Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Kur’ân Okumak

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Kur’ân Okumak

    Hüccet’ül İslâm İbrahimîyan

    İnsan; beden ve ruh, aşina ve yabancı, ayb ve gayb bileşimi bir varlıktır. İnsan için aşina olan; ruh, yabancı olan ise bedendir. Şair bu gerçeğe şöyle temas etmektedir:

    Öz işinle uğraş, sana ne elden?

    Başka vadilerde ev kurmak neden?

    Kim sana yaddır bil! Bu hakî tenin!

    Bundan dolayıdır senin kederin

    Miski tene değil, canına payla

    Misk nedir? Allah’tan, adından başka!

    Misk içre olsa da şu beden eğer

    Ölüm günü iğrenç kokusun verir.

    Başka bir deyişle:

    Tenin yarısı ayb yurdundan

    Diğer yarısı da gayb yurdundan.

    İnsanın bedeni yemekle beslenir ve güçlenir; yemeği terk etmekle de zayıflar, erir gider. İnsanın ruhu da aynen bedeni gibi kendine uygun gıda ile gelişir/beslenir; onu terk etmekle de yıpranır gider.

    İnsan ruhu, semavî kelâmı dinlemekle ve kökü gayb âleminde olan sözleri duymakla beslenir/gelişir; çünkü gayb kökenli ruh, ancak gayb kökenli gıdayla beslenir ve olgunlaşır.

    İrfan ehli şairler, bu gerçeğe şöyle değinmişlerdir:

    Hayvan ot yiyerek gelişir sade

    İnsansa gelişir izzet, şerefle

    İnsan olgunlaşır kulak yoluyla

    Hayvansa gelişir yemek, içmekle

    Öz işinle uğraş, hikmet rızkı ye

    Gönlün olgunlaşsın izzet, şerefle.

    İrfan ehlinin sözünde geçen canavar ve hayvan gibi terim ve sözcükler, hakî bedeni ima etmektedir.

    İşte bundan dolayıdır ki yüce Allah, sürekli olarak semavî hikmet ayetlerini insanın can kulağına tilâvet etmeleri için peygamberler göndermiştir.

    Kur’ân-ı Kerim bu bağlamda şöyle buyurmaktadır:

    “Allah, müminlere kendilerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı büyük bir lütufta bulundu. Bu peygamber onlara Allah’ın ayetlerini okuyor, onları arıtıyor, onlara kitap ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler.”[1]

    İnsan, vahiy kelâmını dinlemek ve içeriği hakkında yoğunlaşmak ve düşünmekle ebedî mutluluk ve olgunluğunu kazanabilir; bundan uzak durması ve mahrum kalması durumunda ise ebediyen mutsuz ve bedbaht olacaktır.

    Kur’ân-ı Kerim’in buyurduğuna göre cehennem ehli, ateşe düşüşlerini iki nedene dayandıracak ve şöyle diyeceklerdir:

    “Ve derler ki: Eğer duysaydık yahut akıl etseydik, yakıp kavuran cehennem ehli olmazdık.”[2]

    Aziz İslâm Peygamberi’ne (s.a.a) verilen en büyük nimet, Kur’ân-ı Kerim olmuştur. Yüce Allah, İslâm Peygamberi’ne (s.a.a) bahşettiği nimetleri sıralarken, bunların en önemlisinin Kur’ân ve Fâtiha Suresi olduğunu şöyle buyurmaktadır:

    “Andolsun ki biz sana, tekrarlanan yedi ayeti ve pek büyük olan Kur’ân’ı verdik.”[3]

    Bağışlayıcı ve cömert Peygamberimiz (s.a.a), -kendisinden başka kimsenin lâyık olmadığı- bu yüce nimeti, hiçbir ücret beklentisinde olmaksızın ümmetine bağışlamıştır.

    Altyapısını hazırlamış ve filizlenmeye elverişli canlar dışında kimsenin Kur’ân’dan yararlanamayacağını da göz ardı etmemek gerekir.

    Şairin de dediği gibi:

    Gerçeği duymakla adam olunmaz

    Her kuşun lokması incir olamaz.

    Kur’ân-ı Kerim bu gerçeğe şöyle dikkat çekmektedir:

    “Ve biz, Kur’ân’dan, inananlara şifa ve rahmet olan ayetleri indirmedeyiz ve bunlar, zalimlerin ancak ziyanlarını arttırır.”[4]

    Bir başka şair bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:

    Varlık letafetinde şüphe olmayan yağmur

    Bağda lale yeşertir, çöl de diken göğertir.

