Merhum Ayetullah Uzma Gulpaygânî'nin (r.a) damadı ve günümüzün önde gelen taklit mercilerinden Ayetullah Uzma Hacı Şeyh Lütfullah Saâfî (Allah ömrünü uzun etsin), şöyle anlatır:
Dönemimizde gerçekleşen ilginç ve gerçek olaylardan biri de şudur:
Kum sakinlerinin ve Tahran-Kum arası yolculuk yapanların da bildiği üzere, bu yol üzerinde Kum'dan Tahran'a giden bir yolcuya göre yolun sağında yer alan ve eskiden Kum'un sınırlarının dışında kalan bir arazi vardır. Kum'un önde gelenlerinden Hacı Yedullah Recebiyân, bu arazi üzerinde görkemli bir mescit yaptırmıştı. Mescid-i İmam Hasan adını verdiği bu mescitte hâlen dahi cemaat namazları kılınmaktadır.[1]
22 Recep 1398 Hicrî'de, Çarşamba akşamı, mescidin inşa macerasını Hacı Recebiyân'ın evinde ve bazı muhterem şahsiyetlerin huzurunda, uzun yıllardır Tahran'da ikâmet eden değerli alim Hacı Ahmed Askerî Kirman-şahî'nin dilinden bizzat işittim. Olayı şöyle anlattı:
"Yaklaşık 17 yıl önce, bir Perşembe günüydü. Sabah namazını kılmış, takibatını yerine getiriyordum. Kapı çalındı, açtım. Oto tamircisi üç genç arabayla gelmiş, 'Bugün günlerden Perşembe; lütfen bizimle Cemkeran Mescidi'ne gelin, birlikte dua edelim. Şer'î hacetlerimiz var' diyorlardı.
O zamanlar gençlere Namaz ve Kurân konulu dersler veriyordum. Üçü de bu derslere katılan gençlerden idi. Tekliflerini işitince utanarak başımı aşağı eğdim. "Ben neyim ki?" dedim. Israr ettiler. Tekliflerini geri çevirsem doğru olmazdı. Bu yüzden arabalarına bindim. Kum'a doğru hareket ettik.
Eski Tahran yolunda bugünkü binalar yoktu. Sadece sol tarafta Ali Seyyah Kahvehanesi denilen eski bir kervansaray vardı. Bugün Hacı Recebiyân'ın yaptırdığı İmam Hasan Mücteba Mescidi'nin birkaç adım gerisinde aracımız bozuldu.
Gençlerin üçü de oto tamircisiydi. Hemen kaputu açarak arabayla ilgilenmeye başladılar. Ali adlı gençlerden birinden ayak yolu için biraz su aldım. Bugünkü mescidin bulunduğu yere doğru ilerledim. Beyaz tenli, güzel yüzlü bir Seyit'le karşılaştım. Kaşları çatma, dişleri bembeyazdı. Yanağında da bir ben vardı. Sırtında ince bir abâ, başında özellikle Horasanlıların kullandığı yeşil bir sarık ve ayaklarında sarı terlik vardı. Sekiz-dokuz metreyi bulan elindeki çubukla yerleri çiziyordu. Kendi kendime, "Sabah sabah caddenin kenarında, elinde uzun bir çubukla ne yapıyor bu adam? Dost var, düşman var!" diye söylendim. Daha sonra ona dönerek; "Delikanlı! Devir top, tüfek, atom devri. Sopayla işin ne? Git dersini oku!" dedim. Sonra da tuvalet ihtiyacı için uygun bir yer aradım ve buldum. Oturacağım sırada, aynı genç "Askerî efendi, orada oturma, ben orayı işaretledim, orası mescittir" dedi.
Beni nereden tanıdığını, ismimi nerden bildiğini akıl edip de soramamıştım. Büyüğüne itaat eden çocuk gibi "Peki!" dedim ve oradan kalktım. Eliyle işaret ederek "Şu tepenin arkasına git!" dedi.
Dediği yaptım ve kendi kendime bir plan kurdum. Döndüğümde seyidi karşıma alıp sorular soracak ve "git dersini oku" diyecektim. Bu amaçla kafamda üç soru hazırladım:
1- Kum'un 8-9 kilometre dışındaki bu yerde cinler ve melekler için mi mescit yapıyorsun? Ders okumadan mimar mı olmuşsun?
2- Henüz mescit olmamışken burada hacet gidermenin ne sakıncası var?
3- Bu mescitte cinler mi namaz kılacak, melekler mi?
Bu soruları zihnimde hazırladıktan sonra yanına gittim. Ben selam vermeden o selam verdi. Selamını aldım. Elindeki sopayı yere saplayıp beni bağrına bastı. Elleri beyaz ve yumuşaktı. Onunla şaka yapmak istedim.
Tahran'da seyitlerden biri yaramazlık yaptığında hep, "Bugün Çarşamba değil ki!" derdim. Bunu düşünerek seyide:
- Bugün günlerden Çarşamba değil, Perşembe! Güneşin altında işin ne? dedim.
- Bugün Perşembe, Çarşamba değil, diyerek tebessüm etti. Sonra da "Sen şu üç sorunu sor hele!" dedi. Kalbimden haberdar olduğu o an aklımın ucundan dahi geçmemişti.
