Muaviye, ikinci ve üçüncü halifenin gölgesinde yirmi yıl vali olarak bulunduğu Şam’da birtakım vaatlerle[1] kendisine inanan ve sözünü dinletebilen güçlü bir topluluk oluşturmuştu. Şam toplumu, Muaviye’yi sözüne güvenilen, emin bir kişi olarak tanıyor, Kureyş kabilesinin önderi olarak görüyordu. Öyle ki, Şam’da Peygamberin sahabesi denildiğinde ilk akla gelen “Muaviye” oluyor ve Ebuzer, Selman, Ammar gibi faziletli sahabîlerin önüne geçebiliyordu.[2]
Muaviye, Şam milleti üzerindeki sultasından gerek maddî, gerekse manevî yönde azamî derecede yararlanıyordu. Peygambere en yakın kimseler olan Ehl-i Beyt’i “yabancılar”, Benî Ümeyye’yi de Peygamberin tek varisi olarak nitelendiriyor, Ehl-i Beyti karalamak uğruna elinden geleni esirgemiyordu.[3] Muaviye’nin bu Ehl-i Beyt aleyhtarı tebligatı gerçekten de Şam halkı üzerinde çok etkin olmuş ve Şamlılar Ehl-i Beyt’i dinden uzak kimseler olarak görmeye başlamıştı.[4] Muaviye bu işte o kadar ileri gitmiş, o kadar başarılı olmuştu ki, hatta, Hz. Ali (a.s)’ın Kufe Camiinde şehit edildiğini duyan Şam halkı; “Onun camide ne işi vardı?! O namaz kılar mıydı?!” gibi sözler sarf etmeye başlamış ve bu işe bir türlü akıl sır erdirememişlerdi…[5]
Muaviye’nin, Şam’da vali olan ağabeyinin ölmesi üzerine ikinci halife Ömer tarafından bu makama atanması ile başlayan tarihî süreci iyi mütalâa eden herkes, Muaviye’nin, Ömer bin Hattab’ın da her yönden güvenini kazandığını ve onun nezdinde emin bir kişi olarak telakki edildiğini bilmektedir. Elbette ikinci halife Ömer, Şam’a, vali olarak ilk başta Abdullah bin Abbas’ı atamayı düşünmüştü, ama onun neticede hilâfet konusunda haksızlığa uğratıldıklarını düşünen Benî Haşim’den olması hasebiyle bu kararından vazgeçip Muaviye’yi tercih etmişti. İbn-i Abbas’ın, merkezden uzak olması hasebiyle kontrolü zor olan Şam’da gücü ele geçirdiği takdirde, merkezî yönetim aleyhine güç oluşturup ordu toplayarak, Medine’ye sürmesinden çekinen ikinci halife, böyle bir riski göze almaktansa, kendisine göre geleceği parlak ve sinsi düşüncelere sahip olan ve aynı zamanda da Ehl-i Beyt’in iktidara gelmesine karşı olan Muaviye’yi bu göreve getirmeyi daha yeğ bulmuştu. Bu arada ikinci halife Ömer, sadece Muaviye’yi bu göreve atamakla kalmayıp ona beytülmal üzerinde istediği şekilde ve her türlü tasarrufta bulunma ve halkı istediği gibi yönetme hakkını da vermişti. Oysa ikinci halife Ömer, başka valilerine karşı böyle davranmamış ve onların beytülmaldeki küçük hatalarına bile göz yummadığını göstermeye çalışarak az çok beytülmal hususunda hassas olduğu izlenimini vermeye çalışmıştır. Onun, “Halid bin Velid”, “Ebu Hüreyre”, “Ebu Musa Eş’arî”, “Kudame bin Maz’un”, “Haris bin Veheb” gibi tanınmış sahabîleri, beytülmalden para aklamaları nedeniyle azarladığı, (bazılarını) vücutlarından kan çıkarıncaya kadar dövdüğü ve hatta bir kısmını, makamlarından bir daha kendi dönemi içerisinde verilmemek üzere azlettiği bilinmektedir.[6] İkinci halifenin aynı uygulamayı, “Muaviye bin Ebu Süfyan” üzerinde kullanmadığını ve onu serbest bıraktığını şu tarihî sözüyle hatırlıyoruz:
“Ey Muaviye, ben sana (herhangi bir konuda) ne emreder, ne de nehyederim..!”