    Buna binaen insanın yapması gereken en önemli işlerden biri, Kur’ân’ın semavî sofrasında oturup ilâhî ayetler gıdası ve yağmuruyla ruhunu doyurması ve sirab etmesidir. Kur’ân’dan nasibini almamış olan can ise, can bile değildir.

    Bunun şiir diline aksetmiş hâli şöyledir:

    İnekte, merkepte bir başka can var

    İnsan türündeyse başka bir can.

    İmam Muhammed Bâkır (a.s), Kur’ân-ı Kerim’in tilâveti hakkında şöyle buyurmaktadır:

    “Bir gecede on ayet okuyan kimse, gafillerin dışında tutulur; elli ayet okuyan kimse, zikredenler zümresinde anılır; yüz ayet okuyan kimse, ibadet ehlinden hesap edilir; iki yüz ayet okuyan kimse, huşu ehli olarak yazılır; üç yüz ayet okuyan kimse, kurtuluşa erenlerden sayılır; beş yüz ayet okuyan ise, müçtehitler zümresine yazılır.”

    Zikrin canlı örneklerinden biri olan Kur’ân okuma, büyük bir öneme sahiptir. Zikir ve Kur’ân, insana öyle bir güç verir ki, insan bu güç sayesinde günaha düşmez. İnsanın kemal ve olgunluk yönünde ilerleyebilmesi için erdemleri kuşanması gerektiği gibi, ruhunu kötü huylardan arındırması da kaçınılmazdır. İşte bu bağlamda zikir ve Kur’ân çok uygun bir etkendir.

    Yüce İslâm Peygamberi (s.a.a), Ebuzer-i Gifarî’ye hitap ettiği bir hadisinde, Kur’ân okumayı ve yüce Allah’ı anmayı tavsiye ederek şöyle buyurmaktadır:

    Ebuzer şöyle rivayet etmektedir: Allah Resulü’nden (s.a.a), bana tavsiyede bulunmasını istedim. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah’tan sakınmayı sana tavsiye ederim; çünkü Allah’tan sakınma, her şeyin başıdır.”

    Daha fazla tavsiyede bulunmasını istedim. Allah Resulü (s.a.a) buyurdu: “Çokça Kur’ân oku ve Allah’ı zikret.”

    Yine tavsiye etmesini istedim ve Allah Resulü (s.a.a) buyurdu: “Uzun süreli susmaları seçmelisin.”

    Başka tavsiyelerini istedim ve buyurdu: “Çok gülmekten sakın.”

    Yine tavsiye istedim ve buyurdu: “Yoksulları sevmeli ve onlarla haşır-neşir olmalısın.”

    Yine tavsiye etmesini istedim ve buyurdu: “Hakkı söyle, her ne kadar acı da olsa.”

    Yine tavsiyede bulunmasını isteyince, Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah yolunda (olduğun sürece) hiçbir kınayıcının kınamasından korkma.”[5]

    Allah Resulü (s.a.a) bu yüce irfanî reçetede bazı kilit noktaları Ebuzer’e tavsiye etmektedir:

    1- Takva edinme(Allah’tan sakınma)

    2- Kur’ân okuma ve Allah’ı zikretme

    3- Uzun süreli suskunluk

    4- Gülmeyi azaltma

    5- Yoksulları sevme ve onlarla birlikte olma

    6- Hakkı söylemek ve hakka uymak

    7- Allah yolunda, düşüncesiz insanların kınamasından korkmamak

    [Bildiğiniz üzere bu reçetenin her bir maddesi, hacimli bir kitap konusunu teşkil etmektedir.]

    Kur’ân okumanın öneminden dolayı namaz farz kılınmıştır. Gerçekte namazın farz oluş nedenlerinden biri, Kur’ân’ın korunması ve okunmasıdır; Kur’ân okumanın faydaları da namazın kılınmasıyla gerçekleşmiş olur.

    Bu bağlamda İmam Rıza’dan (a.s) rivayet edilen bir hadis şöyledir:

    “İnsanların namazda Kur’ân okumaya emrolunmalarının nedeni Kur’ân’ın terk edilmemesi, unutulmaması, zayi edilmemesi, korunması ve meçhul kalmamasıdır. Namazın sadece Hamd (Fâtiha) Suresi’yle başlamasının nedeni de, Hamd (Fâtiha) Suresi’ndeki hayır ve hikmetin hiçbir surede ve hiçbir sözde mevcut olmayışıdır.”

