Biz hemen hepimiz, körkütük yaşadığımız şu âlemde Rabbimizi onunla tanıdık. Sağanak sağanak başımızdan aşağı dökülen nimetleri onun basiretlerimize saçtığı nurlar sayesinde duyup hissettik. Nimete minnet ve şükran duygusunu; ihsan, hamd ü sena düşüncesini ondan öğrendik. Onun sunduğu mesajlarla Yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkileri, kul ve Mabut münasebetlerini, Yaratan'ın ululuğuna ve bizim kulluğumuza yaraşır şekilde duyup anlayabildik. O yeryüzüne ayak basmadan önce -ayağı başlarımızın tacı- her tarafta ziya-zulmet iç içe, çirkin-güzel yan yana, gül dikene takılı, şeker kamışta saklı, arz semaya inat kapkaranlık, sema ürperten korkunç bir boşluk, mana maddenin arkasında renksiz ve silik, ruh içi boş bir unvan, gönül cesedin gölgesindeydi.
Onun basiretlerimize çaldığı ziya ile bütün dünya ve eski düşünceler bir bir yıkıldı... Zulmetler ışık karşısında bozgunlar yaşamaya başladı... Ve bir kere daha zimam ruh ve mananın eline geçti. Onun insan, varlık ve Allah adına ortaya koyduğu yorumlar sayesinde, kâinat muhtevalı ve okunaklı bir kitaba dönüştü... Bir baştan bir başa bu koskoca âlem bir mahşer hâlini aldı... Eşya ve hadiseler âdeta birer bülbül kesildi... Hakk'ı söyleyen, Hakk'a çağıran birer bülbül...
Dünya insanlığının gözleri onun ışığına uyanacağı ana kadar hissiyat kapkaranlık, düşünceler tutarsız, gönüller yalnızlıkla iki büklümdü. Ne kedersiz bir sevinç bilinebiliyor, ne de elemsiz lezzetten haber vardı. Ötelerden bir damla rahmet düşmüyor ve gönül yamaçları baharı ve yeşili bilmiyordu...
Onun teşrifiyle her yeri kasıp kavuran kuraklığın büyüsü bozuldu; göklerin gözü yaşlarla doldu ve gönüller cennet yamaçlarının rengini aldı. Derken rahmetsizlikten şak şak olmuş bütün sinelerin ıstırabı dindi... Ve nice bin seneden beri ölümün pençesinde kıvranan ruhlara hayat çeşmesinin ufku göründü.
O, bu yalan dünyaya şeref vereceği ana kadar yalan-doğru iç içe, günah-sevap yol arkadaşı, fazilet mefhumu silik bir kavram, rezalet heva-heves pazarlarının en mergup metaıydı. Hak ayaklar altında payimal, kuvvet bütün azgınlığıyla her şeye hâkim... Dişli olmak bir imtiyaz. Sözü sadece pençesi güçlü olanlar söylüyor... Birbirini yemek marifet, kaba kuvveti iradenin hakkı saymak takdirlik iş... Hak düşüncesi Kaf dağının ardında, adaletsizlik zayıfın, güçsüzün korkulu rüyası... İffet, ismet, hakka hürmet en sefil günlerini yaşamakta... Ne kalbe rağbet var, ne de akla itibar; hakaret görüyordu salim düşünce ve dinî duygular... Hırsızlık rayiç, haramilik yiğitlik, yağma-talan şecaat emaresi... Düşünceler sefil, duygular vahşi, yürekler merhametsiz ve ufuklar zifte boyanmış gibi simsiyah... Hemen herkes bu vahşethane-i belâda birbirini endişe ile süzüyor...
İşte böyle bir dönemde her şeye yeten muhteşem bir kalp enginliğiyle o geldi... O geldi ve bir hamlede dünyanın çehresindeki yıllanmış küfleri temizledi; gönülleri ışık ümidiyle şahlandırdı; şafakların çehresinde hemen herkesi bir yeni günü temaşaya çağırdı... Gözlerdeki perdeyi kaldırdı ve ruhlara o güne kadar görmedikleri farklı şeyleri müşahede etme zevki duyurdu... Sinelerdeki değişik hezeyanları kalbî ve ruhî heyecanlara çevirdi...
