Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Hidayet Önderleri - Hz. Muhammed s.a.a

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Hidayet Önderleri - Hz. Muhammed s.a.a

    KUR'ÂN'IN TARİH VE HAYAT HİKÂYELERİNİ SUNMA YÖNTEMİ

    Kur'ân-ı Kerim, hidayet peygamberlerinin hayatına büyük önem verir, onların hayat hikâyelerini sunarken özgün bir yöntem kullanır. Allah'ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun.

    Kur'ân'ın söz konusu yöntemi, bu hidayet önderlerinin hayat hikâyelerinin nasıl sunulacağı konusunda bir dizi ilmî esaslara ve kriterlere dayanır.

    Kur'ân bu konuda ilk olarak hidayet unsurundan yola çıkar. Bu unsur, insanı kendisine lâyık kemale doğru harekete yönlendirir. Böylece insan, fertlerin ve milletlerin hayatlarında önemli dönüm noktası oluşturan ve tekâmülü yönünde hareket etmesine yarayacak bilgilerin ve öğretilerin kapılarını açma yolunda bir anahtar konumunda olan bir dizi tarihî olaylar için pratik ve somut amaçlar seçer.

    Kur'ân-ı Kerim, bu yüce hedeflere ulaştırmak için çeşitli araçları devreye sokar. O, akla ve akıl sahiplerine hitap ederek bu yolla insan düşüncesinin önüne yeni ufuklar açar. Meselâ şöyle buyuruyor:

    "Bu hikâyeyi anlat. Ola ki, düşünürler." [15]

    "Onların kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır." [16]

    Bu iki ayetten elde edilen sonuca göre, tarihî olaylar ve hayat hikâyeleri üzerinde "düşünmek" ve "ibret almak" (milletlerin tarihleri ve hidayet önderlerinin hayat hikâyeleri üzerinde düşünüp bunlardan dersler çıkarmak), Kur'ân'ın tarih alanındaki yönteminin iki temel hedefini oluştururlar.

    Kur'ân'ın bu alandaki hedefleri sadece bu iki hedefle sınırlı değildir. Bunlar dışında ilâhî risaletle ilgili başka hedefler de gözetilir. Söz konusu hedeflerle ilgili olarak şöyle buyuruluyor:

    "(Bu Kur'ân) uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri onaylayan, her şeyi açıklayan (bir kitaptır); iman eden toplum için bir hidayet ve bir rahmettir." [17]

    "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı vardır." [18]

    Görüldüğü gibi bu iki ayetin her biri peygamberlerle ilgili haberleri verme ve onlar hakkındaki hikâyeleri anlatma konusunda ilâhî risaletle bağlantılı dört amaç içeriyor.

    Kur'ân kendine özgü tarih yönteminde şu temel esaslara dayanır:

    1- Gerçek

    2- Bilgi

    3- Olaylarla çağdaşlık (Birliktelik)

    4- Olayları kapsamak

    Dolayısıyla Kur'ân, anlattığı ve tasvir ettiği eski veya Kur'ân'la çağdaş olgu ve tarihî olaylarda hurafelere ve hayallere değil de gerçeğe ve ilme dayandığına göre şüpheye ve uydurma olma ihtimaline yer bırakmaz. Şu iki ayette bu iki temel esasa vurgu yapılıyor:

    "İşte (İsa hakkında) gerçek kıssa budur." [19]

    "Ve onlara (olup bitenleri) tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Biz, onlardan uzak değildizk." [20]

    Bu ayetlerin ikincisinde Kur'ân'ın anlattığı olaylarla çağdaşlık yani olayları yakından izleme unsurunun gözetildiği de vurgulanıyor.

    Bütün bunlardan sonra Kur'ân-ı Kerim, tarihi olayları incelerken kimi zaman istidlâle (çıkarsama, bir önermeden yeni bir önerme çıkarma) ve kimi zaman istikraya (genelleme, birtakım özellikleri varlığın tümüne yayma) dayanmasının yanında analizlerinde ve sonuç çıkarmalarında de kendine özgü bir ilmî yöntem kullanır.

    Kur'ân peygamberlerin hayatını genel olarak sunduğu zaman onları aynı safta, aynı kulvarda, aynı çizgide gösteren ana hatları dile getirir. Bu çizgi, "Allah katında gerçek din İslâm'dır."[21] Ayetinde açıklanan ki vurguya paralel olarak genel İslâm çizgisidir.

    Bunun arkasından Kur'ân, ululazm peygamberlerin her birinin hayatının derinliklerine dalar. Maksat, okuyucunun veya dinleyicinin bu peygamberlerin hayatlarındaki ayrıntıların ve köşe-bucakların en önemlilerini algılamasını sağlamak, dünya durdukça varlığını sürdürecek olan ilâhî risalet çizgisi ile ilgili eski ve yeni olaylarla, anlatılan olay arasında bağlantı kurmasını sağlamaktır.

    Tarihî incelemenin tabiatından kaynaklanan şöyle bir problemi var: Tarihte vuku bulan gerçekler çeşitli tahriflere uğrayabileceği gibiOna tahrif eli uzanır, bazen de belirsizlikğin ve gizliliğin örtüsü altında kalır. Kimi zaman da üzerini koyu bulutlar örter. Fakat bir süre sonra yavaş yavaş gerçek ortaya çıkmaya başlar. Bu ortaya çıkış zamanla öyle bir noktaya varır ki, artık insan toplulukları o gerçeği görmezlik edemezler, ondaki gerçekleri yok sayamazlar.

    Nitekim yukarda aktardığımız Yûsuf Suresi'nin 111. ayeti, tarihî olaylarda uydurmacılığa ve onlarla oynamaya başvurulabileceğine veya onların abartılabileceklerine, bilgiye dayanmayan incelemeye konu olabileceklerine, günün birinde mutlaka ortaya çıkacak olan gerçeğin yüzüne perde çekilebileceğine işaret ediyor.

