Ayrıca bkz: Tesbih:
http://www.velayet.com/index.php?topic=12383.0
Ayrıca bkz: Kuranda tasavvuf yoktur:
http://www.velayet.com/index.php?topic=10877.0
Bu incelememiz kendi kişisel yorumumuza veya herhangi bir mezhebin, meşrebin, hizip ya da cemaatin görüş ve ön kabulüne değil, tamamen Kur’ân'a dayanan tahlillerden oluşmaktadır. İncelememizin amacı, konunun Kur’ân ile sağlamasının yapılarak bu alandaki yanlış bakış açılarının düzeltilmesine katkı sağlamaya yöneliktir. Çünkü dine ait bir sözcüğü veya kavramı en iyi ve en doğru şekilde öğrenmenin yolu Kur’ân'a bakmaktır. Zira Yüce Allah, vermiş olduğu görevleri kullarının nasıl yapacağını sadece Kur’ân'da açıklamıştır. Bunları anlamak ve uygulamak için ne kimsenin himmetine ne de izahına gerek vardır. Her inanan, dine ait konuları öncelikle Kur’ân'dan bizzat kendisi okur, anlar ve uygular; yöntem budur.
Yüce Allah, dinle ilgili olup da Kur’ân'ın indiği dönemde Arap toplumunda var olmayan veya var olmasına rağmen orijinalliğini yitirmiş her sözcük ve kavramı, herhangi bir şekilde tahrifata uğramaması için Kur’ân'da herkesin anlayacağı tarzda açıklamıştır. Buna karşılık, yozlaşmamış, bozulmamış sözcük ve kavramlar ise "Ma'lumu ilam (bilineni tekrar bildirme)" olmasın diye Kur’ân'da izahat verilmeksizin yer almıştır. Zira aksi durum Kur’ân'ın vecizliği ile bağdaşmaz. Meselâ Kur’ân "namaz"ı tarif etmemiştir. Çünkü الصّلوة - es-salât = namaz sözcüğü Araplar arasında bilinen ve "sürekli niyaz etmek" ve "sosyal destek" anlamında kullanılan bir sözcüktü. Gerçekten de salât, İbrâhîm peygamberden itibaren bütün peygamberlere görev olarak verilmiş ve toplumlarda varlığını devam ettirmiştir. (Enfâl Sûresi’nin 35; Tövbe Sûresi’nin 54; Enbiyâ Sûresi’nin 73; Bakara Sûresi’nin 43; Âl-i İmrân Sûresi’nin 43; Hûd Sûresi’nin 87; Meryem Sûresi’nin 31, 55 ve Tâ-Hâ Sûresi’nin 14. Âyetlerine bkz.) Kur’ân'da "namaz" tarif edilmemiştir ama "abdest" adı verilen namaz öncesi temizlik, eski toplumlarda olmadığından Mâide Sûresi’nde açıklanmıştır:
Bu konudaki bir başka örnek de yevmü'd-din terimidir. Bu kavram da peygamberimiz ve Arap toplumu tarafından önceden bilinmeyen ve ilk defa Fatiha Sûresinde geçen bir kavramdır. Bu kavramın ne olduğu ise İnfitâr Sûresinde açıklanmıştır:
Keza leyletü-l-kadr = kadir gecesi tabiri de insanlara ilk olarak Kur’ân ile duyurulmuş ve ne olduğu yine Kur’ân'da açıklanmıştır. Diğer taraftan, eski toplumlara da farz kılınmış bir ibadet olan savm/sıyam "oruç", zaman içerisinde orijinalliğini kaybettiğinden, Kur’ân'da detaylı olarak açıklanmıştır. Orucun ne zaman tutulacağı, orucun süresi, orucu kimlerin tutup kimlerin tutmayacağı, oruçlunun yapabileceği ve yapmaması gereken davranışlar, Bakara Sûresi’nin 183–187. Âyetlerinde herkesin anlayabileceği bir şekilde açıklanmıştır. Böyle olmasına rağmen, oruç ibadetini hâlâ başkalarından öğrenmeye çalışanlara tavsiyemiz, birazcık zahmete katlanarak konuyu Kur’ân'dan okumaları ve bu vesileyle Kur’ân ile tanışmalarıdır.
