Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Kuran'da Salavat Kavramı

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Kuran'da Salavat Kavramı

    Maalesef din diye inandığımız ve yaşadığımız Ku'an'daki halis/saf Allah'ın dininden başka bir şey durumundadır. Dil-din ilişkisi açısından hareketler yüzlerce kavramın içi boşaltılmış, binlerce sözcüğün anlamı saptırılmak suretiyle kimsenin işine yaramayan (din tüccarları hariç) bir ucube din ortaya konmuştur.
    "Salavat getirme", "salavatı şerife okuma" da yukarıda değindiğimiz maddelerden bir tanesidir. Ki bu konuya ahzab suresinin 56. ayeti yanlış mealler verilmek suretiyle ve de yanlış tebyinlerle (onlar maalesef tefsir diyorlar) tahrifat yapılmıştır. Öyle ki çeşit çeşit salavatı şerife modelleri (salaten tünciye, salat an nariye, salatı terficiye vs. gibi) oluşturulmuş ve bu model model salavatları okumak her ibadetin önüne geçirilmiştir. Dikkat ederseniz görürsünüz ki camilerde imam namaz sonrasında okuduğu duadan (yaptığı dua değil, zira o da şablon) sonra "lillahil fatiha" der. Yani,Allah için bir Fatiha okuyun der. İşte bu sırada fatiha okumaz, Herkes "Allahümme salli ala seyyidina... diye salavat okur. (Buna iyi dikkat ediniz.) Şefaat buna bağlanmış ve salavat getirmekle ilgili onbinlerce hadis uydurulmuştur.İşte ayet. Herhangi birkaç mealden sunalım, sonra da olması gereken meali sunalım ve gerekli talileri yapalım.

    Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.
    (Ali Bulaç)
    Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin (Diyanet meali)

    Şu bir gerçek ki, Allah ve melekleri, o Peygamber`e salat ederler/onun şanını yüceltirler. Ey inananlar! Siz de ona destek olun/onun şanını yüceltin ve ona içtenlikle selam verin. (Y. Nuri Öztürk)

    Muhakkak ki, Allah ve melekleri, peygambere hep salat ile ikramda bulunurlar. Ey iman edenler, haydi ona teslimiyetle salat ve selam getirin! (Elmalılı)

    Salavat:

    Bu meallere ve daha yüzlercesine bakarsanız görürsünüz ki Allah ve melekler peygambere salavât getirirmiş, Müslümanlar da getirmeliymiş. Yani diğer bir ifadeyle, onlara göre Allah kendi yaptığını, meleklere yaptırdığını biz mü'minlere de yaptırtmak istiyor ve bunu kesin ve vurgulu olarak emrediyor.(!)
    Nedir bu salatta bulunmak, salavat getirmek?

    Kime sorarsanız sorun, hangi ilm-i hale bakarsanız bakın: Salavât getirmek . "Allahümme salli..... yada bunun değişik versiyonlarını söylemek" demektir.


    Maalesef böyle öğrettiler, gerçeği bizden sakladılar, Türkçe diye sundukları da Arapça oldu, kimse de sözcüklerin gerçek anlamını öğrenemedi.
    Salavat getirme ya da salavatı şerife okumanın ne anlam taşıdığını anlamamız için "salat" sözcüğünün analizini yapıp sözcüğün gerçek anlamını bulmak zorundayız.
    Kur'an'a baktığımızda göreceğiz ki Ahzap suresi âyet 43 de ifade edildiğine göre Allah ve melekler sadece peygamber efendimize değil biz mü'minlere de karanlıklardan nura çıkmamız için salavât (!) getiriyorlar. Bunda hiç şüpheniz olmasın.
    Ayrıca Bakara suresi âyet 157 de Allah'ın denemek için korku, açlık, mal noksanlığı, can noksanlığı, meyveler-ürünler noksanlığı verdiği zaman sabredip, kendilerine bir musıbet isabet ettiği zaman teslim olup muhakkak biz, Allah içiniz ve şüphesiz ona dönücüleriz" diyenlere "rabblerinden "rahmet" ve "salavât (!)" vardır. deniliyor. Kısaca Allah sabırlılara da salavât (!) getiriyor.
    Ayrıca Tevbe suresi âyet 99 ve 103'te Peygamberin salavatından (!) bahsedilir. Mutlaka okuyup anlayınız.