- Ey Peygamber evladı! Sabahın erken saatlerinde dersini bırakıp caddenin kenarına koşmuşsun. Tankın, topun ve atomun hüküm sürdüğü bu devirde elindeki mızrakla ne yapıyorsun? Gidip dersini okusan daha iyi olmaz mı? diye sordum.
Gülümsedi. Başını aşağı eğerek:
- Mescit projesi çiziyorum, dedi.
- Cinlere mi, meleklere mi, diye sordum.
- İnsanoğluna, dedi. Burası mâmurlaşacak.
-Söyle bakalım, henüz buruda mescit yapılmamışken niçin ayak yoluna gitmeme müsaade etmedin? dedim. Eliyle projeye işaret ederek:
- Hz. Fatıma'nın evlatlarından biri burada şehit edildi. Ben çevresini belirledim. Burası mihrap olacak. Şu gördüğün yer de o şehidin kanının döküldüğü yerdir. Burada müminler namaz kılacaklar. Orası da tuvalet olacak. Çünkü orada da Allah ve Resulü'nün düşmanları ölmüştür, dedi.
Daha sonra bana dönerek:
- Burası da Hüseyniye olacak ve Hüseyin'in (a.s) adı anılacak, dedi.
İmam Hüseyin'in (a.s) adını söyler söylemez ağlamaya başladı. Elimde olmaksızın ben de ağladım. Sonra yine eliyle işaret ederek:
- Şu arka taraf da kütüphane olacak. Kitaplarını verecek misin? dedi.
- Ey Peygamber evladı, üç şartla veririm, dedim. Evvela, eğer yaşarsam…
- İnşallah.
- İkinci olarak; eğer burası mescit olursa…
-Aferin.
- Üçüncü olarak; tek kitap da olsa, gücümün yettiği kadar yardım ederim. Ama artık evine dön. Bunları da unut, dedim.
Tebessümle tekrar bağrına bastı beni.
- Bunu kim, ne zaman yapacak, diye sordum.
- "Yedullah fevka eydîhim"[2] (Allah'ın eli onların elinin üzerindedir), dedi.
- Ben onca ders okudum, yani Allah'ın eli bütün ellerden yukarıda mı, dedim.
- Mescidi tamamlanmış görürsen benden yana burayı yapana selam söyle, dedi.
Beni tekrar bağrına basarak "Allah hayrını versin" dedi. Caddeye çıktım. Araba tamir edilmişti. Nasıl olduğunu sordum. "Sen gelince çalışmaya başladı" dediler. Yakıcı güneşin altında kiminle konuştuğumu sordular. "Elinde on metre uzunluğundaki sopayla o büyüklükteki seyidi görmediniz mi?" dedim. "Hangi Seyit" diye sordular. Şaşırarak arkama dönüp baktım. Seyit orada değildi. Az önceki yerin dümdüz bir yer olduğunu ve tepeciklerin kaybolduğunu görünce oldukça şaşırdım. Ansızın kendime geldim. Sanki uykudan yeni uyanmış gibiydim. Arabada oturdum ve olayı onlara da anlatmadım. Harem-i Şerif'e gittim. Öğle ve ikindi namazını nasıl kıldığımı bilmiyorum. Daha sonra Cemkeran Mescidi'ne gittik. Öğlen yemeğini yiyip namaz kıldık. Arkadaşlar benimle konuşuyorlardı ama ben onlara nasıl cevap verdiğimi bilmiyordum. Bir tarafımda ihtiyar, diğer tarafımda da genç biri oturuyordu. Artık kendimi tutamayıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Cemkeran'a has iki rekâtlık namazı kıldım. Ardından yüz selamı göndermek için secdeye varmak istediğimde güzel kokulu bir seyidin, "Askerî efendi, selamun aleykum" deyip yanıma oturduğunu fark ettim.
Ses tonu sabahki seyidin sesinin aynıydı. Bana nasihatte bulundu. Secdeye giderek selamı ve selam zikrini okumaya başladım. Ama kalbim onun yanındaydı. Başımı kaldırıp "Efendim, siz nerelisiniz ve benim adımı nereden biliyorsunuz?" diye sormak istedim. Ama secdeden doğrulduğumda onu göremedim.
Yanımda duran ihtiyara "Az önce benimle konuşanı gördün mü?" diye sordum. "Hayır" dedi. Gence de sordum, o da görmediğini söyledi.
Adeta bir deprem sarsıntısı yaşıyor gibiydim. Ansızın irkildim ve o seyidin İmam Mehdi (a.f) olduğunu anladım. Bir anda yığılıp kaldım. Arkadaşlar beni dışarı götürdüler. Yüzüme su serpip ne olduğunu sordular.
Kısacası, namazımı kılarak hızla Tahran'a döndük. Merhum Ayetullah Cevad Horasanî, Tahran'a geldiğinde yanına gittim ve olayı anlattım. Seyidin özelliklerini sordu. Bütün özelliklerini söyledikten sonra,"Gördüğün seyit Hz. Mehdi'ymiş (a.f). Ama, şimdilik sabret; eğer orası mescit olursa, demek ki doğrudur" dedi.
