Bismillâhirrahmanirrahim
Kur'an'ın gölgesi altında yaşamak bir nimettir. Sadece onu tadanın alabileceği bir nimet. İnsan ömrünü yücelten, onurlu kılan ve arındıran bir nimet.
Allah'a hamdolsun ki, bana ömrümün bir bölümünü Kur'an'ın gölgesi altında yaşama imkanını bağışladı. Bu dönemde hayatımın bugüne kadar ki bölümünde hiç
tatmamış olduğum bir nimetin hazzını duydum. İnsan ömrünü yücelten, onurlu kılan ve arındıran nimetin hazzını...
Bu dönemi, şu Kur'an'ın cümleleri aracılığıyla bana seslenen yüce Allah'ın sözlerini, kulaklarımda işiterek yaşadım. Ben ki, basit ve küçük bir kulum. İnsan
için bundan daha yüce bir onurlandırma, insan ömrüne şu Kur'an'ın kazandırdığı yücelikten daha üstün bir yücelik, kerem sahibi yaratıcının insana sunacağı
bundan daha yüksek bir derece düşünülebilir mi?
Hayatımın Kur'an'ın gölgesi altında geçen dönemindeki düşüncelerime göre; yeryüzünde son çırpınışlarını yaşayan cahiliye uygarlığı, bu uygarlığın tutkunlarının
basit ve komik amaçları, üstelik gerçekte sınırlı ve cüz'i olan bilgileri ve düşünceleriyle, övünüp böbürlenmeleri acınacak ve aynı zamanda da bulunduğum
yüksek seviye gereği tepeden bakılacak bir durumdu. Tıpkı yetişkin yaşta bir insanın çocukların oyunlarına, çocukça hareketlerine ve kırık-dökük konuşma
girişimlerine baktığı gibi. Onları seyrederken hayret ediyorum. Ne oluyor şu insanlara?
Ne oluyor da mikrop yuvası bir bataklığın derinliklerine gömülüp giderken şu yüce çağrıya; insan hayatını yücelten, onurlandıran ve arındıran çağrıya kulak
vermiyorlar?
Hayatımın Kur'an gölgesi altında geçen bu dönemini, varlık alemine ilişkin şu kapsamlı, yetkin, yüksek düzeyli, saf düşünceyi; tüm evrenin ve insan varoluşunun
amacına ilişkin şu düşünce sistemini doya doya özümleyerek yaşadım. Bu düşünce sistemini, insanlığın doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde etkisi altında
yaşadığı cahiliye düşünceleriyle karşılaştırdım ve içimden şu soruyu sordum:
Nasıl oluyor da insanlık, önünde temiz bir yeşil ova, yüksek seviyeli bir alan ve parlak ışık dururken bu kokuşmuş bataklıkta, bu çamur dehlizlerinde ve
bu koyu karanlıkta yaşayabiliyor?
Hayatımın Kur'an gölgesinde geçen bu dönemini, insanın, yüce Allah'ın isteğine uygun hareketiyle yine O'nun tarafından yaratılan şu evrenin hareketi arasındaki
çarpıcı ahengini hissederek yaşadım. Bunun yanısıra evrenin kanunlarına ters düşen insanlığın sıkıntı dolu bocalayışını, dışardan empoze edilen bozuk ve
zararlı öğretiler ile yaratılış mayasını oluşturan fıtrî yapısı arasındaki çatışmayı gözledim ve arkasından kendi kendime şöyle dedim;
"Hangi alçak şeytandır ki, insanı kendi adımları ile bu cehenneme doğru güdüyor?"
Yazık şu Allah'ın kullarına...!
Hayatımın Kur'an'ın gölgesi altında geçen bu dönemini, varlık bütününün, dış görüntüsünden daha çok daha büyük olduğunu, hem gerçek mahiyeti ve hem de boyutlarının
sayısı bakımından göründüğünden daha büyük olduğunu gördüm. Varlık bütünü, gayb alemi ile görüntüler aleminin birleşmesinden oluşur, sadece görünen âlemden
ibaret değildir. Varlık bütünü dünya ile âhiretin birleşmesinden oluşur, sırf şu dünyadan ibaret değildir. İnsanlığın gelişimi, bu kesintisiz nehir yatağının
kıvrımlarında sürekli akıp giden bir nehir gibidir. Ölüm, bu yolculuğun sonu değildir, sadece yolun belirli bir konaklama noktasıdır. İnsanın bu dünyada
elde ettiği sonuçlar, asıl payın tümü değil, bu payın sadece bir bölümüdür. Payının burada elde edemediği bölümünü orada kesinlikle elde edecektir. Buna
göre, herhangi bir haksızlık, aldatılma, kayba uğrama söz konusu değildir. Üstelik insan yolculuğunun bu gezegenin yüzeyinde geçen bölümü, canlı ve aşina
bir evrende, dost ve müşfik bir âlemde gerçekleşen bir yolculuktur. Dışardan etki alan ve bu etkilere karşılık veren diri, mümin ruhun saygıyla yöneldiği
tek Yaradan'a yönelen bir evrendir bu:
"Göklerde ve yeryüzündeki tüm varlıklar ile bunların gölgeleri, sabah akşam, ister istemez Allah'a secde ederler." (Rad Sûresi: 13/15)
"Yedi gök ile yer ve bunların içerdiği tüm varlıklar Allah'ı tesbih ederler. Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur."(İsra Sûresi: 17/44)
Bu ne huzur, bu ne geniş çaplılık, bu ne aşinalıktır; bu kapsamlı, yetkin, engin ve doğru düşüncenin kalbe aşıladığı güven ne kadar sağlamdır!
