Vahdettin İNCE
Mümin, Kafir ve Münafık…Kur'an'ın resmettiği üç temel karakter.Kur'an'ın yine Kur'an'la biri olan el-Mizan tefsirinde, Kur'an'da münafık karakterine atfedilen öneme dayalı olarak nifak kavramı ve münafıklık karakteri bütün yönleriyle ve en geniş biçimde ele alınır. Bu yazımızda Münafık tipinin İslam tarihinde ne denli etkin olduğunu el-Mizan perspektifinde farklı bir yaklaşımla anlamaya çalışacağız.
Sosyal hayatta ve de tarihin seyri içinde münafık, Kur'an'da çizilen tablonun birebir yansıması olacak şekilde etkili olmuştur. Bu böyle iken, garip bir şekilde münafıklık olayı, sadece Medine dönemiyle sınırlandırılmış ve sanki öncesinde ve sonrasında hiçbir münafıklık vakası yaşanmamış gibi, Kur'an'ın resmettiği bu canlı, dinamik ve süreklilik arz eden karakter, tarihsel bir olgu gibi tamamen teorik düzlemle tartışılmış ve Abdullah b. Uney b. Selul şahsında dondurulmuştur. Hakim anlayış böyle olunca, tarihin seyri içinde hak ile batıl birbirine karıştırılmış, hakkın taraftarları aynı kefeye konulacak kadar dehşet verici zihinsel sapmalar yaşanmıştır. Karşı tavır alışlar eşit düzeyde muteber sayıldığı içinde teorisi Kur'an'da çizilen bu olgunun pratik hayattaki yansıması, tarihin seyri içindeki gelişimi eksik aktarılmıştır. Deyim yerindeyse, münafıklık Medine dönemine hapsedilmiş, münafık tipi de Abdullah b. Ubey b. Selul gibi tarihsel bir kişilikle sınırlandırılmıştır. Bu yüzden Peygamberimizden (s.a.a) sonra yaşanan sosyal olayların bu yönü sonraki nesiller tarafından doğru biçimde kritik edilememiştir. İslam tarihi boyunca ortaya çıkan ve toplum hayatı üzerinde olumsuz ve telafi edilemez tahrifatlar yapan grupların sapık fırkaların tarihsel kökenleri, münafıklık hareketiyle ilişkileri karanlıkta kalmıştır.
Allame Tabatabai, bu yanlış anlayışı yıkmak için önce Kur'an'ın çizdiği münafık tablosunu gözler önüne seriyor : "Kur'an-ı Kerim Münafıklar üzerinde önemle durur. Kötü ahlaklarını, yalanlarını, aldatmalarını, entrikalarını, Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanların aleyhine ateşledikleri fitneleri zikrederek tekrar tekrar onlara yönelik sert hücumlarda bulunur. Kur'an'ın Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, Enfal, Tevbe, Ankebut, Ahzab, Fetih, Hadid, Haşr, Münafikun ve Tahrim gibi surelerinde defalarca münafıklardan söz edilmiştir."
Sonra bu temel karakterin oynadığı tarihi rolün büyüklüğünü gösterir biçimde Kur'an'ın, onlar karşı alınmasını istediği önlemler üzerinde durur: "Yüce Allah, Kur'an'ın akışı içinde onlara çok sert tehditler yöneltmiştir. Dünyada kalplerini mühürlemekle, kulaklarının ve gözlerinin üzerine perde indirmekle, aydınlıklarını giderip hiçbir şey göremeyecek şekilde karanlıklar içinde bırakmakla, ahirette ise cehennemin em aşağı tabakasına sokmakla tehdit etmiştir."