Dinlerini Kur’ân'dan öğrenen inananlar öncelikle şunu bilmelidirler ki, Kur’ân Allah'ın koruması altındadır ve hiç kimsenin onu bozması ve içine yalan yanlış şeyler sokması mümkün değildir:
Ayrıca dinlerini Kur’ân'dan öğrenenler akıllarından hiç çıkarmamalıdırlar ki, Kur’ân anlaşılmaz, çözümü zor denklemler yumağı değildir. Kur’ân "mübin"dir, "mufassal"dır. Açıklanması gereken her şey onda açıklanmıştır. Yüce Allah'ın mesajını öğrenebileceğimiz tek yetkili kaynak Kur’ân'dır. Bu mesaj orada açık açık anlatılmış ve izah edilmiştir. Örnek olarak İsrâ ve Fussılet Sûreleri’nde Kur’ân'ın "şifa" olduğu bildirilmiştir:
Kur’ân'ın neye "şifa" olduğu ise Yûnus Sûresinde açıklanmıştır:
Görüldüğü gibi, Kur’ân'ın neye şifa olduğu sorusu Yüce Allah tarafından yine Kur’ân'da cevaplandırılmıştır. Allah'ın açıklamalarına göre Kur’ân nezleye, gribe, ülsere, kansere, baş ağrısına, diş ağrısına değil, göğüslerdekine yani düşüncenin, aklın ürünü olan hastalıklara şifadır. Diğer bir ifadeyle, Kur’ân küfür, şirk, her türlü ahlâksızlık ve her türlü rezilliği de içine alan gönül yaralarına, gönül dertlerine şifadır. Âyette bu "şifa"nın "öğüt"te olduğu bildirildiğine göre, demek oluyor ki düşüncenin, aklın ürünü olan hastalıklardan mustarip olanlar, ancak bir şifa olan bu öğüdü [Kur’ân'ı] okuyup anladıklarında bu dertlerinden kurtulacaklardır. (Âmennâ = şüphesiz inandık ve tasdik ettik.) Muskacılara gidip içinde ne olduğunu bilmediği kâğıt parçalarını alarak üstlerinde taşıyanların, Kur’ân'ı süslü kılıflar içinde saygıyla evin en yüksek yerinde asılı tutarak ondan medet umanların, ne anlattığını bilmeden onu hatmedip duranların ne olacağı ise uzun uzun tefekkür edilmesi gereken bir durumdur.
Dine ait konuların sadece Kur’ân'dan öğrenilmesi gerektiğine dair bu açıklamalardan sonra asıl konuya dönelim:
- الذّكرzikr sözcüğünün sözlük anlamı anmak, hatırlamak, hatırdan çıkarmamak, öğüt almak, unutmamak, ibret almak demektir. [39-145] Sözcük, gerek zikr mastarı ve gerekse diğer tüm türevleri olarak Kur’ân'da hep bu sözlük anlamıyla kullanılmıştır.
Ancak sözcük ez-zikr olarak [harf-i tarif ile belirtili bir sözcük yapılarak] mecaz-ı mürsel sanatıyla "öğüt verme" anlamı ekseninde Semavî Kitaplar [Vahiy, İlâhî Kitap, , İncil, Tevrât, Zebur Kur’ân] için de kullanılmıştır:
(Âl-i İmrân Sûresi’nin 58; A'râf Sûresi’nin 63, 69; Hicr Sûresi’nin 6; Enbiyâ Sûresi’nin 7, 42, 50, 105; Furgân Sûresi’nin 29; Şu’arâ Sûresi’nin 5; Yâ-Sîn Sûresi’nin 69; Sad Sûresi’nin 1, 8, 49, 87; Zümer Sûresi’nin 23; Fussılet Sûresi’nin 41; Şu’arâ Sûresi’nin 5; Zühruf Sûresi’nin 36, 44; Kamer Sûresi’nin 25; Kalem Sûresi’nin 51; Tekvir Sûresi’nin 27; Tâ-Hâ Sûresi’nin 14, 99, 113; Sâffât Sûresi’nin 3, 168; Talâk Sûresi’nin 10; Mürselât Sûresi’nin 5; Müminûn Sûresi’nin 71; En'âm Sûresi’nin 90. Âyetleri).
ذكر- zikr sözcüğü - اللّهAllah sözcüğü ile tamlama yapılıp zikrullâh olarak ifade edildiğinde anlamı "Allah'ı anmak" demek olur ki, üzerinde duracağımız ana konu da budur. Nitekim Kur’ân Âyetlerinde zekera fiili Allah lafzını tümleç alarak … Allah'ı anarlar, ... Allah'ı çokça anın! tarzında kullanılmıştır. Bir kelimeyi kendine mef'ul [tümleç] alan bir fiil, mastar halindeyken o kelimeye "muzaf" da olabilir. Allah'ı çokça anın! ile … Allah'ı anmaya koşunuz, ve Kalpler Allah'ı anmak ile huzur bulur ifadeleri buna örnektir. Allah lafzı birinci cümlede üzkürû fiilinin mef'ulü [tümleci], ikinci ve üçüncü cümlelerde ise zikr mastarının "muzaf"ı olmuştur. Bu Arapça kaidesiyle anlatılmak istenen temel nokta şudur: Bir fiil ile ona tümleç olan sözcük beraberce ne anlama geliyorsa, aynı sözcük isim tamlamasında o fiilin mastarına muzaf olduğunda da beraberce aynı anlama gelir. "Allah'ı anar" ile “Allah'ı anmak" ifadeleri buna örnektir.
Kur’ân'da yüzlerce Âyette geçen - ذكرzikr mastarı ve bu sözcükle yapılmış zikrullah tamlaması salât, zekât, savm = oruç gibi bir terim olmayıp "yemek", "içmek" gibi eylem ifade eden sözcüklerdir. Bilindiği gibi, salât "namaz", "belirli zamanlarda, belirli beden hareketleriyle, belirli dua ve Âyetlerin okunmasıyla yapılan kulluk" anlamında bir terimdir. Aynı şekilde savm "oruç" da bir terim olup "belirli bir zaman diliminde ve özel bir amaçla yemeyi, içmeyi ve cinsel ilişkiyi terk etmek" demektir. Zikr ve zikrullah ise birer terim değildir.