Bir süre önce dostlarımdan birinin babası vefat etmişti. Cami ehli arkadaşlarla birlikte cenazeyi Kum'a götürdük. Yolda aynı yere ulaştığımızda iki büyük sütunun yerden yükseldiğini gördüm. "Buraya ne yapıyorlar?" diye sorduğumda, "Hacı Hüseyin Ağa Suhanî'nin çocukları burada Mescid-i İmam Hasan Mücteba (a.s) adlı bir mescit yaptırıyorlar" dediler.
Kum'a girdik. Cenazeyi Bağ-ı Beheşt Mezarlığı'nda toprağa verdik. Yerimde duramıyordum. Arkadaşlara, "Siz yemek yiyinceye kadar ben gelirim" deyip oradan ayrıldım. Bir taksi tutarak Hacı Hüseyin Suhanî'nin çocuklarının dükkanına gittim. "Mescidi siz mi yaptırıyorsunuz" diye sordum. "Hayır, biz yaptırmıyoruz" dediler. "Öyleyse kim yaptırıyor?" diye sorduğumda "Hacı Yedullah Recebiyân" dediler.
Yedullah kelimesini duyunca kalbim hızla atmaya başladı. Zira İmam, "Yedullah Fevka eydîhim" ayetini okumuştu. Sandalye getirdiler, oturdum. Ter içinde kalmıştım. "Demek ki İmam'ın Yedullah'tan kastı buymuş" diye düşündüm. O güne kadar kendisini hiç görmemiştim, tanımıyordum da. Geri dönüp olayı Merhum Ayetullah Şeyh Cevad'a anlattım.
Gördüğüm olayın doğru olduğunu, bu nedenle Hacı Yedullah'ı görmem gerektiğini söyledi. Dört yüz cilt kitap satın alıp Hacı Yedullah'ı bulmak için tekrar Kum'a gittim. Adresini buldum. Bir dokuma atölyesi vardı. Atölyeyi bulup görevliden onu sordum. Evine gittiğini söyledi. Telefon etmelerini ve Tahran'dan gelen birinin kendisiyle görüşmek istediğini iletmelerini rica ettim. Telefon ettiler. Telefonu Hacı Yedullah kaldırmıştı. Tahran'dan geldiğimi, bu mescit için dört yüz cilt kitap vakfettiğimi ve kitapları nereye bırakmam gerektiğini söyledim. Hacı Yedullah, bunu niçin yapmak istediğimi ve kendisiyle daha önce bir tanışmışlığımız olup olmadığını sordu. "Efendim, ben sadece dört yüz cilt kitap vakfetmişim" dedim. Niçin vakfettiğimi söylemem için ısrar edince telefonda anlatmamın mümkün olmayacağını söyledim. Bunun üzerine, "Gelecek Perşembe, akşamüzeri, kitapları şu adrese getir" dedi ve adres verdi: Çahar Rah-i Şah, Kuçe-i Sergird Şükrullahî, No: 3.
Adresi alır almaz Tahran'a döndüm. Kitapları paketledim ve Perşembe günü arkadaşlardan birinin arabasıyla tekrar Kum'a döndüm. Doğruca Hacı Yedullah'ın evine gittim. "Bu şekilde kabul edemem, meselenin aslını bilmem gerek" deyince başımdan geçenleri tamamen anlattım ve kitapları takdim ettim. Sonra sözünü ettiğimiz mescide giderek önünde iki rekat İmam Zaman (a.f) namazı kıldım ve ağladım.
Hacı Yedullah, kütüphaneyi tıpkı İmam'ın bana gösterdiği şekilde yaptırmıştı. Hacı, bana orayı göstererek:
- Allah hayrını versin, sen ahdine vefa ettin, dedi.
İşte, İmam Hasan Mücteba (a.s) Mescidi'nin kısaca öyküsü bu.
Buna ilave olarak bu mescitle ilgili Hacı Recebiyân'ın anlattığı ilginç olayı da kısaca nakledeceğiz:
Yedullah Recebiyân'ın İlginç Öyküsü
Hacı Recebiyân başından geçen olayı şöyle anlattı:
Genelde Perşembe günü, akşam saatlerinde mescit çalışanlarının ücretleri toparlanır ve ödenirdi. Aynı akşam, mescidin ustası Ekber efendi, işçilerin maaşını almak için gelerek, "Bugün bir seyit geldi, şu elli tümeni mescide verdi. Mescidi yaptıran kişi başkasından para almıyor, dedim. Ama o sert bir şekilde, 'Sana bunu al diyorum! O, bunu alır' dedi. Ben de parayı aldım. Üzerinde 'İmam Hasan Mücteba Mescidi içindir' yazıyor" dedi.
Birkaç gün sonra sabah erkenden bir kadın geldi. Yoksulluktan dolayı sıkıntıları olduğunu ve iki yetime baktığını söyledi. Elimi cebime attım, cebimde hiç para yoktu. Evdekilerden de almak aklıma gelmedi. Daha sonra yerine bırakırım düşüncesiyle mescidin elli tümenini ona verdim. Adres verip tekrar geldiği takdirde yine yardım edeceğimi söyledim. Kadın, parayı aldı ve gitti. Adres vermeme rağmen bir daha hiç gelmedi. Bir süre sonra ben o elli tümeni vermemen gerektiğini anlamış, pişman olmuştum.