Hayatımın Kur'an'ın gölgesi altında geçen bu döneminde insanın gerek İslam'dan önce ve gerekse ondan sonra ki, beşerî değerlendirmelerden çok daha yüceltici
bir yaklaşımla onurlandırıldığını gördüm. İslâm'ın değerlendirmesine göre, insanın mayasına, yüce Allah'ın ruhundan üflenmiş, bir soluk katılmıştır:
"Hani Rabbin meleklere; 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona biçim verip ruhumdan bir soluk üflediğimde önünde secdeye kapanın' dedi." (Sad Sûresi
38/71-72)
İnsan bu ilâhi soluk sayesinde yeryüzünde Allah'ın halifesi olmakla görevlendirildi:
"Hani Rabbin meleklere; 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi." (Bakara Sûresi, 2/30)
Yeryüzünün tüm varlıkları insanın hizmetine, onun yararına sunuldu:
"Göklerde ve yeryüzünde bulunan bütün varlıkları buyruğunuz altına verdi." (Casiye Sûresi, 45/13)
Böylesine onurlu ve yüce bir varlık olan insanı, öbür hemcinsleri ile biraraya getiren ortak bağın bu şeref bağışlayıcı ilâhî soluktan kaynaklanan bir bağ
olması, başka bir deyimle insanlararası birliğin, Allah'a inanma bağına dayanması yasaya bağlandı.
Buna göre mü'minin vatanı da, milleti de ailesi de, inancına bağlıdır. Böyle olduğu içindir ki, bütün insanlık bu bağ etrafında biraraya gelmelidir. Yoksa
hayvanların biraraya gelmelerini sağlayan otlak, mera, sürü ve ağıl gibi faktörlerin etrafında biraraya gelmeye kalkışmamalıdır.
Bunun yanısıra mümin, tarihin derinliklerinden gelen köklü bir neseb ortaklığına, akrabalık bağına sahiptir. O, Hz. Nuh'tan, Hz. İbrahim'den, Hz. İsmail'den,
Hz. İshak'tan, Hz. Yakub'dan, Hz. Yusuf'dan, Hz. Musa'dan, Hz. İsa'dan ve Hz. Muhammed'den (salat ve selam üzerlerine olsun) oluşan seçkin öncülerin önderlik
ettikleri onurlu kafilenin bir parçası, bir üyesidir:
"Sizin bir parçasını oluşturduğunuz şu ümmet, tek bir ümmettir, ben de sizin Rabbinizim. O halde benden çekinin." (Mü'minim Sûresi, 23/52)
Tarihin derinliklerinden gelen bu onurlu kafile -Kur'an'ın ışığı altında belirgin bir şekilde açığa çıktığı gibi- yüzyıllar boyunca zamanın ilerlemesine,
coğrafi yerlerin değişmesine ve insanların farklılaşmasına rağmen değişmeyen tutumlarla, benzer bunalımlar ve deneyimlerle karşılaştı. Bu kafile sapıklıkla,
körlükle, azgınlıkla, ihtirasla, baskıyla, gönül huzuru içinde, Allah'ın zafere erdireceğinden emin olarak, umudunu o günün geleceğine bağlayarak, her
an Allah'ın şu kesin ve sağlam vaadinin gerçekleşeceğini bekleyerek yoluna devam ediyor:
"Kâfirler, peygamberlerine; 'Ya bizim dinimize dönersiniz ya da sizi ülkemizden süreriz' dediler. Bunun üzerine Rabbleri, peygamberlere; 'Biz zalimleri
ortadan kaldıracak ve onların arkasından yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu, benim huzuruma dikileceği andan ve benim tehdidimden korkanlara yönelik bir
uyarıdır.' " (İbrahim Sûresi, 14/12-13)
Aynı güveni paylaşan bu onurlu kafile, her zaman ve her yerde aynı tutumla, aynı tecrübeyle, aynı tehditle ve aynı vaadle karşı karşıyadır. Çeşitli baskılar,
tehditler ve yıldırmalar altında yollarına devam eden mü'minleri en sonunda aynı akıbet bekliyor.
Hayatımın Kur'an'ın gölgesi altında yaşadığım döneminde şu evrende kör tesadüfe ya da başıboş rastgeleliğe yer olmadığını öğrendim.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Biz herşeyi bir plana göre yarattık." (Kamer Sûresi, 54/49)
"Allah herşeyi yarattı ve bir takdire göre düzenledi." (Furkan Sûresi, 25/2)
Şu evrende herşey bir hikmete bağlıdır. Fakat insanın kısa görüşlü bakışı, gayb aleminin derin hikmetini farketmeyebilir. İşte:
"Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız sabredin. Çünkü Allah, hoşlanmadığınız bir şeyde sizin için büyük bir yarar takdir etmiş olabilir." (Nisa Sûresi, 4/19)
"Bazen hoşunuza gitmeyen birşey hakkınızda iyi olabilir, buna karşılık hoşunuza giden birşeyde hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilemezsiniz."
(Bakara Sûresi, 2/216)
İnsanlar tarafından kabul görmüş sebepler kimi zaman beklenen sonuçları verirken, kimi zaman da istenen sonucu vermeyebilir, insanlar tarafından kesin sayılan
öncüller, (mantığa uygun mukaddimeler) sonuçları tarafından izlenebilir de izlenmeyebilir de. Çünkü sonuçları meydana getiren asıl etken, sebepler ve öncüller
değildir. Bunun yerine sonuçları, sebepler ve öncüllerin de payı olmasına rağmen asıl Allah'ın hür iradesi meydana getirir.