    Bundan dolayı Kur'ân ekolünün, gerçeği araştıranları bu gerçeği tam olarak ortaya çıkarmaya muktedir kılacak pratik ve somut bir vesileyle donatması silâhla silâhlandırmayı üstlenmesi gerekiyor.

    (Bu amaçla da) Kur'ân-ı Kerim, insan düşüncesinin hiçbir durumda göz ardı edemeyeceği sabitler, değişmezler nazariyesini gündeme getirmiş di ve bu değişmezlere "Muhkemât" ve "Ümmü'l-Kitap" (Kitabın Anası) adlarını vermiştirdi. Bunlar insan düşüncesi için değişmez ve kalıcı apaçık gerçeklerdir;. Bunlar hiçbir durumda kuşkuyu, tereddüdü, şüpheyi kabul etmezler.

    Bu değişmezler, sürekli olarak madde âleminin kapsamadıklarını kapsayan insan düşüncesinin ana hatlarını ve temel kriterlerini oluştururlar; böylece insan düşüncesi belirsizler ve muğlak konular ve insanlar arasında tartışma konusu olan meseleler karşısında asla çıkmazda kalmazeli bağlı durmaz.

    Kur'ân-ı Kerim, belirsizler ve tartışmalı muğlak meseleler karşısında takınılacak tutumla ilgili olarak bilinçli okuyucuyu iki tutum ve iki üslûba doğru yöneltiyor. Ardından da insanın düşüncesine ulaşan her haber hakkında tutum belirlenirken başvurulacak genel bir kural veya kriter oluşturacak açık bir sonuca varmak için bu iki üslûbu mahkemeye, incelemeye tâbi tutuyor.

    Düşünce alanına giren haberlere karşı takınılan her tutum belirgin psikolojik köklere dayanır. Ki bu psikolojik kökler, takınılan tutum üzerine gölgesini düşürerek nasıl bir tavır sergilemesini belirler; insana iletilen ve insan düşüncesinden uygun bir tepki göstermesi istenilen her söz karşısındaki tutumunun üslûbuna, tavrına yansır.

    Yüce Allah Kur'ân'ın, güvenilir Peygamberi'ne (s.a.a) indirilen doğruyu eğriden ayırt edici bir kitap olduğunu belirttikten sonra şöyle buyuruyor:

    "Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden başkası bilmez. Onlar (ilimde derinleşenler)İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz sen, en çok bağış yapansın."[22]

    İnsanın ruhi yönden nefsinin/psikolojisinin eğrilikten uzak olması, insan ile fitnenin ardına düşmesini önler arasına girer. Böylece bBu sağlıklı ruh hâli gerçeği arayan insanın birden çok anlamlı (müteşabih) ayetlere uymak bahanesiyle çeşitli in tevillere başvurmsına engel olur.ardına düşmekten alıkoyar. Bunun yerine onları Allah'a havale eder.

    Çünkü aAkıl insanın ile herhangi bir ilim dışı veya sağlam delile, değişmez gerçeklere dayanmayan yorumu kabul etmesini önler arasında engel olarak durur. Daha doğrusu akıl insanı kesin anlamlı (muhkem) ayetlere sarılmaya, kitabın anasına (ümmü'l-kitap) bağlanmaya yönlendirir. Çünkü Kur'ân'ın özünü oluşturan bu muhkem ayetler asla dışına çıkılmayacak genel çerçeveyi ve değişmez çizgileri oluştururlar. Böyle olunca da artık diğer ayetleri doğal olarak bu değişmez gerçeklerin ve göz ardı edilmesi mümkün olmayan kriterlerin ışığı altında değerlendirmemiz gerekireceğiz.

    İşte bu noktada, insan, daha işin başında kesin veya açık anlamlı olmayan ayetler üzerinde zihin yorma konusunda vicdanın ufukları düşünceye başvurmsı gerektiğini anlarnin ufuklarına açılır. Böylece Rabbine inanan iman ve akıllı sahibi olan kişi eğriliğe sapmamayı, karşısına çıkan müteşabih ayetleri yorumlama ve analiz etmekte acele etmemeyi garanti etmiş olur. Dahası, bu ayetler karşısında akllı başında ve bilgece bir tutum takınır. Şöyle ki, eğer bu ayetlerin içerdiği gerçeği ortaya çıkarmayı başaramazsa onu inkâr etmez veya yadırgamaz. Bunun yerine işi kaynağına, bu ayetleri indirmiş olan Rabbine havale ederek O'ndan ondan muradının ne olduğunu anlamasını kendisine nasip etmesini diler, O'ndan hidayetinin sürekliliğini ve rahmetinin sürekliliğini inmesini ister.

    Naslarla ilgili olgun ve mantıklı yaklaşımı yansıtan sağlıklı tutum işte budur. Çünkü akıllı kimse yorumlarında ve analizlerinde aceleci davranmaz.

    Bu açıdan bakınca, Hûd Suresi'nin başındaki şu ayetin ne demek istediğini daha iyi anlıyoruz: "Elif Lâm Râ. (Bu sana indirilen,) hikmet sahibi (ve) her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır."[23] Çünkü ayrıntılı açıklama, ancak verilmek istenen mesajı temellendirdikten (ihkâm), kitabın özünü (ümmü'l-kitap) oluşturan, esaslar ve değişmez ana hatlar sayılan ayetler belli olduktan sonra mümkün olabilir. Âl-i İmrân Suresi'nin, "Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır." şeklinde yedinci ayetinde açıkça dile getirilen gerçek de budur.

    Ra'd Suresi'nin şu ayeti de bu noktaya ışık tutuyor: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap O'nun katındadır."[24] Buna göre silme ve değiştirme işlemine maruz kalmayan bölüm, ana kitaptır. Onun dışında kalan bölüm doğal olarak şartlara, durumlara ve sürpriz beklenmedik gelişmelere bağlı olarak silinmeye ve değiştirilmeye uğrayabilir.