Bir sonraki Cuma Ekber usta yine maaş için gelmişti. Bana:
- Eğer kabul edeceğinize dair söz verirseniz size bir şey söylemek istiyorum, dedi.
- Söyle, dedim.
- Eğer kabul ederseniz söylerim, dedi.
- Yapabileceğim bir şeyse olur, dedim.
- Yapabilirsiniz, dedi.
Epey ısrar edince söz verdim. Meğer, o da elli tümeni istiyormuş:
- Seyidin verdiği şu elli tümen vardı ya, onu bana verir misin? dedi.
- Ekber usta! Yaramı tazeledin. Sen o elli tümeni bana verdikten sonra ben de onu yardıma muhtaç bir kadına vermiştim, çok pişmanım, dedim.
Recebiyân daha sonra bize dönerek, "O gün bugündür, aradan iki yıl geçmesine rağmen belki o elli tümene rastlarım düşüncesiyle elime geçen bütün paraları kontrol ediyorum" dedi ve ardından hikâyesine devam etti:
Ekber ustaya, "Geçen hafta naklettiğin olayı tamamen anlatmamıştın. Şimdi iyice anlatmanı istiyorum" dedim. O da başından geçen bu olayı şöyle anlattı:
«O gün, yaklaşık üç buçuk sularıydı. Hava oldukça sıcaktı. Yanımda birkaç işçiyle bu sıcakta çalışıyorduk. Ansızın mescidin kapılarından birinden içeri bir beyefendi girdi. İlgi çekici nuranî bir siması vardı. Çok vakarlı ve heybetliydi. Elim iş tutmaz oldu. Durmak ve sadece onu seyretmek istedim.
Caminin etrafını gezmeye başladı. Daha sonra üzerine çıkıp çalıştığım tahtanın yanına geldi. Abâsının altına elini götürerek bir miktar para çıkardı ve bana dönerek:
- Bunu al ve mescidi yaptırana ver, dedi.
- Efendim! Bu mescidi yaptıran kişi başkasının parasını kabul etmiyor; sizden bunu alacak olursam muhtemelen rahatsız olabilir, dedim.
- Sana al diyorum! O, bunu alır, dedi. Kireçli ellerimle hemen parayı aldım. Dışarı çıktı. Kendi kendime:
- Bu sıcak havada böylesi muhterem bir zat nereden gelmiş olabilir?" diye sordum. İşçi arkadaşlardan Meşhedî Ali'yi görevlendirerek onu takip etmesini, neyle geldiğini ve nereye gittiğini öğrenmesini istedim. Aradan epey bir zaman geçmesine rağmen Meşhedî Ali henüz gelmemişti. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Yüksek sesle "Meşhedî Ali!" diye bağırdım. Mescidin sütunlarının arkasından cevap verdi.
- Nerde kaldın, ne yapıyorsun? dedim.
- O muhterem zâtı temâşâ ediyorum, dedi.
Yanıma çağırdım, geldi.
- Seyit efendi başını aşağı eğerek çıktı gitti, dedi.
- Neyle, arabası mı vardı? diye sordum.
- Hayır, hiçbir şeyi yoktu, sadece başını eğip gitti,dedi.
- Peki sen ne bekliyordun? diye sordum.
- Hiiç, onu temâşâ ediyordum, dedi.»
Hacı Recebiyân daha sonra bize dönerek şöyle dedi:
"İşte bu, elli tümenin hikâyesiydi. Ama inanın, bu elli tümen mescidin işlerini o kadar etkiledi ki anlatamam. Ben bile mescidin bu şekilde tamamlanacağına ve tek başıma masraflarının üstesinden gelebileceğime inanmıyor-dum. Ama bu elli tümen elime geçtikten sonra hem kendi işlerimde hem de mescidin işlerinde bunun etkisi olduğunu fark ettim."[3] (Hikâyenin sonu.)
Ayetullah Uzma Saâfî(Allah ömrünü uzun etsin)Hazretlerider ki:
Her ne kadar anlatılanlar, hikâyeyi yaşayan kimse dışında diğerleri için mescidin projesini çizen ve Cemkeran Mescidi'nde konuşan seyidin İmam Mehdi olduğuna delil sayılmasa da, Muhaddis Nurî'nin en-Necmu’s-Sakib adlı eserinin 9. bölümünde de açıkladığı gibi, bu tür olayların ve mukaşefelerin meydana gelişi, en azından Şiîler için hem mektebin doğruluğuna delalet etmektedir, hem de İmam Mehdi'nin (a.f), Şiîlerine olan dolaylı veya dolaysız inayetlerini gözler önüne sermektedir. Bu tür olayların bir bölümü içinde bulunduğumuz bu asırda meydana gelmiş ve gelmektedir. İnşallah Allah’ın yardımıyla, özellikle de asrımızda o hazretle görüşme şerefine nail olanların yaşadıklarını müstakil bir kitapta toplayacağız.[4]
[1]- Merhum Ayetullah Sutûde Erakî, bu mescitte birkaç yıl cemaat namazı kıldırmıştır.
[2]- Feth, 10.
[3]- Bu olay, aynı zamanda el-İmam Mehdi Mine’l-Mehd İle’z-Zuhur, Allame Merhum Seyit Muhammed Kâzım Kazvinî, s.323'te de yer almıştır.