    “Çünkü yüce Allah’ın ‘el-hamdu lillah’ buyruğu, kulları üzerine farz kıldığı şükrün yerine getirilişini ifade etmektedir.”

    “Rebb’il alemîn; Allah’ı birleme ve övgüdür ve O’ndan başka yaratıcı ve malik olmadığını ikrardır.”

    “er-Rahman’ir-Rahîm; yüce Allah’ın bütün varlıklara (bahşettiği) nimetleri hatırlatmaktadır.”

    “Malik-i yevm’id-din; yeniden dirilişi, hesaba çekilişi ve yüce Allah’ın hem dünya ve hem de ahiretin maliki olduğunu kabullenmedir.”

    “İyyake ne’budu; hem Allah’a rağbet ve yakınlığı, hem de amellerin sadece Allah için olması gerektiğini ifade etmektedir.”

    “İyyake nesteîn; ibadette başarıyı, ilâhî nimet ve yardımların idamesini talep etmektir.”

    “İhdine’s-sirat’el-mustegim; dinî hidayet, ilâhî halata tutunma ve âlemlerin Rabbini daha çok tanıma dileğidir.”

    “Sirat’ellezine en’emte eleyhim; hem istek ve dileğe vurgudur, hem de yüce Allah tarafından evliyalara verilen nimetlerin anılışıdır ve aynı zamanda da o nimetlere duyulan rağbeti gösterir.”

    “Ğayr’il-mağzubi eleyhim; Allah’ı, emir ve yasaklarını hafifseyen inatçı kâfirler zümresinde olmaktan Allah’a sığınmaktır.”

    “Ve le’z-zâllîn; bilinçsizce Allah’ın yolundan sapan ve iyi iş yaptığını zannedenlerden olmamak üzüre Allah’a dayanmak ve tevekkül etmektir.”

    “Böylece Hamd (Fâtiha) Suresi, hiçbir sure ve kelâmın içermediği dünya ve ahiret hayır ve hikmetlerini içermektedir.”[6]

    Bu hadis-i şerif üzerinde yoğunlaşmak ve bazı noktalara değinmek gerekir:

    1- İmam Rıza’nın (a.s) “Bismillahirrahmanirrahim” hakkında herhangi bir şey buyurmamasının nedeni, “Bismillahirrahmanirrahim” cümlesinin her surede var oluşudur; her ne kadar her suredeki “Bismillahirrahmanirrahim” başlı başına bir ayettir ve kendine has bir manası vardır.

    2- Bu hadisin Hamd (Fâtiha) Suresi’ne getirdiği yorum itibariyle bu sure, şu konuları içermektedir: Şükür, tevhit inancı, Allah’ın rab oluşu ve malikiyeti, yüce Allah’ın Rahmanî ve Rahimî nimetinin anılışı, ölüm sonrası dirilişe ve hesaba ikrar, yüce Allah’a yakın olma istek ve rağbeti, yalnız Allah için amel etme, ibadette başarıyı ve dinî hidayeti yüce Allah’tan dileme, Allah katından evliyalara verilen nimetlerin anılışı ve bu nimetlere duyulan meyil ve rağbet, sapıkların yol-yordamından sakınma.

    3- İmam Cafer Sadık (a.s), Hamd (Fâtiha) Suresi’nin fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:

    “Hamd Suresi yetmiş defa bir ölüye okunsa ve ölü de ruhunun geri gelmesiyle dirilecek olsa, buna şaşırmamak gerek.”

    Mufazzal b. Ömer şöyle rivayet etmektedir:

    İmam Cafer Sadık’ın (a.s) huzuruna hasta birini getirdiler. İmam (a.s), hastaya hitapla buyurdu: “Rengin neden böyle kaçmış, perişansın?” Hasta dedi: “Bir aydan beridir ki ateşim var.” İmam (a.s) buyurdu: “Gömleğinin düğmelerini aç ve gömleğini başına geçir; ezan ve ikame oku ve yedi defa da Hamd (Fatiha) suresini oku!” Hasta şahıs, İmamın (a.s) buyurduklarını yerine getirdi ve şifa buldu.”

    Amaca ulaşmak ve belâları defetmek için cumartesi 70, pazar 60, pazartesi 50, salı 40, çarşamba 30, perşembe 20 ve cuma günü ise 10 defa Hamd (Fâtiha) Suresi okunur.