Bu sert ve insanın tüylerini diken diken eden üslup boşuna değildir. Allame bunu izah ederken şu hususu dikkatlerimize sunar:
"Bütün bunların nedeni, münafıkların entrikalarının, tuzaklarının, envai çeşit desiselerinin İslam'a ve Müslümanlara verdiği zararın ve Müslüman toplum bünyesinde açtığı yaranın büyüklüğüdür. Müşrikler, Yahudiler ve Hristiyanlar Allah'ın dinine onlar kadar zarar verememişlerdir; onların yaptıkları tahribatın düzeyinde bir tahribat meydana getirememişlerdir. Değil mi ki yüce Allah, Peygamberine (s.a.a) onlarla ilgili şu uyarıda bulunmaktadır: "Düşman onlardır. Onlardan sakın." (Münafıkun, 4)
Medine'de uç beren münafıklık hareketinin kökünün eskilere, Mekke dönemine kadar geri gittiğini vurgulayan Allame Tabatabai, Medine İslam toplumunda münafıkların oluşturduğu tehlikeye dikkat çekerek şu tespitlerde bulunur:
"Münafıkların entrikalarının ve komplolarının sonuçları, Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye hicret etmesinden hemen sonra ortaya çıkmaya başladı. Nitekim Bakara Suresi'nde onlardan söz edilmeye başlandı. Bazılarının da söylediği gibi Bakara suresi hicrette 6 ay sonra nazil olmuştur.Daha sonra inen surelerde yine onlardan, onların entrikalarından ve kurdukları komplolarda izledikleri ince yöntemlerden söz edildi. Uhud Savaşı'nda Müslüman ordunun yaklaşık üçte biri kadar sayıya sahipken orduyu savaş meydanında yalnız bırakıp çekilmeleri, Yahudilerle ittifak kurmaları, Yahudileri Müslümanlara karşı kışkırtmaları, Mescid-i Dırarı kurmaları, ifk hadisesini çıkarmaları, yine su başından çıkan kavgada ve Akabe hadisesinde fitne ateşini yakmaları münafıkalrın oluşturdukları tehlikenin boyutlarını gözler önüne serecek niteliktedir. Bütün bunlara Kur'an ayetleri ayrıntılı bir şekilde işaret etmektedir. Bozgunculuk ve her olayı Peygamber'in (s.a.a) aleyhine kullanma noktasında o kadar ileri gittiler ki, sonunda yüce Allah onları şu ifadelerle tehdit etmiştir: " Andolsun, iki yüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz; sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler. Hepside lanetlenmiş olarak nerede ele geçirilirse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler." (Ahzab, 60-61) Kur'an'ın bu sert ifadesi, münafıklığın o gün için İslam toplumu açısından oluşturduğu tehdidi ortaya koyar niteliktedir.
Münafıklığın örgütlü ve İslam toplumunu tehdit eden bir hareket olarak ortaya çıkması, bazı yorumcuları, münafıkların sadece bu dönemde var olduklarını, bundan önce münafıkların olmadığını ileri sürmek durumunda bırakmıştır. Allame bunun bir yanılgı olduğunu vurguladıktan sonra münafıklığı doğuran sosyolojik, psikolojik ve tarihsel etkenlere daylı geniş bir analiz yapar:
"Bu noktadan hareketle bazıları, İslam'da nifak hareketinin İslam'ın Medine'ye girmesiyle başladığını ve Peygamber'in(s.a.a.) vefatına yakın bir zaman kadar devam ettiğini söylemişlerdir.
Müfessirlerin büyük bire kısmı bu görüşü savunmuştur; ancak Peygamber efendimiz (s.a.a) zamanında meydana gelen olaylar üzerinde iyice düşündüğümüz, bunun yanında Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra yaşanan fitne ve kargaşa üzerinde kafa yorduğumuz, bir de aktif bir topluluğun doğasını göz önünde bulundurduğumuz zaman bu görüşün tartışmaya açık olduğunu anlarız:
Birincisi: Hicretten önce Mekke'de Hz. Peygamber'in (s.a.a) izleyicilerinin arasında nifak olgusunun sızmadığına dair ikna edici bir kanıt yoktur. "Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar hicretten önce Mekke'de iken güçlü, nüfuzlu ve etkin bir konumda olmadıkları için insanlar onlardan çekinmez, sakınma gereğini duymazlardı. Ya da onlardan kendilerine herhangi bir maddi yarar ulaşabileceğini ummazlardı. Bu yüzden görünürde mümin olduklarını gösterip Müslüman olduklarını söyleyerek onlara yaklaşma, yaranma gereğini duymazlardı. Bir kere Müslümanlar baskı altında idiler; dinden dönmeleri için sistematik bir işkenceye maruz kalıyorlardı, müminlerin düşmanı, hakkın inatçı muhalifi Kureyş'in uluları ve Mekke'nin ileri gelenleri tarafından türlü eziyetler görüyorlardı. Oysa Hz. Peygamber (s.a.a) hicrette sonra Medine'de bunun tam tersi bir konumdaydı. Medine'ye hicret ederken Evs ve Hazreç kabilesinden yardımcılar edinmişti. Bu iki kabilenin ileri gelenlerinden, kendilerini ve ailelerini korudukları gibi kendisini de koruyacaklarına dair sağlam bir söz almıştı. İslam Medine'de her eve girmişti. Artık Hz. Peygamber bu güçlü yardımcıları sayesinde Medine'de galip ve egemen bir konumdaydı. Bunun yanında inanmayan küçük bir azınlık kalmıştı. Bunlar şirk inançlarını sürdürüyorlardı. Buna rağmen açıkca muhalefet edecek güçleri yoktu. Müşrik olduklarını da söylemiyorlardı. Dolayısıyla zahiren Müslüman olduklarını söyleyerek canlarını güvenceye alma gereği duydular. Görünürde İslam'â inandılar; ama içlerinde küfürlerini gizlediler ve entrikalar çevirmeye, İslam ve Müslümanlar aleyhine komplolar kurmaya devam ettiler" şeklindeki değerlendirme nifak olgusunu izah etmek bakımından yetersizdir" dedikten sonra Allame, şu tespiti yapar:
"Nifak'ın varoluş gerekçesi, karşı tarafın ürkütücü gücü, pratikte bir çıkar beklentisi ve kısa vadeli çıkar elde etme olarak sınırlandırılamaz. Dolayısıyla bu saydığımız hususların olmadığı ortamlarda nifak da olmaz demek isabetli değildir. Çünkü toplumlarda öyle insanlar görürüz ki, bunlar her çağrıya uyarlar, nerede bir gürültü varsa orada toplanırlar. Hatta bu çağrılara muhalif olan tarafın ezici gücüne ve karşı çıkışına bile aldırış etmezler. Bu uğurda her türlü tehlikeyi göze alırlar ve bunda ısrarlı olurlar. Çünkü içinde bulundukları hareketin bir gün başarılı olabileceğini, o zaman hedeflerini gerçekleştirebileceklerini, toplumun yönetim mekanizmasında yer almak ve yeryüzünde üstün bir konuma gelmek suretiyle insanlara egemen olabileceklerini düşünürler. Bu amaç uğruna ilkelerine gerçek anlamda inanmadıkları hareketlerin içinde yer alır, hareketin yılmaz savunucuları olabilirler. Hem unutmayın; Hz. Peygamber (s.a.a) kavmini İslam'a davet ederken, şayet kendisine iman edip tabi olurlarsa, bir gün yeryüzünün hakimleri olacaklarını söylüyordu. " Siyasal hareketler sırf mevki ve makam elde etmek amacıyla yer alan kimseler için böyle bir iktidar vaadi gerçekten iştah kabartıcıdır.
Bu nedenle Peygamber Efendimize (s.a.a) zahiren iman eden, onun dinine taabi olan bazı kimselerin, bu davranışlarıyla asıl amaçlarına, statü olarak ilerleme, liderlik makamına ulaşma ve yüksek bir mevki elde etme hedeflerine ulaşmayı düşünmüş olmaları aklen mümkündür. Bu mahiyetteki bir nifakın da doğal belirtisi, gelişmelerin İslam ve Müslümanların aleyhine cereyan etmesini sağlamaya çalışmak, İslam ve Müslümanların başlarına felaketlerin gelmesinin beklentisi içinde olmak, dini toplumifsat etmeye çabalamak değildir. Bilakis böyle amaçları olan kimseler, amaçlarına ulaşmak için mümkün olduğu nispette dini toplumun gelişmesine katkıda bulunur, mallarını ve sahip oldukları makamlarını feda etmeyi göze alırlar ki, gelişmeler onların istedikleri istikamette ve belli bir düzen içinde seyretsin, ileride istifade edilecek bir mahiyet arz etsin, kişisel çıkarları için kullanabilecekleri kıvama gelsin. Kuşkusuz bu gibi münafıklarda, dini hayat, statü olarak kendilerinin ilerlemeleri ve topluma egemen olmaları beklentisinin aksi bir istikamette seyrettiği zaman, bozguncu amaçlarıyla sonuçlanacak çizgiye dönmesi için muhalefetlerini ve sahih İslami önderliğe karşıt tavırlarını sergilemekten kaçınmazlar.
