1) Allah’ın kelâmıdır. Kelâm sıfatının, tüm diğer vahiyler gibi, başı arşta ayakları arzda olan bir tecellisidir.
2) Arapça bir hitaptır. Arapça Allah’ın dili değil Kur’an’ın dilidir ve hiçbir tercüme Kur’an değildir.
3) Tevatür yoluyla nakledilmiştir ve Allah’ın koruması altındadır. İndiği ilk günden itibaren binlerce inananın hafızalarında, gönüllerinde, hayatlarında ve yazılan mushaşarda taşınarak bugünlere gelmiştir.
4) Anlaması kolaylaştırılmış, bizzat kendi kendisini tefsir eden apaçık bir hitaptır. O, her okuyanın kendine göre anlam verdiği bir hitap değil, murad-ı ilâhiyi taşıyan bir hitaptır.
5) Mucizedir. Önceki Peygamberlere verilen mucizeler göründüğü zaman ve mekânla sınırlıydı ve tarihseldi, Kur’an ise zamanlarüstü yaşayan bir mucizedir.
6) Evrenseldir. Sadece belli bir mekana ve zamana değil tüm insanlığa rehber olarak gönderilmiştir.
7) Kapsayıcı ve bütüncüldür. Hayatın her alanına dair değişmez değerleri ortaya koyar.
8 ) Hidayet, nur ve furkandır. İnsana rehberlik eder, doğruyu yanlıştan ayırır ve karanlık akılları ışığıyla aydınlatır.
9) Parça parça inmiştir. Çünkü Kur’an hayat kitabıdır ve ilâhi bir inşâ projesi olarak hayata anlam katmak için gönderilmiştir.
Sözün özü, Kur’an okumak ucu cennete ulaşan bir yolculuğa çıkmaktır. Tıpkı Hz. Peygamber’in dediği gibi: “Kur’an okuyan kimseye şöyle denir: Oku ve yücel! Dünyada okuduğun gibi oku! Makamın, son okuyacağın âyetin olduğu yerdedir.” (Tirmizî, Fedailu’l-Kur’an 17).
Şuara 192-196, İsra 106 ve Âl-i İmran 3-4’ten yola çıkarak Kur’an’da Kur’an’ın tarifi şöyledir: Âlemlerin Rabbinden emin bir elçi vasıtasıyla ebedi hakikatin anlam ve amacına uygun olarak Hz. Muhammed aleyhisselamın kalbine açık ve anlaşılır bir Arapça ile insanlığa iletilmek üzere indirilen, önceki vahiylerde yer alan ezeli hakikatleri bünyesinde taşıyan ve onları tasdik eden, insanlığa yol gösteren ve iyiyi kötüden ayıran ilâhi kelâmdır.
Kur’an’ın kendi tarifinde, vahyin Arap diliyle indirilişi doğrudan Kur’an’ın bir sıfatı olarak yer alır (Kur’ânen ‘arabiyyen). Kur’an’ın Arapça oluşunun vurgulanması, zımnen “anlaşılabilsin diye beşer türünün konuştuğu dillerden bir dille indirildi” vurgusunu taşır. Fakat bu zımni vurgu Arapça’nın vahyin sıfatı olduğu gerçeğini değiştirmez. Arapça’nın Kur’an vahyinin sıfatı olması demek, son tahlilde Kur’an’ın bir dili olduğunu söylemektir. Zira her peygamber kendi kavminin diliyle gönderilmiştir (14:4). Bunun da gerekçesi mesajın anlaşılmasıdır.
Kur’an vahyinin Arapça ile gönderilmesi vahyin mesajının evrensel olmasına mani değildir. Zira mâna ruh, lisan o ruhun üşendiği beden gibidir. Nasıl ki beden ruhun aracı ise, dil de mânanın aracıdır. Kur’an’daki hakikatlerin önceki kitaplarda da beyan edildiği söylenmiştir (26:196; 87:18-19). Önceki kitaplar ise farklı dillerde indirilmişti. Kur’an’ın nazmı mânasındadır ve mâna bir dilin lafızlarına hasredilemez. Hele bu mâna zamanlar ve zeminler üstü vahyin mânasıysa, bu daha bir böyledir. İlâhî kelâm kelimelerin kalbine inmiş, Arapça lafızlar yüce mânaları taşıyan birer kab olmuştur. Mânalar kabın şeklini almış, kab mânaların boyasıyla boyanıp haliyle hemhal olmuştur. Lafız ve mâna et ve tırnak gibi birbirine kaynamıştır. Bilincin mânaya değebilmesi için önce lafza değmesi gerekir. Yani kabın içindekine ulaşmanın yolu kaba ulaşmaktan geçer.