    Hamd (Fâtiha) Suresi’ni hatmetmenin bir diğer yolu da şöyledir:

    Cuma gününden başlayarak 41 gün boyunca her gün 41 defa Hamd (Fâtiha) Suresi okunur. Hamd Suresi’nin bitiminden sonra da 13 defa şu dua okunur:

    “Ya mufettihu fettih, ya muferricu ferric, ya musebbibu sebbib, ya museyyiru yessir, ya musehhilu sehhil, ya mutemmimu temmim.”

    Yüce Peygamberimiz (s.a.a) hem şefaat edicidir ve hem de şikâyetçi. Peygamberimiz (s.a.a), Kur’ân’ı terk edenlerden ve itina göstermeyenlerden şikâyetçi olacaktır. Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

    “Ve Peygamber, yâ Rabbi dedi, bu kavmim, şu Kur’ân’ı ihmal etti, terk edilmiş bir hâle getirdi.”[7]

    Ayette geçen “resul” kelimesi ile kastedilen şahıs, yine ayetteki Kur’ân kelimesinin varlığı hasebiyle yüce İslâm Peygamberi’dir (s.a.a).

    Ayet hakkında değinmem gereken bir diğer nokta da, kıyametin gerçekleşmesinin kesin olduğundan dolayı gelecek zaman kipi (yegulu) yerine, geçmiş zaman kipinin (gale) ayette kullanılmış olmasıdır.

    Bir başka hadis şöyle buyurmaktadır:

    “Kıyamet günü üç grup şikâyetçi olacaktır: Bir toplumun içinde yaşayan, ancak ilminden ve amelinden faydalanılmayan alimler; lâyıkıyla kullanılmayan ve terk edilen camiiler; tilâvet edilmeyen Kur’ân-ı Kerim.”

    Aslında bu hadis, çok yüce bir irfanî noktaya temas etmektedir. Bahsi edilen nokta şöyle izah edilebilir:

    Din görüngesinde zaman, mekân ve Kur’ân da dahil olmak üzere bütün varlıklar, insanların çoğunda mevcut olmayan masumâne bilinç, algı ve anlama gücüne sahiptirler.

    Bu esas doğrultusunda kıyamet günü zaman, mekân ve Kur’ân’ın şahitliği geçerli ve makbuldür. Varlıkların tanıklığının Allah katında kabul edilişi ise, bu varlıkların dünyada olup biten olayları masumâne (hataya düşmeksizin) algıladıklarını kanıtlamaktadır.

    Hem yerde hem gökte olan her zerre

    Seninle konuşur her gün her gece

    Biz duyar, görürüz ve algılarız

    Namahrem sizlerle biz konuşmayız

    Cansızlığa doğru gidecekseniz eğer

    Cansız cana mahrem olamazsınız

    Cansızlıktan cana doğru can olun

    Her zerrenin zikir sesini duyun.

    [1]- Âl-i İmrân, 164.

    [2]- Mülk, 10.

    [3]- Hicr, 87.

    [4]- İsrâ, 82.

    [5]- Vesâil’uş-Şia, c.15, s.289.

    [6]- Men La Yahzuruh’ul-Fakih, c.1, s.310.

    [7]- Furkan, 30


    #2
    Ynt: Kur’ân Okumak

    Kur’ân okuyan bir insanda aşağıda sıralanan özellikler belirgin bir şekilde görülmektedir:

    1- Kur’ân-ı Kerim, insanı üstün melekler seviyesine yüceltir ve insan ile cehennem arasında engel olur.

    2- Kur’ân-ı Kerim, gerçek anlamıyla kendisini okuyan kimseye alçak gönüllülük, bağlılık, yücelik, izzet ve ziynet kazandırır.

    3- Kur’ân okumak hafızayı güçlendirir.

    4- Kur’ân okumak, vatanında bulunanların mertlik/cömertliğidir.

    5- Kur’ân okumak, Dost’un kitabını okumak ve O’nu anmak olduğu için insana zindelik, mutluluk, neşe ve gençlik verir.

    6- Kur’ân okumak, insanın gönlüne parlaklık kazandırır.

    7- Kur’ân okumak, bir yandan ruh ve bedeni etkilerken, diğer yandan da kalplerin Allah’a yakınlaşmasını ve bedenin huşu edinmesini sağlar.

    8- Kur’ân okumak, hastalıklara şifadır.