    Okuduğumuz ayetler, Kur'ân'ın tarihî olaylara karşı takındığı tavra esas olan genel yöntemi yeterince belirlemekte yeterlidirler. Buna göre ayrıntılarda görülen farklılık aslı inkâr etmemize, onu göz ardı etmemize, varlığından emin olduğumuz gerçeği önemsemememize izin vermez.

    Peygamberlerle ilgili siyer kitaplarında, İslâm tarihinde ve İslâm öncesi tarihte, peygamberler ve onların ümmetleri hakkında verilen bütün bilgiler bu ilkenin ışığı altında değerlendirilebilir. Çünkü tarihî değişmezler ışık saçan istasyonlardır. Onlar, göz ardı edilmeleri ve dışlarına çıkılması mümkün olmayan muhkemlerdir. Tarih kitaplarında karşımıza çıkan ve hem doğru, hem de yanlış bölümleri içeren bilgileri yorumlayıp kabul veya reddederken bu değişmezlerin hakemliğine başvururuz.

    Çünkü gerçeklerle yanlışların bir karışımı olan tarih alanı, değişmez gerçeği bütünü ile ortaya çıkarmamıza yardımcı olacak araçlar kullanmamızı gerektirir. İşte tam bu bağlamda, aklın ve naklin muhkem esasları tarafından desteklenen tarihin değişmezleri herhangi bir yorumun, analizin, yargılamanın ve önemsizleştirmenin hareket noktası konumundadırlar.

    Kur'ân-ı Kerim de bu yöntemi, bize bütün peygamberlerin ortak oldukları açık bir portre çizdiği zaman onların ve ümmetlerinin hayatına doğrudan uygulamış ve elçiliğekle seçilmişliğin, her peygamberin kişiliğinde bulunan temel niteliklerden kaynaklandığını açıklayarak bunların, o önderin eli ile insanların hidayete erdirilmeleri için Allah tarafından seçilmeye ehil sayılmasının gerekçesi olduğu vurgulanmıştır. Bu nitelikler ise akılda, bilinçte, iyilikte ve sabırda mükemmellik ile Allah'a yönelik bilince ve basirete dayalı tam bir kulluktur. Nitekim yüce Allah Hz. Peygamber'e (s.a.a) şöyle buyuruyor: "De ki: Ben Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeyim..." [25], "De ki: İşte benim yolum budur, basiretle Allah'a çağırırım. Bana uyanlar da öyle yaparlar..." [26]

    İşte Kur'ân'ın, muhkemliği ve değişmezliği temsil eden mantığı budur... Yüce Allah tarafından seçildiğinin ve elçi olarak gönderildiğinin bilincinde ve idrakinde olmayan, görmüş olduğu Allah'ın ayetlerine ancak başkalarının güvendirmesi ile güvenebilen kimse nasıl Allah tarafından peygamber olarak gönderilebilir? Dolayısıyla, peygamber olarak insanlara gönderildiğini bilmeyen veya görevi konusunda şüphesi ya da tereddüdü olan, dahası doğru yola ileteceği beklenen kimselerden gerçeği öğrenmeyi tasavvur eden bir kimsenin seçilip peygamber olarak gönderilmesi akla sığmaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: ...İnsanları doğru yola ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa başkasının kılavuzluğundan yararlanmadıkça doğru yolu kendi kendine bulamayan mı? O hâlde size ne oluyor da böyle yanlış hüküm veriyorsunuz?"[27]

    Peygamberlerin kişiliği ile ilgili olarak Kur'ân'ın çizdiği ve aklın muhkem prensipleri tarafından teyit edilen bu açık portre, Tevrat'tan ve İncil'den sızan ve "Sihah" diye adlandırılan eserler ile peygamberlerin bazı hikâyelerini içeren çeşitlitüm tarih kitaplarında karşımıza çıkan her portreyi süzgeçten geçirmekte kullanacağımız muhkem dayanak ve değişmez kriterdir. Bu peygamber ister Hz. İbrahim (a.s), ister Hz. Musa (a.s), ister Hz. İsa (a.s), ister Hz. Muhammed (s.a.a) olsun. Ayrıca bu portreyi nakleden kimse ister önde gelen bir mümin, ister bir sahabî, ister Hz. Peygamber'in (s.a.a) uzak veya yakın bir akrabası olsun.


    #2
    Ynt: Hidayet Önderleri - Hz. Muhammed s.a.a

    BİRKAÇ SATIRDA Hz. PEYGAMBER’İn (S.A.A) Hayatına Kısa Bir Bakış

    Peygamberlerin sonuncusu ve ilâhî elçilerin efendisi Abdulmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed (s.a.a), Fil Yılı'nın rebiyülevvel ayının on yedinci gününde doğdu. Daha önce babasını kaybeden Hz. Peygamber'e Sa'doğulları kabilesinden bir kadın süt annesi oldu. Dört veya beş yaşına girdiğinde annesine geri verildi. Altı yaşındayken annesi vefat etti. Bunun üzerine bakımını tek başına dedesi üstlendi. Fakat iki yıl sonra o da öldü. Dedesi ölmeden önce onun bakımını müşfik amcası Ebu Talib'e havale etti. Evleninceye kadar da amcasının yanında kaldı.

    On iki yaşındayken amcası ile birlikte Şam'a bir yolculuk yaptı. Yolda rahip Buhayra ile karşılaştı. Buhayra onu tanıdı. Onu gözden uzak tutmaması hususunda Ebu Talib'i uyardı ve onun aleyhinde komplolar kurmak için Yahudilerin fırsat kolladıklarını belirtti.

    Hz. Peygamber (s.a.a) yirmi yaşlarında Hılfu'l-Fudul adı ile bilinen bir mazlumları müdafaa için kurulan bir antlaşmaya kabileler arası uzlaştırma konseyine katıldı. Sonraları bu katılımdan iftiharla söz etmiştir. Hatice'nin mallarıyla ticaret nın değiş tokuşunu yapmak için Şam'a gitti. Gençliğinin parlak döneminde yirmi beş yaşındayken Hatice ile evlendi. Bundan önce "doğru ve güvenilir (emin)" kişi lakapları ile tanınmıştı. Hacerü'l-Esved'i yerine koymakta anlaşmazlığa düşen kabileler onun ara buluculuğuna başvurdular. O da bulduğu ilginç ustaca bir yöntemle formülle çatışan tarafları uzlaştırdı.