O geldi ve bütün yaslı çehrelerdeki kederlerin yerini en içten tebessümler aldı... O geldi, zulmün sesi kesildi, mazlumun ahı dindi... Haksızlığa "Dur!" dedi; mütecavizlerin haddini bildirdi ve hakkın dilindeki zincirler çözüldü.
Gönüllerimizdeki iyiyi, güzeli, insanî olanı arama hissi, ruhlarımızdaki ebedî saadet arzusu, onun sinelerimizde tutuşturduğu nurdandır, imandandır. Onu tanıyınca hepimiz ve her şey değişti. Biz ebed için yaratıldığımızı anladık... Anladık ve virane gönüllerimiz birden İrem bağlarına dönüşüverdi. Kurtlar, çakallar kuyruklarını kısıp inlerine sığındı. Çıyanlar, güvercinler arkadaş oldu. Ve şeytanî ocaklar bir bir söndü. Derken her yerde burcu burcu mana ve ruh rayihaları duyulmaya başladı.
Ey ışığıyla karanlık dünyamızı aydınlatan nur, ey o enfes rayihasıyla cihanları ıtriyat çarşısına çeviren gül, gönül mağriplerimizde o vakitsiz gurûbun, ümit sabahlarımızı kapkaranlık bir hicran gecesine çevirdi... Göz gözü görmez oldu ve yollar bütünüyle birbirine karıştı...
Gün geldi, akıl senin yolundan çıkıp başka vadilere saptı, düşünce büsbütün sana karşı kapandı ve her taraf yıllardan beri pusuda bekleyen o kapkaranlık hilkat garibeleriyle doldu. Adın sinelerimizden kazınmak ve namın yeni nesillere unutturulmak istendi. Bu meş'um gayretlerle beraber, şu köhne dünyamız, uğursuzluk ağına takıldı ve ümmetin kaderi kamburlaşıp iki büklüm oldu. Kendimizi bir korkunç hazanın solduran, öldüren ikliminde bulduk. Herkes kendi düşünce dünyasının ufkuna koşarken, bizler ürperten bir yok oluş içinde, olduğumuz yerde kalakaldık. Doğduğun kutlu diyar, yıllar var bütünüyle kısırlaştı, hiçbir şey doğurmuyor artık. Mübarek şehrin, vefasızlığımızı tecziye suskunluğu içinde... Yaşanan bu günah ortamında gelecek şöyle dursun çevremizi bile tam görüp değerlendiremiyoruz...
Senin ışığının ulaşamadığı ruhların ba'sü ba'del mevti/ölümden sonra dirilişi mümkün mü bilemeyeceğim? Aslında ziyasını, rengini, desenini senden alamayan yığınlar nasıl dirilebilir ki?..
Mübarek sima ve siretine hasret gittiğimiz bu günlerde kaderimize hicran, bize de suskunluk düştü. Yıldızlar yüzümüze hiç mi hiç gülmedi. Ay, güneş senin üzerine doğduğu renkte hiç görünmedi... Sen artık aramızda yoktun ve her yanda hasretin vardı... Sen küsmüş müydün?.. Küser miydin onu bilemem. Bildiğim bir şey varsa, o da seni kırmış olmamız ihtimalidir. Eğer lütfedip gönüllerimize teveccüh buyurmazsan, biz kırılıp paramparça olacağız.
Ey güzeller güzeli, gel bir kere daha yeniden misafirimiz ol! Tahtını sinelerimize kur ve gönüllerimizdeki karanlıkları kov, bütün benliğimize ruhunun ilhamlarını duyur! Gel, her gün biraz daha azgınlaşan şu zulmetleri ışığınla dağıt ve herkesi inleten adaletsizlik ateşini söndürüver! Sevgiye, merhamete, şefkate hasret giden sinelerimizi muhabbetle, hoşgörüyle coştur! Gel, ruhlarımızı aklın aydınlığı, gönüllerimizi mantık ve muhakeme enginliğiyle buluştur ve bizi kendi içimizdeki kopukluklardan kurtar! Perişanlığımız sana bir çağrı, sinelerimiz Seniyye-i Veda! Ne olur artık doğ canlarımıza! Yaratan aşkına, bizi yalnız bırakma!..