[4]- Pâsuh Be Deh Porseş, Hz. Ayetullah Uzma Lütfullah Saâfî Gulpaygânî (d.z), s.31-44.
Dönemimizde gerçekleşen ilginç ve gerçek olaylardan biri de şudur:
Kum sakinlerinin ve Tahran-Kum arası yolculuk yapanların da bildiği üzere, bu yol üzerinde Kum'dan Tahran'a giden bir yolcuya göre yolun sağında yer alan ve eskiden Kum'un sınırlarının dışında kalan bir arazi vardır. Kum'un önde gelenlerinden Hacı Yedullah Recebiyân, bu arazi üzerinde görkemli bir mescit yaptırmıştı. Mescid-i İmam Hasan adını verdiği bu mescitte hâlen dahi cemaat namazları kılınmaktadır.[1]
22 Recep 1398 Hicrî'de, Çarşamba akşamı, mescidin inşa macerasını Hacı Recebiyân'ın evinde ve bazı muhterem şahsiyetlerin huzurunda, uzun yıllardır Tahran'da ikâmet eden değerli alim Hacı Ahmed Askerî Kirman-şahî'nin dilinden bizzat işittim. Olayı şöyle anlattı:
"Yaklaşık 17 yıl önce, bir Perşembe günüydü. Sabah namazını kılmış, takibatını yerine getiriyordum. Kapı çalındı, açtım. Oto tamircisi üç genç arabayla gelmiş, 'Bugün günlerden Perşembe; lütfen bizimle Cemkeran Mescidi'ne gelin, birlikte dua edelim. Şer'î hacetlerimiz var' diyorlardı.
O zamanlar gençlere Namaz ve Kurân konulu dersler veriyordum. Üçü de bu derslere katılan gençlerden idi. Tekliflerini işitince utanarak başımı aşağı eğdim. "Ben neyim ki?" dedim. Israr ettiler. Tekliflerini geri çevirsem doğru olmazdı. Bu yüzden arabalarına bindim. Kum'a doğru hareket ettik.
Eski Tahran yolunda bugünkü binalar yoktu. Sadece sol tarafta Ali Seyyah Kahvehanesi denilen eski bir kervansaray vardı. Bugün Hacı Recebiyân'ın yaptırdığı İmam Hasan Mücteba Mescidi'nin birkaç adım gerisinde aracımız bozuldu.
Gençlerin üçü de oto tamircisiydi. Hemen kaputu açarak arabayla ilgilenmeye başladılar. Ali adlı gençlerden birinden ayak yolu için biraz su aldım. Bugünkü mescidin bulunduğu yere doğru ilerledim. Beyaz tenli, güzel yüzlü bir Seyit'le karşılaştım. Kaşları çatma, dişleri bembeyazdı. Yanağında da bir ben vardı. Sırtında ince bir abâ, başında özellikle Horasanlıların kullandığı yeşil bir sarık ve ayaklarında sarı terlik vardı. Sekiz-dokuz metreyi bulan elindeki çubukla yerleri çiziyordu. Kendi kendime, "Sabah sabah caddenin kenarında, elinde uzun bir çubukla ne yapıyor bu adam? Dost var, düşman var!" diye söylendim. Daha sonra ona dönerek; "Delikanlı! Devir top, tüfek, atom devri. Sopayla işin ne? Git dersini oku!" dedim. Sonra da tuvalet ihtiyacı için uygun bir yer aradım ve buldum. Oturacağım sırada, aynı genç "Askerî efendi, orada oturma, ben orayı işaretledim, orası mescittir" dedi.
Beni nereden tanıdığını, ismimi nerden bildiğini akıl edip de soramamıştım. Büyüğüne itaat eden çocuk gibi "Peki!" dedim ve oradan kalktım. Eliyle işaret ederek "Şu tepenin arkasına git!" dedi.
Dediği yaptım ve kendi kendime bir plan kurdum. Döndüğümde seyidi karşıma alıp sorular soracak ve "git dersini oku" diyecektim. Bu amaçla kafamda üç soru hazırladım:
1- Kum'un 8-9 kilometre dışındaki bu yerde cinler ve melekler için mi mescit yapıyorsun? Ders okumadan mimar mı olmuşsun?
2- Henüz mescit olmamışken burada hacet gidermenin ne sakıncası var?
3- Bu mescitte cinler mi namaz kılacak, melekler mi?
Bu soruları zihnimde hazırladıktan sonra yanına gittim. Ben selam vermeden o selam verdi. Selamını aldım. Elindeki sopayı yere saplayıp beni bağrına bastı. Elleri beyaz ve yumuşaktı. Onunla şaka yapmak istedim.
Tahran'da seyitlerden biri yaramazlık yaptığında hep, "Bugün Çarşamba değil ki!" derdim. Bunu düşünerek seyide:
- Bugün günlerden Çarşamba değil, Perşembe! Güneşin altında işin ne? dedim.
- Bugün Perşembe, Çarşamba değil, diyerek tebessüm etti. Sonra da "Sen şu üç sorunu sor hele!" dedi. Kalbimden haberdar olduğu o an aklımın ucundan dahi geçmemişti.
