diyor: “Eğer Zubeyr, Ömer’in öleceğini kesin olarak bilmeseydi bu kadar açık konuşmaya cesaret edemezdi.)
Daha sonra altı kişinin tümüne bir takım eksikliler isnad etti. Örneğin Talha’ya şöyle dedi: “Peygamber, hicab ayeti hakkında söylediğin sözlerden dolayı senden razı ve hoşnut olmadığı bir halde dünyadan göçtü.” [16]
Hz. Ali’ye ise şöyle dedi: “sen insanları doğru ve açık yola hidayet edersin. Senin tek kusurun çok mizah yapıyor olmandır.”
Osman’a ise şöyle dedi: “Kureyş’in hilafeti sana verdiğini, senin de Ümeyye oğulları ile İbn-i Muit oğullarını halkın sırtına zorla bindirdiğini, Müslümanların beytülmalini onlara hibe ettiğini ve... görür gibiyim.”
Ardından da Ebu Talha Ensari’yi yanına çağırdı. Ölümünden sonra Ensardan 50 kişilik bir güçle bu altı kişiyi bir evde toplamasını emretti. Bu altı kişilik şura bir evde toplanıp halife seçimi hususunda bir biriyle meşveret edecekti. İçlerinden beş kişi birine oy verdiği taktirde biri muhalefet edecek olursa boynunu vurmasını ve aynı şekilde dört kişi biri üzerinde ittifak ettiği halde iki kişi muhalefet edecek olursa, onları da öldürmesini emretti. Eğer halife seçimi hususunda durum üçe üç olursa o halde de Abdurrahman bin Avf’ın içinde bulunduğu grubun tercih edilmesini, diğer üç kişinin buna muhalefet ettiği taktirde ise her üçünün de boynunun vurulması gerektiğini emretti. Ama üç gün içinde bu şura herhangi birini seçme hususunda ilerleme kaydetmemiş ise, o taktirde hepsinin boynu vurulacak ve bu durumda da Müslümanların başka birini seçme gereği ortaya çıkacaktı.
Neticede Talha Ali ve Osman varken hilafetin kendisine ulaşmayacağını biliyordu. Hz. Ali’den rahatsız olduğu için de Osman’ın tarafını tuttu. Zubeyr ise kendi hakkını Hz. Ali’ye (a.s) devretti. Sa’d bin Ebi Vakkas hakkını amcası oğlu Abdurrahman b. Avf’a verdi. Dolayısıyla altı kişi üç kişide özetlenmiş oldu: Ali (a.s), Abdurrahman b. Avf ve Osman. . . Abdurrahman bin Avf, Hz. Ali’ye (a.s) dönerek şöyle dedi: “Eğer sana biat edecek olursam bize karşı Allah’ın kitabı, Peygamberin sünneti ve Ömer ile Ebu Bekir’in adeti üzere hareket edecek misin?” Hz. Ali (a.s) ona şöyle cevap verdi: “Evet kabul ediyorum; ama Allah’ın kitabı, Peygamberin (s.a.a) sünneti ve kendi inançlarım üzere hareket edeceğim.”
Abdurrahman bin Avf Osman’a dönerek aynı cümleyi bu defa ona tekrar etti. Osman da onun dediğini ayni şekilde kabul etti. Abdurrahman bin Avf bu cümleyi üç defa tekrar etti ve her üç defasında da aynı cevabı işitti. Bunun üzerine de onu halife ilan ederek elini sıktı. İşte burada Hz. Ali (a.s) Abdurrahman b. Avf’a şöyle dedi: Allah’a yemin olsun ki sen bu işi birinci ve ikinci halifenin birbirinden beklediklerine benzer bir bekleyiş içinde olduğun için yaptın. Ama asla maksadına erişemeyeceksin.”[17]
Şüphesiz bu şura bir çok açıdan soru işaretleri taşıyordu:
Birinci olarak: Eğer halife seçimi halkın oyu ile olacak idiyse o halde neden halkın çoğunluğuna uyulmadı. Yok eğer tayin ile gerçekleşen bir şey ise o halde bu altı kişilik şura da neyin nesiydi? Ve eğer şuranın seçmesi gerekiyorsa bu taktirde de Müslümanlar arasında bulunan başka bir takım meşhur şahsiyetler de vardı, onlar neden şuraya alınmadı?
İkinci olarak: eğer bunlar Peygamberin (s.a.a) razı olduğu kimseler idiyse o halde Peygamberin (s.a.a) ömrünün sonuna kadar Talha’dan razı olmadığı sözünün anlamı nedir?
Üçüncü olarak: Farzen onlar bu görevlerini yerine getirirken bu konuda bir başarı elde edemediler diyelim. O halde nasıl olur da hepsinin başı vurulur?
Dördüncü olarak: Eğer gerçekten maksat şura ise neden Osman’ın hilafeti hakkındaki öngörüsünü açık bir şekilde dile getirdi. Eğer İslam camiası hakkında Osman’ın hilafetinden korkuyorduysa, bu durumda da onu şuraya katmaması ve başka bir kişinin hilafete geçmesini sağlaması gerekirdi.
Beşinci olarak: Eğer halife seçimi hususunda bu altı kişilik şura üçe üç kalacak olursa neden Ömer’in kendi deyimiyle insanları açlık ve hak yola davet eden, sözde tek problemi çok mizah etmek olan Hz. Ali’nin (a.s) içinde bulunduğu gruba öncelik verilmedi?
Altıncı olarak: Mizah yapmanın hilafet hususundaki sakıncası ne idi? Acaba bu sakınca, “Ey Osman sen başa geçecek olursa Ümeyye oğullarını halkın sırtına bindirecek, beytülmali talan edeceksin” diye bizzat dile getirdiği sakınca ile aynı değerde miydi?
Bunlar cevapları olmayan birtakım sorulardır.
4- Osman aleyhine kıyamın sebepleri
Nehc’ul Belağa’yı şerh eden bazı kimselerin dile getirdiği üzere Osman hakkında söylenen en doğru söz, Taberi’nin tarih kitabında dile getirdiği şu cümlelerdir: “Osman İslam’da ve Müslümanlar arasında halkın kızmasına sebep olan bir çok yeni olaylar vücuda getirdi. Örneğin: Ümeyye oğullarından fasık, beyinsiz ve dinsiz kimselere idari görevler verdi, kendilerine ganimetler ihsan etti; Ammar bin Yasir, Ebu Zer ve Abdullah bin Mes’ud’a büyük zulümler reva gördü. Hilafetinin sonlarında da buna benzer bir çok tatsız olaylar vücuda getirdi.
Velid bin Ukbe’yi Kufe’ye vali kıldı. Oysa bir grup onun açık bir şekilde şarap içtiğine tanık olmuşlardı. Velid’in arkasından da Said bin As’ı Kufe’ye vali tayin etti. Said Irak’ın Kureyş ve Umeyye oğulları’nın bir tarlası olduğu görüşündeydi. Öyle ki Malik Eşter kendisine şöyle dedi: “Allah’ın, biz Müslümanların kılıçları sayesine fethettiği Irak topraklarının sana ve akrabalarına ait olduğunu mu sanıyorsun?”
Bu sebeple bir yanda Malik bin Eşter ve Taife-i Nahai’ ve diğer yanda da Kufe valisi Said b. As arasında çekişmeler vücuda geldi. Ardından yavaş yavaş halkın Said bin As aleyhine itiraz sesleri yükseldi ve daha sonra bizzat Osman aleyhine kıyam edildi. Osman Kufe halkını doğru bir tarzda sakinleştireceğine, kıyamın önderlerini Şam’a sürgün etti. Kufe’nin büyüklerinden olan Malik Eşter ve Sa’saa bin Suhan gibilerini Şam’a sürgüne gönderdi.
Hilafetinin on birinci yılında Peygamberin (s.a.a) dostlarından bir grup toplanarak Osman hakkında var olan itirazlarını abid ve ilahi bir şahsiyet olan Amir bin Abd-i Kays adında biri vasıtasıyla Osman’a ilettiler. Osman bu adama mantıklı bir karşılık vereceğine hakaret dolu sözler sarf etti.
Medine’de durum oldukça gerginleşmişti. İslam’ın başkenti olan Medine tam bir kıyam havasına girmişti. Osman, Muaviye ve Said bin As gibi yakın dostlarını çağırarak onlarla meşveret etti. Onlar, Osman’ın halkı cihat ile meşgul etmesinin doğru olduğunu söylediler. Bazıları da ondan muhaliflerini ortadan kaldırmasını tavsiye ettiler. Diğer bazıları ise halkın kızgınlığın dinmesi için beytülmalden kendilerine bağışta bulunulması gerektiğini istediler. İçlerinden sadece bir kişi şu gerçeği dile getirdi: Sen Ümeyye oğullarını halkın sırtına bindirdin; ya adalet üzere davran ya da hilafeti terk et.”
Osman halkın cihat ile meşgul edilmesi önerisini kabul etti. Hemen ardından bu amaçla halkın cihada hazırlanmasını istedi. Oysa iş işten geçmiş ve artık bu tedbirin hiç bir anlamı kalmamıştı.
H. 35 yılında (Osman’ın hilafetinin son yılında) Ümeyye oğullarının ve Osman’ın muhalifleri karşılıklı olarak mektuplaştılar. Birbirlerini Osman’ı ve valilerini azletme hususunda teşvik ettiler. Sonunda Ebu Harb komutasındaki 2 bin kişilik büyük bir güç Mısır’dan; Zeyd bin Suhan, Malik bin Eşter ve Kufe’nin bazı büyüklerinin komutasındaki 2 bin kişilik bir güç Kufe’den ve Harkus bin Zubeyr komutasındaki bir güç de Basra’dan olmak üzere dev bir ordu Allah’ın evini ziyaret amacıyla harekete geçti ve Medine’ye geldiler. Orada Medine halkına yapmak istedikleri hususunda (Osman ve valilerini azletmek hakkında) bilgi verdiler. Çok geçmeden Osman’ın evini muhasara altına aldılar ve ondan hilafeti terk etmesini istediler ama Osman mektup aracılığı ile valilerinden yardım istedi. Cuma günü Osman halk ile birlikte namaz kıldı ve minbere çıktı. Osman farklı şehirlerden, özellikle de Mısır’dan hakkını almak için yanlarına gelen gruba hitap ederek şöyle dedi: “Bütün Medine halkı sizlerin Peygamber tarafından lanetlendiğinizi bilmektedir. . .” Bu esnada halk arasında büyük bir galeyan vücuda geldi. Öyle ki Osman korkusundan bayıldı ve minberden aşağı yuvarlandı. Onu alıp evine götürdüler.