İşin aslı böyle olmasına rağmen, Arapçadan Türkçeye yapılan tüm çevirilerde zikr sözcüğü Türkçeleştirilmeden Arapça olarak bırakılmış ve böylece sözcük, sanki bir dini terim gibi kullanıla gelmiştir. Bu bilgisizlik, her zamanki gibi, açıkgözler ve art niyetliler tarafından istismar edilmiştir. Bu istismara uygun olarak cahil halk arasında zikir halkaları, zikir şekilleri ve zikir aletleri icat edilmiştir. Bu sözcüğün yanlış algılandığının farkında olan İslâm düşmanları ise, binlerce senedir sürdürdükleri faaliyetlerine bu konuyu da dâhil ederek Müslümanların daha fazla uyuşturulmalarını, daha çok perişan edilmelerini, daha derin bir sapkınlığa düşürülmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Bilerek ya da bilmeyerek bu istismara alet olanlar, bu sapkınlığın faziletlerini anlatan kitaplar yazarak bunları Müslümanlara satmışlardır.
Kur’ân'ın birçok Âyetinde zikrullah [Allah'ın anılması] olgusundan bahsedilerek bunun önemine ve gereğine değinilmektedir:
Kur’ân'da bu kadar önem verilen zikrullah’ın ne demek olduğu, nasıl yapılacağı ancak yine Kur’ân'dan öğrenilebilir. Ne var ki, cehalet, gaflet veya dalalet gibi nedenlerle konu Kur’ân'dan değil, İslâm düşmanlarından öğrenilmeye kalkışılmış, sonuçta ortaya "zikr çekmek" diye tuhaf ve anlaşılmaz uygulamalar çıkmıştır. Bu uygulamalar daha çok geri kalmış, yoksul ve eğitimsiz Müslüman ülkelerdeki cemaat ve tarikatlar eliyle yaygınlaşmış, haftanın belirli gün ve saatlerinde ellerine doksan dokuzluk, binlik, on binlik tespihler alan insanlar, halkalar halinde güya zikir yaptıklarını zannederek "Allah, Allah", "La ilahe illallah, La ilahe illallah" veya "Hu, Hu" diye bağırıp durmuşlardır. İşin en acıklı yanı, bu yaptıklarıyla da kolayca cennete gideceklerine inanmışlardır.
Kesinlikle bilinmelidir ki, ne bu zikir anlayışı ne de ona bağlı olarak gelişen bu garantici cennet inancı doğrudur. Bu tür yoz ve yozlaştırıcı anlayışların hiç kimseye yararı yoktur. Parayı çok seven veya paraya ihtiyacı olan bir kimsenin herhangi bir para kazanma uğraşısına girmeden, eline bir tespih alıp günde binlerce kez "para, para, para, " diye sayıklamak suretiyle para kazanması nasıl mümkün değilse, ahirette cennetle ödüllendirilmek isteyen bir kimsenin de, yukarıda açıkladığımız yoz ve saçma davranışlarla Allah'ın rızasını kazanması mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah, cennetin bedelini Kur’ân'da bildirmiştir:
Cennetin bedelinin canlarımız ve mallarımız olduğunu söyleyen yukarıdaki Âyet Kur’ân'da duruyor iken, bir Müslüman'ın belli sayılarda tespih çekerek Allah'ın rızasını kazanacağını ve cennete gireceğini umması, anlaşılır bir davranış değildir. İslâm düşmanları tarafından uydurulan bu tür yalanlar, Müslümanları gayretten, faaliyetten, rekabetten uzaklaştırıp tembelliğe, miskinliğe ve uyuşukluğa sevk etmektedir. Bu durum, bu yalanlara uyarak dünya hayatını Allah'ın razı olmayacağı şekle sokanların ahiret hayatlarını da karartmaktadır.
Oysa Allah'ın bizden beklediği doğru davranışların hepsi Kur’ân'da mevcuttur. Bir Müslüman olarak bize düşen, Allah'ın bizden istediklerini Kur’ân'daki şekliyle öğrenip uygulamaktır. Konumuz hakkında da Yüce Allah, kendisini anmamızı emretmiştir. Dinini Kur’ân'dan öğrenen bir Müslüman'ın bunun nasıl yapılacağını öğrenmek için yapacağı tek şey Kur’ân'a başvurmaktır. Çünkü "Mademki Yüce Allah kendisini anmamızı istemiştir, bunun nasıl yapılacağını da mutlaka bize bildirmiştir." mantığı ile başvurulacak ve Allah'ın mesajını taşıyan yegâne kaynak Kur’ân'dır. Nitekim Yüce Allah, zikrullah eyleminin, kendisinin gösterdiği şekilde yapılmasını istemiştir:
Yüce Allah'ın bize kendisini anmamız için gösterdiği, öğrettiği şekil ise iki Âyet sonrasında bildirilmiştir:
Âyetlerden açık ve net olarak anlaşıldığı gibi, Yüce Allah kendisini babalarımızı andığımız gibi, hatta daha kuvvetle/şiddetle anmamızı emretmektedir. Bu durumda öncelikle babalarımızı nasıl andığımızı düşünmemiz gerekmektedir. Bir insanın herhangi bir sayaçla gece gündüz "Baba, Baba..." diye diliyle babasını anması söz konusu olamayacağına göre, burada düğümü çözecek olan ipucu, babamızı anmamızın, onu düşünmemizin nasıl olması gerektiğindedir.