- Ey Peygamber evladı! Sabahın erken saatlerinde dersini bırakıp caddenin kenarına koşmuşsun. Tankın, topun ve atomun hüküm sürdüğü bu devirde elindeki mızrakla ne yapıyorsun? Gidip dersini okusan daha iyi olmaz mı? diye sordum.
Gülümsedi. Başını aşağı eğerek:
- Mescit projesi çiziyorum, dedi.
- Cinlere mi, meleklere mi, diye sordum.
- İnsanoğluna, dedi. Burası mâmurlaşacak.
-Söyle bakalım, henüz buruda mescit yapılmamışken niçin ayak yoluna gitmeme müsaade etmedin? dedim. Eliyle projeye işaret ederek:
- Hz. Fatıma'nın evlatlarından biri burada şehit edildi. Ben çevresini belirledim. Burası mihrap olacak. Şu gördüğün yer de o şehidin kanının döküldüğü yerdir. Burada müminler namaz kılacaklar. Orası da tuvalet olacak. Çünkü orada da Allah ve Resulü'nün düşmanları ölmüştür, dedi.
Daha sonra bana dönerek:
- Burası da Hüseyniye olacak ve Hüseyin'in (a.s) adı anılacak, dedi.
İmam Hüseyin'in (a.s) adını söyler söylemez ağlamaya başladı. Elimde olmaksızın ben de ağladım. Sonra yine eliyle işaret ederek:
- Şu arka taraf da kütüphane olacak. Kitaplarını verecek misin? dedi.
- Ey Peygamber evladı, üç şartla veririm, dedim. Evvela, eğer yaşarsam…
- İnşallah.
- İkinci olarak; eğer burası mescit olursa…
-Aferin.
- Üçüncü olarak; tek kitap da olsa, gücümün yettiği kadar yardım ederim. Ama artık evine dön. Bunları da unut, dedim.
Tebessümle tekrar bağrına bastı beni.
- Bunu kim, ne zaman yapacak, diye sordum.
- "Yedullah fevka eydîhim"[2] (Allah'ın eli onların elinin üzerindedir), dedi.
- Ben onca ders okudum, yani Allah'ın eli bütün ellerden yukarıda mı, dedim.
- Mescidi tamamlanmış görürsen benden yana burayı yapana selam söyle, dedi.
Beni tekrar bağrına basarak "Allah hayrını versin" dedi. Caddeye çıktım. Araba tamir edilmişti. Nasıl olduğunu sordum. "Sen gelince çalışmaya başladı" dediler. Yakıcı güneşin altında kiminle konuştuğumu sordular. "Elinde on metre uzunluğundaki sopayla o büyüklükteki seyidi görmediniz mi?" dedim. "Hangi Seyit" diye sordular. Şaşırarak arkama dönüp baktım. Seyit orada değildi. Az önceki yerin dümdüz bir yer olduğunu ve tepeciklerin kaybolduğunu görünce oldukça şaşırdım. Ansızın kendime geldim. Sanki uykudan yeni uyanmış gibiydim. Arabada oturdum ve olayı onlara da anlatmadım. Harem-i Şerif'e gittim. Öğle ve ikindi namazını nasıl kıldığımı bilmiyorum. Daha sonra Cemkeran Mescidi'ne gittik. Öğlen yemeğini yiyip namaz kıldık. Arkadaşlar benimle konuşuyorlardı ama ben onlara nasıl cevap verdiğimi bilmiyordum. Bir tarafımda ihtiyar, diğer tarafımda da genç biri oturuyordu. Artık kendimi tutamayıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Cemkeran'a has iki rekâtlık namazı kıldım. Ardından yüz selamı göndermek için secdeye varmak istediğimde güzel kokulu bir seyidin, "Askerî efendi, selamun aleykum" deyip yanıma oturduğunu fark ettim.
Ses tonu sabahki seyidin sesinin aynıydı. Bana nasihatte bulundu. Secdeye giderek selamı ve selam zikrini okumaya başladım. Ama kalbim onun yanındaydı. Başımı kaldırıp "Efendim, siz nerelisiniz ve benim adımı nereden biliyorsunuz?" diye sormak istedim. Ama secdeden doğrulduğumda onu göremedim.
Yanımda duran ihtiyara "Az önce benimle konuşanı gördün mü?" diye sordum. "Hayır" dedi. Gence de sordum, o da görmediğini söyledi.
Adeta bir deprem sarsıntısı yaşıyor gibiydim. Ansızın irkildim ve o seyidin İmam Mehdi (a.f) olduğunu anladım. Bir anda yığılıp kaldım. Arkadaşlar beni dışarı götürdüler. Yüzüme su serpip ne olduğunu sordular.
Kısacası, namazımı kılarak hızla Tahran'a döndük. Merhum Ayetullah Cevad Horasanî, Tahran'a geldiğinde yanına gittim ve olayı anlattım. Seyidin özelliklerini sordu. Bütün özelliklerini söyledikten sonra,"Gördüğün seyit Hz. Mehdi'ymiş (a.f). Ama, şimdilik sabret; eğer orası mescit olursa, demek ki doğrudur" dedi.
Bir süre önce dostlarımdan birinin babası vefat etmişti. Cami ehli arkadaşlarla birlikte cenazeyi Kum'a götürdük. Yolda aynı yere ulaştığımızda iki büyük sütunun yerden yükseldiğini gördüm. "Buraya ne yapıyorlar?" diye sorduğumda, "Hacı Hüseyin Ağa Suhanî'nin çocukları burada Mescid-i İmam Hasan Mücteba (a.s) adlı bir mescit yaptırıyorlar" dediler.