Ardından Osman yardım almak amacıyla Hz. Ali’nin (a.s) evine gitti ve şöyle dedi: “Sen amcam oğlusun, senin üzerinde akrabalık hakkım var. Halk arasında büyük bir makam ve mevkie sahipsin. Herkes senin sözünü dinlemektedir. Olanları açıkça görüyorsun, ben onlarla konuşmanı ve onları gittikleri yoldan çevirmeni istiyorum”
Hz. Ali (a.s), “Onları nasıl razı edip geri çevirebilirim?” diye buyurdu. Osman şöyle dedi: “Onlara bundan sonra senin uygun gördüğün tarzda hareket edeceğimi söyle.”
İmam şöyle buyurdu: “Bu hususta defalarca uyardım, her defasında da söz verdin ama sözünde durmadın.”
Daha sonra Hz. Ali (a.s) olayı yatıştırmak için Ensar veya Muhacirden oluşan 30 kişilik bir grup eşliğinde Mısır’dan gelen kimseler (Osman’ın azledilmesi hususunda herkesten daha istekliydiler) ile uzun uzadıya sohbet etti. Mısırlılar Mısır’a dönmeyi kabul ettiler. Osman da halkın şikayetlerini inceleyeceğine ve yaptıklarından tövbe edeceğine dair söz verdi. Osman eve gelince Mervan ve Ümeyye oğullarından bir grubun evinde oturup beklediğini gördü. Mervan, “konuşayım mı yoksa susayım mı?” dedi. Osman’ın eşli Naile kızgın bir halde şöyle dedi: “Sus Allah’a yemin olsun ki siz Osman’ın katilleri ve çocuklarını yetim bırakan kimseler olacaksınız. O halka verdiği sözü tutmak zorundadır. Bundan asla geri dönemez.”
Ama Mervan susmadı ve şöyle dedi: “Camide söylediklerin hilafetine faydalı olmayan şeylerdi. Bundan sarf- ı nazar etmelisin.”
Bunu duyan Ali (a.s) kızarak Osman’ın evine gitti ve şöyle dedi: “Ben sana doğru yolu gösteriyorum, ama Mervan seni saptırıyor, artık bundan sonra yanına gelmeyeceğim.”
Mısır’a doğru yola koyulanlar üç gün sonra Medine’ye geri döndüler ve yolda Osman’ın kölesinden ele geçirdikleri mektubu halka gösterdiler. Osman o mektupta Mısır valisi Abdullah bin Sarh’a isyanın ele başlarının kırbaçlamasını, saç ve sakallarını tıraş etmesini ve zindana atmasını emretmişti. Bazı kimseleri de darağacına asmasını emretmişti. Onlar Hz. Ali’nin (a.s) yanına gelerek durumu konuşmak istediler. Ali (a.s) olayı Osman’a sordu. Osman böyle bir mektuptan haberinin olmadığını ifade etti. Oradakilerden birisi, “Bu iş Mervan’ın işidir” dedi. Mısırlılar şöyle dediler: Mervan, Osman’ın kölesini beytülmale ait bir deveye bindirip özel mührünü taşıyan bir mektup yazacak, ona bu kadar tehlikeli bir görev verecek ve bundan da Osman’ın haberi olmayacak bu inanılacak bir şey midir?
Osman yine, “benim hiç bir şeyden haberim yok” dedi. Mısırlılar cevap olarak şöyle dediler: “O halde iki durumdan biri söz konusudur, eğer doğru söylüyorsan ve bu işi Mervan’ın işi ise yine hilafetten el çekmen gerekir; zira başkalarının, hilafeti esnasında kendisine haber bile vermeden özel mührüyle mühürledikleri ve Müslümanların katledilmesini ve işkenceye tabi tutulmasını emreden bir mektup yazdıkları böylesine güçsüz ve aciz bir insan İslami hilafete layık olamaz. Ama eğer yalan söylüyorsan ve bu iş senin işin ise yine de Müslümanların hilafetine layık değilsin.
Osman: “Hilafet Allah’ın bana giydirdiği bir elbisedir. Dolayısıyla bunu asla dışarı çıkaramam, ama tövbe ediyorum” dedi.
Onlar şöyle dediler: “Eğer bu ilk tövbe edişin olsaydı kabul ederdik, ama defalarca tövbe ettiğin halde yine sözünde durmadın. Dolayısıyla ya hilafetten kenara çekil, ya da seni öldüreceğiz.”
Ama onlar yine acele etmediler ve durum gittikçe kötüleşmeye başladı. Ardından Osman Hz. Ali’den, halkın şikayetlerini incelemek için muhaliflerden üç günlük bir süre almasını rica etti. Halk bu isteği kabul etti. Ama gizlice savaşmaya hazırlandılar. Aslında Osman’ın süre istemesinden maksadı, Medine dışından gelecek olan yardımı beklemekti. Üç gün sonra Osman’ın etrafındaki muhasara halkası gittikçe daraldı. Halk Şam ve Basra’dan takviye güçlerin geleceğini tahmin ediyordu. Bu yüzden teslim olması için ona suyu kestiler, Osman Ali’den (a.s) su rica etti. Hz. Ali (a.s) çocukları vasıtasıyla ona su gönderdi. Bu esnada halk Osman’ın evine karşı saldırıya geçti ve taraflar arasında kanlı bir çatışma çıktı. Her iki taraftan da öldürülenler oldu. Yine bir kaç kişi Osman’ın odasına girerek ona nasihat ettiler, ama hiç bir faydası olmadı ve sonunda bizzat kendisine saldırıya geçerek işini bitirdiler.
Bütün buraya kadar anlattıklarımız İbn-i Ebil Hadid’in Tarih-i Taberi’den naklettiklerinin bir özetidir. Biz konu uzamasın diye özet olarak nakletmeye çalıştık.[18]
Tarihçilerden bir çoğu Osman’ın H. 35 veya 36 yılının Zilhicce ayının 18. günü öldürüldüğünü kaydetmişlerdir. İbn-i Esir (Kamil adlı kitabında) ve diğer bazı tarihçiler ise Osman’ın bedeninin üç gün yerde kaldığını, hiç kimsenin onu defnetmediğini ve bunun halkın kendisine ne kadar kızdığını gösterdiğini yazmışlardır. Sonunda Hz. Ali (a.s) devreye girerek onu defnetmek istedi. Ama halktan bir grup onun cenaze namazının kılınmasına ve hatta Baki mezarlığına defnedilmesine engel oldular. Bir grup ise yolunu keserek tabutunu taşladılar. Ama Ali (a.s) bütün bunlara karşı koydu. Sonunda cenaze namazını kılındı ve Baki mezarlığının dışında bulunan Haşş-i Kevkeb adlı yere defnedildi. Daha sonda Muaviye zamanında o bölgenin de Baki mezarlığına katılması sağlandı. [19]
Bütün bunlar halkın Osman’a ve hilafetine ne kadar kızdığını çok açık bir şekilde göstermektedir. Bütün bu olup bitenler Hz. Ali’nin (a.s) Şıkşıkıye hutbesinde beyan ettiği sözlerin de bir yorumu mahiyetindedir. Hz. Ali’nin bu hutbedeki tabirlerini çok sert bulanlar Osman’ın hayatı, işinin sonu ve Müslümanların ona gösterdiği tepkiler hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlardır. Aksi taktirde bu sözlerin bütün o baş gösteren olaylar hakkında çok yumuşak kaldığını kabul ederlerdi.
5- Bütün Sahabe, Peygamberin (s.a.a) yolunu kat etti mi?
Ehl-i Sünnet kardeşler arasında meşhur olduğu üzere Resulullah’ın ashabı istisnasız olarak büyük bir kudsiyet ve adalet makamına sahiptir. Onlara göre sahabeden hiç kimse Allah’ın, Kur’an’ın ve nebevi sünnetin aleyhine bir iş yapmamışlardır. Oysa Şia ve Ehl-i Beyt (a.s) takipçileri inanmaktadırlar ki: “Sahabenin tümünü ayni ölçüyle değerlendirmek yanlıştır. Onları birbirinden ayırmak gerekir. Hepsini amellerine ve yaptıklarına göre değerlendirmek icap eder. Gerek Resulullah (s.a.a) döneminde ve gerekse vefatından sonra da bu esas üzere hüküm vermek zorundayız.”
Ehl-i Sünnet kardeşlerin söz konusu iddiası kendileri için bir çok zorluklar icat etmiştir. Zira Peygamberin ashabı arasında birbirleriyle savaşan kimseler bile vardı. Örneğin Sıffin ve benzeri savaşlarda Muaviye Müslümanların oy birliği ile seçtiği halifeye karşı isyan etti ve onca kan dökülmesine sebep oldu.
Hakeza Talha ve Zubeyr de Hz. Ali’nin aleyhine başkaldırdı. Cemel savaşında bir çok Müslümanın kanının dökülmesine sebep olundu. Bazı tarihçilerin yazdığına göre bu savaşta 17 binden fazla Müslüman öldürülmüştür. Bu konuda hiç bir haklı gerekçeleri ve Allah’ın kabul edeceği bir özürleri de yoktur. Acaba bütün İslam tarihi kitaplarında yer alan bu korkunç olayların sahabenin adaletiyle örtüşmesi mümkün müdür?