Evlatlarına "Oğlum/kızım, beni unutma!" diye tembih eden babaların bu sözle evlatlarının kendilerini sayıklamalarını kastetmedikleri kesindir. O hâlde babalarımızı anmamız, onları düşünmemiz, onları aklımızdan çıkarmamamız, üzerimizdeki haklarını düşünüp onlara olan maddî ve manevî sorumluluklarımızı hatırlamamız, sevgide ve saygıda kendilerine kusur etmememiz demektir.
"Zikrullah"ı belirli sayıdaki ifade kalıplarıyla yapmayı doğru bulan zihniyetin, Allah'ın Bakara Sûresi’nin 152. Âyetinde verdiği Beni anın ki, ben de sizi anayım mesajı hakkında ayrıca kafa yormaları ve Allah'ı "Allah, Allah …" diye anan kimselerin, Allah'tan da kendilerini "kulum, kulum …" diye anmasını bekleyip beklemediklerini düşünmeleri gerekir.
Bu dini en iyi anlayan ve en iyi uygulayanların, peygamberimiz ile onun çağdaşı olan ve dini eğitimlerini ondan alan sahabe olduğu şüphesizdir. O güzide Müslümanlar bu Âyetleri bugünkü tarikat, tekke ve tasavvuf anlayışıyla anlayıp uygulamamışlardır. Onların belirli sayılarla "Allah, Allah ..." diye zikrettiklerini kimse duymamış, hiçbir kitap yazmamıştır. Onlar, kişinin aynasının "iş" olduğunun, lâfına bakılmayacağının bilincindeydiler. Bu nedenle de ömürlerini hep öğrenerek, öğreterek, Allah için mücadele [Cihâd] ederek geçirmişlerdir.
Zikrullah = Allah'ın anılması, halk arasında uygulandığı şekliyle elde tespih, dil ile "Allah, Allah …" demek değildir. Zikrullah = Allah'ın, Allah'ın biz kulları üzerindeki haklarını ve bize sunduğu nimetleri düşünmek, O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi ikide bir kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmaktır.
Allah'ın bizden istediği de budur.
Hakkı YILMAZ
http://www.velayet.com/index.php?topic=12383.0
Ayrıca bkz: Kuranda tasavvuf yoktur:
http://www.velayet.com/index.php?topic=10877.0
Bu incelememiz kendi kişisel yorumumuza veya herhangi bir mezhebin, meşrebin, hizip ya da cemaatin görüş ve ön kabulüne değil, tamamen Kur’ân'a dayanan tahlillerden oluşmaktadır. İncelememizin amacı, konunun Kur’ân ile sağlamasının yapılarak bu alandaki yanlış bakış açılarının düzeltilmesine katkı sağlamaya yöneliktir. Çünkü dine ait bir sözcüğü veya kavramı en iyi ve en doğru şekilde öğrenmenin yolu Kur’ân'a bakmaktır. Zira Yüce Allah, vermiş olduğu görevleri kullarının nasıl yapacağını sadece Kur’ân'da açıklamıştır. Bunları anlamak ve uygulamak için ne kimsenin himmetine ne de izahına gerek vardır. Her inanan, dine ait konuları öncelikle Kur’ân'dan bizzat kendisi okur, anlar ve uygular; yöntem budur.
Yüce Allah, dinle ilgili olup da Kur’ân'ın indiği dönemde Arap toplumunda var olmayan veya var olmasına rağmen orijinalliğini yitirmiş her sözcük ve kavramı, herhangi bir şekilde tahrifata uğramaması için Kur’ân'da herkesin anlayacağı tarzda açıklamıştır. Buna karşılık, yozlaşmamış, bozulmamış sözcük ve kavramlar ise "Ma'lumu ilam (bilineni tekrar bildirme)" olmasın diye Kur’ân'da izahat verilmeksizin yer almıştır. Zira aksi durum Kur’ân'ın vecizliği ile bağdaşmaz. Meselâ Kur’ân "namaz"ı tarif etmemiştir. Çünkü الصّلوة - es-salât = namaz sözcüğü Araplar arasında bilinen ve "sürekli niyaz etmek" ve "sosyal destek" anlamında kullanılan bir sözcüktü. Gerçekten de salât, İbrâhîm peygamberden itibaren bütün peygamberlere görev olarak verilmiş ve toplumlarda varlığını devam ettirmiştir. (Enfâl Sûresi’nin 35; Tövbe Sûresi’nin 54; Enbiyâ Sûresi’nin 73; Bakara Sûresi’nin 43; Âl-i İmrân Sûresi’nin 43; Hûd Sûresi’nin 87; Meryem Sûresi’nin 31, 55 ve Tâ-Hâ Sûresi’nin 14. Âyetlerine bkz.) Kur’ân'da "namaz" tarif edilmemiştir ama "abdest" adı verilen namaz öncesi temizlik, eski toplumlarda olmadığından Mâide Sûresi’nde açıklanmıştır:
(Mâide: 6) Ey iman sahipleri! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin, topuklara kadar ayaklarınızı da. (meshedin/yıkayın) Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin. …
(İnfitâr: 15–19) Din günü girerler oraya. Onlar ondan görülmeyecek şekilde uzaklaşmış değillerdir. Ve Din gününün ne olduğunu sana ne bildirdi? Sonra, Din gününün ne olduğunu sana ne bildirdi? Bir gündür ki o, hiçbir kimse başka bir kimse için hiçbir şeye güç yetiremez. Ve o gün buyruk yalnız Allah'ındır.