    Kırk yaşında peygamber olarak görevlendirildi. Hemen işe koyuldu. Görevinin bilincinde olarak insanları Allah'a çağırmaya başladı. Öncü müminlerden oluşan bağlılar ve destekçiler toplamaya girişti.

    Çağrı görevine başlamasının üzerinden üç veya beş yıl geçtikten sonra yüce Allah ona yakın akrabalarını uyarmasını emretti. Arkasından elçilik görevini ilân ederek İslâm'ı sevenlerin müminler safına katılması yolunda açık çağrıda bulunmakla yapmakla emredildi.

    O andan itibaren Kureyş kabilesi Hz. Peygamber'in (s.a.a) önüne çeşitli engeller çıkarmaya, çağrının yayılmasını önlemeye, böylece Allah yolunun önünü kesmeye başladı. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.a), çağrısı için Mekke dışında yeni bir pencere açmaya yöneldi. Bu amaçla Habeşistan'a Müslümanlardan oluşan birkaç heyet gönderdi. Çünkü bu ülkenin hükümdarı daha önce ülkesine gelen Ebu Talip oğlu Cafer başkanlığındaki bazı Müslümanları iyi karşılamış ve onlar da oraya yerleşmişlerdi. Nitekim Cafer Hicrî yedinci yıla kadar bu ülkeden ayrılmamıştı.

    Kureyşliler, Habeşistan hükümdarını Müslümanlara karşı kışkırtmaan gayretlerinin başarılı olmadığını görünce, yeni bir plân uygulamaya başladılar. Bu plân Müslümanlara ekonomik, sosyal ve siyasî ambargo ve kuşatma dayatmak oldu. Bu ambargo üç yıl devam etti. Kureyşliler bu ambargonun Hz. Peygamber'i (s.a.a), Ebu Talip ve Haşimî kabilesinin diğer mensuplarını dize getirmesinden ümit kesince kuşatmayı kaldırdılar. Ancak ambargo baskısından zaferle çıkan Hz. Peygamber (s.a.a) ile kabilesi, peygamberliğin onuncu yılında Ebu Talip ile Hatice'nin (her ikisine selâm olsun) vefatı ile sarsıldılar. Bu iki olayın Hz. Peygamber (s.a.a) üzerindeki etkisi ağır oldu. Çünkü aynı yıl içinde en güçlü iki destekleyicisini kaybetmişti.

    Bazı tarihçiler "İsra" ve "Miraç" olayının gerçekleşmesini bu üzücü durumla ilişkilendiriyorlar. Bu görüşe göre, bu dönemde üzüntünün ve psikolojik baskının doruğunda yaşayan Hz. Peygamber (s.a.a) aynı zamanda Kureyşlilerin bütün ağırlıkları ile ilâhî çağrının önüne dikildiklerini, yolunu kestiklerini görüyordu. Böylece yüce Allah, bu ağır havayı dağıtmak için miraç esnasında ona gösterdiği büyük mucizelerle önüne geleceğin ufuklarını açtı. Gerçekten miraç mucizesinin Hz. Peygamber ve müminler üzerindeki şevk uyandırıcı etkisi çok büyük oldu.

    Hz. Peygamber (s.a.a) yeni bir hareket merkezi bulabilmek ümidi ile Taif'e göç etti. Fakat Mekke'ye komşu olan ve bu şehrin atmosferinin etkisi altında kalan bu beldeden yeni bir açılım elde edemedi. Bunun üzerine Mekke'ye dönerek daha önce komşuluğunu seçtiği Mut'im b. Adiyy'in yakınına yerleşti. Hz. Peygamber (s.a.a) ilâhî risaleti yaymak için hac mevsimlerinde yeni bir hareket başlattı. Hac görevini yerine getirmek ve Ukkaz Çarşısı'nda ticaret yapmak için Beytu'l-Haram'a gelen kabilelere kendini tanıtmaya başladı. Yesrib (Medine) halkı ile buluştuktan sonra, yüce Allah önüne başarı ve yardım kapılarını açtı. Böylece Allah'a çağrısı devamlılık kazanarak İslâm Medine'de yayılmaya başladı. Sonunda Kureyşlilerin kendisine yönelik tuzağından Allah tarafından haberdar edilmesi üzerine Medine'ye hicret etmeye karar verdi. Çünkü Kureyş kabilesi bu kabilenin bütün kollarından oluşan bir grup vasıtasıyla ile onu öldürüp kendisinden nihaî olarak kurtulma konusunda anlaşmışlardı. Bunun üzerine bir gece Hz. Ali'ye (a.s) bir gece kendi yatağında yatmasını emrettikten sonra kendisi bütün korunma tedbirlerini alarak Medine'ye doğru yola çıktı ve kendisi için tam bir karşılama hazırlığı yapmış olan bu şehrin halkı ile buluştu. Rebiyülevvel ayının başlarında Kuba'ya ulaştı. Hz. Peygamber (s.a.a)’in bu hicreti onun emri ile İslâm tarihinin başlangıcı oldu.

    Hz. Peygamber (s.a.a) Medine'de ilk İslâm devletini kurdu. Hicretten sonraki ilk yıl zarfında bu devletin temellerini attı. İşe putları kırmakla ve Mescid-i Nebevî'nin inşası ile başladı. Bu mescidi hareketi, çağrısı ve hükümeti için merkez olarak hazırladı. Arkasından muhacirler ile ensar arasında birebir kardeşlik ilişkileri kurdu. Böylece yeni devletin üzerine oturacağı sağlam bir halk tabanı oluşturmayı amaç edindi. Bir yandan da kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir tür yönetmelik hazırlayarak bunu kabilelere iletti. Bu arada Yahudi oymakları ile bir anlaşma imzaladı. Bu yönetmelik ile bu anlaşma, ilk yönetim düzeninin ve İslâm devletinin genel hatlarını içeriyordu.