    İmam Cafer Sadık (a.s), İbn Sinan’a şöyle buyurmaktadır:

    “Kur’ân’ın şifa vermediği kimseye Allah şifa vermez.”[1]

    Yüce Peygamberimiz (s.a.a) de bu hususta şöyle buyurmaktadır:

    “Kur’ân’dan başkasından şifa dileyene Allah şifa vermez.”[2]

    Yüce Allah Yunus Suresi’nde Kur’ân-ı Kerim’i “öğüt, şifa, hidayet, rahmet” vasıflarıyla tanımladıktan sonra şöyle buyurmaktadır:

    “Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerdeki dertlere şifa, inananlara hidayet ve rahmet geldi.”[3]

    Kur’ân-ı Kerim, her ne kadar bu ayette gönül hastalıklarının şifası olarak tanımlanmış ise de, hakikatte beden ve ruh hastalıklarının tümünün şifasıdır. Bunu şöyle açıklamak mümkündür:

    Kur’ân-ı Kerim’in sunduğu formüllerin doğru olarak değerlendirilmesiyle gönül ve ruh hastalıklarına kesinlikle şifa vereceği gibi, aynı formüllerin yine doğru olarak kullanılmasıyla beden, hayal gücü, aza ve güç donanımlarına da şifa vereceği kesindir.

    Kur’ân-ı Kerim bir diğer ayette şöyle buyurmaktadır:

    “Ve biz, Kur’ân’dan, inananlara şifâ ve rahmet olan âyetleri indirmedeyiz ve bunlar, zâlimlerin ancak ziyanlarını arttırır.”[4]

    Ayette geçen “müminler” kelimesi, mutlak manada kullanılmış olup imanın bütün aşamalarını içermektedir.

    Yüce Allah’ın Yunus Suresi’nde Kur’ân’ı, gönül hastalıklarının şifası olarak tanımlaması, o hastalığın Kur’ân dışında bir şeyle şifa bulamayacağı anlamınadır. O hastalık ise, bütün hastalıkların başı ve anasıdır.

    Gönül hastalığı, gönül ve ruhun direnç kaybettiği hâldir; ki bu durumda hakkı çabuk anlayabilir ama çabuk inanamayabilir. Kalbin katılaşması/taşlaşması ise, bunun tam karşı kutbunda yer almaktadır. Bu durumda gönül, hakkı geç algılar ve geç de inanır.

    Hasta ve katılaşmış gönül, şeytanî vesveseleri hem çabucak algılar ve hem de çabucak inanır.

    Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

    “Bu da, Şeytan’ın katmak istediği şeyi, gönüllerinde hastalık olanlarla yürekleri katı bulunanlara bir sınama yapmak içindir ve şüphe yok ki zalimler, gerçekten pek uzak bir ayrılık içindedir.”[5]

    Kalbin/gönlün hastalığı, gerekli imanın olmayışıdır; kalbin şüphe ve gaflette oluşudur. Nifak ve küfür ise kalbin ölümüdür; münafık ve kâfirin kalbi hasta değil, ölüdür. Aşağıdaki ayet, gerçekte onların hâlini şerh etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

    “Kalplerinde hastalık var, Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı onlara elemli bir azap var.”[6]

    Bu bağlamda değerlendirilebilecek bir başka ayet şöyle buyurmaktadır:

    “Bir sure indirilince içlerinden, ‘Bu hanginizin imanını artırdı?’ diyen de var. Fakat inen sureler, inananların inançlarını artırır ve onlar birbirlerini müjdelerler. Ama gönüllerinde hastalık olanların pisliklerine pislik katarak küfürlerini artırır ve onlar, kâfir olarak ölüp giderler.”[7]

    Kur’ân hem işlevini yerine getirmekte olan sağlıklı kalpleri etkiler ve hem de işlevini yerine getiremeyen çöküş içindeki kalpleri; sağlıklı kalplerin imanını artırır, çöküş içindeki kalplerin ise sapkınlığını.

    Kur’ân buyurdu ki: Bu Kur’ân’ın batını

    Kimini hidayet eder ve kimini de saptırır.

    İmam Cafer Sadık (a.s), Allah’tan başka hiçbir şeyi barındırmayan kalbi, “salim-sağlıklı” kalp olarak tanımlamaktadır.

    Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

    “Ancak Allah’a, selim bir gönülle (kalbiselim) gelen faydalanır.”[8]

    İmam Cafer Sadık (a.s) bu ayetin tefsiri bağlamında şöyle buyurmaktadır:

    “Kalbiselim, Allah’ı mülâkat ettiğinde Allah’tan başka hiçbir şeyin bulunmadığı kalptir... Şirk veya şüphe bulunan kalp, işlevini yerine getiremez çöküş içindeki kalptir.” [9]

    Kur’ân-ı Kerim, kalp/gönül hastalıklarının şifasıdır. Kalbin şifası, kalpteki ahlâkî sapkınlık ve çöküşün telâfisidir. Kur’ân-ı Kerim de önce öğüt, nasihat ve öykülerle kalbi gaflet uykusundan uyandırır. İkinci aşamada insanları güzellik ve şefkatle hak öğretilere, yüce ahlâka ve güzel davranışlara davet eder ve bunu, imanla ve imanın gereklerine uymakla pekiştirir.

    Müminler Emiri Ali (a.s), konuyla ilintili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Bilin ki, şu Kur’ân, öğüdünde aldatmayan, yol göstermede insanı azdırmayan, söyleyişte yalan söylemeyen bir öğütçüdür. Bilin ki, Kur’ân’la oturup kalkan, ya doğrulukta bir fazlaya ulaşır ya da körlükte bir azalmayla ondan ayrılır. Bilin ki, hiç kimseye Kur’ân’dan sonra bir ihtiyaç, bir yoksulluk gelip çatmaz; hiç kimseye de ona uymadan bir zenginlik ulaşmaz. Dertlerinize ondan şifa dileyin; güçlüklerinize ondan yardım isteyin; çünkü o en büyük derde bile devadır, ki en büyük dert de küfürdür, nifaktır, azgınlıktır, sapıklıktır.” [10]

    İmam Ali (a.s) bu buyruğunda, “küfür” ve “nifak”ın büyük dertler olduğuna vurgu yapmaktadır. Bunun nedeni şöyle açıklanabilir: Şek ve şüphe, küçük ölüm diye nitelenebilecek bir hastalıktır. Küfür ve nifak ise ölümdür ve bu da büyük bir derttir. Hastalık, ölümün elçisi olduğu gibi, gönül şüphesi ve hastalığı da gönlün ölüm elçisidir. Yani, küfür ve nifakın elçisidir.

    Mevlâna Celaleddin, hastalık ve solgunluğun ölüm elçisi olduğunu şöyle buyurmaktadır:

    İşte bunlar gam ve hastalığın eserleridir

    Bunların her biri ölümün elçisidir.

    9- Kur’ân okumak, ruhun güçlenmesine neden olur. Çünkü (maddî olmayan) soyut ruh, ilâhî nurla beslenir; ondan gıda ve güç alır.

    İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

    “Kur’ân ile bütünleşen insan, dağı yerinden kaldıracak kadar güçlenir.”

    Aslında İmam Ali (a.s) bu buyruğunda, sadece vasat bir örnek belirtmektedir; yoksa Kur’ânî ruhun gücü, bunun çok ötesindedir.

    İmam Ali (a.s) yine şöyle buyurmaktadır:

    “Her kim, Kur’ân’ın herhangi bir yerinden yüz ayet okur ve bunun ardından yedi defa ‘Ya Allah’ derse, Allah dilerse bu duasıyla dağı yerinden söker.”[11]

    Buna binaen, Allah’ın izniyle âlemin mutlak gücü olan Cebrail’in gücünün yemekten kaynaklanmadığı gibi ve güneşin güç ve aydınlığının pamuk ve yağdan kaynaklanmadığı gibi, maddeden soyut olan ruhun güç ve kudreti de yemekten kaynaklanmamaktadır.

    Gücün, Hakk’ın gücünden doğar

    Sıcaklıktan fışkıran damarlardan değil

    Bu aydın olan güneş çırağı

    Fitil, pamuk ve yağdan değil

    Bu daim dönen semanın çarkı

    İp ve direk yardımıyla ayakta değil

    Cebrail’in gücü yemekten değildir

    Mihriban Yaratıcı’nın mülâkatındandır

    Hak abdallarının bu gücünü de

    Hak’tan bil, yemekten ve tabaktan değil

    Cisimlerini de nurdan yoğurmuşlardır

    Ki ruh ve melekten öteye yücelmişlerdir

    Yüce’nin vasıflarıyla vasıflanmış olduğundan

    Halil gibi hastalıklar ateşinden geç

    Ki ateş sana da serin ve esenlik olsun

    Tüm faktörler, isteğine köle kesilsin.[12]

    Maddeden soyut ruh, sevgiliyi görmekle, sevgilinin sesini duymak ve tatmakla güç ve kudret kazanır.

    Evliyanın gücü, İlâh’ın gücündendir

    Fırlatılan oku yoldan geri çevirirler.