    Şimdi bu yanlış "salavat" anlayışına göre oluşan istifhamları bir düşünün. Allah, peygamberi ve kulları için kime salavât getirsin?
    Niçin getirsin? Nasıl getirsin? Zira yaratan O, yaşatan O, affedecek O, Maliki yevmiddin O. Öyleyse bunun mantığı ne? Allah Cc. kendisi melekler bir salavât korosu mu kurmuşlar da bizleri de o koroya katılmaya dâvet ediyorlar? Bizim sabah akşam yüzlerce kez getirdiğimiz salavâtın kime ne faydası var. Kime ne faydası olur? Peygamberini affedecekse, ona merhamet edecekse bize yalvarttırarak edeceğine direkt kendisi affediverse olmaz mı?

    Kılıf hazırlanmaya çalışılmış: Efendim, salât Allah'a nispet edilirse "kullarına rahmet etme "anlamına, meleklere nispet edilirse "Allah'tan kullar için af dileme" anlamına, kullara nispet edilirse "duâ" anlamına gelir. Bu tarz hileler meselenin daha girift hal almasından başka bir işe yaramaz.. Bu mânâlar, maalesef işin içinden çıkılamadığı için uydurulmuştur. Hakikatle alakası yoktur. Bakara suresi 157. âyete iyi dikkat ediniz. Orada " İşte böyleleri üzerine Rablerinden salavât/destek/ yardım ve bir rahmet vardır." buyurularak "rahmet" ve "salâvat"'ın ayrı ayrı şeyler olduğu ifade edilir. Öyleyse bu meselenin hakikati nedir? Bu meselenin hakikati salât sözcüğünün hakiki anlamına dönmek ve ondan sapmamaktır.

    Gelelim tahlile:
    "Salât" sözcüğü yapı olarak görünüş itibariyle "saly" ve "salv" köklerinden türemiş olabilir. Dilbilgisi kurallarına göre her ikisi de olabilir. Zira her iki sözcük de "nâkıs"tır. Yani son harfleri harfi illettir. Dikkat çeken bir husus da "salv" kökünden olan kalıpların çekimlerinin bir çoğunun "galb" neticesi "ya" ya dönüşmesidir. Ki, üzerinde ciddi bir araştırma yapılmazsa bu bir çok karışıklığa neden olabilmektedir.
    Biz Arapça'daki bu mastarlar üzerinden tahlil ve anlamını açıklayalım. Birincisi:
    Saly: Ateşe atmak-ateşe girmek anlamına gelir. Bu mânâda el Hakka suresi 31.âyette kullanılmıştır:
    "Sonra cahime (cehennem) sallayın onu. (sallûhû)"
    Bu kökten türemiş olarak ve bu anlamda Kur'ân'da "islavhâ, yeslâ, veseyeslavne, seüslîhi, layeslâhâ" gibi farklı kalıplar ile bir çok kez yer alır.
    Türkçe'deki sallamak ve yaslamak sözcükleri de Arapça'daki "Saly" sözcüğünden gelmiştir.
    İkincisi:
    Salv: İsim olarak uyluk, fiil olarak "uyluklamak" yani uylukları hareket ettirmek demektir. Ki kişi herhangi birisinin sırtındaki yüke veya herhangi bir hayvana yüklenmiş ağır yüke destek vermek isterse uyluğun (bacağın diz ile kalça arasındaki bölümünü) birini kaldırır, uyluğu yatay haline getirip yükün altına uzatır, destek sağlar.