    Genç İslâm devleti ve İslâm çağrısı Kureyşlilerin sert ve çirkin direnişi ile karşılaştı. Bu kabile, İslâm daveti ile bu yeni devleti ortadan kaldırmaya kesin karar vermişti. Bu amaçla Müslümanlara art arda savaşlar açtılar. Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar da bu savaş girişimleri karşısında kendilerini savunmak zorunda kaldılar.

    Böylece bu genç devleti savunma yılları başladı. Hz. Peygamber bu dönemi Hicret'in yedinci ayında amcası Hz. Hazma komutasında sefere çıkardığı bir seriye ile başlattı. O yılın sonuna kadar üç seriye daha hazırlayıp sefere çıkardı. Bu yıl içinde Bakara Suresi'nin birçok ayeti indi. Bu ayetlerde, bir yandan yeni devlet ve ile ümmetle ilgili ölümsüz bazı hükümler belirlenirken, öte yandan münafıkların ve Yahudilerin Hz. Peygamber'e ve yeni cihanşümul devletine karşı hazırladıkları komplolar ve kurdukları tuzaklar ifşa ediliyordu.

    Kureyşliler Hz. Peygamber (s.a.a) ile yeni devletini Medine dışından, Yahudiler ise bu devleti Medine içinden hedef almışlardı. Hz. Peygamber her ikisinin grubun hareketini sıkı gözlem altına aldı. Hicret'in ikinci yılında iki seriye seferi ile sekiz savaş gerçekleşti. Bu savaşların biri ramazan ayında yapılan Büyük Bedir Savaşı oldu. Yine bu yıl içinde ramazan ayı orucu farz kılındı ve İslâm devleti ile Müslüman ümmetin bağımsızlığına yeni bir boyut kazandıran kıble değişikliği gerçekleşti.

    Hicret'in ikinci yılı bir yandan birçok askerî ve öte yandan siyasî ve sosyal hayatla ilgili ilâhî direktiflerin inişine sahne oldu. Kureyşliler ile Yahudiler ağır savaş yenilgilerine uğratıldılar. Medine'yi ilk yurt edinmiş Yahudi kabilesi olan Benî Kaynuka'nın, Hz. Peygamber'le (s.a.a) yapmış oldukları sözleşmeyi bozdukları gerekçesi ile Büyük Bedir zaferinden sonra Medine'den sürgün edildilermesi gerçekleşti.

    Hicreti izleyen üç yıl boyunca Kureyşlilerin İslâm'a ve Müslümanlara yönelik Medine dışından gelen askerî saldırıları ile Yahudi kabilelerin Hz. Peygamber'le imzaladıkları anlaşmaları bozma girişimleri devam etti. Bu üç yıl zarfında gerçekleşen beş savaş yani Uhud, Beni'n-Nazîr, Ahzâb, Benî Kureyza ve Beni'l-Mustalak Savaşları, Peygamber'e ve Müslümanlara çok ağır gelmiş, zorluk vermişti.

    Hicret'in beşinci yılında Müslümanlar başarılı bir sınavdan sonra müşrik ittifakı ile Yahudilerin ortak bir komplosunu geri püskürttüler. Böylece yüce Allah, Kureyşlilerin Müslümanları dize getirmekten ümidi kesmelerinden sonra büyük fethin zeminini hazırlamış oldu. Hz. Peygamber (s.a.a) Hüdeybiye Barışı'ndan sonra çevredeki kabileler ile anlaşıp onları yanına çekmeye girişti. Maksadı şirk ve inkârcılık güçleri karşısında, Müslümanlar ile bu kabilelerden oluşan birleşik bir güç oluşturmaktı. Bütün bunların sonunda, yüce Allah Hicret'in sekizinci yılında Mekke'yi fethetmesini sağladı ve böylece bu fetih sayesinde, Kureyş kabilesinin elebaşlarını onun İslâm devletine ve mübarek siyasetine boyun eğdirdikten sonra Peygamber’i şirkin merkezlerini Arap Yarımadası'ndan tasfiye etmeyesine gücü yetermuktedir kıldı.

    Bunun arkasından gelen Hicrî dokuzuncu yıl akın akın Allah'ın dinine girmeye başlayan kabilelerin temsilcilerinin karşılanıp uğurlandığı bir yıl oldu.

    Hicret'in onuncu yılı Veda Haccı'nın yapıldığı ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) cihanşümul devletini ve diğer ümmetlere şahit olan ümmetini ve cihanşümul devletini geliştirme yolunda ümmeti arasında geçirdiği son yıl oldu.

    Önder Peygamber (s.a.a) İslâmî devletinin temellerini, yerini alacak ve adımlarını izleyecek olan masum imamların önderliğini belirleyerek pekiştirdikten sonra Hicrî on birinci yılının safer ayının yirmi sekizinci günü vefat etti. Hz. Peygamber bu temellerin pekiştirilmesini, yerini alacak olan ve adımlarını izleyecek olan masum imamların önderliğini belirleyerek gerçekleştirdi. Bu masum önderlik Ebu Talip oğlu Ali'nin (a.s) şahsında temsil edilecekti. O kâmil insan ki, Hz. Peygamber onu doğduğu günden itibaren kendi keremli elleri altında ile büyütüp eğitmişti ve hayatı boyunca onu güzel şekilde gözetmişti. İmam Ali (a.s), İslâm'ın bütün değerlerini düşüncesinde, davranışlarında ve ahlâkında somutlaştırmıştıdı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) emirlerine ve yasaklarına uymada en yüksek örneği oluşturuyordudu. O bu niteliği ile büyük velâyet, nebevî vasilik ve ilâhî halifelik payesine lâyıktı. Çünkü oOnun İslâmî risaletin, ilâhî devrimin ve nebevî devletin oluşum ve yapısındaki etkin varlığı ve rolü, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Allah'ın emri üzere Resulullah'ın (s.a.a) ilk vekili olmasını sağladı.