Günah, isyan diz boyu. Sana sunacağımız armağan, bizaatün müzcat/kayda değer bir sermaye (Yusuf, 88) ölçüsünde bile değil. Ne yürümeye dermanımız kaldı, ne de bulunduğumuz yerde ikâmete. Ey şefkati, adaleti, aşkı gönüller sultanı! Seni unuttuğumuzun farkındayız, ama sen incinsen de küsmedin; vefasızlık görsen de alâkanı kesmedin. Başını yaranlar, dişini kıranlar karşısında bile ellerini açıp duayla yalvardın. Seni bilmemelerini mazeretleri olarak gördün...
Ey dost, kaç bahar gelip geçti biz hep hazandayız; ama düşe kalka olsa da hep senin izindeyiz. Gel bizi bir kere daha sevindir ki, bağının taptaze fidanlarıyla namını âleme tam duyuracak demdeyiz. Dünya senin dünyan. Müsaade buyurursan, dünyamız da diyeceğim. Bu dünya ışığa hasret gidiyor. Bizler o kırık azimlerimiz ve o çatlamış ümitlerimizle, yolların hakkını veremesek de hep yollardayız. Sadece hislerimizle de olsa, aradığımız sevgili sensin. Gel son kez içimize doğ ki, gönüllerimiz ışıkla dolsun ve ufuklarımızı saran şu upuzun geceler savulup gitsin; yerlerini gündüze bıraksın...
Gözlerimiz tuluunun emarelerini görmese de, tadın, lezzetin, kokun daha şimdiden hemen hepimizi mest etti. Gel bizi yeniden arkana al ki, ışığın ruhlarımıza vursun...
"Sen sayesi yere düşmez bir nahl-i Tûr'sun
Mihr-i âlemgirsin, baştan ayağa nursun."
(Itrî)
Mesajın nur, düşüncen nur, ufkun nur, her yanınla pürnursun. Aç yüzünden nikabını cihanlar nurla dolsun ve her yanda namın duyulsun. Gel, gel ki canlar sana feda olsun.
"Alîl-i derd-i isyana devasın ya Resulallah!
Bize suy-i cinane rehnümasın ya Resulallah!
Sana âşık olanlar secde eyler hâk-i payında
Cemî-i ümmete kıblenümasın ya Resulallah!
Yaratılmazdan evvel, padişahım, hep bu âlemler
Cenab-ı Hak ile sen âşinasın ya Resulallah!
Cihanda fasık u facir kerem senden ümid eder
Şefaat kıl, habib-i Kibriya'sın ya Resulallah!
Ne yüzle varacak âciz huzura rûz-i mahşerde?
Ona rahmeyle şah-ı enbiyasın ya Resulallah!"
Aşkla onu çağıran kalplere, dilerim aşkı, feyzi ve nuru ışık tutar...
Esin Nur ŞAHİN
Onun basiretlerimize çaldığı ziya ile bütün dünya ve eski düşünceler bir bir yıkıldı... Zulmetler ışık karşısında bozgunlar yaşamaya başladı... Ve bir kere daha zimam ruh ve mananın eline geçti. Onun insan, varlık ve Allah adına ortaya koyduğu yorumlar sayesinde, kâinat muhtevalı ve okunaklı bir kitaba dönüştü... Bir baştan bir başa bu koskoca âlem bir mahşer hâlini aldı... Eşya ve hadiseler âdeta birer bülbül kesildi... Hakk'ı söyleyen, Hakk'a çağıran birer bülbül...
Dünya insanlığının gözleri onun ışığına uyanacağı ana kadar hissiyat kapkaranlık, düşünceler tutarsız, gönüller yalnızlıkla iki büklümdü. Ne kedersiz bir sevinç bilinebiliyor, ne de elemsiz lezzetten haber vardı. Ötelerden bir damla rahmet düşmüyor ve gönül yamaçları baharı ve yeşili bilmiyordu...
Onun teşrifiyle her yeri kasıp kavuran kuraklığın büyüsü bozuldu; göklerin gözü yaşlarla doldu ve gönüller cennet yamaçlarının rengini aldı. Derken rahmetsizlikten şak şak olmuş bütün sinelerin ıstırabı dindi... Ve nice bin seneden beri ölümün pençesinde kıvranan ruhlara hayat çeşmesinin ufku göründü.