    "Salât" sözcüğünün aslı "salvet"tir. Kelime nakıs (sonu harfi illetli) olduğundan genel dilbilgisi kuralları gereği "salât" şekline dönüşmüştür. Bize göre "salât" sözcüğünün kökü kesinlikle "salv" dır "saly" değldir. Zira kelimenin çoğulunda kelimenin asıl harfi olan "vav" açıkça ortaya çıkmakta; çoğulu "salavât" olarak gelmektedir. Bunun bir çok örneği daha vardır. Meselâ "gazâ/savaştı" sözcüğü aynı konumuz olan "sallâ" (mastarı salât'tır) sözcüğüne benzer. Onun mastarı "gazve", Gazve'nin çoğulu "gazevât" olarak gelir. Diğer fiil çekimlerinde de "gazâ"nın "vav"ı, ya "ya"ya kalb olur yahut da düşer yok olur.
    "Saly" sözcüğünün anlamı ile "Namaz, dua yakarış, çaba, gayret, destek" anlamları arasında herhangi bir anlam ilişkisi kurmaya da imkanı yoktur.
    Eğer "salât" sözcüğünün kökünün "saly" olduğunu varsayarsak çok enteresandır ki Kevser suresindeki "salli" emrinden "onu ateşe at" ve Ahzab suresi 56. ayetteki "sallû aleyhi" den de Muhammed'i ateşe sallayın, atın" anlamı çıkarmamız gerekir.
    Doğal olarak sözcükler yan anlamlara kayarlar. Ama hep ana eksen etrafında olur bunlar. Kesinlikle ana eksen kaybolmaz. Ki örneklerini "Nahr, Ebter" sözcüklerinin tahlillerinde görebilirsiniz.
    Tamam böyledir ama yine de bu çok ciddi meselede her insanın zihninde bir "acaba" mutlaka kalır. İşte o istifhamı Kur'ân zihnimizden çeker alır. Zira "Salv, Sallâ, salât" sözcüğünün açık anlamı 75/Kıyamet suresinin 31, 32. âyetlerinde çok bariz olarak açıklanmıştır. Ki orada bu sözcüklerin karşıt anlamları da verilmiştir. Şöyle ki: "Felâ saddaqa velâ Sallâ velâkin kezzebe ve tevellâ = O, ne tasdik etti ne de çaba harcadı/destekledi. Ama yalanladı ve geri durdu." Âyette dört eylem yer almış, ikisi diğer ikisinin karşıt anlamı olarak gösterilmiştir. Âyette "saddaka"nın karşıtı "kezzebe" Yani "tasdik etmenin" karşıtı "tekzib etme"; "sallâ" fiilinin karşıt anlamı olarak da "tevellâ = sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lakayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik, ve yapılmakta olan girişimleri kösteklemek " fiili gösterilmiştir. "Tevellâ" sözcüğü kalıbı itibariyle süreklilik anlamını taşır. Buradan hareket edersek "sallâ", "tevellâ"'nın karşıtıdır. Yani anlam olarak "destek olmak, seyirci kalmamak" anlamındadır.

    İş burada bitmedi. Salât sözcüğü nasıl yanlış girdiyse İslâmi hayatımıza, "selâm" ve "teslîm" sözcükleri de yanlış girmiş durumdadır. Âyeti celilenin "ve sellimû teslimen" kısmının da tavzih zarureti doğmuş durumdadır. Zira elinize hangi meali alsanız âyeti celiledeki bu, mü'minlere verilen ikinci görev için "....ve tam bir teslimiyetle selam veriniz!" dendiğini göreceksiniz.(Bazı kelime farklılıkları olabilir.) Halbuki sözcüklerin gerçek manaları üzerinde dikkat gösterilse kolay kolay bu hata yapılmaz. Şöyle ki:
    Âyette geçen "sellimû" ve "teslîmen" sözcüklerinin kökü, "slm" harflerinden oluşan muhtelif harekelerle de ifade edilebilen "selm, silm" kökleridir. Hangisi kabul edilirse edilsin manasında "selâmetlik" yani eski tabirle "isabeti mekruhtan emin olmak" anlamını taşır.
    Konumuzdaki "sellimû" ve "teslimen" ifadeleri ise mezidattan "tef'il" babından emri hazır ve mastardırlar. Bu babda anlam: "emin etmek, korumak, güvenlik sağlamak"'tır.( "Sellemehüllah, Allah onu korudu, onun güvenliğini sağladı." diye kullanılır. Burada mana: "ve tam bir güvenlik sağlamak suretiyle Peygamberin güvenliğini sağlayınız!" demektir. Yoksa "padişahım çok yaşa", "yaşasın kral" misilli şeyler bir şey ifade etmez. Padişahı çok yaşatmak için, kralın yaşaması için canla başla çaba harcamak gerekir. Laf ile lak lak değil.

    Şimdi bahsimizde yer alan âyetin manası şöyle olur:

    Ahzap suresi âyet 56:

    "Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi destekliyorlar/ ona yardım ediyorlar/ onun için gerekeni yapıyorlar. Ey mü'minler! Siz de ona destek olun ona yardım edin/ onun için gerekeni yapın ve onun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız!"

    Örnek verdiğimiz ayetlerin de gerçek ifadesi şöyledir:

    Ahzap suresi âyet 43.

    "O, odur ki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kendisi ve melekleri (yüsalli aleyküm) sizin için gerekeni yapıyor/ size destek oluyor. Zaten O, inananlara karşı çok çok acıyıcıdır."

    Bu âyetin mealini bir de şu âyetle karşılaştırın. Allah'ın salât'ının nasıl olduğunu ne demek olduğunu ne ma'naya geldiğini kendiniz a de anlayacaksınız.

    Hadid suresi âyet 9:

    "O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok çok şefkatli, çok çok acıyıcıdır."

    Görüldüğü gibi Allah'ın salavâtına/yardımından, desteğinden bir tanesi de "Kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indirmesi"'dir.