Yukarıda okuduğunuz ve bütün İslam tarihçilerinin özetle kabul ettiği Osman döneminde ortaya çıkan olaylarda iki önemli konu göze çarpmaktadır:
Birincisi çok önemli makamların Ümeyye oğullarına verilmesi, sorumsuz ve dinsiz kimselerin Müslümanların başına geçirilerek dört bir yandan Müslümanların feryat etmesine sebep olan bu tür atamalar yapılması. . .
İkincisi ise beytülmalin büyük çapta talan edilmesi, hibe edilmesi ve makbul olmayan bir şekilde yakınlarına verilmesi. . .
Bu tür işler tüm sahabelerin istisnasız olarak mukaddes ve adil olduğu inancıyla örtüşmekte midir? Eğer bütün bu olaylar tevil edilebilecekse o halde tevil edilemeyen olay nedir?
Burada bir olayı hatırlıyorum; yılların birinde umre görevini yapmak için Mekke’ye gitmiştim. Orada Ehl-i Sünnet alimleri ile görüşme imkanım oldu. Özellikle akşam ve yatsı namazı arasında Mescid’ul Haram’da uzun uzadıya tartıştık. İşte böyle bir gecede meşhur Ehl-i Sünnet alimlerinden bir grupla Mescid’ul Haram’da Ka’be karşısında oturmuş sohbet ediyorduk. Mümkün olduğu kadarıyla ilim ve mantık çerçevesinden çıkmamaya hiç kimsenin incinmemesine özen gösteriyorduk. Sonunda tüm sahabenin münezzeh ve adil olduğu konusuna geldik. Onların hepsi sahabenin adil olduğunu ve haklarında en küçük bir kötülüğün söylenemeyeceğini dile getirdiler.
Ben onlardan birine şunu sordum: “Eğer siz Sıffın meydanlarında olsaydınız, bir tarafta Hz. Ali’nin (a.s) ordusu, diğer tarafta ise Muaviye’nin ordusu. Bu durumda iki ordudan hangisine katılırdınız?”
O şahıs hiç düşünmeksizin, “Hz. Ali’nin (a.s) ordusuna katılırdım” dedi.
Ben şöyle dedim: “Eğer Ali (a.s) senin eline bir kılıç verip, “şunu al ve Muaviye’yi öldür” deseydi, kabul edip itaat eder miydin?
O, öyle bir cevap verdi ki gerçekten insanı dehşete düşürmektedir!
O şöyle dedi: “Onu öldürürdüm, ama onun hakkında hiç bir kötü şey söylemezdim.”
Bütün sahabenin adil olduğu konusunun çok uzun bir hikayesi vardır. Biz burada sadece özetlemek ve işaret etmekle yetindik.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Mekayis’ul Lugat adlı kitapta belirtildiği gibi “zaame” kelimesinin iki anlamından biri gerçeği olmayan ve sahibinin bile itminan etmediği söz anlamındadır.
[2] “Lellah” kelimesindeki “lam” edatı üstün olarak okunmaktadır (lellah) ve istiğase (yardım dilemek) anlamını ifade etmektedir. “lişşura” kelimesi ise esre ile okunmaktadır ve “müstağasun minh” (kendisinden yardım istenilen) anlamındadır.
[3] “Esfeftu” kelimesi “isfaf” kökünden türemiş olup bir şeyin başka bir şeye yakınlaşması anlamındadır. Kuşun yere yaklaştığı durumlar için kullanılmaktadır. Bu kelime hasır ve benzeri şeyler örmek anlamına da gelmektedir. Zira örülürken örülen şeyler birbirine yaklaşmaktadır. Ayrıca aşırı bakma anlamında da kullanılmaktadır. (Mekayis’ul Lugat ve Lisan’ul Arab kitaplarına müracaat ediniz.)
[4] “Seğa” kelimesi “siğv” kökünden türemiş olup bir şeye meyletmek anlamındadır. “Siğn” kelimesi ise “kin ve düşmanlık” anlamındadır. “Henin” kelimesinin anlamı ise metinde yer almıştır.
[5] Hoyi’nin Nehc’ul Belağa şerhinde, Talha’nın şuraya katılmadığı ve hatta Medine’de olmadığı hususu Taberi’den nakledilmiştir. (Şerh-i Huyi c.3, s.73)
[6] Lügat alimlerinin açıkça bildirdiği üzere “hen” kelimesi “falan” anlamındadır ve insanın bir şeye üstü kapalı işaret etmek istediği yerlerde kullanılmaktadır. Bu o şeyin çirkinliği veya başka bir özelliği sebebiyle olabilir. Genelde bu kavram, çirkin, kötü ve hoşa gitmeyen şeylerde kullanılmaktadır; iyilikler hakkında kullanılmaz.
[7] “Naficen” kelimesi “nefc” kökünden türemiş olup yukarı gelmek ve yukarı çıkarmak anlamındadır. “Hızn” kelimesi ise “yan, böğür” anlamındadır. Dolayısıyla “naficen hızneyhi” tabiri tekebbürden veya çok yemekten böğürleri şişmiş kimse için kullanılmaktadır. “Nesil” kelimesi ise “nesl” kökünden türemiş olup aslında bir şeyin bir şeyden çıkması veya çıkarılması anlamındadır. Dolayısıyla insan ve hayvanın dışkısı için de kullanılmaktadır. “Mutelef” kelimesi ise “alef” kökünden türemiş olup otlak ve çayır anlamındadır. Bu ve önceki tabirler bir bütün olarak işi gücü mal toplamak, harcamak, karnını doldurmak ve boşaltmak olan kimseler hakkında kullanılmaktadır.
[8] “Hazm” kelimesi ise tüm ağzıyla yemek anlamındadır. Karşıtı bir kelime olan “kazm” kelimesi ise ön dişlerinin ucuyla yemek anlamındadır. Bazıları ise “hazm” kelimesinin taze otları, “kazm” kelimesinin ise kurumuş otları yemek anlamında olduğunu söylemişlerdir.
[9] el-Gadir, c.8, s.286
[10] “İntekese” kelimesi “neks” kökünden türemiş olup kırılmak, bozmak anlamındadır. Bu yüzden sözünü bozmaya da “neks-i ahd” denmektedir.
“Fetl” kelimesi ise bükülmek, sarılmak anlamındadır, “meftul” ve “fetile” kelimeleri de bu babdandır.
“echeze” kelimesi ise “ichaz” kökünden türemiş olup yaralı hakkında kullanıldığında ölümünü hızlandırmak ve bir an önce işini bitirmek anlamındadır.
“Kebet” kelimesi ise “kebv” kökünden türemiş olup düşmek yüz üstü yere serilmek anlamındadır. Hayvanın ayaklarının bağlanıp yüzüstü yere yatırıldığı hususlarda kullanılmaktadır. “Bitnetu” ise “betn” kökünden türemiş olup karnını yiyecekle doldurmak ve veya oburluk anlamınadır.
[11] “Alu” kelimesi “ala, ye’lu” kökünden türemiş olup kusur etmek, ertelemek anlamındadır. Dolayısıyla “lem alukum” kelimesi “hakkınızda hiç bir kusur işlemedim, ihmalkarlık etmedim” anlamındadır. (Lisan’ul Arab)
[12] Kamil-i İbn-i Esir, c.2, s.425
[13] Kamil-i İbn-i Esir, c.3, s.49
[14] Muruc’uz Zeheb, c.2, s.321
[15] Tarih-i Ya’kubi, c.2, s.160
[16] Hicab ayetinden maksat Peygamberin hanımları hakkında inen “feseluhunne min verail hicab” (Onlarla perde arkasından konuşun) ayetidir. Talha bu konuda şöyle demişti: “Peygamber bu gün onları (eşlerini) bizden gizlemek istiyor ama yarın dünyadan göçünce biz onlarla evleneceğiz” Elbette Ömer’in bu cümlesi, ilk söylediği söz ile (Peygamber ölünceye kadar da bu alt kişiden razıydı ifadesiyle) açık bir şekilde çelişmektedir.
[17] İbn-i Ebil Hadid, Şerh-u Nehc’il Belağa, , c.1, s.185 ila 188 (özetle)
[18] İbn-i Ebil Hadid, Şerh-u Nehc’ul Belağa, c.2, s.129 ila 158
[19] Kamil-i İbn-i Esir, c.3, s.180
Son Bölüm
“Derken o da tutturduğu yolunu kat etti ve hilafeti öyle bir gruba bıraktı ki benim de o gruptan biri olduğumu sanıyordu.
Allah'ım sana sığınırım, ne şuraydı bu! Benim hakkımda birincisiyle ne zaman bir şüphe hasıl oldu ki şimdi de bu tür kimselere denk tutuldum ben! Ama buna rağmen (kuşlar gibi yücelerden) inerlerken onlarla indim, uçarlarken hep onlarla uçtum. İçlerinden biri (Sa’d b. Ebi Vakkas) sadece haset ve kininden ötürü doğru yoldan saptı, öbürü (Abdurrahman b. Avf da) damadı olduğundan ona meyletti, öbürleri de öyle şeyler yaptılar ki burada söylenmesi, anılması bile çok çirkin. . .
Derken onların üçüncüsü de (Osman) iki yanı şişmiş bir halde kalktı. Yediği yerle kirlettiği yer arasında yaşayıp durdu.
Onunla beraber babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümeyyeoğulları da) işe giriştiler. Allah’ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır, çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler. Sonunda onun da ipleri tümüyle çözüldü. Amelleri kendi işini bitirdi. Karnının dolgunluğu, onu yüz üstü yere serdi.”