Dinlerini Kur’ân'dan öğrenen inananlar öncelikle şunu bilmelidirler ki, Kur’ân Allah'ın koruması altındadır ve hiç kimsenin onu bozması ve içine yalan yanlış şeyler sokması mümkün değildir:
(Hicr: 9) Hiç kuşkusuz Biz, o Zikr’i Biz indirdik, Biz... Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız.
Ayrıca dinlerini Kur’ân'dan öğrenenler akıllarından hiç çıkarmamalıdırlar ki, Kur’ân anlaşılmaz, çözümü zor denklemler yumağı değildir. Kur’ân "mübin"dir, "mufassal"dır. Açıklanması gereken her şey onda açıklanmıştır. Yüce Allah'ın mesajını öğrenebileceğimiz tek yetkili kaynak Kur’ân'dır. Bu mesaj orada açık açık anlatılmış ve izah edilmiştir. Örnek olarak İsrâ ve Fussılet Sûreleri’nde Kur’ân'ın "şifa" olduğu bildirilmiştir:
(İsrâ: 82) Ve Biz Kur’ân'dan, inananlar için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Ve (bu, ) zâlimlerin yıkımını artırmaktan başka katkı sağlamıyor.
(Fussılet: 44) Ve eğer Biz onu yabancı dilde bir Kur’ân yapsaydık, elbette "Âyetleri detaylandırılmalı değil miydi? İster yabancı dilde ister Arapça!" diyeceklerdi. De ki: "O, iman edenler için bir kılavuz ve bir şifadır." İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve Kur’ân onlar üzerine bir körlüktür. Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir.
(Fussılet: 44) Ve eğer Biz onu yabancı dilde bir Kur’ân yapsaydık, elbette "Âyetleri detaylandırılmalı değil miydi? İster yabancı dilde ister Arapça!" diyeceklerdi. De ki: "O, iman edenler için bir kılavuz ve bir şifadır." İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve Kur’ân onlar üzerine bir körlüktür. Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir.
(Yûnus: 57) Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerdekine şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet geldi.
Görüldüğü gibi, Kur’ân'ın neye şifa olduğu sorusu Yüce Allah tarafından yine Kur’ân'da cevaplandırılmıştır. Allah'ın açıklamalarına göre Kur’ân nezleye, gribe, ülsere, kansere, baş ağrısına, diş ağrısına değil, göğüslerdekine yani düşüncenin, aklın ürünü olan hastalıklara şifadır. Diğer bir ifadeyle, Kur’ân küfür, şirk, her türlü ahlâksızlık ve her türlü rezilliği de içine alan gönül yaralarına, gönül dertlerine şifadır. Âyette bu "şifa"nın "öğüt"te olduğu bildirildiğine göre, demek oluyor ki düşüncenin, aklın ürünü olan hastalıklardan mustarip olanlar, ancak bir şifa olan bu öğüdü [Kur’ân'ı] okuyup anladıklarında bu dertlerinden kurtulacaklardır. (Âmennâ = şüphesiz inandık ve tasdik ettik.) Muskacılara gidip içinde ne olduğunu bilmediği kâğıt parçalarını alarak üstlerinde taşıyanların, Kur’ân'ı süslü kılıflar içinde saygıyla evin en yüksek yerinde asılı tutarak ondan medet umanların, ne anlattığını bilmeden onu hatmedip duranların ne olacağı ise uzun uzun tefekkür edilmesi gereken bir durumdur.
Dine ait konuların sadece Kur’ân'dan öğrenilmesi gerektiğine dair bu açıklamalardan sonra asıl konuya dönelim:
- الذّكرzikr sözcüğünün sözlük anlamı anmak, hatırlamak, hatırdan çıkarmamak, öğüt almak, unutmamak, ibret almak demektir. [39-145] Sözcük, gerek zikr mastarı ve gerekse diğer tüm türevleri olarak Kur’ân'da hep bu sözlük anlamıyla kullanılmıştır.