"Bilemezsin, belki de bunun arkasından yeni bir durum meydana getirir." (Talak Sûresi, 65/1)
"Allah dilemedikçe siz birşey dileyemezsiniz." (İnsan Sûresi, 76/30)
Mü'min, sebeplere yapışır. Çünkü ona böyle davranması emredilmiştir. Sebeplerin sonuçlarını, ürünlerini yalnız Allah takdir eder. Allah'ın rahmetine, adaletine,
hikmetine ve bilgisine güvenmek, tek emin sığınak, insanı vesvese saplantılarından kurtaran tek çıkar yoldur:
"Şeytan sizi fakirlikle korkutup cimriliği ve kötü işler yapmayı emreder. Oysa Allah size kendi tarafından bağışlama ve bol nimet vaadeder. Allah'ın bağışlayıcılığı
engindir ve O, herşeyi bilendir." (Bakara Sûresi, 2/268)
İşte bu sebeplerden dolayı, hayatımın Kur'an'ın gölgesi altında geçen dönemini huzur, güven ve gönül rahatlığı içinde yaşadım. Her olayda, her gelişmede
Allah'ın rolünü ve gücünü görerek, O'nun himayesini ve gözetmesini ve gözetimini üzerimde duyarak yaşadım. Bu dönemdeki yaşantımda O'nun sıfatlarının etkinliği
ve yapıcı rolünü sürekli olarak hissettim. Okuyalım:
"Ya da darda kalmışsa, dua ettiği zaman karşılık vererek onun sıkıntısını gideren kimdir?" (Neml Sûresi, 27/62)
"Allah, kulları üzerinde kesin bir egemenlik yetkisine sahiptir. O herşeyi yerinde yapar, her şeyden haberdardır." (Enam Sûresi, 6/18)
"Allah istediğini mutlaka gerçekleştirir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Yusuf Sûresi, 12/21)
"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer." (Enfal Sûresi, 8/24)
"Kim Allah'ın emrini çiğnemekten sakınırsa, Allah ona mutlaka bir çıkış yolu gösterir. Ona beklemediği yerden rızık gönderir. Kim Allah'a dayanır, güvenirse
Allah ona yeter. O istediğini kesinlikle gerçekleştirir." (Talak Sûresi, 65/2-3)
"Hiçbir canlı yoktur ki, alnı (perçemi) Allah'ın elinde olmasın, onu dilediği gibi yönetmesin." (Hud Sûresi, 11/56)
"Allah kuluna yetmez mi? Oysa seni O'ndan başkası ile korkutuyorlar." (Zümer Sûresi, 39/36)
"Allah'ın alçalttığı kimseye hiç kimse onur kazandıramaz." (Hacc Sûresi, 22/18)
"Allah'ın saptırdığını kimse doğru yola iletemez." (Rad Sûresi, 13/33)
Şu evren, kör ve sağır mekanik kanunların eline bırakılmış değildir. Doğal kanunların arkasında her zaman tasarlayıcı bir irade, mutlak bir dilek vardır.
Allah dilediğini yaratır ve dilediğini tercih eder.
Yine hayatımın bu döneminde öğrendim ki, Allah'ın gücü sürekli ve sınırsız etkinliğe sahiptir. Fakat O, bu etkinliği kendine özgü bir tarzda gösterir. Biz
bu etkinliği acele edip öne alamayız. Allah'a herhangi bir şeyi de öneremeyiz.
Kur'an'ın ışığı altında açıkça ortaya çıktığı gibi ilâhî sistem her çeşit sosyal ortamda, insan gelişiminin her evresinde, insan psikolojisinin her durumunda
uygulanmak üzere ortaya konmuştur. Başka bir deyimle bu sistem, şu yeryüzünde yaşayan insan için düzenlenmiştir. Bu sistem, bu insanın fıtrî yapısını,
enerji kapasitesini, yeteneklerini, gücünü, yetersizliklerini ve zaman içinde değişikliğe uğrayan durumlarını gözönünde bulundurur. Bu sistem, insan hakkında
kötümser düşünüp onun yeryüzündeki fonksiyonunu küçümsemez; yine o, gerek bağımsız bir fert ve gerekse bir toplumun üyesi olarak, yaşantısının hiçbir anında
onun değerini hederetmez, küçümsemez. Bunun yanısıra bu sistem, gerçekleri gözardı ederek insana gerçek değerini ve kapasitesinin yüce Allah'ın onu yarattığı
gün görevlendirdiği yeryüzüne halifelik görevinin üstünde bir görev ve fonksiyon da yüklemez. Her iki durumda da onun fıtrî yapısının dayanaklarının, kanunla
oluşturulacak ve çalakalem ortadan kaldırılabilecek kadar yüzeysel olmadığını kabul eder.
İnsan, şu bilinen varlığın adıdır. O fıtrî yapısı ile, içgüdüleri ve yetenekleri ile tanınan insandır. İlâhi sistem, onun elinden tutarak yapısı ve fonksiyonu
gereği kendisi için tasarlanan en üst kemal düzeyine çıkarmaya çalışır, onu Allah'a doğru yükselen kemal yoluna iletirken kişiliğine, fıtrî yapısına ve
bu yapının temel dayanaklarına saygı gösterir.
Bütün bu özellikleri içerisinde barındıran bu ilâhî sistem insanlığın uzun çağlar sürecek uzun ömrü dikkate alınarak ortaya konulmuştur. Bu sürenin ne kadar
olduğunu sadece şu insanın yaratıcısı ve şu Kur'an'ı indiren Allah bilir. Bundan dolayı bu sistem yüce amaçlarını gerçekleştirme konusunda zorlamacı, baskıcı
ve aceleci değildir. Önündeki ufuk sürekli ve sonsuzdur. Onu ne bir ferdin ömrü sınırlar ve ne de ölüme yakalanıp da uzun vadeli amacını gerçekleştiremeyeceğinden
korkan fani bir insanın arzusu kışkırtabilir.