Şerh ve Tefsir
3. Halife dönemi
Hutbenin bu bölümünde Hz. Ali (a.s) ikinci halife döneminin sona ermesine ve Osman’ın hilafet makamına geçmesi için ortaya çıkan olaylara işaret etmekte ve bu olayların gizli veya yarı gizli yönlerini, tarihi inceliklerini ve nüktelerini ifşa etmektedir. Ardından bu olaylar karşısındaki tutumunu ve devamında da İslam ümmetinin üçüncü halife döneminde karşı karşıya bulundukları büyük sorunları, öldürülmesine sebep olan isyanların oluşum sürecini gözler önüne sermektedir. Hz. Ali (a.s) bu olaylara oldukça kısa, öz, anlamlı, kinayeli, dolaylı ve benzetmeler içeren sözlerle işaret etmektedir.
Hz. Ali (a.s) önce şöyle buyurmaktadır: “Derken o da tutturduğu yolunu kat etti ve hilafeti öyle bir gruba bıraktı ki benim de o gruptan biri olduğumu sanıyordu.”
Hz. Ali’nin (a.s) burada kullandığı “Benim de o gruptan biri olduğumu sanıyordu.” tabiri şu iki anlamdan birine işaret ediyor olabilir: Birincisi şu ki: “Beni zahirde hilafet adaylarından biri karar kıldı. Oysa o gerçekte sonucun ne olduğunu ve bu şuradan kimin seçileceğini çok iyi biliyordu.”
İkinci anlam da şu ki: “O zahirde benim de o beş kişi düzeyinde biri olduğumu göstermeye çalıştı. Oysa gerçekte onlardan hiç biriyle mukayese bile edilemeyeceğimi çok iyi biliyordu.”[1]
Bu cümle Ömer’in künyesi Ebu Lu’lu olan Firuz adında birisi tarafından şiddetle yaralandığı ve kendisini ölümün eşiğinde gördüğü zamana işarettir.
Bir grup ashap onun yanına gelerek kendisine şöyle dedi: “Senin kabul ettiğin birini yerine tayin etmen daha uygundur.” Bunun üzerine o da yaptığı çok detaylı bir konuşmasında (ki “Nükteler” bölümünde buna işaret edeceğiz) şura adı altında altı kişiyi tayin etti. Bu altı kişi şunlardı: Ali (a.s), Osman, Abdurrahman bin Avf, Talha, Zübeyr ve Sa’d bin Ebi Vakkas.Bu altı kişi oturup içlerinden birini halife olarak seçecekti. Ömer ardından Ebu Talha Ensari’yi, Ensar’dan elli kişilik bir güçle, bu altı kişiyi bir evde toplamak ve halife tayini için birbirleriyle meşveret etmesini sağlamak ile görevlendirdi. Sonunda bu altı kişiden bir kaçı arasında var olan ilişkiler esasınca Osman halife olarak seçildi.
Hz. Ali (a.s) bu olaya işaret ederken ilk önce şöyle buyurmaktadır: “Allah'ım sana sığınırım, ne şuraydı bu!”[2]
Daha sonra bu şuranın ilk zayıf noktasında değinerek şöyle demektedir:
“Benim hakkımda birincisiyle ne zaman bir şüphe hasıl oldu ki şimdi de bu tür kimselere denk tutuldum ben!”
Bu da Hz. Ali’nin (a.s) hakkının yenmesi karşısında açıkça üzüntüsünü açığa vurmasının ifadesidir. Aynı zamanda hilafet için liyakat gerektiğini göz önünde bulundurdukları taktirde hiç şüphesiz kendisinin bu göreve layık olduğunu da bildirmektedir. Ama ne yazık ki işin içinde başka bir takım hedefler amaçlanıyordu. Gerçekten de Peygamber’in nefsi olarak vasıflandırılan, Peygamberi’in (s.a.a) ilim şehrinin kapısı, Kur’an ve sünnet alimi, tüm İslami meseleleri yakından bilen, hayatı boyunca tevhit mektebinde ve İslam Peygamberinin (s.a.a) yanında yetişen bir kimsenin, sonunda Abdurrahman bin Avf’lar, Sa’d bin Vakkas’lar ve benzeri kimselerle mukayese edilecek bir konuma düşürülmesi çok üzüntü verici bir olaydır!
Hz. Ali (a.s) daha sonra şöyle buyurmaktadır: “
Ama buna rağmen (kuşlar gibi yücelerden) inerlerken onlarla indim, uçarlarken hep onlarla uçtum.”[3]
Bu gerçekte toplu halde uçan, bazen yükselip doruklara ulaşan, bazen alçalıp yere yakınlaşan ve her iki halde de birlikte uçan kuşların durumuna kendi durumunu benzetmektedir.
Hiç şüphesiz halifeler döneminde ortaya çıkan üzücü olaylar, özellikle de bir halifenin ölüm döşeğinde bulunduğu sıradaki şartlar her türlü tefrikadan kaçınılmasını gerektiriyordu. Pusuda bekleyen düşmanın baş kaldırıp İslam’ın esasını tehlikeye düşürmesinin önüne geçilmesi icap ediyordu.
Bu cümlenin açıklamasında Hz. Ali’nin (a.s) şu ihtimali kastetmesi de mümkündür: “Ben sürekli hakkın peşice koştum, hakkı elde etmek için didinip durdum. Üst düzeyde olanlarıyla da sıradan insanlarla hakkımı alabilmek için görüştüm.”
Daha sonra Hz. Ali (a.s) bu şuranın neticesine ve bu şurada ortaya çıkan esrarengiz olaylara işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
“İçlerinden biri sadece haset ve kininden ötürü doğru yoldan saptı, öbürü (Abdurrahman b. Avf da) damadı olduğundan ona meyletti, öbürleri de öyle şeyler yaptılar ki burada söylenmesi, anılması bile çok çirkin. . .”[4]
Hz. Ali’nin (a.s) birinci cümleden maksadı Sa’d bin Ebi Vakkas’tır. Sa’d bin Ebi Vakkas’ın annesi Ümeyye oğullarından olup dayıları ve annesinin yakınları İslam’ın küfür ve şirkle yaptığı savaşlarda Hz. Ali’nin (a.s) eliyle öldürülmüşlerdi. Bu yüzden Sa’d bin Ebi Vakkas Hz. Ali’nin hilafeti zamanında da kendisine biat etmedi. Kerbela ve Aşura olayının büyük cinayetkarı olarak tarihe geçen Ömer bin Sa’d da onun oğludur. Dolayısıyla Hz. Ali’ye (a.s) karşı olan kini herkes tarafından biliniyordu. Bu yüzden de şura meclisinde Hz. Ali’ye (a.s) oy vermedi. Abdurrahman bin Afv vesilesiyle Osman’a oy kullandı.
Bazılarının dediğine göre bu şahıstan maksat Talha’dır. Talha’nın da Hz. Ali’ye karşı duyduğu kin açıkça ortadaydı. Ayrıca, tarihçilerin yazdığı üzere 17 bin kişinin öldürüldüğü Cemel savaşını körükleyenlerden biri de (Zübeyr ile birlikte) Talha idi.
Bu ihtimali İbn-i Ebil Hadid güçlü saymıştır. Oysa bazı Nehc’ul Belağa şarihlerinin de ifade ettiği gibi Talha her ne kadar Ömer tarafından bu şura için seçilmiş ise de o zaman Medine’de değildi ve dolayısıyla da bu toplantıya katılma hususunda başarılı olamadı. [5]
Ama damat oluşu sebebiyle meyleden kimse Abdurrahman bin Avf’tır. Zira Abdurrahman Osman’ın kız kardeşi Ümmü Gülsüm’ün eşi idi.
“”Mea henin ve henin”[6] cümlesi (“hen” kelimesi çirkin ve söylenmesi hoş olmayan şeylerden kinaye olduğuna teveccühen) Abdurrahman bin Avf’ın Osman’a oy vermekle beklentisi içinde olduğu hoş olmayan işlere işarettir. Örneğin; Müslümanların beytülmalinden kötü istifade etmek, halk üzerinde sulta kurmak, Osman’dan sonra hilafet ele geçirmek veya bütün bunların hepsi. . .
Bütün bu sözlerden de anlaşıldığı üzere şura tümüyle sağlıklı olmayan koşullarda düzenlendi. Burada söz konusu edilmeyen tek şey Müslümanların maslahatı idi. Doğal olarak ürünü de Müslümanların menfaatine olmadı ve Osman dönemindeki olaylar da Müslümanların bu konuda ne kadar büyük zarara uğradığını açık bir şekilde gözler önüne serdi.
Daha sonra Hz. Ali (a.s) bu şuranın nihai sonuçlarını ele alarak şöyle buyurmuştur: “Derken onların üçüncüsü de iki yanı şişmiş bir halde kalktı. Yediği yerle kirlettiği yer arasında yaşayıp durdu.”[7]
Bu yolda yürüyen sadece kendisi değildi; baba tarafından akrabaları (Ümeyye oğulları) da ona yardıma koştular. Bahar mevsiminde otlağa koşan ve büyük bir iştahla bitkileri adeta yutan aç develer gibi Allah’ın malını yemeye koyuldular.
Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Onunla beraber babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümeyyeoğulları da)) işe giriştiler. Allah’ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır, çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler.”[8]
“Nibtet’er Rabi’” (ilk bahar otları) tabiri bu mevsimdeki bitkilerin oldukça taze, ve hayvanların çok hoşuna giden bitkiler olduğuna işarettir. Hayvanlar bu otları büyük bir hırs ve ilginç bir iştahla yemektedirler.
“Yahzimune malellah” cümlesi ise (“hazm” kelimesinin anlamına teveccühen) açıkça Ümeyye oğullarının beytülmali talan etmek için tüm güçleriyle ortaya çıktıklarını ve güçleri yettiğince soyup soğana çevirdiklerini göstermektedirler. İbn-i Ebil Hadid’in dediğine göre 3. Halife, Ümeyye oğullarını halka musallat etti ve onları İslami beldelere vali olarak atadı. Beytülmaldeki arazi ve malları hediye olarak kendilerine peşkeş çekti. Örnek olarak kendi döneminde feth edilen Afrika topraklarının humsunu (gelirinin beşte birini) alıp damadı olan Mervan bin Hakem’e hediye olarak verdi.