Ancak sözcük ez-zikr olarak [harf-i tarif ile belirtili bir sözcük yapılarak] mecaz-ı mürsel sanatıyla "öğüt verme" anlamı ekseninde Semavî Kitaplar [Vahiy, İlâhî Kitap, , İncil, Tevrât, Zebur Kur’ân] için de kullanılmıştır:
(Âl-i İmrân Sûresi’nin 58; A'râf Sûresi’nin 63, 69; Hicr Sûresi’nin 6; Enbiyâ Sûresi’nin 7, 42, 50, 105; Furgân Sûresi’nin 29; Şu’arâ Sûresi’nin 5; Yâ-Sîn Sûresi’nin 69; Sad Sûresi’nin 1, 8, 49, 87; Zümer Sûresi’nin 23; Fussılet Sûresi’nin 41; Şu’arâ Sûresi’nin 5; Zühruf Sûresi’nin 36, 44; Kamer Sûresi’nin 25; Kalem Sûresi’nin 51; Tekvir Sûresi’nin 27; Tâ-Hâ Sûresi’nin 14, 99, 113; Sâffât Sûresi’nin 3, 168; Talâk Sûresi’nin 10; Mürselât Sûresi’nin 5; Müminûn Sûresi’nin 71; En'âm Sûresi’nin 90. Âyetleri).
ذكر- zikr sözcüğü - اللّهAllah sözcüğü ile tamlama yapılıp zikrullâh olarak ifade edildiğinde anlamı "Allah'ı anmak" demek olur ki, üzerinde duracağımız ana konu da budur. Nitekim Kur’ân Âyetlerinde zekera fiili Allah lafzını tümleç alarak … Allah'ı anarlar, ... Allah'ı çokça anın! tarzında kullanılmıştır. Bir kelimeyi kendine mef'ul [tümleç] alan bir fiil, mastar halindeyken o kelimeye "muzaf" da olabilir. Allah'ı çokça anın! ile … Allah'ı anmaya koşunuz, ve Kalpler Allah'ı anmak ile huzur bulur ifadeleri buna örnektir. Allah lafzı birinci cümlede üzkürû fiilinin mef'ulü [tümleci], ikinci ve üçüncü cümlelerde ise zikr mastarının "muzaf"ı olmuştur. Bu Arapça kaidesiyle anlatılmak istenen temel nokta şudur: Bir fiil ile ona tümleç olan sözcük beraberce ne anlama geliyorsa, aynı sözcük isim tamlamasında o fiilin mastarına muzaf olduğunda da beraberce aynı anlama gelir. "Allah'ı anar" ile “Allah'ı anmak" ifadeleri buna örnektir.
Kur’ân'da yüzlerce Âyette geçen - ذكرzikr mastarı ve bu sözcükle yapılmış zikrullah tamlaması salât, zekât, savm = oruç gibi bir terim olmayıp "yemek", "içmek" gibi eylem ifade eden sözcüklerdir. Bilindiği gibi, salât "namaz", "belirli zamanlarda, belirli beden hareketleriyle, belirli dua ve Âyetlerin okunmasıyla yapılan kulluk" anlamında bir terimdir. Aynı şekilde savm "oruç" da bir terim olup "belirli bir zaman diliminde ve özel bir amaçla yemeyi, içmeyi ve cinsel ilişkiyi terk etmek" demektir. Zikr ve zikrullah ise birer terim değildir.
İşin aslı böyle olmasına rağmen, Arapçadan Türkçeye yapılan tüm çevirilerde zikr sözcüğü Türkçeleştirilmeden Arapça olarak bırakılmış ve böylece sözcük, sanki bir dini terim gibi kullanıla gelmiştir. Bu bilgisizlik, her zamanki gibi, açıkgözler ve art niyetliler tarafından istismar edilmiştir. Bu istismara uygun olarak cahil halk arasında zikir halkaları, zikir şekilleri ve zikir aletleri icat edilmiştir. Bu sözcüğün yanlış algılandığının farkında olan İslâm düşmanları ise, binlerce senedir sürdürdükleri faaliyetlerine bu konuyu da dâhil ederek Müslümanların daha fazla uyuşturulmalarını, daha çok perişan edilmelerini, daha derin bir sapkınlığa düşürülmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Bilerek ya da bilmeyerek bu istismara alet olanlar, bu sapkınlığın faziletlerini anlatan kitaplar yazarak bunları Müslümanlara satmışlardır.
Kur’ân'ın birçok Âyetinde zikrullah [Allah'ın anılması] olgusundan bahsedilerek bunun önemine ve gereğine değinilmektedir:
(Âl-i İmrân: 191) O [Aklını kullanan] kişilerdir ki, ayakta, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler: "Ey Rabbimiz! Sen bunu boşu boşuna yaratmadın! Senin şanın yücedir. Bizi ateşin azabından koruyuver!"
(Nîsâ: 103) Sonra da namazı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sonra sükûnet bulduğunuzda da, namazı tam bir biçimde yerine getirin. Namaz, müminler üzerine vakitlenmiş bir farz olmuştur.
(Bakara: 114) Ve Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zâlim kim olabilir! Böylelerinin, o mescitlere girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için ahirette de büyük bir azap vardır.
(Ankebût: 45) Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Şüphesiz ki namaz, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki Allah'ı anmak daha büyüktür. Allah yaptığınız şeyleri bilir.
(Hadîd: 16) İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ı anmak ve Hakk'tan gelen için ürpersin de daha önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmiş de kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu da yoldan çıkmıştır.
(Zümer: 22) Peki, Allah kimin göğsünü İslâm'a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte onlardır, açık seçik sapıklık içindekiler.
(Tâ-Hâ: 42) Sen ve kardeşin Âyetlerimi götürün ve Beni anmakta ikiniz de gevşeklik etmeyin.