    İmam Ali b. Ebutalib (a.s), dönemin pehlivanlarının hareket bile ettiremediği Hayber kalesinin kapısını yerinden söküp fırlatır ve “Elim kapıya değmedi bile.” buyurur. Bu hadis Ehlisünnet kanalıyla da rivayet edilmiştir.

    İmam Ali (a.s) bu hususta şöyle buyurmuştur:

    “Andolsun Allah’a, ben Hayber’in kapısını bedenî gücümle değil, rahmanî gücümle yerinden söktüm.” [13]

    İbn Hacer el-Askalanî “el-İsabe” kitabında, Kadı Dehlan “Siret’ün-Nebeviyye” kitabında ve diğer Ehlisünnet âlimleri şöyle nakletmişlerdir:

    “Savaşın bitiminden sonra kırk kişi birleşerek bu kapıyı eski yerine getirebildiler.”

    Şiî kaynaklarında ise İmam Ali’den (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:

    “Andolsun Allah’a, Hayber kapısını bedenî gücümle ve beslenmeden kaynaklanan hareketle yerinden söküp kırk zirâ’ (takribî olarak 18 metre) öteye fırlatmadım ve hatta azalarım bunu hissetmedi bile; ancak melekutî bir güçle desteklendim ve Rabbinin nuruyla aydınlanan can ile onu yerinden söktüm.” [14]

    İşte bu güç ve kudret, Hakk’ın nurundan kaynaklanan bir güçtür ve bu da, canın güçlenmesine neden olan Kur’ân’ın meşhudî ilminden ibarettir.

    O, bu yurdun özellerinin yemeğidir

    Boğaz ve alet olmaksızın yenir

    Güneşin yemeği arşın nurundandır

    Hasetli ve devinkiyse halı tozudur

    Şehitler için ‘rızıklanırlar’ buyurmuştur Hak

    Bu yemek için ne ağız, ne tabak gerek

    Gönül her sevgiliden bir yemek yer

    Gönül her ilimden bir sefa alır.[15]

    Güneşin arş nurundan beslenip sıcaklık ve aydınlık aldığı ve şehitlerin Allah ile mülâkattan huzur ve mutluluk aldıkları gibi, Kur’ân’la bütünleşen insan da aynen böyle Kur’ân’dan beslenir.

    Kur’ân’la bütünleşerek ruhlarını güçlendiren insanların bedenleri de güçlenir ve ruhun kazanmış olduğu güç, bedene de yansır. Bunun nedeni şudur: Ruh cevherdir, beden ise ilinek; ilinek de cevhere tâbidir.

    Kudret kemalinden erlerin bedenleri

    Nedensiz nur içinde tahammül kazandı.[16]

    İlim, yüce Allah’ın ism-i a’zamıdır (büyük ismi) ve insan, bu ilim sayesinde bütün varlıklara hükmeder, bütün varlıkları isteğine ram eder.

    Süleyman mülkünün mührüdür, ilim

    Bütün evren sûrettir, ilimdir canı

    İnsanın bu sanatından biçare oldu

    Denizlerin mahlukatı, dağ ve çöl mahluku

    Kaplan ve aslan, bir fare gibi korkar ondan

    Köpekbalığının ödü kopar, deniz kaynamada

    Peri de, dev de ondan uzaklaşmıştır

    Her biri gizli bir yerde saklanmıştır.[17]

    İlimlerin kaynağı olan Kur’ân’dan ilim alan bir ruh güçlenir. Bu ilim kaynağından pay alabilen bir insan, olağanüstü işler yapar. Hz. Süleyman (a.s) mektebinin öğrencilerinden olup semavî kitap ilminden biraz pay almış olan Asıf b. Berhiya, çok uzak bir mesafede bulunan Seba kraliçesi Belkıs’ın tahtını Hz. Süleyman’ın (a.s) huzuruna getirir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

    “Ey ulular dedi, onlar, bana teslim olup gelmeden onun tahtını kim getirebilir bana? Cinlerden bir ifrit, sen yerinden kalkmadan, dedi, ben onu sana getiririm ve şüphe yok ki ben, elbette güvenilecek bir kuvvete sahibim. Kitaba ait bir bilgiye sahip olansa, ben dedi, gözünü yumup açmadan onu getiririm sana. Derken baktı ki taht yanında durmada, onu görünce, bu dedi, Rabbimin lütfünden, ihsanından. Şükür mü edeceğim, nankör mü olacağım, beni sınamak istiyor. Fakat şükreden, mutlaka kendisini faydalandırmış olur ve nankörlük edene gelince, hiç şüphe yok ki Rabbim, kullarından müstağnîdir, onlara karşı lütuf ve kerem sahibidir.”[18]