    Ahzap suresi 56. âyetin yer aldığı sure, özel bir suredir. Orada Peygamberimizin özel hayatı, aile hayatı, sırlarını, misyonu, eşlerinin konumu, görevleri ve ayrıcalıkları yer alır.. Konumuz olan âyeti celileyi en iyi dereceden anlayabilmek için mümkünse surenin tamamını okuyup dikkate alınız. Ve bu destek ve güvenlik sağlama görevlerini yapmayarak peygamberi üzenlerin akıbetinin de neler olacağını 57 ve 58. âyetlerden bakınız. Sakın konu ve pasaj bütünlüklerini bozmayınız
    Bir düşünelim: Bu âyetler indiği zaman Sahabe-i kiram neler yaptı? Herkes bir köşeye çekilip "Allahümme salli ve sellim.." mi dedi? Yoksa varıyla yoğuyla, canıyla harekete geçip Allah yolunda Peygamberimize destek mi oldular, güvenliğini mi sağladılar?
    Salavat getirmekle ilgili rivâyetleri inceleyiniz; râvilere ve rivâyetin yer aldığı kitaplara dikkat ediniz. Çoğu kastlı ihanetten kimisi de özendirme amaçlı cehaletten ortaya atılmış şeyler!

    Şimdi manzaraya bir bakalım:

    Allah,
    - "Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi destekliyorlar/ ona yardım ediyorlar/ onun için gerekeni yapıyorlar. Ey mü'minler! Siz de ona destek olun ona yardım edin/ onun için gerekeni yapın ve onun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız!" buyuruyor.
    Biz de çıkmışız:
    - Allahümme salli ala muhammed ve sellim.." Ey Allahım! Muhammed'e sen yardım et, gerekli desteği sen yap ve onun güvenliğini sen sağla..... diyoruz.

    Ne büyük tezat/çelişki ve ne iğrenç küstahlık!

    Bu hal, Maide suresi 20-26 daki konu içersinde 24. âyet: " Dediler ki: Ey Mûsa! Onlar orada oldukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Hadi sen git, Rabbinle birlikte savaşın. Biz şuracıkta oturacağız."
    Beniisrail ile Musa As.'ın vaziyetine benziyor mu benzemiyor mu? Bizimkisi biraz kibarca olsa da!

    Allah ve melekler gerekeni sürekli yapıp duruyorlar: (yusallûne, fiilimuzâri sıygasıyla vârid olduğundan bu mânâyı mutazammındır.) Gerekeni yapacak olan, destek olacak olan, peygamberin güvenliğini sağlayacak bu işe çaba harcayacak olan, yerinde oturmayıp kalkıp kımıldayacak olan kısaca bu işle yükümlü olan biziz, biz mü'minleriz.
    Peygamber bu gün aramızda olmadığına göre bu görevi destk ve güvenlik sağlamayı toplumda peygamberlik misyonunu (Rasülüllah`ın Medinedeki konumunu; Kur`an`ın tebliği ve tebyinini, ,müslümanların devlet başkanlığı görevini) sürdüren kişi ve kurumlara yapmalıyız. Ama padişahım çok yaşa! diyerek değil.