(Tâ-Hâ: 124–126) Kim Benim anılmamdan [beni anmaktan] yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşr ederiz. O der ki: "Rabbim, ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?" (Allah) Der ki: "Bu böyledir, Âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun."
(A'râf: 205) Ve sabah akşam [her zaman] kendi içinden, korkarak ve yalvararak, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma!
(Cinn: 17) Onları, onun içinde imtihan edelim. Kim Rabbinin anılmasından yüz çevirirse Rabbi onu, gittikçe yükselen bir azaba sokar.
(Nûr: 37) Öyle erkekler vardır ki, ne bir ticaret ne bir alış veriş onları Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar kalplerle gözlerin ters döneceği günden korkarlar.
(Münâfikûn: 9) Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa işte onlar, hüsrana uğramışların ta kendileridir.
(Cuma: 9) Ey inananlar! Toplantı günü namaz için çağrı yapıldığı zaman Allah'ı anmaya koşun, alış verişi de bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
(Bakara: 152) Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana şükredin, Bana nankörlük etmeyin.
(Ra'd: 28) O kişiler inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla yatışan kişilerdir. Gözünüzü açın! Kalpler yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla yatışır/tatmin olur.
(Nîsâ: 103) Sonra da namazı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sonra sükûnet bulduğunuzda da, namazı tam bir biçimde yerine getirin. Namaz, müminler üzerine vakitlenmiş bir farz olmuştur.
(Bakara: 114) Ve Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zâlim kim olabilir! Böylelerinin, o mescitlere girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için ahirette de büyük bir azap vardır.
(Ankebût: 45) Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Şüphesiz ki namaz, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki Allah'ı anmak daha büyüktür. Allah yaptığınız şeyleri bilir.
(Hadîd: 16) İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ı anmak ve Hakk'tan gelen için ürpersin de daha önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmiş de kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu da yoldan çıkmıştır.
(Zümer: 22) Peki, Allah kimin göğsünü İslâm'a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte onlardır, açık seçik sapıklık içindekiler.
(Tâ-Hâ: 42) Sen ve kardeşin Âyetlerimi götürün ve Beni anmakta ikiniz de gevşeklik etmeyin.
(Tâ-Hâ: 124–126) Kim Benim anılmamdan [beni anmaktan] yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşr ederiz. O der ki: "Rabbim, ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?" (Allah) Der ki: "Bu böyledir, Âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun."
(A'râf: 205) Ve sabah akşam [her zaman] kendi içinden, korkarak ve yalvararak, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma!
(Cinn: 17) Onları, onun içinde imtihan edelim. Kim Rabbinin anılmasından yüz çevirirse Rabbi onu, gittikçe yükselen bir azaba sokar.
(Nûr: 37) Öyle erkekler vardır ki, ne bir ticaret ne bir alış veriş onları Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar kalplerle gözlerin ters döneceği günden korkarlar.
(Münâfikûn: 9) Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa işte onlar, hüsrana uğramışların ta kendileridir.
(Cuma: 9) Ey inananlar! Toplantı günü namaz için çağrı yapıldığı zaman Allah'ı anmaya koşun, alış verişi de bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
(Bakara: 152) Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana şükredin, Bana nankörlük etmeyin.
(Ra'd: 28) O kişiler inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla yatışan kişilerdir. Gözünüzü açın! Kalpler yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla yatışır/tatmin olur.
Kur’ân'da bu kadar önem verilen zikrullah’ın ne demek olduğu, nasıl yapılacağı ancak yine Kur’ân'dan öğrenilebilir. Ne var ki, cehalet, gaflet veya dalalet gibi nedenlerle konu Kur’ân'dan değil, İslâm düşmanlarından öğrenilmeye kalkışılmış, sonuçta ortaya "zikr çekmek" diye tuhaf ve anlaşılmaz uygulamalar çıkmıştır. Bu uygulamalar daha çok geri kalmış, yoksul ve eğitimsiz Müslüman ülkelerdeki cemaat ve tarikatlar eliyle yaygınlaşmış, haftanın belirli gün ve saatlerinde ellerine doksan dokuzluk, binlik, on binlik tespihler alan insanlar, halkalar halinde güya zikir yaptıklarını zannederek "Allah, Allah", "La ilahe illallah, La ilahe illallah" veya "Hu, Hu" diye bağırıp durmuşlardır. İşin en acıklı yanı, bu yaptıklarıyla da kolayca cennete gideceklerine inanmışlardır.
Kesinlikle bilinmelidir ki, ne bu zikir anlayışı ne de ona bağlı olarak gelişen bu garantici cennet inancı doğrudur. Bu tür yoz ve yozlaştırıcı anlayışların hiç kimseye yararı yoktur. Parayı çok seven veya paraya ihtiyacı olan bir kimsenin herhangi bir para kazanma uğraşısına girmeden, eline bir tespih alıp günde binlerce kez "para, para, para, " diye sayıklamak suretiyle para kazanması nasıl mümkün değilse, ahirette cennetle ödüllendirilmek isteyen bir kimsenin de, yukarıda açıkladığımız yoz ve saçma davranışlarla Allah'ın rızasını kazanması mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah, cennetin bedelini Kur’ân'da bildirmiştir:
(Tövbe: 111) Kesinlikle Allah, Müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır.