Kum'a girdik. Cenazeyi Bağ-ı Beheşt Mezarlığı'nda toprağa verdik. Yerimde duramıyordum. Arkadaşlara, "Siz yemek yiyinceye kadar ben gelirim" deyip oradan ayrıldım. Bir taksi tutarak Hacı Hüseyin Suhanî'nin çocuklarının dükkanına gittim. "Mescidi siz mi yaptırıyorsunuz" diye sordum. "Hayır, biz yaptırmıyoruz" dediler. "Öyleyse kim yaptırıyor?" diye sorduğumda "Hacı Yedullah Recebiyân" dediler.
Yedullah kelimesini duyunca kalbim hızla atmaya başladı. Zira İmam, "Yedullah Fevka eydîhim" ayetini okumuştu. Sandalye getirdiler, oturdum. Ter içinde kalmıştım. "Demek ki İmam'ın Yedullah'tan kastı buymuş" diye düşündüm. O güne kadar kendisini hiç görmemiştim, tanımıyordum da. Geri dönüp olayı Merhum Ayetullah Şeyh Cevad'a anlattım.
Gördüğüm olayın doğru olduğunu, bu nedenle Hacı Yedullah'ı görmem gerektiğini söyledi. Dört yüz cilt kitap satın alıp Hacı Yedullah'ı bulmak için tekrar Kum'a gittim. Adresini buldum. Bir dokuma atölyesi vardı. Atölyeyi bulup görevliden onu sordum. Evine gittiğini söyledi. Telefon etmelerini ve Tahran'dan gelen birinin kendisiyle görüşmek istediğini iletmelerini rica ettim. Telefon ettiler. Telefonu Hacı Yedullah kaldırmıştı. Tahran'dan geldiğimi, bu mescit için dört yüz cilt kitap vakfettiğimi ve kitapları nereye bırakmam gerektiğini söyledim. Hacı Yedullah, bunu niçin yapmak istediğimi ve kendisiyle daha önce bir tanışmışlığımız olup olmadığını sordu. "Efendim, ben sadece dört yüz cilt kitap vakfetmişim" dedim. Niçin vakfettiğimi söylemem için ısrar edince telefonda anlatmamın mümkün olmayacağını söyledim. Bunun üzerine, "Gelecek Perşembe, akşamüzeri, kitapları şu adrese getir" dedi ve adres verdi: Çahar Rah-i Şah, Kuçe-i Sergird Şükrullahî, No: 3.
Adresi alır almaz Tahran'a döndüm. Kitapları paketledim ve Perşembe günü arkadaşlardan birinin arabasıyla tekrar Kum'a döndüm. Doğruca Hacı Yedullah'ın evine gittim. "Bu şekilde kabul edemem, meselenin aslını bilmem gerek" deyince başımdan geçenleri tamamen anlattım ve kitapları takdim ettim. Sonra sözünü ettiğimiz mescide giderek önünde iki rekat İmam Zaman (a.f) namazı kıldım ve ağladım.
Hacı Yedullah, kütüphaneyi tıpkı İmam'ın bana gösterdiği şekilde yaptırmıştı. Hacı, bana orayı göstererek:
- Allah hayrını versin, sen ahdine vefa ettin, dedi.
İşte, İmam Hasan Mücteba (a.s) Mescidi'nin kısaca öyküsü bu.
Buna ilave olarak bu mescitle ilgili Hacı Recebiyân'ın anlattığı ilginç olayı da kısaca nakledeceğiz:
Yedullah Recebiyân'ın İlginç Öyküsü
Hacı Recebiyân başından geçen olayı şöyle anlattı:
Genelde Perşembe günü, akşam saatlerinde mescit çalışanlarının ücretleri toparlanır ve ödenirdi. Aynı akşam, mescidin ustası Ekber efendi, işçilerin maaşını almak için gelerek, "Bugün bir seyit geldi, şu elli tümeni mescide verdi. Mescidi yaptıran kişi başkasından para almıyor, dedim. Ama o sert bir şekilde, 'Sana bunu al diyorum! O, bunu alır' dedi. Ben de parayı aldım. Üzerinde 'İmam Hasan Mücteba Mescidi içindir' yazıyor" dedi.
Birkaç gün sonra sabah erkenden bir kadın geldi. Yoksulluktan dolayı sıkıntıları olduğunu ve iki yetime baktığını söyledi. Elimi cebime attım, cebimde hiç para yoktu. Evdekilerden de almak aklıma gelmedi. Daha sonra yerine bırakırım düşüncesiyle mescidin elli tümenini ona verdim. Adres verip tekrar geldiği takdirde yine yardım edeceğimi söyledim. Kadın, parayı aldı ve gitti. Adres vermeme rağmen bir daha hiç gelmedi. Bir süre sonra ben o elli tümeni vermemen gerektiğini anlamış, pişman olmuştum.
Bir sonraki Cuma Ekber usta yine maaş için gelmişti. Bana:
- Eğer kabul edeceğinize dair söz verirseniz size bir şey söylemek istiyorum, dedi.