    Bir ifrit, onun tahtını fend ile

    Getiririm, sen yerinden kalkmadan

    Asıf dedi, ben O’nun yüce ismiyle

    Bir nefeste huzuruna getiririm

    Gerçi ifrit, büyü üstadı idi

    Ama taht Asıf’ın nefesiyle ortaya çıktı.[19]

    İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:

    “Allah’ın yüce ismi, yetmiş üç harftir ve Asıf ise bunlardan sadece birini biliyordu. Bildiği o harfle konuştu, böylece kendisiyle Belkıs’ın arasındaki mesafe kısaldı, eli Belkıs’ın tahtına ulaştı. Yer, bir göz açıp kapama süresinden daha kısa zamanda eski hâline döndü. Bizim nezdimizde ise ism-i a’zamın yetmiş iki harfi vardır; bir haf de yüce Allah’ın katındadır ve onunla katındaki gayb ilmini etkiler. Şanı yüce Allah’tan başka güç ve kudret yoktur.” [20]

    Dikkat edilmesi gerekir ki, bu yetmiş üç harften ibaret olan Allah’ın yüce ismi, normal türden ve göreceli isim ve harflerden değildir; isim sahibinin canında yer etmiş olan ve ruha güç bahşeden gerçeklerden ibarettir.

    Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

    “Kur’ân’la dağlar yürütülse yahut yeryüzü parçalansa yahut da ölü konuşsa. Fakat bütün işler, ancak Allah’ın. İnananlar anlamazlar mı ki Allah dileseydi bütün insanları doğru yola sevk ederdi. Kâfir olanlarsa, yaptıklarına karşılık, Allah’ın vaadi yerine gelinceye dek bir belâya uğrayıp dururlar yahut da yurtlarına yakın bir yere iner bu belâ. Şüphe yok ki Allah, vaadinden dönmez.”[21]

    İmam Muhammed Bâkır (a.s) bu ayetin yorumu bağlamında şöyle buyurmuştur:

    “Dağların yürütüldüğü, şehirlerin paramparça edildiği ve ölülerin diriltildiği şeyleri (şifreleri) içeren bu Kur’ân’ın vârisleriyiz bizler.” [22]

    Bu konuyla ilintili olarak iki noktaya temas etmeliyim:

    - Kur’ânî ilim, iktisabî değildir; irsîdir. Bunun açılımı şöyledir: Kur’ânî gerçekler, ancak ve sadece nefsi eğitmek ve arındırmak ile sahiplenilebilir. Ancak bu gerçeklerin tümü, bu uğurda gayret etmekle de elde edilemez.

    - İnsan, Kur’ânî ilme vâris olmakla, âlemin bütün varlıklarına hükmeder konuma yükselir. İşte Kur’ân sayesinde bütün varlıklar ve etkenler, Kur’ânî ruhun emrine tâbi olur.


    [1]- Vesâil’uş-Şia, c.6, s.236

    [2]- Müstedrek-u Vesâil’iş-Şia, c.4, s.311

    [3]- Yûnus, 57

    [4]- İsrâ, 82

    [5]- Hac, 53

    [6]- Bakara, 10

    [7]- Tevbe, 124-125

    [8]- Şuarâ, 89

    [9]- el-Kâfi, c.2, s.16

    [10]- Müstedrek-u Vesâil’iş-Şia, c.4, s.239; Nehc’ül-Belâğa, 176. hutbe

    [11]- Vesâil’uş-Şia, c.7, s.65

    [12]- Mesnevî, 3. defter, 3-10. beyitler

    [13]- İhkak’ul-Hak, c.8, s.383

    [14]- Beşaret’ül-Mustafa, s.235; Taberî, İmaduddin, meclis: 77; el-Emalî, Saduk; Bihar’ul-Envar, c.21, s.26

    [15]- Mesnevî, 2. defter, 1086-1089. beyitler

    [16]- Mesnevî, 6. defter, 3066. beyit

    [17]- Mesnevî, 1. defter, 1030-1033. beyitler

    [18]- Neml, 38-40

    [19]- Mesnevî, 4. defter, 903-905. beyitler

    [20]- Usul-u Kâfi, c.1, s.230

    [21]- Ra’d, 31

    [22]- Usul-u Kâfi, c.1, s.226

    Yorum

    YUKARI ÇIK
    Çalışıyor...
    X