Oysa yapmak istedikleri herşeyi bir kuşağın ömrü içine sığdırmaya çalışan yeryüzü kaynaklı, baskıcı doktrinlerin taraftarları, bunun tam tersi olan bir
tutum benimserler. Onlar, adımlarını dengeli olarak atan insan fıtratının önüne geçmeye kalkışırlar. Çünkü bu dengeli adımların temposuna sabredemezler!
Ama izledikleri yolun üzerinde katliam kurbanlarının ceset kümeleri yükselir, seller gibi insan kanı akar, değerler paramparça ve işler karmakarışık olur,
sonunda kendileri de, yapmacık doktrinleri de, zorba doktrinler tarafından altedilmesi mümkün olmayan insan fıtratının darbeleri altında parçalanıp yok
olur.
Oysa İslâm, fıtrata ayak uydurarak sakin ve ağır adımlarla ilerler. An gelir, geri kalan fıtratı ileriye iter, gün gelir adımlarının temposunu yavaşlatır,
eğrildiği zaman onu doğrultur, fakat onu kırıp parçalamaz. O, fıtrata karşı bilgili, ileri görüşlü ve belirlenmiş amacından emin bir kişiden beklenebilecek
olan sabırlılığı gösterir. Bu aşamada gerçekleşmeyen işler ikinci, üçüncü... onuncu, hatta yüzüncü... bininci aşamada gerçekleşir. Nasıl olsa zaman sürekli,
amaç belirgin ve büyük hedefe ulaştıran yol uzundur.
Ulu bir ağaç nasıl toprağın deriliklerine kök salarak, uzun ve sık dallar vererek büyürse işte İslâm da aynı şekilde ağır ağır, farkedilmez bir tempo ile
ve güven içinde büyüyüp boy atar. Sonunda ise her zaman yüce Allah'ın olmasını dilediği şeyler olur.
Tohum bazen kum yığınları altında kalır, kimi zaman kurtlar tarafından kemirilir, bazen susuzluktan yanar, bazen de su baskınına uğrar. Fakat ileri görüşlü
İslâmi düşüncenin bütün afetlere baskın çıkacağını bilir. Bu yüzden sabırsızlanıp kuşkuya kapılmaz, bu tohumu tabiatın soğukkanlı, dengeli, hoşgörülü ve
müşfik etkenleri dışında bir yola başvurarak belirtmeye, olgunlaştırmaya kalkışmaz.
İşte Yüce Allah'ın bütün evrene yönelik metodu, tutumu budur:
"Allah'ın kanunlarında asla bir değişme, bir başkalaşma bulamazsın." (Fatır Sûresi, 35/42)
"Hakk" kavramı, şu varlık bütününün yapısında köklü yeri olan bir kavramdır. Geçici bir istisna, amaç dışı bir raslantı değildir. Çünkü herşeyden önce yüce
Allah "Hakk" tır ve varlık varoluşunu O'ndan, varlığından alır:
"Çünkü Allah, hakktır ve O'nun dışında taptıkları herşey batıldır. Gerçekten ulu ve büyük olan, Allah'tır." ( Lokman Sûresi, 31/30)
Öte yandan yüce Allah şu evreni hakka dayalı olarak yarattı; bu yaratma sürecine asla batıl karışmamıştır:
"Allah, bunları hakk uyarınca yarattı." (Yunus Sûresi, 10/5)
"Ey Rabbimiz, sen bunu boşuna, batıl olarak yaratmadın. Seni böyle bir şeyden tenzih ederiz." (Âli İmran Sûresi, 3/191)
Bunun yanısıra hakk, şu varlık bütününün temel direği, eksenidir. Varlık bütünü bu temel direkten ve ana eksenden uzaklaşınca dengesini kaybeder ve mahvolur:
"Eğer hakk, onların şahsi arzularına uysaydı göklerin, yeryüzünün ve bu ikisi arasında bulunan bütün varlıkların düzeni bozulurdu." (Müminun, 23/71)
Bundan dolayı hakkın mutlaka üstün olması, buna karşılık batılın da kökünün kazınması gerekir. Eğer pratik görüntü bunun tersine ise, sonunda hakkın açık
bir biçimde ortaya çıkmasını hiçbir güç önleyemez:
"Hayır, biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar, böylece batıl yokoluverir." (Enbiya, 21 /18)
Hayır, yapıcılık, dirlik-düzen ve iyilik de, hakk gibi, köklü kavramlardır. Bunlar da, hakk gibi kalıcıdır:
"Allah gökten su indirir, dereler onunla dolup-taşar. Sel, üste çıkan köpüğü alır götürür. Süs ya da eşya yapmak için ateşte yakıp erittiğiniz madenlerde
de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hakk ve batılı böyle bir benzetme ile anlatır. Köpük yokolup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır.
Allah bunun gibi birçok örnekler verir." (Râd Sûresi, 13/17)
"Allah'ın, güzel sözü, kökü sağlam ve dalları göğe yükselmiş soylu bir ağaca benzeterek örnek verdiğini görmüyor musun? Bu ağaç, Rabbinin izni ile her mevsimi
geldiğinde meyvelerini verir. Allah, insanlara böyle somut örnekler verir ki, öğüt alsınlar.
Buna karşılık kötü bir söz de yerden koparılmış, kökü olmayan ve ayakta sağlam duramayan, kötü bir ağaca benzer. Allah mü'minlerin, gerek dünya hayatında
ve gerekse ahirette, sağlam söze bağlı kalmalarım sağlar, zalimleri ise sapıtır. Allah ne dilerse onu yapar." (İbrahim Sûresi, 14/24-27)
Bu düşüncenin meydana getirdiği ferahlık ne kadar büyüktür! Onun kalbe aşıladığı huzur ne kadar tatlıdır! Hakka, hayra ve yapıcılığa karşı uyandırdığı güven
ne kadar sarsılmazdır! Basit realiteye karşı, gönülde kökleştirdiği güçlülük ve kendine güven duygusu ne kadar engindir!