Aynı şekilde bazı Müslümanların dinleri hususunda kuşkuya düşmüş olmaları, ardından irtidat etmeleri, ama dinden dönüşlerini gizlemiş olmaları mümkündür.
Yine fetih günü iman eden Mekke müşriklerinin büyük çoğunluğunun gerçekten ve samimi olarak inandıkları söylenemez. Davet yıllarında yaşanan olayları inceleyen birisi açık bir şekilde görecektir ki, Mekke kafirleri, bu kafirleri izleyenler, özellikle Kureyş kabilesinin ileri gelenleri, fetih günü güçlerini aşan ordularla sarılmış olmasalardı, kınlarından çekilmiş kılıçlar başlarının üzerinde parıldamasaydı, Hz. Peygamber'e (s.a.a) iman edecek değillerdi.
Buna rağmen, bu objektif koşullar ışığında iman nurunun onları kalplerini aydınlattığına, nefislerinde ihlas ve kesin inancın oluştuğuna, dolayısıyla hep birlikte gönüllü olarak Allah'a iman ettiklerine ve bir daha asla içlerinde nifak duygusunun depreşmediğine hükmedebilir mi?
İkincisi: Peygamber efendimizin (s.a.a) vefat edeceği zamana yakın günlere kadar süren münafıklığın, Peygamberimizin (s.a.a) vefatıyla birlikte bir anda bıçakla kesilmiş gibi son bulması, ortadan kalkması eşyanın tabiatına aykırı, imkansız bir şeydir. Evet, Peygamber efendimizin (s.a.a) vefat etmesiyle ve hilafetin kurulmasıyla birlikte artık münafıklardan söz edilmez olduğu, münafıkların izlerinin silindiği, daha önce sergiledikleri İslam'a aykırı davranışları sergilemez oldukları, artık komplolar kurmadıkları ve uğursuz desiselerini planlamadıkları doğrudur.
Ancak bu, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatıyla birlikte münafıkların İslam'ı benimsedikleri, topyekün olarak ihlaslı bir şekilde iman ettikleri, Peygamber'in (s.a.a) hayatından etkilenmedikleri kadar onun ölümünden etkilendikleri anlamına gelir mi ? Ne oldu da münafıklarla Müslümanlar arasında bir anda bir anlaşma meydana geldi ve artık bir kaynaktan su içmeye başladılar ? Yoksa münafıklar yeni süreçte amaçlarının gerçekleşebileceği ümidine mi kapıldılar ? Ve bu yüzden çatışmaya, kavgaya son mu verdiler ?
Peygamber efendimizin (s.a.a) son döneminde meydana gelen olaylar ve Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra çıkan fitneler üzerinde etraflıca düşündüğümüz zaman, bu sorulara ilişkin doyurucu cevap bulabiliriz.
Allame'nin bu analizi ışığında diye biliriz ki, Medine'de örgütlü biçimde ortaya çıkan münafıklık hareketinin psikolojik ve sosyolojik dayanaklarını, farklı bir karakter ve davranış biçimi arz eden Mekke dönemi nifak hareketinde aramak gerekir. Yine Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra ortadan kalkmadığının, tam tersine iktidar gücünü ve İslami söylemleri kullanacak kadar pervasızlaştığının kanıtlarıdır. İslam tarihi içinde ortaya çıkan ve günümüzde de varlıklarını ve etkinliklerini sürdüren sapık ekollerinde teorik ve psikolojik altyapısını tarihi nifak hareketi oluşturmaktadır. Fıkıh, kelam, tefsir ve hadis gibi hayati öneme sahip ilim dalları münafıkların serpiştirdikleri sapkın düşünce ve rivayetlerle doludur. İslam ümmetinin bir türlü berrak bir zihniyete sahip olamaması, dolayısıyla sahih ve Kur'ani bir tavır sergileyememesi işte bu nifak tortularından kurtulamamış olmasından kaynaklanmaktadır.
Münafıklar düşmandır ve tarih bize onlardan sakınmanın bir zorunluluk olduğunu gösteriyor.