Cennetin bedelinin canlarımız ve mallarımız olduğunu söyleyen yukarıdaki Âyet Kur’ân'da duruyor iken, bir Müslüman'ın belli sayılarda tespih çekerek Allah'ın rızasını kazanacağını ve cennete gireceğini umması, anlaşılır bir davranış değildir. İslâm düşmanları tarafından uydurulan bu tür yalanlar, Müslümanları gayretten, faaliyetten, rekabetten uzaklaştırıp tembelliğe, miskinliğe ve uyuşukluğa sevk etmektedir. Bu durum, bu yalanlara uyarak dünya hayatını Allah'ın razı olmayacağı şekle sokanların ahiret hayatlarını da karartmaktadır.
Oysa Allah'ın bizden beklediği doğru davranışların hepsi Kur’ân'da mevcuttur. Bir Müslüman olarak bize düşen, Allah'ın bizden istediklerini Kur’ân'daki şekliyle öğrenip uygulamaktır. Konumuz hakkında da Yüce Allah, kendisini anmamızı emretmiştir. Dinini Kur’ân'dan öğrenen bir Müslüman'ın bunun nasıl yapılacağını öğrenmek için yapacağı tek şey Kur’ân'a başvurmaktır. Çünkü "Mademki Yüce Allah kendisini anmamızı istemiştir, bunun nasıl yapılacağını da mutlaka bize bildirmiştir." mantığı ile başvurulacak ve Allah'ın mesajını taşıyan yegâne kaynak Kur’ân'dır. Nitekim Yüce Allah, zikrullah eyleminin, kendisinin gösterdiği şekilde yapılmasını istemiştir:
(Bakara: 198) Rabbinizden bir lütuf istemenizde hiçbir sakınca yoktur. Sonra Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş'ari-Haram'da Allah'ı anın. Ve O'nu O'nun size gösterdiği gibi anın. Ve siz bundan önce gerçekten sapkınlardan idiniz.
Yüce Allah'ın bize kendisini anmamız için gösterdiği, öğrettiği şekil ise iki Âyet sonrasında bildirilmiştir:
(Bakara: 200) Sonra da ibadetlerinizi bitirdiğinizde yine Allah'ı anın, tıpkı babalarınızı andığınız gibi. Hatta daha kuvvetli bir anışla anın. İnsanlardan bazısı, "Ey Rabbimiz bize dünyada ver!" diyen kimselerdir. Onun için de âhirette bir nasip yoktur.
Âyetlerden açık ve net olarak anlaşıldığı gibi, Yüce Allah kendisini babalarımızı andığımız gibi, hatta daha kuvvetle/şiddetle anmamızı emretmektedir. Bu durumda öncelikle babalarımızı nasıl andığımızı düşünmemiz gerekmektedir. Bir insanın herhangi bir sayaçla gece gündüz "Baba, Baba..." diye diliyle babasını anması söz konusu olamayacağına göre, burada düğümü çözecek olan ipucu, babamızı anmamızın, onu düşünmemizin nasıl olması gerektiğindedir.
Evlatlarına "Oğlum/kızım, beni unutma!" diye tembih eden babaların bu sözle evlatlarının kendilerini sayıklamalarını kastetmedikleri kesindir. O hâlde babalarımızı anmamız, onları düşünmemiz, onları aklımızdan çıkarmamamız, üzerimizdeki haklarını düşünüp onlara olan maddî ve manevî sorumluluklarımızı hatırlamamız, sevgide ve saygıda kendilerine kusur etmememiz demektir.
"Zikrullah"ı belirli sayıdaki ifade kalıplarıyla yapmayı doğru bulan zihniyetin, Allah'ın Bakara Sûresi’nin 152. Âyetinde verdiği Beni anın ki, ben de sizi anayım mesajı hakkında ayrıca kafa yormaları ve Allah'ı "Allah, Allah …" diye anan kimselerin, Allah'tan da kendilerini "kulum, kulum …" diye anmasını bekleyip beklemediklerini düşünmeleri gerekir.
Bu dini en iyi anlayan ve en iyi uygulayanların, peygamberimiz ile onun çağdaşı olan ve dini eğitimlerini ondan alan sahabe olduğu şüphesizdir. O güzide Müslümanlar bu Âyetleri bugünkü tarikat, tekke ve tasavvuf anlayışıyla anlayıp uygulamamışlardır. Onların belirli sayılarla "Allah, Allah ..." diye zikrettiklerini kimse duymamış, hiçbir kitap yazmamıştır. Onlar, kişinin aynasının "iş" olduğunun, lâfına bakılmayacağının bilincindeydiler. Bu nedenle de ömürlerini hep öğrenerek, öğreterek, Allah için mücadele [Cihâd] ederek geçirmişlerdir.
Zikrullah = Allah'ın anılması, halk arasında uygulandığı şekliyle elde tespih, dil ile "Allah, Allah …" demek değildir. Zikrullah = Allah'ın, Allah'ın biz kulları üzerindeki haklarını ve bize sunduğu nimetleri düşünmek, O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi ikide bir kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmaktır.
Allah'ın bizden istediği de budur.
Hakkı YILMAZ
Yorum