Kur'an'ın gölgesi altında yaşamak bir nimettir. Sadece onu tadanın alabileceği bir nimet. İnsan ömrünü yücelten, onurlu kılan ve arındıran bir nimet.
Allah'a hamdolsun ki, bana ömrümün bir bölümünü Kur'an'ın gölgesi altında yaşama imkanını bağışladı. Bu dönemde hayatımın bugüne kadar ki bölümünde hiç
tatmamış olduğum bir nimetin hazzını duydum. İnsan ömrünü yücelten, onurlu kılan ve arındıran nimetin hazzını...
Bu dönemi, şu Kur'an'ın cümleleri aracılığıyla bana seslenen yüce Allah'ın sözlerini, kulaklarımda işiterek yaşadım. Ben ki, basit ve küçük bir kulum. İnsan
için bundan daha yüce bir onurlandırma, insan ömrüne şu Kur'an'ın kazandırdığı yücelikten daha üstün bir yücelik, kerem sahibi yaratıcının insana sunacağı
bundan daha yüksek bir derece düşünülebilir mi?
Hayatımın Kur'an'ın gölgesi altında geçen dönemindeki düşüncelerime göre; yeryüzünde son çırpınışlarını yaşayan cahiliye uygarlığı, bu uygarlığın tutkunlarının
basit ve komik amaçları, üstelik gerçekte sınırlı ve cüz'i olan bilgileri ve düşünceleriyle, övünüp böbürlenmeleri acınacak ve aynı zamanda da bulunduğum
yüksek seviye gereği tepeden bakılacak bir durumdu. Tıpkı yetişkin yaşta bir insanın çocukların oyunlarına, çocukça hareketlerine ve kırık-dökük konuşma
girişimlerine baktığı gibi. Onları seyrederken hayret ediyorum. Ne oluyor şu insanlara?
Ne oluyor da mikrop yuvası bir bataklığın derinliklerine gömülüp giderken şu yüce çağrıya; insan hayatını yücelten, onurlandıran ve arındıran çağrıya kulak
vermiyorlar?
Hayatımın Kur'an gölgesi altında geçen bu dönemini, varlık alemine ilişkin şu kapsamlı, yetkin, yüksek düzeyli, saf düşünceyi; tüm evrenin ve insan varoluşunun
amacına ilişkin şu düşünce sistemini doya doya özümleyerek yaşadım. Bu düşünce sistemini, insanlığın doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde etkisi altında
yaşadığı cahiliye düşünceleriyle karşılaştırdım ve içimden şu soruyu sordum:
Nasıl oluyor da insanlık, önünde temiz bir yeşil ova, yüksek seviyeli bir alan ve parlak ışık dururken bu kokuşmuş bataklıkta, bu çamur dehlizlerinde ve
bu koyu karanlıkta yaşayabiliyor?
Hayatımın Kur'an gölgesinde geçen bu dönemini, insanın, yüce Allah'ın isteğine uygun hareketiyle yine O'nun tarafından yaratılan şu evrenin hareketi arasındaki
çarpıcı ahengini hissederek yaşadım. Bunun yanısıra evrenin kanunlarına ters düşen insanlığın sıkıntı dolu bocalayışını, dışardan empoze edilen bozuk ve
zararlı öğretiler ile yaratılış mayasını oluşturan fıtrî yapısı arasındaki çatışmayı gözledim ve arkasından kendi kendime şöyle dedim;
"Hangi alçak şeytandır ki, insanı kendi adımları ile bu cehenneme doğru güdüyor?"
Yazık şu Allah'ın kullarına...!
Hayatımın Kur'an'ın gölgesi altında geçen bu dönemini, varlık bütününün, dış görüntüsünden daha çok daha büyük olduğunu, hem gerçek mahiyeti ve hem de boyutlarının
sayısı bakımından göründüğünden daha büyük olduğunu gördüm. Varlık bütünü, gayb alemi ile görüntüler aleminin birleşmesinden oluşur, sadece görünen âlemden
ibaret değildir. Varlık bütünü dünya ile âhiretin birleşmesinden oluşur, sırf şu dünyadan ibaret değildir. İnsanlığın gelişimi, bu kesintisiz nehir yatağının
kıvrımlarında sürekli akıp giden bir nehir gibidir. Ölüm, bu yolculuğun sonu değildir, sadece yolun belirli bir konaklama noktasıdır. İnsanın bu dünyada
elde ettiği sonuçlar, asıl payın tümü değil, bu payın sadece bir bölümüdür. Payının burada elde edemediği bölümünü orada kesinlikle elde edecektir. Buna
göre, herhangi bir haksızlık, aldatılma, kayba uğrama söz konusu değildir. Üstelik insan yolculuğunun bu gezegenin yüzeyinde geçen bölümü, canlı ve aşina
bir evrende, dost ve müşfik bir âlemde gerçekleşen bir yolculuktur. Dışardan etki alan ve bu etkilere karşılık veren diri, mümin ruhun saygıyla yöneldiği
tek Yaradan'a yönelen bir evrendir bu:
"Göklerde ve yeryüzündeki tüm varlıklar ile bunların gölgeleri, sabah akşam, ister istemez Allah'a secde ederler." (Rad Sûresi: 13/15)
"Yedi gök ile yer ve bunların içerdiği tüm varlıklar Allah'ı tesbih ederler. Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur."(İsra Sûresi: 17/44)
Bu ne huzur, bu ne geniş çaplılık, bu ne aşinalıktır; bu kapsamlı, yetkin, engin ve doğru düşüncenin kalbe aşıladığı güven ne kadar sağlamdır!