O, bu yalan dünyaya şeref vereceği ana kadar yalan-doğru iç içe, günah-sevap yol arkadaşı, fazilet mefhumu silik bir kavram, rezalet heva-heves pazarlarının en mergup metaıydı. Hak ayaklar altında payimal, kuvvet bütün azgınlığıyla her şeye hâkim... Dişli olmak bir imtiyaz. Sözü sadece pençesi güçlü olanlar söylüyor... Birbirini yemek marifet, kaba kuvveti iradenin hakkı saymak takdirlik iş... Hak düşüncesi Kaf dağının ardında, adaletsizlik zayıfın, güçsüzün korkulu rüyası... İffet, ismet, hakka hürmet en sefil günlerini yaşamakta... Ne kalbe rağbet var, ne de akla itibar; hakaret görüyordu salim düşünce ve dinî duygular... Hırsızlık rayiç, haramilik yiğitlik, yağma-talan şecaat emaresi... Düşünceler sefil, duygular vahşi, yürekler merhametsiz ve ufuklar zifte boyanmış gibi simsiyah... Hemen herkes bu vahşethane-i belâda birbirini endişe ile süzüyor...
İşte böyle bir dönemde her şeye yeten muhteşem bir kalp enginliğiyle o geldi... O geldi ve bir hamlede dünyanın çehresindeki yıllanmış küfleri temizledi; gönülleri ışık ümidiyle şahlandırdı; şafakların çehresinde hemen herkesi bir yeni günü temaşaya çağırdı... Gözlerdeki perdeyi kaldırdı ve ruhlara o güne kadar görmedikleri farklı şeyleri müşahede etme zevki duyurdu... Sinelerdeki değişik hezeyanları kalbî ve ruhî heyecanlara çevirdi...
O geldi ve bütün yaslı çehrelerdeki kederlerin yerini en içten tebessümler aldı... O geldi, zulmün sesi kesildi, mazlumun ahı dindi... Haksızlığa "Dur!" dedi; mütecavizlerin haddini bildirdi ve hakkın dilindeki zincirler çözüldü.
Gönüllerimizdeki iyiyi, güzeli, insanî olanı arama hissi, ruhlarımızdaki ebedî saadet arzusu, onun sinelerimizde tutuşturduğu nurdandır, imandandır. Onu tanıyınca hepimiz ve her şey değişti. Biz ebed için yaratıldığımızı anladık... Anladık ve virane gönüllerimiz birden İrem bağlarına dönüşüverdi. Kurtlar, çakallar kuyruklarını kısıp inlerine sığındı. Çıyanlar, güvercinler arkadaş oldu. Ve şeytanî ocaklar bir bir söndü. Derken her yerde burcu burcu mana ve ruh rayihaları duyulmaya başladı.
Ey ışığıyla karanlık dünyamızı aydınlatan nur, ey o enfes rayihasıyla cihanları ıtriyat çarşısına çeviren gül, gönül mağriplerimizde o vakitsiz gurûbun, ümit sabahlarımızı kapkaranlık bir hicran gecesine çevirdi... Göz gözü görmez oldu ve yollar bütünüyle birbirine karıştı...
Gün geldi, akıl senin yolundan çıkıp başka vadilere saptı, düşünce büsbütün sana karşı kapandı ve her taraf yıllardan beri pusuda bekleyen o kapkaranlık hilkat garibeleriyle doldu. Adın sinelerimizden kazınmak ve namın yeni nesillere unutturulmak istendi. Bu meş'um gayretlerle beraber, şu köhne dünyamız, uğursuzluk ağına takıldı ve ümmetin kaderi kamburlaşıp iki büklüm oldu. Kendimizi bir korkunç hazanın solduran, öldüren ikliminde bulduk. Herkes kendi düşünce dünyasının ufkuna koşarken, bizler ürperten bir yok oluş içinde, olduğumuz yerde kalakaldık. Doğduğun kutlu diyar, yıllar var bütünüyle kısırlaştı, hiçbir şey doğurmuyor artık. Mübarek şehrin, vefasızlığımızı tecziye suskunluğu içinde... Yaşanan bu günah ortamında gelecek şöyle dursun çevremizi bile tam görüp değerlendiremiyoruz...
Senin ışığının ulaşamadığı ruhların ba'sü ba'del mevti/ölümden sonra dirilişi mümkün mü bilemeyeceğim? Aslında ziyasını, rengini, desenini senden alamayan yığınlar nasıl dirilebilir ki?..