Muaviye’nin asi kişiliği, kendisine sunulan limitsiz bir destek ve güçle, İslam’ın önderleri olan Hz. Ali (a.s) ve iki masum evlâdının başına belâ olmaya yetiyordu. Üç halife ve bir de Benî Ümeyye hakkında naklettirdiği onca uydurma hadislerle yerini pekiştiriyor, Ehl-i Beyt’e minberlerde lânet etme cüretine sahip oluyordu. Onun ne denli güçlü olduğunu, İmam Hasan (a.s)’ın ordu komutanlarından “Ubeydullah bin Abbas’ı” bir milyon dirheme satın almasında görüyoruz. Oysa ikinci halife tarafından beytülmalden para aklama nedeniyle cezalandırılan Ebu Hüreyre sadece “bin altı yüz dinar” için vücudundan kan gelinceye kadar dövülüp sürülmüştü.
Muaviye, Emir’ül-Müminin Ali (a.s)’ın bir kılıç darbesiyle yaralanıp şehit edilmesinden sonra derin bir “oh” çekmişti. Fakat onun bu şad ve keyifli hâli, ancak İmam Hasan (a.s)’ın babasının yerine halife olarak seçildiği haberi kendisine verilene dek sürmüştü. Çünkü İmam Hasan (a.s), ümmet içerisinde Peygambere en çok benzeyendi. O, Allah Resulü’nün biricik kızı Fatıma’nın oğlu ve seçkin kişiliğe sahip bir kimseydi. Babası Ali bin Ebu Talib için ortaya attığı, “Osman bin Affan’ın katilidir” iddiası da, onun için geçerli olamayacaktı. İmam Hasan (a.s)’ın, üçüncü halifenin bir saldırıya kurban gitmemesi için kapısında akranlarıyla birlikte beklediğini bilmeyen yoktu. Muaviye, bu yönde derin düşüncelere dalmış, hilâfeti nasıl ele geçirebileceği hususunda veziri Amr bin As ile istişarelerde bulunmuştu. Muaviye uzun süren düşüncelerden ve meşveretlerden sonra, yapması gereken iki asıl işi olduğu neticesine varmıştı.
Muaviye’nin ilk yaptığı şey, İmam’ın etrafında komuta birliğinde kandırılmaya müsait olan kişileri satın almak oldu. İmam’a yakınlığıyla bilinen ve söz sahibi olan kimselerden büyük bir kısmını kandırmayı başarmış ve neredeyse on kişi -Kays bin Sa’d, Hicr bin Adiy… gibiler- dışında hepsini satın almıştı. Bu, Muaviye’nin İmam Hasan (a.s)’a karşı aldığı ilk tedbir olarak göze çarpmaktadır.
Onun yaptığı ikinci sinsi plân, İmam’ın halktan kopmasını sağlayacak olan “sulh” girişimiydi. Onun bu plânı, birinci plânından daha fazla İmam Hasan (a.s)’ı çaresiz bırakabilecek bir plândı. Bu plânıyla İmam’ı gafil avlamayı hedefleyen Muaviye, toplumda herkesin para ile satın alınamayacağını biliyor ve bu tür bir hileyle kandırabileceği büyük bir kitle olduğunu düşünüyordu. Çünkü, sabit fikirleri olmayan Irak halkı, beş yıl -İmam Ali (a.s)’ın hilâfet dönemi- içerisinde, “Cemel, Sıffin ve Nehrivan” gibi üç büyük savaş geçirmişti. Yorgun ve bitkin bir haldeydiler, savaşlarla ve sıkıntılarla geçen beş yılın ardından, yaralarını sarmayı ve barış içinde olan huzurlu bir geleceği istemekteydiler. İmam’a sunulacak olan bu sulh hilesi, en çok onların hoşuna gidecek ve onlar tarafından kabul görecekti. Öte yandan İmam Hasan (a.s)’ın Şam yönetimi tarafından kendisine sunulan sulhu kabul etmeyeceğini de bilen Muaviye, tüm plânını bu kurgu içerisinde hazırlamış ve uygulamaya geçirmişti. Zira Muaviye, İmam Hasan (a.s)’ın Şam’daki sultayı yıkmaya dair olan kararlılığını karşılıklı mektuplaşmalarında açıkça görmüş, dolayısıyla da savaşmayı göze alacağını biliyordu. Bu nedenle İmam Hasan’ın ordusunu bölüp parçalamayı ve böylelikle o hazreti zayıf düşürüp küçük bir grupla yalnız kalmasını sağlamayı ve böylece kötü emellerine ulaşmayı hedefliyordu. İşte Muaviye’nin hilâfeti ele geçirme plânları böyleydi.