Hayatımın Kur'an'ın gölgesi altında geçen bu döneminde insanın gerek İslam'dan önce ve gerekse ondan sonra ki, beşerî değerlendirmelerden çok daha yüceltici
bir yaklaşımla onurlandırıldığını gördüm. İslâm'ın değerlendirmesine göre, insanın mayasına, yüce Allah'ın ruhundan üflenmiş, bir soluk katılmıştır:
"Hani Rabbin meleklere; 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona biçim verip ruhumdan bir soluk üflediğimde önünde secdeye kapanın' dedi." (Sad Sûresi
38/71-72)
İnsan bu ilâhi soluk sayesinde yeryüzünde Allah'ın halifesi olmakla görevlendirildi:
"Hani Rabbin meleklere; 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi." (Bakara Sûresi, 2/30)
Yeryüzünün tüm varlıkları insanın hizmetine, onun yararına sunuldu:
"Göklerde ve yeryüzünde bulunan bütün varlıkları buyruğunuz altına verdi." (Casiye Sûresi, 45/13)
Böylesine onurlu ve yüce bir varlık olan insanı, öbür hemcinsleri ile biraraya getiren ortak bağın bu şeref bağışlayıcı ilâhî soluktan kaynaklanan bir bağ
olması, başka bir deyimle insanlararası birliğin, Allah'a inanma bağına dayanması yasaya bağlandı.
Buna göre mü'minin vatanı da, milleti de ailesi de, inancına bağlıdır. Böyle olduğu içindir ki, bütün insanlık bu bağ etrafında biraraya gelmelidir. Yoksa
hayvanların biraraya gelmelerini sağlayan otlak, mera, sürü ve ağıl gibi faktörlerin etrafında biraraya gelmeye kalkışmamalıdır.
Bunun yanısıra mümin, tarihin derinliklerinden gelen köklü bir neseb ortaklığına, akrabalık bağına sahiptir. O, Hz. Nuh'tan, Hz. İbrahim'den, Hz. İsmail'den,
Hz. İshak'tan, Hz. Yakub'dan, Hz. Yusuf'dan, Hz. Musa'dan, Hz. İsa'dan ve Hz. Muhammed'den (salat ve selam üzerlerine olsun) oluşan seçkin öncülerin önderlik
ettikleri onurlu kafilenin bir parçası, bir üyesidir:
"Sizin bir parçasını oluşturduğunuz şu ümmet, tek bir ümmettir, ben de sizin Rabbinizim. O halde benden çekinin." (Mü'minim Sûresi, 23/52)
Tarihin derinliklerinden gelen bu onurlu kafile -Kur'an'ın ışığı altında belirgin bir şekilde açığa çıktığı gibi- yüzyıllar boyunca zamanın ilerlemesine,
coğrafi yerlerin değişmesine ve insanların farklılaşmasına rağmen değişmeyen tutumlarla, benzer bunalımlar ve deneyimlerle karşılaştı. Bu kafile sapıklıkla,
körlükle, azgınlıkla, ihtirasla, baskıyla, gönül huzuru içinde, Allah'ın zafere erdireceğinden emin olarak, umudunu o günün geleceğine bağlayarak, her
an Allah'ın şu kesin ve sağlam vaadinin gerçekleşeceğini bekleyerek yoluna devam ediyor:
"Kâfirler, peygamberlerine; 'Ya bizim dinimize dönersiniz ya da sizi ülkemizden süreriz' dediler. Bunun üzerine Rabbleri, peygamberlere; 'Biz zalimleri
ortadan kaldıracak ve onların arkasından yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu, benim huzuruma dikileceği andan ve benim tehdidimden korkanlara yönelik bir
uyarıdır.' " (İbrahim Sûresi, 14/12-13)
Aynı güveni paylaşan bu onurlu kafile, her zaman ve her yerde aynı tutumla, aynı tecrübeyle, aynı tehditle ve aynı vaadle karşı karşıyadır. Çeşitli baskılar,
tehditler ve yıldırmalar altında yollarına devam eden mü'minleri en sonunda aynı akıbet bekliyor.
Hayatımın Kur'an'ın gölgesi altında yaşadığım döneminde şu evrende kör tesadüfe ya da başıboş rastgeleliğe yer olmadığını öğrendim.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Biz herşeyi bir plana göre yarattık." (Kamer Sûresi, 54/49)
"Allah herşeyi yarattı ve bir takdire göre düzenledi." (Furkan Sûresi, 25/2)
Şu evrende herşey bir hikmete bağlıdır. Fakat insanın kısa görüşlü bakışı, gayb aleminin derin hikmetini farketmeyebilir. İşte:
"Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız sabredin. Çünkü Allah, hoşlanmadığınız bir şeyde sizin için büyük bir yarar takdir etmiş olabilir." (Nisa Sûresi, 4/19)
"Bazen hoşunuza gitmeyen birşey hakkınızda iyi olabilir, buna karşılık hoşunuza giden birşeyde hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilemezsiniz."
(Bakara Sûresi, 2/216)
İnsanlar tarafından kabul görmüş sebepler kimi zaman beklenen sonuçları verirken, kimi zaman da istenen sonucu vermeyebilir, insanlar tarafından kesin sayılan
öncüller, (mantığa uygun mukaddimeler) sonuçları tarafından izlenebilir de izlenmeyebilir de. Çünkü sonuçları meydana getiren asıl etken, sebepler ve öncüller
değildir. Bunun yerine sonuçları, sebepler ve öncüllerin de payı olmasına rağmen asıl Allah'ın hür iradesi meydana getirir.