Mümin, Kafir ve Münafık…Kur'an'ın resmettiği üç temel karakter.Kur'an'ın yine Kur'an'la biri olan el-Mizan tefsirinde, Kur'an'da münafık karakterine atfedilen öneme dayalı olarak nifak kavramı ve münafıklık karakteri bütün yönleriyle ve en geniş biçimde ele alınır. Bu yazımızda Münafık tipinin İslam tarihinde ne denli etkin olduğunu el-Mizan perspektifinde farklı bir yaklaşımla anlamaya çalışacağız.
Sosyal hayatta ve de tarihin seyri içinde münafık, Kur'an'da çizilen tablonun birebir yansıması olacak şekilde etkili olmuştur. Bu böyle iken, garip bir şekilde münafıklık olayı, sadece Medine dönemiyle sınırlandırılmış ve sanki öncesinde ve sonrasında hiçbir münafıklık vakası yaşanmamış gibi, Kur'an'ın resmettiği bu canlı, dinamik ve süreklilik arz eden karakter, tarihsel bir olgu gibi tamamen teorik düzlemle tartışılmış ve Abdullah b. Uney b. Selul şahsında dondurulmuştur. Hakim anlayış böyle olunca, tarihin seyri içinde hak ile batıl birbirine karıştırılmış, hakkın taraftarları aynı kefeye konulacak kadar dehşet verici zihinsel sapmalar yaşanmıştır. Karşı tavır alışlar eşit düzeyde muteber sayıldığı içinde teorisi Kur'an'da çizilen bu olgunun pratik hayattaki yansıması, tarihin seyri içindeki gelişimi eksik aktarılmıştır. Deyim yerindeyse, münafıklık Medine dönemine hapsedilmiş, münafık tipi de Abdullah b. Ubey b. Selul gibi tarihsel bir kişilikle sınırlandırılmıştır. Bu yüzden Peygamberimizden (s.a.a) sonra yaşanan sosyal olayların bu yönü sonraki nesiller tarafından doğru biçimde kritik edilememiştir. İslam tarihi boyunca ortaya çıkan ve toplum hayatı üzerinde olumsuz ve telafi edilemez tahrifatlar yapan grupların sapık fırkaların tarihsel kökenleri, münafıklık hareketiyle ilişkileri karanlıkta kalmıştır.
Allame Tabatabai, bu yanlış anlayışı yıkmak için önce Kur'an'ın çizdiği münafık tablosunu gözler önüne seriyor : "Kur'an-ı Kerim Münafıklar üzerinde önemle durur. Kötü ahlaklarını, yalanlarını, aldatmalarını, entrikalarını, Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanların aleyhine ateşledikleri fitneleri zikrederek tekrar tekrar onlara yönelik sert hücumlarda bulunur. Kur'an'ın Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, Enfal, Tevbe, Ankebut, Ahzab, Fetih, Hadid, Haşr, Münafikun ve Tahrim gibi surelerinde defalarca münafıklardan söz edilmiştir."
Sonra bu temel karakterin oynadığı tarihi rolün büyüklüğünü gösterir biçimde Kur'an'ın, onlar karşı alınmasını istediği önlemler üzerinde durur: "Yüce Allah, Kur'an'ın akışı içinde onlara çok sert tehditler yöneltmiştir. Dünyada kalplerini mühürlemekle, kulaklarının ve gözlerinin üzerine perde indirmekle, aydınlıklarını giderip hiçbir şey göremeyecek şekilde karanlıklar içinde bırakmakla, ahirette ise cehennemin em aşağı tabakasına sokmakla tehdit etmiştir."