Mübarek sima ve siretine hasret gittiğimiz bu günlerde kaderimize hicran, bize de suskunluk düştü. Yıldızlar yüzümüze hiç mi hiç gülmedi. Ay, güneş senin üzerine doğduğu renkte hiç görünmedi... Sen artık aramızda yoktun ve her yanda hasretin vardı... Sen küsmüş müydün?.. Küser miydin onu bilemem. Bildiğim bir şey varsa, o da seni kırmış olmamız ihtimalidir. Eğer lütfedip gönüllerimize teveccüh buyurmazsan, biz kırılıp paramparça olacağız.
Ey güzeller güzeli, gel bir kere daha yeniden misafirimiz ol! Tahtını sinelerimize kur ve gönüllerimizdeki karanlıkları kov, bütün benliğimize ruhunun ilhamlarını duyur! Gel, her gün biraz daha azgınlaşan şu zulmetleri ışığınla dağıt ve herkesi inleten adaletsizlik ateşini söndürüver! Sevgiye, merhamete, şefkate hasret giden sinelerimizi muhabbetle, hoşgörüyle coştur! Gel, ruhlarımızı aklın aydınlığı, gönüllerimizi mantık ve muhakeme enginliğiyle buluştur ve bizi kendi içimizdeki kopukluklardan kurtar! Perişanlığımız sana bir çağrı, sinelerimiz Seniyye-i Veda! Ne olur artık doğ canlarımıza! Yaratan aşkına, bizi yalnız bırakma!..
Günah, isyan diz boyu. Sana sunacağımız armağan, bizaatün müzcat/kayda değer bir sermaye (Yusuf, 88) ölçüsünde bile değil. Ne yürümeye dermanımız kaldı, ne de bulunduğumuz yerde ikâmete. Ey şefkati, adaleti, aşkı gönüller sultanı! Seni unuttuğumuzun farkındayız, ama sen incinsen de küsmedin; vefasızlık görsen de alâkanı kesmedin. Başını yaranlar, dişini kıranlar karşısında bile ellerini açıp duayla yalvardın. Seni bilmemelerini mazeretleri olarak gördün...
Ey dost, kaç bahar gelip geçti biz hep hazandayız; ama düşe kalka olsa da hep senin izindeyiz. Gel bizi bir kere daha sevindir ki, bağının taptaze fidanlarıyla namını âleme tam duyuracak demdeyiz. Dünya senin dünyan. Müsaade buyurursan, dünyamız da diyeceğim. Bu dünya ışığa hasret gidiyor. Bizler o kırık azimlerimiz ve o çatlamış ümitlerimizle, yolların hakkını veremesek de hep yollardayız. Sadece hislerimizle de olsa, aradığımız sevgili sensin. Gel son kez içimize doğ ki, gönüllerimiz ışıkla dolsun ve ufuklarımızı saran şu upuzun geceler savulup gitsin; yerlerini gündüze bıraksın...
Gözlerimiz tuluunun emarelerini görmese de, tadın, lezzetin, kokun daha şimdiden hemen hepimizi mest etti. Gel bizi yeniden arkana al ki, ışığın ruhlarımıza vursun...
"Sen sayesi yere düşmez bir nahl-i Tûr'sun
Mihr-i âlemgirsin, baştan ayağa nursun."
(Itrî)
Mesajın nur, düşüncen nur, ufkun nur, her yanınla pürnursun. Aç yüzünden nikabını cihanlar nurla dolsun ve her yanda namın duyulsun. Gel, gel ki canlar sana feda olsun.
"Alîl-i derd-i isyana devasın ya Resulallah!
Bize suy-i cinane rehnümasın ya Resulallah!
Sana âşık olanlar secde eyler hâk-i payında
Cemî-i ümmete kıblenümasın ya Resulallah!
Yaratılmazdan evvel, padişahım, hep bu âlemler
Cenab-ı Hak ile sen âşinasın ya Resulallah!
Cihanda fasık u facir kerem senden ümid eder
Şefaat kıl, habib-i Kibriya'sın ya Resulallah!
Ne yüzle varacak âciz huzura rûz-i mahşerde?
Ona rahmeyle şah-ı enbiyasın ya Resulallah!"
Aşkla onu çağıran kalplere, dilerim aşkı, feyzi ve nuru ışık tutar...
Esin Nur ŞAHİN