Merhum Allame Emini nefis kitabı “el-Gadir” de Osman’ın hilafeti döneminde yaptığı ilginç bağışların istatistiğini bizzat Ehl-i Sünnet kaynaklarından elde etmiştir. İnsan burada verilen rakamlar karşısında dehşete kapılmaktadır. Örneğin damatlarından biri olan Haris bin Hakem’e (Mervan’ın kardeşi) 300 bin dirhem, Mervan’ın bizzat kendisine 500 bin dirhem, Ebu Süfyan’a 200 dirhem, Talha’ya 322 bin dirhem, Zübeyr’e 598 bin dirhem bağışladı. Bu liste çok uzun ve kabarıktır öyle ki merhum Allame Emini Osman’ın beytülmalden akrabalarına yaptığı bağışların yaklaşık 126 milyon 770 bin dirhemi geçtiğini ortaya çıkarmıştır.
Bundan daha ilginci yakınlarına yaptığı bağışlardı. Örneğin Mervan bin Hakem’e 500 bin dinar, Ya’la bin Ümmeyye’ye 500 bin dinar, Abdurrahman bin Avf’a 2 milyon 560 bin dinar bağış yapmıştır. Yakınlarına yaptığı bu bağışların toplamı da 4 milyon 310 bin dinarı bulmaktadır. [9]
Evet işte burada Hz. Ali’nin (a.s) “Allah’ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır, çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler.” sözü çok daha iyi anlaşılmaktadır.
Elbette bu durum daha fazla süremezdi. Bu yüzden çok geçmeden Osman aleyhine kıyama giriştiler ve en sonunda da onu halkın gözleri önünde öldürdüler. Halktan hiç kimse kendisine yardımcı olmadı. Bu da Hz. Ali’nin (a.s) sözünün sonunda işaret ettiği gerçeğin bizzat kendisidir. “Sonunda onun da ipleri tümüyle çözüldü. Amelleri kendi işini bitirdi. Karnının dolgunluğu, onu yüz üstü yere serdi [10]
Gerçekte Hz. Ali (a.s) üç cümle ile üçüncü halifenin durumunu ve ömrünün sonunu betimlemeye çalışmıştır.
Birinci cümlede Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: Halk açısından kendisi için elde ettiği mevki ve makam, halkın kendisine verdiği saygı ve değer ortadan kalktı ve yakın dostlarının dünya perest hareketleri her şeyi altüst etti.
İkinci cümlede ise Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: Onun amelleri beklenilenden daha erken kendisine darbe vurdu ve işini bitirdi.
Üçüncü cümlede ise şöyle demektedir: Oburluk yükünü ağırlaştırdı, ayakta duramayacak hale geldi ve yüzüstü onu yere savurdu. Gerçekte bu üç cümle toplumu idare eden kötü yöneticiler için çok önemli ibret verici derslerdir. Neticede onlar bulundukları makamdan kötü istifade eder ve dünyaya yönelirlerse; iyi geçmişleri silinip gider, kamuoyu hızlı bir şekilde aleyhine seferber olur ve dünyaya tapma onların hızla düşüşüne sebep olur.
Burada çok önemli bir hususta şudur: Osman’ın hilafetinin vücuda gelmesine sebep olan etkenler onun yok olmasına da sebep olmuştur. Sa’d bin Vakkas, Abdurrahman bin Avf ve Talha gibi (Talha şuraya katıldığı taktirde) kimseler dünya malı ve makamına ulaşmak için ona oy verdiler, onu iş başına getirdiler. Bu adamları beklentileri doğrultusunda toplumsal haklar çiğnenince Osman’ın hilafeti kamuoyu nezdinde dayanılmaz bir hale geldi ve neticede halk kıyam edince de öldürüldü.
Nehc’ul Belağa’yı şerh eden bazı kimseler de “intekese aleyhi fetluhu” (Sonunda onun da ipleri tümüyle çözüldü.) cümlesini Osman’ın hilafet idaresi için aldığı tedbirlerin boşa çıkması, sonuçsuz kalması anlamına almışlardır. Osman’ın işlerini akrabalarına yaptırması da onun aslında ayakta kalmak için ön gördüğü tedbirlerden biriydi. Ama bu iş ters sonuç verdi, iplerini çözdü ve halkı onun aleyhine kıyam ettirdi.
Bazı Noktalar:
1-ikinci ve üçüncü halifenin seçilme niteliği
Bilindiği gibi ikinci halifenin sadece bir tek oyu vardı. O da Ebu Bekir’in oyu idi. Ebu Bekir hayata gözlerini yummak üzereyken vasiyet etti ve açık bir şekilde Ömer’i kendi yerine tayin etti.
Bazı tarih kitaplarında yer aldığı üzere Ebu Bekir ölüm döşeğinde Osman bin Affan’ı yanına çağırarak Ömer hususundaki vasiyetini yazdırmak istedi ve ona şöyle dedi: “Şöyle yaz: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Bu Ebu Bekir’in Müslümanlara yaptığı vasiyettir. Hamd ve selat-u selamdan sonra. . .” dediği an kendinden geçti. Ama Osman kendiliğinden şöyle yazdı: Ben Ömer bin Hattab’ı sizlere halife seçtim, hakkınızda hiç bir hayır ve iyiliği esirgemedim.”[11]
Osman bu cümleyi yazınca Ebu Bekir kendine geldi ve ona “oku” dedi. O da yazdığı şeyi okudu. Ebu Bekir yüksek sesle tekbir getirerek şöyle dedi: “Öyle zannediyorum ki acele edip hilafetin Ömer’in hakkı olduğunu yazman, ben öldüğüm taktirde insanların ihtilafa düşmesinden korktuğun içindir.” Osman, “Evet öyledir” deyince Ebu Bekir onun hakkında dua etti. [12]
Bu sözden de açıkça anlaşıldığı üzere Osman bu hilafet elbisesini aslında Ömer için dikmişti. Farzen eğer Ebu Bekir kendine gelmeseydi ve ölmüş olsaydı bu vasiyetname Ebu Bekir’in vasiyetnamesi olarak kabul görecekti. Dolayısıyla Ömer’in de hilafeti Osman’a devredecek olan bir şura tayin etmesinin hiç de şaşılacak bir tarafı yoktur. Nitekim ikinci halife de Sakife’de hilafet elbisesini Ebu Bekir’e giydirmiş ve o da yeri geldiğinde ona olan bu borcunu ödemiştir.
Ayrıca bu sözden de anlaşıldığı üzere Ebu Bekir ve Osman’ın halife tayini hususunda acele davranması halkın ihtilafa düşmesini önlemek içindi. O halde Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ümmeti hakkında aynı kaygıyı hiç taşımamış mıydı? Oysa toplumda bir çok sürtüşmeler mevcuttu. Bu sürtüşmeler Sakife’de kendini en açık bir şekilde gösterdi. Dolayısıyla halife seçimini Peygamberin (s.a.a) halka bıraktığına inanmak nasıl mümkün olabilir? Halbuki bu iş ikinci ve üçüncü halife hakkında geçerli olmamış ve fitne korkusu bile bu işin halka bırakılmasına engel teşkil etmiştir.
2- Ebu Lu’lu hikayesi ve Osman’ın hükümetinin başlangıcı
İbn-i Esir Kamil’de şöyle nakletmektedir. Bir gün Ömer bin Hattab pazarda geziyordu. Muğire bin Şu’be’nin Hıristiyan olan Ebu Lü’lu adındaki kölesini gördü. Ebu Lu’lu şöyle dedi: “Muğire bin Şube bana çok ağır bir yük yüklemiş. (Bütün gün çalışmamı ve kendisine dikkate değer bir miktarda ödeme yapmamı istiyor.) Bana bu hususta yardım et.” Ömer şöyle dedi: “Senden istediği haraç ne kadardır?” Ebu Lu’lu, “Her gün iki dirhem” diye cevap verdi. Ömer, “ne iş yapıyorsun?” dedi. Ebu Lü’lü, “Marangoz, ayakkabıcı ve demirciyim.” dedi. Ömer şöyle dedi: “bütün bu işleri yapıyorsan senden istediği haraç çok fazla değil. Ayrıca senin rüzgar enerjisi ile bir yel değirmeni yapabileceğini söylediğini duydum.” Ebu Lu’lu, “Evet, yapabilirim” dedi. Ömer şöyle dedi: “O halde bu işi yap.” Ebu Lu’lu şöyle dedi: “Eğer hayatta kalırsam doğu ve batıdaki tüm insanların kendisinden söz edeceği büyük bir yel değirmeni yapacağım sana.” Ebu Lu’lu bunu dedi ve gitti. Ömer, “Bu köle beni tehdit etti.” dedi. Bir kaç gün sonra Ömer sabah namazı için camiye geldi. Ömer, saflar düzeldiğinde yüksek sesle tekbir getiren bazı kimseler tayin etmişti. Ebu Lu’lu halk arasında camiye girdi. Elinde kabzası tam ortasında yer alan iki başlı hançer vardı. Durumdan istifade ederek Ömer’i altı yerinden bıçakladı, darbelerinden birini Ömer’in göbeğinin altına indirdi ve Ömer bu darbeden dolayı öldü. Ebu Lu’lu bu hançeriyle hemen arkasında bulunan Kelib adında birisi ile adları bilinmeyen başka bir takım kimseleri de öldürdü. [13]
Muruc’uz Zeheb’te bu olay anlatıldıktan sonra şöyle yer almıştır: Eu Lü’lü Ömer’i öldürdükten ve sonradan altısı ölen on iki kişiyi yaraladıktan sonra kendi boğazına da bıçak sapladı ve intihar etti. [14] Ama Tarih-i Ya’kubi’de yer aldığına göre ise Ömer öldürüldükten sonra oğlu Abdullah babasının intikamını almak için saldırdı ve Ebu Lu’lu, genç kızı ve eşini öldürdü. [15]
Bazı tarihçilerin Ebu Lu’lu’nun Hıristiyan veya Mecusi olduğunu söylemleri doğru olamaz. Zira onların da bizzat dediği üzere Ebu Lu’lu, Ömer’i camide öldürdü. Tanınmış bir Hıristiyan veya Mecusi’nin Peygamber camisine gelmesi normalde mümkün değildir. Onlar halifenin bir Müslüman tarafından öldürüldüğünü inkar etmek istiyorlar. Ancak apaçık delillerden de açıkça anlaşıldığı üzere Ebu Lu’lu Müslüman olmuştu. Eskiden Mecusi veya başka bir dinden oluşu da sadece Ebu Lu’lu’ya özgün bir halet değildi. Peygamberin dostları ve halifeler genelde böyle bir geçmişe sahipti.