Bu sert ve insanın tüylerini diken diken eden üslup boşuna değildir. Allame bunu izah ederken şu hususu dikkatlerimize sunar:
"Bütün bunların nedeni, münafıkların entrikalarının, tuzaklarının, envai çeşit desiselerinin İslam'a ve Müslümanlara verdiği zararın ve Müslüman toplum bünyesinde açtığı yaranın büyüklüğüdür. Müşrikler, Yahudiler ve Hristiyanlar Allah'ın dinine onlar kadar zarar verememişlerdir; onların yaptıkları tahribatın düzeyinde bir tahribat meydana getirememişlerdir. Değil mi ki yüce Allah, Peygamberine (s.a.a) onlarla ilgili şu uyarıda bulunmaktadır: "Düşman onlardır. Onlardan sakın." (Münafıkun, 4)
Medine'de uç beren münafıklık hareketinin kökünün eskilere, Mekke dönemine kadar geri gittiğini vurgulayan Allame Tabatabai, Medine İslam toplumunda münafıkların oluşturduğu tehlikeye dikkat çekerek şu tespitlerde bulunur:
"Münafıkların entrikalarının ve komplolarının sonuçları, Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye hicret etmesinden hemen sonra ortaya çıkmaya başladı. Nitekim Bakara Suresi'nde onlardan söz edilmeye başlandı. Bazılarının da söylediği gibi Bakara suresi hicrette 6 ay sonra nazil olmuştur.Daha sonra inen surelerde yine onlardan, onların entrikalarından ve kurdukları komplolarda izledikleri ince yöntemlerden söz edildi. Uhud Savaşı'nda Müslüman ordunun yaklaşık üçte biri kadar sayıya sahipken orduyu savaş meydanında yalnız bırakıp çekilmeleri, Yahudilerle ittifak kurmaları, Yahudileri Müslümanlara karşı kışkırtmaları, Mescid-i Dırarı kurmaları, ifk hadisesini çıkarmaları, yine su başından çıkan kavgada ve Akabe hadisesinde fitne ateşini yakmaları münafıkalrın oluşturdukları tehlikenin boyutlarını gözler önüne serecek niteliktedir. Bütün bunlara Kur'an ayetleri ayrıntılı bir şekilde işaret etmektedir. Bozgunculuk ve her olayı Peygamber'in (s.a.a) aleyhine kullanma noktasında o kadar ileri gittiler ki, sonunda yüce Allah onları şu ifadelerle tehdit etmiştir: " Andolsun, iki yüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz; sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler. Hepside lanetlenmiş olarak nerede ele geçirilirse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler." (Ahzab, 60-61) Kur'an'ın bu sert ifadesi, münafıklığın o gün için İslam toplumu açısından oluşturduğu tehdidi ortaya koyar niteliktedir.
Münafıklığın örgütlü ve İslam toplumunu tehdit eden bir hareket olarak ortaya çıkması, bazı yorumcuları, münafıkların sadece bu dönemde var olduklarını, bundan önce münafıkların olmadığını ileri sürmek durumunda bırakmıştır. Allame bunun bir yanılgı olduğunu vurguladıktan sonra münafıklığı doğuran sosyolojik, psikolojik ve tarihsel etkenlere daylı geniş bir analiz yapar:
"Bu noktadan hareketle bazıları, İslam'da nifak hareketinin İslam'ın Medine'ye girmesiyle başladığını ve Peygamber'in(s.a.a.) vefatına yakın bir zaman kadar devam ettiğini söylemişlerdir.
Müfessirlerin büyük bire kısmı bu görüşü savunmuştur; ancak Peygamber efendimiz (s.a.a) zamanında meydana gelen olaylar üzerinde iyice düşündüğümüz, bunun yanında Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra yaşanan fitne ve kargaşa üzerinde kafa yorduğumuz, bir de aktif bir topluluğun doğasını göz önünde bulundurduğumuz zaman bu görüşün tartışmaya açık olduğunu anlarız:
Birincisi: Hicretten önce Mekke'de Hz. Peygamber'in (s.a.a) izleyicilerinin arasında nifak olgusunun sızmadığına dair ikna edici bir kanıt yoktur. "Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar hicretten önce Mekke'de iken güçlü, nüfuzlu ve etkin bir konumda olmadıkları için insanlar onlardan çekinmez, sakınma gereğini duymazlardı. Ya da onlardan kendilerine herhangi bir maddi yarar ulaşabileceğini ummazlardı. Bu yüzden görünürde mümin olduklarını gösterip Müslüman olduklarını söyleyerek onlara yaklaşma, yaranma gereğini duymazlardı. Bir kere Müslümanlar baskı altında idiler; dinden dönmeleri için sistematik bir işkenceye maruz kalıyorlardı, müminlerin düşmanı, hakkın inatçı muhalifi Kureyş'in uluları ve Mekke'nin ileri gelenleri tarafından türlü eziyetler görüyorlardı. Oysa Hz. Peygamber (s.a.a) hicrette sonra Medine'de bunun tam tersi bir konumdaydı. Medine'ye hicret ederken Evs ve Hazreç kabilesinden yardımcılar edinmişti. Bu iki kabilenin ileri gelenlerinden, kendilerini ve ailelerini korudukları gibi kendisini de koruyacaklarına dair sağlam bir söz almıştı. İslam Medine'de her eve girmişti. Artık Hz. Peygamber bu güçlü yardımcıları sayesinde Medine'de galip ve egemen bir konumdaydı. Bunun yanında inanmayan küçük bir azınlık kalmıştı. Bunlar şirk inançlarını sürdürüyorlardı. Buna rağmen açıkca muhalefet edecek güçleri yoktu. Müşrik olduklarını da söylemiyorlardı. Dolayısıyla zahiren Müslüman olduklarını söyleyerek canlarını güvenceye alma gereği duydular. Görünürde İslam'â inandılar; ama içlerinde küfürlerini gizlediler ve entrikalar çevirmeye, İslam ve Müslümanlar aleyhine komplolar kurmaya devam ettiler" şeklindeki değerlendirme nifak olgusunu izah etmek bakımından yetersizdir" dedikten sonra Allame, şu tespiti yapar:
"Nifak'ın varoluş gerekçesi, karşı tarafın ürkütücü gücü, pratikte bir çıkar beklentisi ve kısa vadeli çıkar elde etme olarak sınırlandırılamaz. Dolayısıyla bu saydığımız hususların olmadığı ortamlarda nifak da olmaz demek isabetli değildir. Çünkü toplumlarda öyle insanlar görürüz ki, bunlar her çağrıya uyarlar, nerede bir gürültü varsa orada toplanırlar. Hatta bu çağrılara muhalif olan tarafın ezici gücüne ve karşı çıkışına bile aldırış etmezler. Bu uğurda her türlü tehlikeyi göze alırlar ve bunda ısrarlı olurlar. Çünkü içinde bulundukları hareketin bir gün başarılı olabileceğini, o zaman hedeflerini gerçekleştirebileceklerini, toplumun yönetim mekanizmasında yer almak ve yeryüzünde üstün bir konuma gelmek suretiyle insanlara egemen olabileceklerini düşünürler. Bu amaç uğruna ilkelerine gerçek anlamda inanmadıkları hareketlerin içinde yer alır, hareketin yılmaz savunucuları olabilirler. Hem unutmayın; Hz. Peygamber (s.a.a) kavmini İslam'a davet ederken, şayet kendisine iman edip tabi olurlarsa, bir gün yeryüzünün hakimleri olacaklarını söylüyordu. " Siyasal hareketler sırf mevki ve makam elde etmek amacıyla yer alan kimseler için böyle bir iktidar vaadi gerçekten iştah kabartıcıdır.
Bu nedenle Peygamber Efendimize (s.a.a) zahiren iman eden, onun dinine taabi olan bazı kimselerin, bu davranışlarıyla asıl amaçlarına, statü olarak ilerleme, liderlik makamına ulaşma ve yüksek bir mevki elde etme hedeflerine ulaşmayı düşünmüş olmaları aklen mümkündür. Bu mahiyetteki bir nifakın da doğal belirtisi, gelişmelerin İslam ve Müslümanların aleyhine cereyan etmesini sağlamaya çalışmak, İslam ve Müslümanların başlarına felaketlerin gelmesinin beklentisi içinde olmak, dini toplumifsat etmeye çabalamak değildir. Bilakis böyle amaçları olan kimseler, amaçlarına ulaşmak için mümkün olduğu nispette dini toplumun gelişmesine katkıda bulunur, mallarını ve sahip oldukları makamlarını feda etmeyi göze alırlar ki, gelişmeler onların istedikleri istikamette ve belli bir düzen içinde seyretsin, ileride istifade edilecek bir mahiyet arz etsin, kişisel çıkarları için kullanabilecekleri kıvama gelsin. Kuşkusuz bu gibi münafıklarda, dini hayat, statü olarak kendilerinin ilerlemeleri ve topluma egemen olmaları beklentisinin aksi bir istikamette seyrettiği zaman, bozguncu amaçlarıyla sonuçlanacak çizgiye dönmesi için muhalefetlerini ve sahih İslami önderliğe karşıt tavırlarını sergilemekten kaçınmazlar.