"Bilemezsin, belki de bunun arkasından yeni bir durum meydana getirir." (Talak Sûresi, 65/1)
"Allah dilemedikçe siz birşey dileyemezsiniz." (İnsan Sûresi, 76/30)
Mü'min, sebeplere yapışır. Çünkü ona böyle davranması emredilmiştir. Sebeplerin sonuçlarını, ürünlerini yalnız Allah takdir eder. Allah'ın rahmetine, adaletine,
hikmetine ve bilgisine güvenmek, tek emin sığınak, insanı vesvese saplantılarından kurtaran tek çıkar yoldur:
"Şeytan sizi fakirlikle korkutup cimriliği ve kötü işler yapmayı emreder. Oysa Allah size kendi tarafından bağışlama ve bol nimet vaadeder. Allah'ın bağışlayıcılığı
engindir ve O, herşeyi bilendir." (Bakara Sûresi, 2/268)
İşte bu sebeplerden dolayı, hayatımın Kur'an'ın gölgesi altında geçen dönemini huzur, güven ve gönül rahatlığı içinde yaşadım. Her olayda, her gelişmede
Allah'ın rolünü ve gücünü görerek, O'nun himayesini ve gözetmesini ve gözetimini üzerimde duyarak yaşadım. Bu dönemdeki yaşantımda O'nun sıfatlarının etkinliği
ve yapıcı rolünü sürekli olarak hissettim. Okuyalım:
"Ya da darda kalmışsa, dua ettiği zaman karşılık vererek onun sıkıntısını gideren kimdir?" (Neml Sûresi, 27/62)
"Allah, kulları üzerinde kesin bir egemenlik yetkisine sahiptir. O herşeyi yerinde yapar, her şeyden haberdardır." (Enam Sûresi, 6/18)
"Allah istediğini mutlaka gerçekleştirir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Yusuf Sûresi, 12/21)
"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer." (Enfal Sûresi, 8/24)
"Kim Allah'ın emrini çiğnemekten sakınırsa, Allah ona mutlaka bir çıkış yolu gösterir. Ona beklemediği yerden rızık gönderir. Kim Allah'a dayanır, güvenirse
Allah ona yeter. O istediğini kesinlikle gerçekleştirir." (Talak Sûresi, 65/2-3)
"Hiçbir canlı yoktur ki, alnı (perçemi) Allah'ın elinde olmasın, onu dilediği gibi yönetmesin." (Hud Sûresi, 11/56)
"Allah kuluna yetmez mi? Oysa seni O'ndan başkası ile korkutuyorlar." (Zümer Sûresi, 39/36)
"Allah'ın alçalttığı kimseye hiç kimse onur kazandıramaz." (Hacc Sûresi, 22/18)
"Allah'ın saptırdığını kimse doğru yola iletemez." (Rad Sûresi, 13/33)
Şu evren, kör ve sağır mekanik kanunların eline bırakılmış değildir. Doğal kanunların arkasında her zaman tasarlayıcı bir irade, mutlak bir dilek vardır.
Allah dilediğini yaratır ve dilediğini tercih eder.
Yine hayatımın bu döneminde öğrendim ki, Allah'ın gücü sürekli ve sınırsız etkinliğe sahiptir. Fakat O, bu etkinliği kendine özgü bir tarzda gösterir. Biz
bu etkinliği acele edip öne alamayız. Allah'a herhangi bir şeyi de öneremeyiz.
Kur'an'ın ışığı altında açıkça ortaya çıktığı gibi ilâhî sistem her çeşit sosyal ortamda, insan gelişiminin her evresinde, insan psikolojisinin her durumunda
uygulanmak üzere ortaya konmuştur. Başka bir deyimle bu sistem, şu yeryüzünde yaşayan insan için düzenlenmiştir. Bu sistem, bu insanın fıtrî yapısını,
enerji kapasitesini, yeteneklerini, gücünü, yetersizliklerini ve zaman içinde değişikliğe uğrayan durumlarını gözönünde bulundurur. Bu sistem, insan hakkında
kötümser düşünüp onun yeryüzündeki fonksiyonunu küçümsemez; yine o, gerek bağımsız bir fert ve gerekse bir toplumun üyesi olarak, yaşantısının hiçbir anında
onun değerini hederetmez, küçümsemez. Bunun yanısıra bu sistem, gerçekleri gözardı ederek insana gerçek değerini ve kapasitesinin yüce Allah'ın onu yarattığı
gün görevlendirdiği yeryüzüne halifelik görevinin üstünde bir görev ve fonksiyon da yüklemez. Her iki durumda da onun fıtrî yapısının dayanaklarının, kanunla
oluşturulacak ve çalakalem ortadan kaldırılabilecek kadar yüzeysel olmadığını kabul eder.
İnsan, şu bilinen varlığın adıdır. O fıtrî yapısı ile, içgüdüleri ve yetenekleri ile tanınan insandır. İlâhi sistem, onun elinden tutarak yapısı ve fonksiyonu
gereği kendisi için tasarlanan en üst kemal düzeyine çıkarmaya çalışır, onu Allah'a doğru yükselen kemal yoluna iletirken kişiliğine, fıtrî yapısına ve
bu yapının temel dayanaklarına saygı gösterir.
Bütün bu özellikleri içerisinde barındıran bu ilâhî sistem insanlığın uzun çağlar sürecek uzun ömrü dikkate alınarak ortaya konulmuştur. Bu sürenin ne kadar
olduğunu sadece şu insanın yaratıcısı ve şu Kur'an'ı indiren Allah bilir. Bundan dolayı bu sistem yüce amaçlarını gerçekleştirme konusunda zorlamacı, baskıcı
ve aceleci değildir. Önündeki ufuk sürekli ve sonsuzdur. Onu ne bir ferdin ömrü sınırlar ve ne de ölüme yakalanıp da uzun vadeli amacını gerçekleştiremeyeceğinden
korkan fani bir insanın arzusu kışkırtabilir.
Oysa yapmak istedikleri herşeyi bir kuşağın ömrü içine sığdırmaya çalışan yeryüzü kaynaklı, baskıcı doktrinlerin taraftarları, bunun tam tersi olan bir
tutum benimserler. Onlar, adımlarını dengeli olarak atan insan fıtratının önüne geçmeye kalkışırlar. Çünkü bu dengeli adımların temposuna sabredemezler!