3- Altı kişilik Şura ve Akıbeti
Ömer ölüm döşeğinde oğlu Abdullah’ın halife olması teklifini reddetti ve şöyle devam etti:
“Peygamber ölünceye kadar da bu altı kişiden razıydı. Ali (a.s), Osman, Talha, Zübeyr, Sa’d bin Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf’dan ibaret olan bu altı kişilik şura birbiriyle meşveret edecek ve kendi aralarında birini halife tayin edecekti. Ardından bu altı kişiyi yanına çağırdı ve onlara bakarak şöyle dedi: “Hepiniz benden sonra hilafete geçmek istiyorsunuz.” Onlar sustular. Yeniden bu cümleyi ifade edince Zubeyr şöyle cevap verdi: “Bizim senden aşağı kalır bir tarafımız yok.” (Tarihçilerden biri şöyle diyor: “Eğer Zubeyr, Ömer’in öleceğini kesin olarak bilmeseydi bu kadar açık konuşmaya cesaret edemezdi.)
Daha sonra altı kişinin tümüne bir takım eksikliler isnad etti. Örneğin Talha’ya şöyle dedi: “Peygamber, hicab ayeti hakkında söylediğin sözlerden dolayı senden razı ve hoşnut olmadığı bir halde dünyadan göçtü.” [16]
Hz. Ali’ye ise şöyle dedi: “sen insanları doğru ve açık yola hidayet edersin. Senin tek kusurun çok mizah yapıyor olmandır.”
Osman’a ise şöyle dedi: “Kureyş’in hilafeti sana verdiğini, senin de Ümeyye oğulları ile İbn-i Muit oğullarını halkın sırtına zorla bindirdiğini, Müslümanların beytülmalini onlara hibe ettiğini ve... görür gibiyim.”
Ardından da Ebu Talha Ensari’yi yanına çağırdı. Ölümünden sonra Ensardan 50 kişilik bir güçle bu altı kişiyi bir evde toplamasını emretti. Bu altı kişilik şura bir evde toplanıp halife seçimi hususunda bir biriyle meşveret edecekti. İçlerinden beş kişi birine oy verdiği taktirde biri muhalefet edecek olursa boynunu vurmasını ve aynı şekilde dört kişi biri üzerinde ittifak ettiği halde iki kişi muhalefet edecek olursa, onları da öldürmesini emretti. Eğer halife seçimi hususunda durum üçe üç olursa o halde de Abdurrahman bin Avf’ın içinde bulunduğu grubun tercih edilmesini, diğer üç kişinin buna muhalefet ettiği taktirde ise her üçünün de boynunun vurulması gerektiğini emretti. Ama üç gün içinde bu şura herhangi birini seçme hususunda ilerleme kaydetmemiş ise, o taktirde hepsinin boynu vurulacak ve bu durumda da Müslümanların başka birini seçme gereği ortaya çıkacaktı.
Neticede Talha Ali ve Osman varken hilafetin kendisine ulaşmayacağını biliyordu. Hz. Ali’den rahatsız olduğu için de Osman’ın tarafını tuttu. Zubeyr ise kendi hakkını Hz. Ali’ye (a.s) devretti. Sa’d bin Ebi Vakkas hakkını amcası oğlu Abdurrahman b. Avf’a verdi. Dolayısıyla altı kişi üç kişide özetlenmiş oldu: Ali (a.s), Abdurrahman b. Avf ve Osman. . . Abdurrahman bin Avf, Hz. Ali’ye (a.s) dönerek şöyle dedi: “Eğer sana biat edecek olursam bize karşı Allah’ın kitabı, Peygamberin sünneti ve Ömer ile Ebu Bekir’in adeti üzere hareket edecek misin?” Hz. Ali (a.s) ona şöyle cevap verdi: “Evet kabul ediyorum; ama Allah’ın kitabı, Peygamberin (s.a.a) sünneti ve kendi inançlarım üzere hareket edeceğim.”
Abdurrahman bin Avf Osman’a dönerek aynı cümleyi bu defa ona tekrar etti. Osman da onun dediğini ayni şekilde kabul etti. Abdurrahman bin Avf bu cümleyi üç defa tekrar etti ve her üç defasında da aynı cevabı işitti. Bunun üzerine de onu halife ilan ederek elini sıktı. İşte burada Hz. Ali (a.s) Abdurrahman b. Avf’a şöyle dedi: Allah’a yemin olsun ki sen bu işi birinci ve ikinci halifenin birbirinden beklediklerine benzer bir bekleyiş içinde olduğun için yaptın. Ama asla maksadına erişemeyeceksin.”[17]
Şüphesiz bu şura bir çok açıdan soru işaretleri taşıyordu:
Birinci olarak: Eğer halife seçimi halkın oyu ile olacak idiyse o halde neden halkın çoğunluğuna uyulmadı. Yok eğer tayin ile gerçekleşen bir şey ise o halde bu altı kişilik şura da neyin nesiydi? Ve eğer şuranın seçmesi gerekiyorsa bu taktirde de Müslümanlar arasında bulunan başka bir takım meşhur şahsiyetler de vardı, onlar neden şuraya alınmadı?
İkinci olarak: eğer bunlar Peygamberin (s.a.a) razı olduğu kimseler idiyse o halde Peygamberin (s.a.a) ömrünün sonuna kadar Talha’dan razı olmadığı sözünün anlamı nedir?
Üçüncü olarak: Farzen onlar bu görevlerini yerine getirirken bu konuda bir başarı elde edemediler diyelim. O halde nasıl olur da hepsinin başı vurulur?
Dördüncü olarak: Eğer gerçekten maksat şura ise neden Osman’ın hilafeti hakkındaki öngörüsünü açık bir şekilde dile getirdi. Eğer İslam camiası hakkında Osman’ın hilafetinden korkuyorduysa, bu durumda da onu şuraya katmaması ve başka bir kişinin hilafete geçmesini sağlaması gerekirdi.
Beşinci olarak: Eğer halife seçimi hususunda bu altı kişilik şura üçe üç kalacak olursa neden Ömer’in kendi deyimiyle insanları açlık ve hak yola davet eden, sözde tek problemi çok mizah etmek olan Hz. Ali’nin (a.s) içinde bulunduğu gruba öncelik verilmedi?
Altıncı olarak: Mizah yapmanın hilafet hususundaki sakıncası ne idi? Acaba bu sakınca, “Ey Osman sen başa geçecek olursa Ümeyye oğullarını halkın sırtına bindirecek, beytülmali talan edeceksin” diye bizzat dile getirdiği sakınca ile aynı değerde miydi?
Bunlar cevapları olmayan birtakım sorulardır.
4- Osman aleyhine kıyamın sebepleri
Nehc’ul Belağa’yı şerh eden bazı kimselerin dile getirdiği üzere Osman hakkında söylenen en doğru söz, Taberi’nin tarih kitabında dile getirdiği şu cümlelerdir: “Osman İslam’da ve Müslümanlar arasında halkın kızmasına sebep olan bir çok yeni olaylar vücuda getirdi. Örneğin: Ümeyye oğullarından fasık, beyinsiz ve dinsiz kimselere idari görevler verdi, kendilerine ganimetler ihsan etti; Ammar bin Yasir, Ebu Zer ve Abdullah bin Mes’ud’a büyük zulümler reva gördü. Hilafetinin sonlarında da buna benzer bir çok tatsız olaylar vücuda getirdi.
Velid bin Ukbe’yi Kufe’ye vali kıldı. Oysa bir grup onun açık bir şekilde şarap içtiğine tanık olmuşlardı. Velid’in arkasından da Said bin As’ı Kufe’ye vali tayin etti. Said Irak’ın Kureyş ve Umeyye oğulları’nın bir tarlası olduğu görüşündeydi. Öyle ki Malik Eşter kendisine şöyle dedi: “Allah’ın, biz Müslümanların kılıçları sayesine fethettiği Irak topraklarının sana ve akrabalarına ait olduğunu mu sanıyorsun?”
Bu sebeple bir yanda Malik bin Eşter ve Taife-i Nahai’ ve diğer yanda da Kufe valisi Said b. As arasında çekişmeler vücuda geldi. Ardından yavaş yavaş halkın Said bin As aleyhine itiraz sesleri yükseldi ve daha sonra bizzat Osman aleyhine kıyam edildi. Osman Kufe halkını doğru bir tarzda sakinleştireceğine, kıyamın önderlerini Şam’a sürgün etti. Kufe’nin büyüklerinden olan Malik Eşter ve Sa’saa bin Suhan gibilerini Şam’a sürgüne gönderdi.
Hilafetinin on birinci yılında Peygamberin (s.a.a) dostlarından bir grup toplanarak Osman hakkında var olan itirazlarını abid ve ilahi bir şahsiyet olan Amir bin Abd-i Kays adında biri vasıtasıyla Osman’a ilettiler. Osman bu adama mantıklı bir karşılık vereceğine hakaret dolu sözler sarf etti.