Aynı şekilde bazı Müslümanların dinleri hususunda kuşkuya düşmüş olmaları, ardından irtidat etmeleri, ama dinden dönüşlerini gizlemiş olmaları mümkündür.
Yine fetih günü iman eden Mekke müşriklerinin büyük çoğunluğunun gerçekten ve samimi olarak inandıkları söylenemez. Davet yıllarında yaşanan olayları inceleyen birisi açık bir şekilde görecektir ki, Mekke kafirleri, bu kafirleri izleyenler, özellikle Kureyş kabilesinin ileri gelenleri, fetih günü güçlerini aşan ordularla sarılmış olmasalardı, kınlarından çekilmiş kılıçlar başlarının üzerinde parıldamasaydı, Hz. Peygamber'e (s.a.a) iman edecek değillerdi.
Buna rağmen, bu objektif koşullar ışığında iman nurunun onları kalplerini aydınlattığına, nefislerinde ihlas ve kesin inancın oluştuğuna, dolayısıyla hep birlikte gönüllü olarak Allah'a iman ettiklerine ve bir daha asla içlerinde nifak duygusunun depreşmediğine hükmedebilir mi?
İkincisi: Peygamber efendimizin (s.a.a) vefat edeceği zamana yakın günlere kadar süren münafıklığın, Peygamberimizin (s.a.a) vefatıyla birlikte bir anda bıçakla kesilmiş gibi son bulması, ortadan kalkması eşyanın tabiatına aykırı, imkansız bir şeydir. Evet, Peygamber efendimizin (s.a.a) vefat etmesiyle ve hilafetin kurulmasıyla birlikte artık münafıklardan söz edilmez olduğu, münafıkların izlerinin silindiği, daha önce sergiledikleri İslam'a aykırı davranışları sergilemez oldukları, artık komplolar kurmadıkları ve uğursuz desiselerini planlamadıkları doğrudur.
Ancak bu, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatıyla birlikte münafıkların İslam'ı benimsedikleri, topyekün olarak ihlaslı bir şekilde iman ettikleri, Peygamber'in (s.a.a) hayatından etkilenmedikleri kadar onun ölümünden etkilendikleri anlamına gelir mi ? Ne oldu da münafıklarla Müslümanlar arasında bir anda bir anlaşma meydana geldi ve artık bir kaynaktan su içmeye başladılar ? Yoksa münafıklar yeni süreçte amaçlarının gerçekleşebileceği ümidine mi kapıldılar ? Ve bu yüzden çatışmaya, kavgaya son mu verdiler ?
Peygamber efendimizin (s.a.a) son döneminde meydana gelen olaylar ve Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra çıkan fitneler üzerinde etraflıca düşündüğümüz zaman, bu sorulara ilişkin doyurucu cevap bulabiliriz.
Allame'nin bu analizi ışığında diye biliriz ki, Medine'de örgütlü biçimde ortaya çıkan münafıklık hareketinin psikolojik ve sosyolojik dayanaklarını, farklı bir karakter ve davranış biçimi arz eden Mekke dönemi nifak hareketinde aramak gerekir. Yine Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra ortadan kalkmadığının, tam tersine iktidar gücünü ve İslami söylemleri kullanacak kadar pervasızlaştığının kanıtlarıdır. İslam tarihi içinde ortaya çıkan ve günümüzde de varlıklarını ve etkinliklerini sürdüren sapık ekollerinde teorik ve psikolojik altyapısını tarihi nifak hareketi oluşturmaktadır. Fıkıh, kelam, tefsir ve hadis gibi hayati öneme sahip ilim dalları münafıkların serpiştirdikleri sapkın düşünce ve rivayetlerle doludur. İslam ümmetinin bir türlü berrak bir zihniyete sahip olamaması, dolayısıyla sahih ve Kur'ani bir tavır sergileyememesi işte bu nifak tortularından kurtulamamış olmasından kaynaklanmaktadır.
Münafıklar düşmandır ve tarih bize onlardan sakınmanın bir zorunluluk olduğunu gösteriyor.