    Nihayet yüce Peygamber (s.a.a), içinde bulunduğu tüm zor şartlaraın zorluğuna rağmen İmam Ali'yi Müslümanlara hidayet rehberi ve önder tayin ederek risaletini duyurmayı tamamladıktan sonra Rabbinin çağrısının gereğine uydu. Hz. Peygamber (s.a.a) böylece Allah'a itaatkârlığın ve O'nun emirlerine uymanın en üstün örneği idioldu. Çünkü Allah'ın emrini en güzel şekilde Müslümanlara iletti ve Veda Haccı'nı en çarpıcı açıklamalarla noktaladı.

    Bunlar peygamberlerin sonuncusu Abdullah oğlu Hz. Muhammed'in (s.a.a) hayatına ve kişiliğine yöneltilmiş kısa ve hızlı bir bakıştır. Şimdi bu hızlı bakıştan sonra bu alandaki ayrıntılı incelemeye geçiyoruz.

    Yorum


      #3
      Ynt: Hidayet Önderleri - Hz. Muhammed s.a.a

      YÜZYILLAR BOYUNCA İlahi MÜJDE GELENEĞİ

      Kur'ân-ı Kerim, insanlığın tarih döneminin peygamberliklerle, peygamberlerin gönderilmesi ile, ilâhî elçilerin görevlendirilmesi ile başladığını açıkça belirtiyor. O peygamberler ki, toplumlarını daha erdemli bir hayat tarzına, daha kâmil bir insanî varoluşa doğru yönlendirmeyi sürdüre gelmişlerdir. Bundan şu sonuç çıkarılabilir: İnsan topluluklarında Ppeygamberlik güneşinin doğuşu, insan topluluklarında peygamberlerin ortaya çıkışı, insanlık ığın tarihinin î döneminin başlangıcı sayılır.

      Nitekim yYüce Allah şöyle buyuruyor: "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, iman edenleri hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, dilediğini doğru yola iletir."[28]

      Yüce Allah'ın hikmeti ve rahmeti insanlığı hidayet yoluna taşıyan peygamberlerin gönderilmesini gerekli kıldı. Öyle ki, bu peygamberlerin ilkelerini taşıdıkları hidayet yolu insanlığı içgüdü döneminden akıl dönemine, içgüdülere ve kaba-kuvvete dayanan çatışma mantığından dayanağı kanun olan düzen dönemine çıkardıracaktı... Böylece insanlık, peygamberlikler sayesinde biyolojik bir hayvanî yapıdan çıkarak aklî ve ruhî bir aşamaya yükseldi. Peygamberlikler, insan için kan bağına dayalı biyolojik birlikten daha üst düzeyli bir birlik projesi gerçekleştirdi. Bu proje inanç esasına dayalı birlik projesidir. Bu yolla insanlar arası ilişkiler maddî ilişkiler düzeyini aşarak manevî ilişkiler düzeyine yükseldi. Peygamberlikler döneminin güneşi doğduktan sonra, insan türü arasında çıkan anlaşmazlıklar mânâ nitelikli, din ve inanç kaynaklı anlaşmazlıklara dönüştü. Başka bir deyişle peygamberleriklerin vasıtasıyla getirilendikleri dinin gelmesi ile insanlar arasındaki çatışma sebepleri ortadan kalkmadı. Tersine devam edip çeşitlendi. Fakat dinin gelmesinden sonra bu alandaki dayanak kaynak içgüdü olmaktan çıkıp onun yerini kanun aldı. Dinin içerdiği kanun ise insanlar arası birliğin, dayanışmanın ve gelişmenin değişmez nitelikli temelini oluşturur.[29]

      İmam Ali (s.a) Nehcü'l-Belâğa'daki hutbelerinin birincisinde âlemin yaratılışını, ve Hz. Âdem'in yaratılışını ve yeryüzüne yerleştirilmesini gözden geçirdikten sonra, peygamberlik güneşinin doğuşunun ve yüzyıllar boyunca art arda nur halkaları hâlinde zincirlenmesinin, insan tarihinde ve hareketinde kemale doğru hareketinde gelişmenin ekseni olduğunu belirtmiştirti. Nitekim Kur'ân-ı Kerim de tarihe bakış yöntemini açıklarken bu noktayı açıkça vurguluyor.

      İmam Ali (s.a) sözünü ettiğimiz hutbesinde şöyle diyor: "...Sonra münezzeh olan Allah, Âdem'in çocuklarından nebiler seçti. Onlardan vahiy üzerine söz[30] ve risaletini tebliğ üzerine emanetlerini (emanete riayet edeceklerine dair taahhüt) aldı. İnsanların çoğu Allah'ın kendilerine şart koştuğu sözünü[31] değiştirince, hakkını inkâr edince, Allah'a eşler koşunca,[32] şeytanlar onları Allah'ı tanımaktan alıkoyunca[33] ve Allah'a ibadetten ayrılınca, Allah da onlara elçiler gönderdi ve insanlardan fıtrî sözlerini tutmalarını istemek,[34] insanlara unuttukları nimetini hatırlatmak, davetle hücceti tamamlamak, aklın definelerini ortaya çıkarmak[35] ve onlara kudret ayetlerini göstermek için kesintisiz şekilde nebiler gönderdi. Üstlerinde yüksek bir tavan, altlarında serilmiş bir döşek, hayatlarını sağlayan ihya eden bir rızk, öldüren ecelzaman, ihtiyarlatan zorluklar[36] ve peşpeşe gelen olaylar bu kudret nişanelerindendir.ayetlerindendir."