2) Arapça bir hitaptır. Arapça Allah’ın dili değil Kur’an’ın dilidir ve hiçbir tercüme Kur’an değildir.
3) Tevatür yoluyla nakledilmiştir ve Allah’ın koruması altındadır. İndiği ilk günden itibaren binlerce inananın hafızalarında, gönüllerinde, hayatlarında ve yazılan mushaşarda taşınarak bugünlere gelmiştir.
4) Anlaması kolaylaştırılmış, bizzat kendi kendisini tefsir eden apaçık bir hitaptır. O, her okuyanın kendine göre anlam verdiği bir hitap değil, murad-ı ilâhiyi taşıyan bir hitaptır.
5) Mucizedir. Önceki Peygamberlere verilen mucizeler göründüğü zaman ve mekânla sınırlıydı ve tarihseldi, Kur’an ise zamanlarüstü yaşayan bir mucizedir.
6) Evrenseldir. Sadece belli bir mekana ve zamana değil tüm insanlığa rehber olarak gönderilmiştir.
7) Kapsayıcı ve bütüncüldür. Hayatın her alanına dair değişmez değerleri ortaya koyar.
8 ) Hidayet, nur ve furkandır. İnsana rehberlik eder, doğruyu yanlıştan ayırır ve karanlık akılları ışığıyla aydınlatır.
9) Parça parça inmiştir. Çünkü Kur’an hayat kitabıdır ve ilâhi bir inşâ projesi olarak hayata anlam katmak için gönderilmiştir.
Sözün özü, Kur’an okumak ucu cennete ulaşan bir yolculuğa çıkmaktır. Tıpkı Hz. Peygamber’in dediği gibi: “Kur’an okuyan kimseye şöyle denir: Oku ve yücel! Dünyada okuduğun gibi oku! Makamın, son okuyacağın âyetin olduğu yerdedir.” (Tirmizî, Fedailu’l-Kur’an 17).
Şuara 192-196, İsra 106 ve Âl-i İmran 3-4’ten yola çıkarak Kur’an’da Kur’an’ın tarifi şöyledir: Âlemlerin Rabbinden emin bir elçi vasıtasıyla ebedi hakikatin anlam ve amacına uygun olarak Hz. Muhammed aleyhisselamın kalbine açık ve anlaşılır bir Arapça ile insanlığa iletilmek üzere indirilen, önceki vahiylerde yer alan ezeli hakikatleri bünyesinde taşıyan ve onları tasdik eden, insanlığa yol gösteren ve iyiyi kötüden ayıran ilâhi kelâmdır.
Kur’an’ın kendi tarifinde, vahyin Arap diliyle indirilişi doğrudan Kur’an’ın bir sıfatı olarak yer alır (Kur’ânen ‘arabiyyen). Kur’an’ın Arapça oluşunun vurgulanması, zımnen “anlaşılabilsin diye beşer türünün konuştuğu dillerden bir dille indirildi” vurgusunu taşır. Fakat bu zımni vurgu Arapça’nın vahyin sıfatı olduğu gerçeğini değiştirmez. Arapça’nın Kur’an vahyinin sıfatı olması demek, son tahlilde Kur’an’ın bir dili olduğunu söylemektir. Zira her peygamber kendi kavminin diliyle gönderilmiştir (14:4). Bunun da gerekçesi mesajın anlaşılmasıdır.
Kur’an vahyinin Arapça ile gönderilmesi vahyin mesajının evrensel olmasına mani değildir. Zira mâna ruh, lisan o ruhun üşendiği beden gibidir. Nasıl ki beden ruhun aracı ise, dil de mânanın aracıdır. Kur’an’daki hakikatlerin önceki kitaplarda da beyan edildiği söylenmiştir (26:196; 87:18-19). Önceki kitaplar ise farklı dillerde indirilmişti. Kur’an’ın nazmı mânasındadır ve mâna bir dilin lafızlarına hasredilemez. Hele bu mâna zamanlar ve zeminler üstü vahyin mânasıysa, bu daha bir böyledir. İlâhî kelâm kelimelerin kalbine inmiş, Arapça lafızlar yüce mânaları taşıyan birer kab olmuştur. Mânalar kabın şeklini almış, kab mânaların boyasıyla boyanıp haliyle hemhal olmuştur. Lafız ve mâna et ve tırnak gibi birbirine kaynamıştır. Bilincin mânaya değebilmesi için önce lafza değmesi gerekir. Yani kabın içindekine ulaşmanın yolu kaba ulaşmaktan geçer.
Yorum