İmam Hasan (a.s)’ın savaşmak yerine sulhu tercih etmek zorunda kaldığı nedenlere gelince, bunları maddeler hâlinde şöyle sıralayabiliriz:
Muaviye, Şam milleti üzerindeki sultasından gerek maddî, gerekse manevî yönde azamî derecede yararlanıyordu. Peygambere en yakın kimseler olan Ehl-i Beyt’i “yabancılar”, Benî Ümeyye’yi de Peygamberin tek varisi olarak nitelendiriyor, Ehl-i Beyti karalamak uğruna elinden geleni esirgemiyordu.[3] Muaviye’nin bu Ehl-i Beyt aleyhtarı tebligatı gerçekten de Şam halkı üzerinde çok etkin olmuş ve Şamlılar Ehl-i Beyt’i dinden uzak kimseler olarak görmeye başlamıştı.[4] Muaviye bu işte o kadar ileri gitmiş, o kadar başarılı olmuştu ki, hatta, Hz. Ali (a.s)’ın Kufe Camiinde şehit edildiğini duyan Şam halkı; “Onun camide ne işi vardı?! O namaz kılar mıydı?!” gibi sözler sarf etmeye başlamış ve bu işe bir türlü akıl sır erdirememişlerdi…[5]
Muaviye’nin, Şam’da vali olan ağabeyinin ölmesi üzerine ikinci halife Ömer tarafından bu makama atanması ile başlayan tarihî süreci iyi mütalâa eden herkes, Muaviye’nin, Ömer bin Hattab’ın da her yönden güvenini kazandığını ve onun nezdinde emin bir kişi olarak telakki edildiğini bilmektedir. Elbette ikinci halife Ömer, Şam’a, vali olarak ilk başta Abdullah bin Abbas’ı atamayı düşünmüştü, ama onun neticede hilâfet konusunda haksızlığa uğratıldıklarını düşünen Benî Haşim’den olması hasebiyle bu kararından vazgeçip Muaviye’yi tercih etmişti. İbn-i Abbas’ın, merkezden uzak olması hasebiyle kontrolü zor olan Şam’da gücü ele geçirdiği takdirde, merkezî yönetim aleyhine güç oluşturup ordu toplayarak, Medine’ye sürmesinden çekinen ikinci halife, böyle bir riski göze almaktansa, kendisine göre geleceği parlak ve sinsi düşüncelere sahip olan ve aynı zamanda da Ehl-i Beyt’in iktidara gelmesine karşı olan Muaviye’yi bu göreve getirmeyi daha yeğ bulmuştu. Bu arada ikinci halife Ömer, sadece Muaviye’yi bu göreve atamakla kalmayıp ona beytülmal üzerinde istediği şekilde ve her türlü tasarrufta bulunma ve halkı istediği gibi yönetme hakkını da vermişti. Oysa ikinci halife Ömer, başka valilerine karşı böyle davranmamış ve onların beytülmaldeki küçük hatalarına bile göz yummadığını göstermeye çalışarak az çok beytülmal hususunda hassas olduğu izlenimini vermeye çalışmıştır. Onun, “Halid bin Velid”, “Ebu Hüreyre”, “Ebu Musa Eş’arî”, “Kudame bin Maz’un”, “Haris bin Veheb” gibi tanınmış sahabîleri, beytülmalden para aklamaları nedeniyle azarladığı, (bazılarını) vücutlarından kan çıkarıncaya kadar dövdüğü ve hatta bir kısmını, makamlarından bir daha kendi dönemi içerisinde verilmemek üzere azlettiği bilinmektedir.[6] İkinci halifenin aynı uygulamayı, “Muaviye bin Ebu Süfyan” üzerinde kullanmadığını ve onu serbest bıraktığını şu tarihî sözüyle hatırlıyoruz:
“Ey Muaviye, ben sana (herhangi bir konuda) ne emreder, ne de nehyederim..!”