      "Münezzeh olan Allah kullarını gönderilmiş elçilerden, indirilmiş kitaptan, gerekli bir hüccetten ve apaçık doğru yolu göstermekten mahrum bırakmamıştır."[37]

      "Öylesine peygamberlerdir ki, sayılarının azlığı ve yalanlayıcılarının çokluğu onları (görevlerini yapmaktan) engellememiştir."

      "Kimisi gelip geçmiştir; kendisinden sonra gelecek olanın adı ona bildirilmiştir. Kimisi çıkıp gelmiştir, kendisinden önceki onu tanıtmıştır."
      [38]

      "Böylece asırlar birbiri ardınca geçti,[39] zaman akıp gitti. Babalar gitti, yerine oğullar geçti."

      "Ta ki münezzeh olan Allah vaadini yerine getirmek,[40] nübüvvetini tamamlamak ve peygamberlere verdiği sözü tutmak için, alâmetleri meşhur ve doğumu yüce olan Allah'ın Resulü Muhammed'i (s.a.a) gönderdi."


      "Yeryüzü ehli o gün çeşitli dinler, dağınık istekler ve farklı yollara yönelmişlerdi. Kimisi Allah'ı yaratıklarına benzetmiş, kimisi isminde ilhada düşmüş (müsemmanın hakikatinde yanılgıya düşmüş), kimisi de başkasına işaret etmişti (şirk koşmuştu)."[41]

      "Derken Allah onun vasıtasıyla onları hidayete erdirdi ve konumu bereketiyle onları cehaletten kurtardı."

      "Sonra Allah, Muhammed'e (s.a.a) kendine kavuşmayı seçti. Onun için katındakileri beğendi. Ona, dünya yurdundan ayırmakla ikramda bulundu ve onu imtihan diyarından çekip aldı. Sonunda saygıyla onun ruhunu kabzetti ve sizlere nebilerin ümmetlerine bıraktığı şeyleri bıraktı. Çünkü peygamberler, ümmetlerini başıboş bırakmadılar. Apaçık bir yol bırakmadan gitmediler. Bir bayrak dikmeden onları terk etmediler."[42]

      Önceki peygamberlerin, kendilerinden sonraki peygamberlerin geleceğini müjdelemeleri, hem o çağda yaşayan nesiller için ve hem de daha sonraki nesiller için fayda sağlar. Çünkü böyle bir müjde gelecek nesillerin gözlerini açar ve onların geleceği müjdelenen peygamberi karşılamaya hazırlıklı olmalarını sağlar. Ayrıca bu müjde onların şüphelerini gidererek güvenlerini ve imanlarınıkuşkusuzluklarını artırır.

      Üstelik durumun düzeleceğinden eğer ümitsiz olunup da kalbi yeis doldurursa, bu durum insanı kötülük ve hıyanet kapılarını çalmaya sevk eder. Bu durumdaOysa bozuklukları düzeltecek peygamberlerin geleceği yolundaki müjdeler, bozuklukların düzeltilmesini bekleyen vicdanlardaki ümitsizliği giderir ve onları hayatı sevmeye ve iyilik kapılarını çalmaya yöneltir.

      Bunların yanı sıra bu müjdelemeler müminlerin, peygamberlerinein peygamberliğine yönelik imanlarını artırır ve kâfirleri inkârcılıklarından şüphe etmeye sevk eder. Bu şüphe onların peygamberin hakka çağrısı karşısındaki direnişlerini zayıflatır. Bu da onların çağrıyı kabul etmelerine zemin hazırlar.

      Şu da var ki, bBu müjdelemeler güvenin oluşmasına yol açtıkları takdirde gelecek peygamberlerden mucize istenmeyebilir. Ayrıca, müjde ile desteklenen peygamberlik kalplere daha kolay girer ve benimsenirmeye daha yakın olur. Üstelik böyle bir müjde insanları beklenmedik bir olay karşısındaki şokun etkisinden uzak tutar, peygamberin çağrısını insanların vicdanlarında garip ve yadırgatıcı bir durum olmaktan çıkarır.[43]

      Bunlara ek olarak şu noktayı da vurgulamalıyız ki, bütün peygamberler bir tek çizgi oluştururlar. Buna göre önceki peygamber sonraki peygamberi müjdelediği gibi, sonraki peygamber kendisinden önceki peygambere iman eder. Aşağıdaki incelemede gözden geçireceğimiz deliller ve uygulamalar bir yana, Âl-i İmrân Suresi'nin seksen birinci ayeti bu müjdeleme geleneğinin bütün peygamberler için zorunlu tutulduğunu açık bir dille belirtmiştir.

      Yorum


        #4
        Ynt: Hidayet Önderleri - Hz. Muhammed s.a.a

        Peygamberlerin Muhammed B. Abdullah'ın (s.a.a) Elçiliğini Müjdelemeleri

        1- Kur'ân-ı Kerim, Hz. İbrahim'in (a.s) Hz. Peygamber'in (s.a.a) geleceğini müjdelediğini açıkça bildiriyor. Hz. İbrahim, Kur’an, Mekke'deki Beytü'l-Haram'dan, Hz. İbrahim’in onun temellerini yükseltmesinden, söz ettikten, kendisinin ve oğlu Hz. İsmail'in çabalarınındualarının kabul edilmesini dilemesinden ve soylarından olan Müslüman bir ümmetin oluşmasını temenni etmesinden söz ettikten sonra şöyle dediğini açıklıyoriyor: "Rabbimiz! Onlara içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek ve onları arındıracak bir elçi gönder. Şüphesiz üstün güçlü ve hikmet sahibi ancak sensin."[44]

        2- Kur'ân-ı Kerim, ümmî olan Hz. Peygamber'in (s.a.a) geleceğine ilişkin müjdenin Ahdiatik ile Ahdicedit'te, yani hem Tevrat'ta, hem de İncil'de yer aldığını açık bir dille belirtiyor. Tevrat ile İncil, Hz. Peygamber'in (s.a.a) geldiği ve Kur'ân'ın indiği dönemde elde bulunuyordu. Eğer Hz. Peygamber'in geleceğine ilişkin müjde bu kutsal kitaplarda yer almasaydı, bu kitapların inananları Kur'ân'ın verdiği bu haberi açıkça yalanlarlardı.

        Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar,. aAğırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir..."[45]

        3- Saff Suresi'nin altıncı ayetinde açık bir dille belirtiliyor ki, Hz. İsa (a.s) Tevrat'ı açıkça onayladı ve kendisinden sonra Ahmed ismiyle bir peygamberin geleceğini müjdeledi. Bilindiği gibi Hz. İsa'nın (a.s) bu hitabı sadece havarîlere değil, İsrailoğulları'nın bütününe yönelik olmuştur.

        Yorum


          #5
          Ynt: Hidayet Önderleri - Hz. Muhammed s.a.a

          Ehlikitap Son Peygamber'i (s.a.a) Bekliyor

          Daha önceki peygamberler, müjdelenen peygamberin sadece genel niteliklerini zikretmekle yetinmediler. Bunun yerine müjdeyi alanların o peygamberi tam olarak tanımalarını sağlayacak belirtileri de zikrettiler. Geleceği müjdelenen peygamberin doğum yeri, hicret edeceği yer, gönderileceği zamanın özellikleri, kendisini tanıtacak belli-başlı belirtiler, davranışlarındaki ve şeriatındaki kendine özgü nitelikleri gibi. İşte bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim İsrailoğulları'nın kendilerine, Tevrat'ta ve İncil'de geleceği müjdelenen İslâm Peygamberi'ni, çocuklarını tanıdıkları-bildikleri gibi tanıyıp bildiklerini söylüyor.[46]

          Hatta İsrailoğulları (Yahudiler) bu tanımanın pratik ve somut bir sonucu olarak çlarını ortaya koydular: Hz. Peygamber'in nereye hicret edeceğini, devletini nerede kuracağını öğrenerek oraya yerleştiler.[47] Hz. Peygamber'in (s.a.a) peygamber olarak gelmesi ile inkârcılara ve Evs ve Hazrec kabilelerine karşı fetih isteyip zafer kazanacakları ümidini taşıyorlardıumdular. Nitekim Resulullah'tan (s.a.a) Evs ve Hazrec kabilelerini defetmek için yardım dileğinde bulundular.[48] Hz. Peygamber'le ilgili bu haberler onların din adamları ve bilginleri yolu ile kendileri dışındaki toplumlara sızarak Medine'de yayıldı ve Mekke'ye kadar uzandı.[49]

          Nitekim Hatta Hz. Peygamber, peygamberliğini ilân ettikten sonra Kureyş kabilesinden bir heyet Hz. Peygamber'in (s.a.a) peygamberlik iddiasının doğruluk derecesini araştırmak amacı ile Medine Yahudilerine gittiler. Orada elde ettikleri bilgiler ışığında Peygamber'i (s.a.a) değerlendirdiler. Bu değerlendirme sonucunda Hz. Peygamber'in iddiasının doğru olduğunu anladılar.[50]

          Ehlikitap'tan ve başka inanışlardan birçok kişi bildikleri, tanıdıkları bu belirtilere dayanarak hiçbir özel mucize istemeden Peygamber'e inandılar.[51] Bu müjdelere bazı Tevrat ve İncil’in bazı nüshalarında günümüzde bile rastlanmaktadır.[52]

          Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamberliğine ilişkin müjdeler, gerek doğumundan önce, gerekse peygamberlik öncesi hayatı sırasında işte böyle biri birini izledi. Bunlar arasında, onun bereketli peygamberliğinin arifesinde rahip Bahira ile başkalarının verdikleri haberler yaygın şekilde bilinmektedir.[53]

          Emirü'l-Müminin Hz. Ali (s.a) bir hutbesindeki şu sözleri ile bu tarihî gerçeğe tanıklık etmiştir: "Ta ki münezzeh olan Allah vaadini yerine getirmek, nübüvvetini tamamlamak ve peygamberlere verdiği sözü tutmak için, alâmetleri meşhur ve doğumu yüce olan Allah'ın Resulü Muhammed'i (s.a.a) gönderdi."[54]

          Tabakat-ı İbn-i Sa'd adlı eserde Uteybe'nin kölesi Sehl'e dayanılarak şu bilgi veriliyor: "Sehl, Hureysli bir Hıristiyan olduğunu, annesinin ve amcasının gözetiminde büyüyenverilmiş Hureysli öksüz bir Hıristiyan olduğunu, bir yetim olduğunu ve İncil okuduğunu anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam ediyor: 'Amcama ait bir Mushaf'ı alıp okudum. Mushaf'ta ayrı bir kâğıda rastladım; görünce yazısını yadırgadım, ona elimle dokundum ve baktım. Bir de gördüm ki, kağıdın kıvrımları yapışkanla yapıştırılmıştı. Yapıştırıcıyı açınca kâğıtta Muhammed'in (s.a.a) nitelikleri ile ilgili şu açıklamayı buldum: O ne kısa ve ne uzun boyludur, ak tenlidir. İki saç örgüsü vardır. İki omuzu arasında mühür vardır. Çok sadaka verir, fakat sadaka kabul etmez. Eşeğe ve deveye biner. Koyun sağar. Yamalı gömlek giyer. Çünkü böyle yapan kibirlilikten arınmış olur. O da böyle yapar. O, İsmail'in soyundan olup ismi Ahmed'dir."

          "Sehl devamla şöyle diyor: Muhammed'i (s.a.a) anlatan yazının bu noktasına geldiğimde amcam geldi. Kâğıdı elimde görünce beni dövdü ve 'Bu kâğıdı niçin açıp okudun?' dedi. Kendisine: 'Burada adı Ahmed olan bir peygamberin nitelikleri anlatılıyor.' dedim. Bana: 'O henüz gelmedi.' karşılığını verdi."[55]

          Yorum

          YUKARI ÇIK
          Çalışıyor...
          X