Medine’de durum oldukça gerginleşmişti. İslam’ın başkenti olan Medine tam bir kıyam havasına girmişti. Osman, Muaviye ve Said bin As gibi yakın dostlarını çağırarak onlarla meşveret etti. Onlar, Osman’ın halkı cihat ile meşgul etmesinin doğru olduğunu söylediler. Bazıları da ondan muhaliflerini ortadan kaldırmasını tavsiye ettiler. Diğer bazıları ise halkın kızgınlığın dinmesi için beytülmalden kendilerine bağışta bulunulması gerektiğini istediler. İçlerinden sadece bir kişi şu gerçeği dile getirdi: Sen Ümeyye oğullarını halkın sırtına bindirdin; ya adalet üzere davran ya da hilafeti terk et.”
Osman halkın cihat ile meşgul edilmesi önerisini kabul etti. Hemen ardından bu amaçla halkın cihada hazırlanmasını istedi. Oysa iş işten geçmiş ve artık bu tedbirin hiç bir anlamı kalmamıştı.
H. 35 yılında (Osman’ın hilafetinin son yılında) Ümeyye oğullarının ve Osman’ın muhalifleri karşılıklı olarak mektuplaştılar. Birbirlerini Osman’ı ve valilerini azletme hususunda teşvik ettiler. Sonunda Ebu Harb komutasındaki 2 bin kişilik büyük bir güç Mısır’dan; Zeyd bin Suhan, Malik bin Eşter ve Kufe’nin bazı büyüklerinin komutasındaki 2 bin kişilik bir güç Kufe’den ve Harkus bin Zubeyr komutasındaki bir güç de Basra’dan olmak üzere dev bir ordu Allah’ın evini ziyaret amacıyla harekete geçti ve Medine’ye geldiler. Orada Medine halkına yapmak istedikleri hususunda (Osman ve valilerini azletmek hakkında) bilgi verdiler. Çok geçmeden Osman’ın evini muhasara altına aldılar ve ondan hilafeti terk etmesini istediler ama Osman mektup aracılığı ile valilerinden yardım istedi. Cuma günü Osman halk ile birlikte namaz kıldı ve minbere çıktı. Osman farklı şehirlerden, özellikle de Mısır’dan hakkını almak için yanlarına gelen gruba hitap ederek şöyle dedi: “Bütün Medine halkı sizlerin Peygamber tarafından lanetlendiğinizi bilmektedir. . .” Bu esnada halk arasında büyük bir galeyan vücuda geldi. Öyle ki Osman korkusundan bayıldı ve minberden aşağı yuvarlandı. Onu alıp evine götürdüler.
Ardından Osman yardım almak amacıyla Hz. Ali’nin (a.s) evine gitti ve şöyle dedi: “Sen amcam oğlusun, senin üzerinde akrabalık hakkım var. Halk arasında büyük bir makam ve mevkie sahipsin. Herkes senin sözünü dinlemektedir. Olanları açıkça görüyorsun, ben onlarla konuşmanı ve onları gittikleri yoldan çevirmeni istiyorum”
Hz. Ali (a.s), “Onları nasıl razı edip geri çevirebilirim?” diye buyurdu. Osman şöyle dedi: “Onlara bundan sonra senin uygun gördüğün tarzda hareket edeceğimi söyle.”
İmam şöyle buyurdu: “Bu hususta defalarca uyardım, her defasında da söz verdin ama sözünde durmadın.”
Daha sonra Hz. Ali (a.s) olayı yatıştırmak için Ensar veya Muhacirden oluşan 30 kişilik bir grup eşliğinde Mısır’dan gelen kimseler (Osman’ın azledilmesi hususunda herkesten daha istekliydiler) ile uzun uzadıya sohbet etti. Mısırlılar Mısır’a dönmeyi kabul ettiler. Osman da halkın şikayetlerini inceleyeceğine ve yaptıklarından tövbe edeceğine dair söz verdi. Osman eve gelince Mervan ve Ümeyye oğullarından bir grubun evinde oturup beklediğini gördü. Mervan, “konuşayım mı yoksa susayım mı?” dedi. Osman’ın eşli Naile kızgın bir halde şöyle dedi: “Sus Allah’a yemin olsun ki siz Osman’ın katilleri ve çocuklarını yetim bırakan kimseler olacaksınız. O halka verdiği sözü tutmak zorundadır. Bundan asla geri dönemez.”
Ama Mervan susmadı ve şöyle dedi: “Camide söylediklerin hilafetine faydalı olmayan şeylerdi. Bundan sarf- ı nazar etmelisin.”
Bunu duyan Ali (a.s) kızarak Osman’ın evine gitti ve şöyle dedi: “Ben sana doğru yolu gösteriyorum, ama Mervan seni saptırıyor, artık bundan sonra yanına gelmeyeceğim.”
Mısır’a doğru yola koyulanlar üç gün sonra Medine’ye geri döndüler ve yolda Osman’ın kölesinden ele geçirdikleri mektubu halka gösterdiler. Osman o mektupta Mısır valisi Abdullah bin Sarh’a isyanın ele başlarının kırbaçlamasını, saç ve sakallarını tıraş etmesini ve zindana atmasını emretmişti. Bazı kimseleri de darağacına asmasını emretmişti. Onlar Hz. Ali’nin (a.s) yanına gelerek durumu konuşmak istediler. Ali (a.s) olayı Osman’a sordu. Osman böyle bir mektuptan haberinin olmadığını ifade etti. Oradakilerden birisi, “Bu iş Mervan’ın işidir” dedi. Mısırlılar şöyle dediler: Mervan, Osman’ın kölesini beytülmale ait bir deveye bindirip özel mührünü taşıyan bir mektup yazacak, ona bu kadar tehlikeli bir görev verecek ve bundan da Osman’ın haberi olmayacak bu inanılacak bir şey midir?
Osman yine, “benim hiç bir şeyden haberim yok” dedi. Mısırlılar cevap olarak şöyle dediler: “O halde iki durumdan biri söz konusudur, eğer doğru söylüyorsan ve bu işi Mervan’ın işi ise yine hilafetten el çekmen gerekir; zira başkalarının, hilafeti esnasında kendisine haber bile vermeden özel mührüyle mühürledikleri ve Müslümanların katledilmesini ve işkenceye tabi tutulmasını emreden bir mektup yazdıkları böylesine güçsüz ve aciz bir insan İslami hilafete layık olamaz. Ama eğer yalan söylüyorsan ve bu iş senin işin ise yine de Müslümanların hilafetine layık değilsin.
Osman: “Hilafet Allah’ın bana giydirdiği bir elbisedir. Dolayısıyla bunu asla dışarı çıkaramam, ama tövbe ediyorum” dedi.
Onlar şöyle dediler: “Eğer bu ilk tövbe edişin olsaydı kabul ederdik, ama defalarca tövbe ettiğin halde yine sözünde durmadın. Dolayısıyla ya hilafetten kenara çekil, ya da seni öldüreceğiz.”
Ama onlar yine acele etmediler ve durum gittikçe kötüleşmeye başladı. Ardından Osman Hz. Ali’den, halkın şikayetlerini incelemek için muhaliflerden üç günlük bir süre almasını rica etti. Halk bu isteği kabul etti. Ama gizlice savaşmaya hazırlandılar. Aslında Osman’ın süre istemesinden maksadı, Medine dışından gelecek olan yardımı beklemekti. Üç gün sonra Osman’ın etrafındaki muhasara halkası gittikçe daraldı. Halk Şam ve Basra’dan takviye güçlerin geleceğini tahmin ediyordu. Bu yüzden teslim olması için ona suyu kestiler, Osman Ali’den (a.s) su rica etti. Hz. Ali (a.s) çocukları vasıtasıyla ona su gönderdi. Bu esnada halk Osman’ın evine karşı saldırıya geçti ve taraflar arasında kanlı bir çatışma çıktı. Her iki taraftan da öldürülenler oldu. Yine bir kaç kişi Osman’ın odasına girerek ona nasihat ettiler, ama hiç bir faydası olmadı ve sonunda bizzat kendisine saldırıya geçerek işini bitirdiler.
Bütün buraya kadar anlattıklarımız İbn-i Ebil Hadid’in Tarih-i Taberi’den naklettiklerinin bir özetidir. Biz konu uzamasın diye özet olarak nakletmeye çalıştık.[18]
Tarihçilerden bir çoğu Osman’ın H. 35 veya 36 yılının Zilhicce ayının 18. günü öldürüldüğünü kaydetmişlerdir. İbn-i Esir (Kamil adlı kitabında) ve diğer bazı tarihçiler ise Osman’ın bedeninin üç gün yerde kaldığını, hiç kimsenin onu defnetmediğini ve bunun halkın kendisine ne kadar kızdığını gösterdiğini yazmışlardır. Sonunda Hz. Ali (a.s) devreye girerek onu defnetmek istedi. Ama halktan bir grup onun cenaze namazının kılınmasına ve hatta Baki mezarlığına defnedilmesine engel oldular. Bir grup ise yolunu keserek tabutunu taşladılar. Ama Ali (a.s) bütün bunlara karşı koydu. Sonunda cenaze namazını kılındı ve Baki mezarlığının dışında bulunan Haşş-i Kevkeb adlı yere defnedildi. Daha sonda Muaviye zamanında o bölgenin de Baki mezarlığına katılması sağlandı. [19]
Bütün bunlar halkın Osman’a ve hilafetine ne kadar kızdığını çok açık bir şekilde göstermektedir. Bütün bu olup bitenler Hz. Ali’nin (a.s) Şıkşıkıye hutbesinde beyan ettiği sözlerin de bir yorumu mahiyetindedir. Hz. Ali’nin bu hutbedeki tabirlerini çok sert bulanlar Osman’ın hayatı, işinin sonu ve Müslümanların ona gösterdiği tepkiler hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlardır. Aksi taktirde bu sözlerin bütün o baş gösteren olaylar hakkında çok yumuşak kaldığını kabul ederlerdi.
5- Bütün Sahabe, Peygamberin (s.a.a) yolunu kat etti mi?