Muaviye’nin asi kişiliği, kendisine sunulan limitsiz bir destek ve güçle, İslam’ın önderleri olan Hz. Ali (a.s) ve iki masum evlâdının başına belâ olmaya yetiyordu. Üç halife ve bir de Benî Ümeyye hakkında naklettirdiği onca uydurma hadislerle yerini pekiştiriyor, Ehl-i Beyt’e minberlerde lânet etme cüretine sahip oluyordu. Onun ne denli güçlü olduğunu, İmam Hasan (a.s)’ın ordu komutanlarından “Ubeydullah bin Abbas’ı” bir milyon dirheme satın almasında görüyoruz. Oysa ikinci halife tarafından beytülmalden para aklama nedeniyle cezalandırılan Ebu Hüreyre sadece “bin altı yüz dinar” için vücudundan kan gelinceye kadar dövülüp sürülmüştü.
Muaviye, Emir’ül-Müminin Ali (a.s)’ın bir kılıç darbesiyle yaralanıp şehit edilmesinden sonra derin bir “oh” çekmişti. Fakat onun bu şad ve keyifli hâli, ancak İmam Hasan (a.s)’ın babasının yerine halife olarak seçildiği haberi kendisine verilene dek sürmüştü. Çünkü İmam Hasan (a.s), ümmet içerisinde Peygambere en çok benzeyendi. O, Allah Resulü’nün biricik kızı Fatıma’nın oğlu ve seçkin kişiliğe sahip bir kimseydi. Babası Ali bin Ebu Talib için ortaya attığı, “Osman bin Affan’ın katilidir” iddiası da, onun için geçerli olamayacaktı. İmam Hasan (a.s)’ın, üçüncü halifenin bir saldırıya kurban gitmemesi için kapısında akranlarıyla birlikte beklediğini bilmeyen yoktu. Muaviye, bu yönde derin düşüncelere dalmış, hilâfeti nasıl ele geçirebileceği hususunda veziri Amr bin As ile istişarelerde bulunmuştu. Muaviye uzun süren düşüncelerden ve meşveretlerden sonra, yapması gereken iki asıl işi olduğu neticesine varmıştı.
Muaviye’nin ilk yaptığı şey, İmam’ın etrafında komuta birliğinde kandırılmaya müsait olan kişileri satın almak oldu. İmam’a yakınlığıyla bilinen ve söz sahibi olan kimselerden büyük bir kısmını kandırmayı başarmış ve neredeyse on kişi -Kays bin Sa’d, Hicr bin Adiy… gibiler- dışında hepsini satın almıştı. Bu, Muaviye’nin İmam Hasan (a.s)’a karşı aldığı ilk tedbir olarak göze çarpmaktadır.
Onun yaptığı ikinci sinsi plân, İmam’ın halktan kopmasını sağlayacak olan “sulh” girişimiydi. Onun bu plânı, birinci plânından daha fazla İmam Hasan (a.s)’ı çaresiz bırakabilecek bir plândı. Bu plânıyla İmam’ı gafil avlamayı hedefleyen Muaviye, toplumda herkesin para ile satın alınamayacağını biliyor ve bu tür bir hileyle kandırabileceği büyük bir kitle olduğunu düşünüyordu. Çünkü, sabit fikirleri olmayan Irak halkı, beş yıl -İmam Ali (a.s)’ın hilâfet dönemi- içerisinde, “Cemel, Sıffin ve Nehrivan” gibi üç büyük savaş geçirmişti. Yorgun ve bitkin bir haldeydiler, savaşlarla ve sıkıntılarla geçen beş yılın ardından, yaralarını sarmayı ve barış içinde olan huzurlu bir geleceği istemekteydiler. İmam’a sunulacak olan bu sulh hilesi, en çok onların hoşuna gidecek ve onlar tarafından kabul görecekti. Öte yandan İmam Hasan (a.s)’ın Şam yönetimi tarafından kendisine sunulan sulhu kabul etmeyeceğini de bilen Muaviye, tüm plânını bu kurgu içerisinde hazırlamış ve uygulamaya geçirmişti. Zira Muaviye, İmam Hasan (a.s)’ın Şam’daki sultayı yıkmaya dair olan kararlılığını karşılıklı mektuplaşmalarında açıkça görmüş, dolayısıyla da savaşmayı göze alacağını biliyordu. Bu nedenle İmam Hasan’ın ordusunu bölüp parçalamayı ve böylelikle o hazreti zayıf düşürüp küçük bir grupla yalnız kalmasını sağlamayı ve böylece kötü emellerine ulaşmayı hedefliyordu. İşte Muaviye’nin hilâfeti ele geçirme plânları böyleydi.
İmam Hasan (a.s)’ın savaşmak yerine sulhu tercih etmek zorunda kaldığı nedenlere gelince, bunları maddeler hâlinde şöyle sıralayabiliriz:
Yorum