Ama izledikleri yolun üzerinde katliam kurbanlarının ceset kümeleri yükselir, seller gibi insan kanı akar, değerler paramparça ve işler karmakarışık olur,
sonunda kendileri de, yapmacık doktrinleri de, zorba doktrinler tarafından altedilmesi mümkün olmayan insan fıtratının darbeleri altında parçalanıp yok
olur.
Oysa İslâm, fıtrata ayak uydurarak sakin ve ağır adımlarla ilerler. An gelir, geri kalan fıtratı ileriye iter, gün gelir adımlarının temposunu yavaşlatır,
eğrildiği zaman onu doğrultur, fakat onu kırıp parçalamaz. O, fıtrata karşı bilgili, ileri görüşlü ve belirlenmiş amacından emin bir kişiden beklenebilecek
olan sabırlılığı gösterir. Bu aşamada gerçekleşmeyen işler ikinci, üçüncü... onuncu, hatta yüzüncü... bininci aşamada gerçekleşir. Nasıl olsa zaman sürekli,
amaç belirgin ve büyük hedefe ulaştıran yol uzundur.
Ulu bir ağaç nasıl toprağın deriliklerine kök salarak, uzun ve sık dallar vererek büyürse işte İslâm da aynı şekilde ağır ağır, farkedilmez bir tempo ile
ve güven içinde büyüyüp boy atar. Sonunda ise her zaman yüce Allah'ın olmasını dilediği şeyler olur.
Tohum bazen kum yığınları altında kalır, kimi zaman kurtlar tarafından kemirilir, bazen susuzluktan yanar, bazen de su baskınına uğrar. Fakat ileri görüşlü
İslâmi düşüncenin bütün afetlere baskın çıkacağını bilir. Bu yüzden sabırsızlanıp kuşkuya kapılmaz, bu tohumu tabiatın soğukkanlı, dengeli, hoşgörülü ve
müşfik etkenleri dışında bir yola başvurarak belirtmeye, olgunlaştırmaya kalkışmaz.
İşte Yüce Allah'ın bütün evrene yönelik metodu, tutumu budur:
"Allah'ın kanunlarında asla bir değişme, bir başkalaşma bulamazsın." (Fatır Sûresi, 35/42)
"Hakk" kavramı, şu varlık bütününün yapısında köklü yeri olan bir kavramdır. Geçici bir istisna, amaç dışı bir raslantı değildir. Çünkü herşeyden önce yüce
Allah "Hakk" tır ve varlık varoluşunu O'ndan, varlığından alır:
"Çünkü Allah, hakktır ve O'nun dışında taptıkları herşey batıldır. Gerçekten ulu ve büyük olan, Allah'tır." ( Lokman Sûresi, 31/30)
Öte yandan yüce Allah şu evreni hakka dayalı olarak yarattı; bu yaratma sürecine asla batıl karışmamıştır:
"Allah, bunları hakk uyarınca yarattı." (Yunus Sûresi, 10/5)
"Ey Rabbimiz, sen bunu boşuna, batıl olarak yaratmadın. Seni böyle bir şeyden tenzih ederiz." (Âli İmran Sûresi, 3/191)
Bunun yanısıra hakk, şu varlık bütününün temel direği, eksenidir. Varlık bütünü bu temel direkten ve ana eksenden uzaklaşınca dengesini kaybeder ve mahvolur:
"Eğer hakk, onların şahsi arzularına uysaydı göklerin, yeryüzünün ve bu ikisi arasında bulunan bütün varlıkların düzeni bozulurdu." (Müminun, 23/71)
Bundan dolayı hakkın mutlaka üstün olması, buna karşılık batılın da kökünün kazınması gerekir. Eğer pratik görüntü bunun tersine ise, sonunda hakkın açık
bir biçimde ortaya çıkmasını hiçbir güç önleyemez:
"Hayır, biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar, böylece batıl yokoluverir." (Enbiya, 21 /18)
Hayır, yapıcılık, dirlik-düzen ve iyilik de, hakk gibi, köklü kavramlardır. Bunlar da, hakk gibi kalıcıdır:
"Allah gökten su indirir, dereler onunla dolup-taşar. Sel, üste çıkan köpüğü alır götürür. Süs ya da eşya yapmak için ateşte yakıp erittiğiniz madenlerde
de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hakk ve batılı böyle bir benzetme ile anlatır. Köpük yokolup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır.
Allah bunun gibi birçok örnekler verir." (Râd Sûresi, 13/17)
"Allah'ın, güzel sözü, kökü sağlam ve dalları göğe yükselmiş soylu bir ağaca benzeterek örnek verdiğini görmüyor musun? Bu ağaç, Rabbinin izni ile her mevsimi
geldiğinde meyvelerini verir. Allah, insanlara böyle somut örnekler verir ki, öğüt alsınlar.
Buna karşılık kötü bir söz de yerden koparılmış, kökü olmayan ve ayakta sağlam duramayan, kötü bir ağaca benzer. Allah mü'minlerin, gerek dünya hayatında
ve gerekse ahirette, sağlam söze bağlı kalmalarım sağlar, zalimleri ise sapıtır. Allah ne dilerse onu yapar." (İbrahim Sûresi, 14/24-27)
Bu düşüncenin meydana getirdiği ferahlık ne kadar büyüktür! Onun kalbe aşıladığı huzur ne kadar tatlıdır! Hakka, hayra ve yapıcılığa karşı uyandırdığı güven
ne kadar sarsılmazdır! Basit realiteye karşı, gönülde kökleştirdiği güçlülük ve kendine güven duygusu ne kadar engindir!
Yorum