Ehl-i Sünnet kardeşler arasında meşhur olduğu üzere Resulullah’ın ashabı istisnasız olarak büyük bir kudsiyet ve adalet makamına sahiptir. Onlara göre sahabeden hiç kimse Allah’ın, Kur’an’ın ve nebevi sünnetin aleyhine bir iş yapmamışlardır. Oysa Şia ve Ehl-i Beyt (a.s) takipçileri inanmaktadırlar ki: “Sahabenin tümünü ayni ölçüyle değerlendirmek yanlıştır. Onları birbirinden ayırmak gerekir. Hepsini amellerine ve yaptıklarına göre değerlendirmek icap eder. Gerek Resulullah (s.a.a) döneminde ve gerekse vefatından sonra da bu esas üzere hüküm vermek zorundayız.”
Ehl-i Sünnet kardeşlerin söz konusu iddiası kendileri için bir çok zorluklar icat etmiştir. Zira Peygamberin ashabı arasında birbirleriyle savaşan kimseler bile vardı. Örneğin Sıffin ve benzeri savaşlarda Muaviye Müslümanların oy birliği ile seçtiği halifeye karşı isyan etti ve onca kan dökülmesine sebep oldu.
Hakeza Talha ve Zubeyr de Hz. Ali’nin aleyhine başkaldırdı. Cemel savaşında bir çok Müslümanın kanının dökülmesine sebep olundu. Bazı tarihçilerin yazdığına göre bu savaşta 17 binden fazla Müslüman öldürülmüştür. Bu konuda hiç bir haklı gerekçeleri ve Allah’ın kabul edeceği bir özürleri de yoktur. Acaba bütün İslam tarihi kitaplarında yer alan bu korkunç olayların sahabenin adaletiyle örtüşmesi mümkün müdür?
Yukarıda okuduğunuz ve bütün İslam tarihçilerinin özetle kabul ettiği Osman döneminde ortaya çıkan olaylarda iki önemli konu göze çarpmaktadır:
Birincisi çok önemli makamların Ümeyye oğullarına verilmesi, sorumsuz ve dinsiz kimselerin Müslümanların başına geçirilerek dört bir yandan Müslümanların feryat etmesine sebep olan bu tür atamalar yapılması. . .
İkincisi ise beytülmalin büyük çapta talan edilmesi, hibe edilmesi ve makbul olmayan bir şekilde yakınlarına verilmesi. . .
Bu tür işler tüm sahabelerin istisnasız olarak mukaddes ve adil olduğu inancıyla örtüşmekte midir? Eğer bütün bu olaylar tevil edilebilecekse o halde tevil edilemeyen olay nedir?
Burada bir olayı hatırlıyorum; yılların birinde umre görevini yapmak için Mekke’ye gitmiştim. Orada Ehl-i Sünnet alimleri ile görüşme imkanım oldu. Özellikle akşam ve yatsı namazı arasında Mescid’ul Haram’da uzun uzadıya tartıştık. İşte böyle bir gecede meşhur Ehl-i Sünnet alimlerinden bir grupla Mescid’ul Haram’da Ka’be karşısında oturmuş sohbet ediyorduk. Mümkün olduğu kadarıyla ilim ve mantık çerçevesinden çıkmamaya hiç kimsenin incinmemesine özen gösteriyorduk. Sonunda tüm sahabenin münezzeh ve adil olduğu konusuna geldik. Onların hepsi sahabenin adil olduğunu ve haklarında en küçük bir kötülüğün söylenemeyeceğini dile getirdiler.
Ben onlardan birine şunu sordum: “Eğer siz Sıffın meydanlarında olsaydınız, bir tarafta Hz. Ali’nin (a.s) ordusu, diğer tarafta ise Muaviye’nin ordusu. Bu durumda iki ordudan hangisine katılırdınız?”
O şahıs hiç düşünmeksizin, “Hz. Ali’nin (a.s) ordusuna katılırdım” dedi.
Ben şöyle dedim: “Eğer Ali (a.s) senin eline bir kılıç verip, “şunu al ve Muaviye’yi öldür” deseydi, kabul edip itaat eder miydin?
O, öyle bir cevap verdi ki gerçekten insanı dehşete düşürmektedir!
O şöyle dedi: “Onu öldürürdüm, ama onun hakkında hiç bir kötü şey söylemezdim.”
Bütün sahabenin adil olduğu konusunun çok uzun bir hikayesi vardır. Biz burada sadece özetlemek ve işaret etmekle yetindik.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Mekayis’ul Lugat adlı kitapta belirtildiği gibi “zaame” kelimesinin iki anlamından biri gerçeği olmayan ve sahibinin bile itminan etmediği söz anlamındadır.
[2] “Lellah” kelimesindeki “lam” edatı üstün olarak okunmaktadır (lellah) ve istiğase (yardım dilemek) anlamını ifade etmektedir. “lişşura” kelimesi ise esre ile okunmaktadır ve “müstağasun minh” (kendisinden yardım istenilen) anlamındadır.
[3] “Esfeftu” kelimesi “isfaf” kökünden türemiş olup bir şeyin başka bir şeye yakınlaşması anlamındadır. Kuşun yere yaklaştığı durumlar için kullanılmaktadır. Bu kelime hasır ve benzeri şeyler örmek anlamına da gelmektedir. Zira örülürken örülen şeyler birbirine yaklaşmaktadır. Ayrıca aşırı bakma anlamında da kullanılmaktadır. (Mekayis’ul Lugat ve Lisan’ul Arab kitaplarına müracaat ediniz.)
[4] “Seğa” kelimesi “siğv” kökünden türemiş olup bir şeye meyletmek anlamındadır. “Siğn” kelimesi ise “kin ve düşmanlık” anlamındadır. “Henin” kelimesinin anlamı ise metinde yer almıştır.
[5] Hoyi’nin Nehc’ul Belağa şerhinde, Talha’nın şuraya katılmadığı ve hatta Medine’de olmadığı hususu Taberi’den nakledilmiştir. (Şerh-i Huyi c.3, s.73)
[6] Lügat alimlerinin açıkça bildirdiği üzere “hen” kelimesi “falan” anlamındadır ve insanın bir şeye üstü kapalı işaret etmek istediği yerlerde kullanılmaktadır. Bu o şeyin çirkinliği veya başka bir özelliği sebebiyle olabilir. Genelde bu kavram, çirkin, kötü ve hoşa gitmeyen şeylerde kullanılmaktadır; iyilikler hakkında kullanılmaz.
[7] “Naficen” kelimesi “nefc” kökünden türemiş olup yukarı gelmek ve yukarı çıkarmak anlamındadır. “Hızn” kelimesi ise “yan, böğür” anlamındadır. Dolayısıyla “naficen hızneyhi” tabiri tekebbürden veya çok yemekten böğürleri şişmiş kimse için kullanılmaktadır. “Nesil” kelimesi ise “nesl” kökünden türemiş olup aslında bir şeyin bir şeyden çıkması veya çıkarılması anlamındadır. Dolayısıyla insan ve hayvanın dışkısı için de kullanılmaktadır. “Mutelef” kelimesi ise “alef” kökünden türemiş olup otlak ve çayır anlamındadır. Bu ve önceki tabirler bir bütün olarak işi gücü mal toplamak, harcamak, karnını doldurmak ve boşaltmak olan kimseler hakkında kullanılmaktadır.
[8] “Hazm” kelimesi ise tüm ağzıyla yemek anlamındadır. Karşıtı bir kelime olan “kazm” kelimesi ise ön dişlerinin ucuyla yemek anlamındadır. Bazıları ise “hazm” kelimesinin taze otları, “kazm” kelimesinin ise kurumuş otları yemek anlamında olduğunu söylemişlerdir.
[9] el-Gadir, c.8, s.286
[10] “İntekese” kelimesi “neks” kökünden türemiş olup kırılmak, bozmak anlamındadır. Bu yüzden sözünü bozmaya da “neks-i ahd” denmektedir.
“Fetl” kelimesi ise bükülmek, sarılmak anlamındadır, “meftul” ve “fetile” kelimeleri de bu babdandır.
“echeze” kelimesi ise “ichaz” kökünden türemiş olup yaralı hakkında kullanıldığında ölümünü hızlandırmak ve bir an önce işini bitirmek anlamındadır.
“Kebet” kelimesi ise “kebv” kökünden türemiş olup düşmek yüz üstü yere serilmek anlamındadır. Hayvanın ayaklarının bağlanıp yüzüstü yere yatırıldığı hususlarda kullanılmaktadır. “Bitnetu” ise “betn” kökünden türemiş olup karnını yiyecekle doldurmak ve veya oburluk anlamınadır.
[11] “Alu” kelimesi “ala, ye’lu” kökünden türemiş olup kusur etmek, ertelemek anlamındadır. Dolayısıyla “lem alukum” kelimesi “hakkınızda hiç bir kusur işlemedim, ihmalkarlık etmedim” anlamındadır. (Lisan’ul Arab)
[12] Kamil-i İbn-i Esir, c.2, s.425
[13] Kamil-i İbn-i Esir, c.3, s.49
[14] Muruc’uz Zeheb, c.2, s.321
[15] Tarih-i Ya’kubi, c.2, s.160
[16] Hicab ayetinden maksat Peygamberin hanımları hakkında inen “feseluhunne min verail hicab” (Onlarla perde arkasından konuşun) ayetidir. Talha bu konuda şöyle demişti: “Peygamber bu gün onları (eşlerini) bizden gizlemek istiyor ama yarın dünyadan göçünce biz onlarla evleneceğiz” Elbette Ömer’in bu cümlesi, ilk söylediği söz ile (Peygamber ölünceye kadar da bu alt kişiden razıydı ifadesiyle) açık bir şekilde çelişmektedir.
[17] İbn-i Ebil Hadid, Şerh-u Nehc’il Belağa, , c.1, s.185 ila 188 (özetle)
[18] İbn-i Ebil Hadid, Şerh-u Nehc’ul Belağa, c.2, s.129 ila 158
[19] Kamil-i İbn-i Esir, c.3, s.180