- Söyle, dedim.
- Eğer kabul ederseniz söylerim, dedi.
- Yapabileceğim bir şeyse olur, dedim.
- Yapabilirsiniz, dedi.
Epey ısrar edince söz verdim. Meğer, o da elli tümeni istiyormuş:
- Seyidin verdiği şu elli tümen vardı ya, onu bana verir misin? dedi.
- Ekber usta! Yaramı tazeledin. Sen o elli tümeni bana verdikten sonra ben de onu yardıma muhtaç bir kadına vermiştim, çok pişmanım, dedim.
Recebiyân daha sonra bize dönerek, "O gün bugündür, aradan iki yıl geçmesine rağmen belki o elli tümene rastlarım düşüncesiyle elime geçen bütün paraları kontrol ediyorum" dedi ve ardından hikâyesine devam etti:
Ekber ustaya, "Geçen hafta naklettiğin olayı tamamen anlatmamıştın. Şimdi iyice anlatmanı istiyorum" dedim. O da başından geçen bu olayı şöyle anlattı:
«O gün, yaklaşık üç buçuk sularıydı. Hava oldukça sıcaktı. Yanımda birkaç işçiyle bu sıcakta çalışıyorduk. Ansızın mescidin kapılarından birinden içeri bir beyefendi girdi. İlgi çekici nuranî bir siması vardı. Çok vakarlı ve heybetliydi. Elim iş tutmaz oldu. Durmak ve sadece onu seyretmek istedim.
Caminin etrafını gezmeye başladı. Daha sonra üzerine çıkıp çalıştığım tahtanın yanına geldi. Abâsının altına elini götürerek bir miktar para çıkardı ve bana dönerek:
- Bunu al ve mescidi yaptırana ver, dedi.
- Efendim! Bu mescidi yaptıran kişi başkasının parasını kabul etmiyor; sizden bunu alacak olursam muhtemelen rahatsız olabilir, dedim.
- Sana al diyorum! O, bunu alır, dedi. Kireçli ellerimle hemen parayı aldım. Dışarı çıktı. Kendi kendime:
- Bu sıcak havada böylesi muhterem bir zat nereden gelmiş olabilir?" diye sordum. İşçi arkadaşlardan Meşhedî Ali'yi görevlendirerek onu takip etmesini, neyle geldiğini ve nereye gittiğini öğrenmesini istedim. Aradan epey bir zaman geçmesine rağmen Meşhedî Ali henüz gelmemişti. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Yüksek sesle "Meşhedî Ali!" diye bağırdım. Mescidin sütunlarının arkasından cevap verdi.
- Nerde kaldın, ne yapıyorsun? dedim.
- O muhterem zâtı temâşâ ediyorum, dedi.
Yanıma çağırdım, geldi.
- Seyit efendi başını aşağı eğerek çıktı gitti, dedi.
- Neyle, arabası mı vardı? diye sordum.
- Hayır, hiçbir şeyi yoktu, sadece başını eğip gitti,dedi.
- Peki sen ne bekliyordun? diye sordum.
- Hiiç, onu temâşâ ediyordum, dedi.»
Hacı Recebiyân daha sonra bize dönerek şöyle dedi:
"İşte bu, elli tümenin hikâyesiydi. Ama inanın, bu elli tümen mescidin işlerini o kadar etkiledi ki anlatamam. Ben bile mescidin bu şekilde tamamlanacağına ve tek başıma masraflarının üstesinden gelebileceğime inanmıyor-dum. Ama bu elli tümen elime geçtikten sonra hem kendi işlerimde hem de mescidin işlerinde bunun etkisi olduğunu fark ettim."[3] (Hikâyenin sonu.)
Ayetullah Uzma Saâfî(Allah ömrünü uzun etsin)Hazretlerider ki:
Her ne kadar anlatılanlar, hikâyeyi yaşayan kimse dışında diğerleri için mescidin projesini çizen ve Cemkeran Mescidi'nde konuşan seyidin İmam Mehdi olduğuna delil sayılmasa da, Muhaddis Nurî'nin en-Necmu’s-Sakib adlı eserinin 9. bölümünde de açıkladığı gibi, bu tür olayların ve mukaşefelerin meydana gelişi, en azından Şiîler için hem mektebin doğruluğuna delalet etmektedir, hem de İmam Mehdi'nin (a.f), Şiîlerine olan dolaylı veya dolaysız inayetlerini gözler önüne sermektedir. Bu tür olayların bir bölümü içinde bulunduğumuz bu asırda meydana gelmiş ve gelmektedir. İnşallah Allah’ın yardımıyla, özellikle de asrımızda o hazretle görüşme şerefine nail olanların yaşadıklarını müstakil bir kitapta toplayacağız.[4]
[1]- Merhum Ayetullah Sutûde Erakî, bu mescitte birkaç yıl cemaat namazı kıldırmıştır.
[2]- Feth, 10.
[3]- Bu olay, aynı zamanda el-İmam Mehdi Mine’l-Mehd İle’z-Zuhur, Allame Merhum Seyit Muhammed Kâzım Kazvinî, s.323'te de yer almıştır.
[4]- Pâsuh Be Deh Porseş, Hz. Ayetullah Uzma Lütfullah Saâfî Gulpaygânî (d.z), s.31-44.