    Hakkı Yılmaz

    #2
    Ynt: Kuran'da Salavat Kavramı

    Peygambere salavat ilahi buyruk değildir


    Kur’an’da peygamber isimlerinin “İbrahim”, “Musa”, “Nuh” “Muhammed” şeklinde “mahalleden arkadaşıymış gibi” alabildiğine tek ve yalın kullanılması öteden beri çok dikkatimi çekmiştir. Bu konuda nicedir bir şey yazmak istiyordum…
    Acaba bu tür isimler Kur’an’da neden yalın geçiyor?
    Ben bunun bilinçli bir kullanım ve mesaj olduğunu düşünmekteyim.
    Oysa dini kültürümüzde bunun tam tersi bir durum var. “Mazhar-i mevcudât, seyyid-i kâinât, server-i fahr-i âlem” vb. bir dizi ünvan ve lakaplar sıralanmadan ve özellikle de “sallallahu aleyhi ve sellem” (s.a.v) demeden peygamber ismini anmak saygısızlık sayılıyor.
    Halbuki bu türden abartılı ifadeler Bizans ve Sasani imparatorluk geleneğinin modasıydı. Emevi, Abbasi ve Osmanlı imparatorluklarına da olduğu gibi geçti. Padişahların ve sultanların adı “Halife-i rûy-i zemin, devletlû, haşmetlû, azametlû padişahımız efendimiz hazretleri…” vs. denilmeden telaffuz edilemezdi.
    Keza Yahudi dini kültüründe de örneğin “Davut” diyemezsiniz; “Davut ameleh” demek zorundasınızdır. Aksi halde hakaret damgası yersiniz.
    Şii kültüründe de masum imamların adı anılınca üstelik ayağa kalkarak salavât getirmek zorundasınız. Aksi halde imamlara hakaretten dava açılabilir.
    Tasavvufta da velilerin ismi anılınca “kaddasellahu sırruhu” diyeceksiniz. Aksi halde çarpılabilirsiniz.
    Bir arkadaşım şöyle espiri yapmıştı: Senin ismin sıradan duruyor. Şöyle dini karizma sağlayacak bir isim bulmamız lazım: Hoca Muhyiddin İbn Muammer el-İhsani el-Kayserî gibi… Aman kalsın, meraklısına ver onlardan demiştim. (Dedemin adı Hoca Muhyiddin, babamın adı Muammer)
    Dikkat ederseniz büyüklüğü ve erdemi böyle cafcaflı ve tumturaklı isim, ünvan ve imajlarda arayanlar, kendilerine doğrudan isimleriyle hitap edilmesine bozulurlar.
    Oysa Kur’an, kendi peygamberlerinin isimlerini anarken çarpıcı bir yalınlıkla “İbrahim, Musa, Süleyman, Davut, Nuh, Muhammed” vb. şeklinde anarak, işbu cafcaflı ve tumturaklı unvan ve imaj edebiyatını dümdüz ediyor!
    Kur’an’da “Muhammed” ismi dört yerde geçiyor. Dördünde de onun elçi (resül) olduğu vurgulanıyor. Daha bir çok yerde haber getiren (nebi), elçi (resul), arkadaşınız (sahibikum), o (huve), onunla birlikte olanlar (meahu), sen (ente), kulunu (abdihi) diye bahsediliyor. Diğer peygamberlerden de kardeşleri (ehakum) şeklinde bahsedildiğini görüyoruz. Hepsini birden anmak gerektiği yerde de elçilere selam olsun (selâmun ale’l-mürselîn) deniyor.
    Kur’an’ın hiçbir yerinde “Muhammed” ismi geçtiğinde özel bir hitap, unvan ve lakap zikredilmediğini görüyoruz. Sadece Resulullah (Allah’ın elçisi) şeklinde hatırlatma yapılıyor. Peygamberimizin tabiri caizse “resmi” adı ve ünvanı kelime-i şehadette geçtiği gibi “Âllah’ın kulu ve elçisi”dir. Bu bile mesajla yüklüdür.
    ***
    Peki dini kültürümüzde çok yaygın olan “salavât getirmek” nereden geliyor? Yani peygamberimizin ismi anıldığında “sallallahu aleyhi ve’ssellem” demek zorunda olmak…
    Bunun Kur’an’da emredildiğini söylüyorlar.
    Madem öyle biz de “Dur hele” diyelim ve buraya bir mim koyalım. Çünkü bunun Müslüman milletlerce üretilmiş tarihsel bir “örf” olduğunu söylemek başka, “Kur’an’da Allah böyle emrediyor” demek başkadır…
    Kanımca “salavât ayeti” diye bilinen ayetin doğru çevirisi şöyledir:
    “Hiç kuşkusuz Allah ve melekleri peygamberi destekliyor. Ey iman edenler! Siz de onu içtenlikle destekleyin.” (Ahzap; 33/56).
    Bu ayeti şöyle anlıyorlar: Allah ve melekleri peygambere salavât getiriyor, ey iman edenler siz de salavât getirin…
    Bu anlayışa göre sanki Allah melekleriyle halka oluşturmuş, tarikat meclislerindeki “hatm-i hacegân” veya teravih namazlarındaki salavâtlar gibi “Allahümme salli ala..” diye salavât getiriyor! Ve bizim de öyle yapmamızı istiyor, öyle mi?
    Burada “salavât getirmek” veya “salâtu selâm okumak” şeklinde bir dizi seremonik (törensel, önceden belirlenmiş) ifadelerin anlaşıldığını, ayette geçen “salât” kelimesinin esaslı bir anlam kaymasına uğradığını görüyoruz.
    Bakın nasıl.
    ***
    “Salât” kelimesi insan için kullanıldığında “ateşe odun atmak” fiilinden gelir. Bu ise bir destekleme eylemidir. Ateş sönmesin, ocak tütsün diye ateşe odun veya kömür atarsınız, böylece ateşi desteklemiş olursunuz. “Salât”ı kime yapıyorsanız onu destekliyor veya desteğini istiyorsunuz demektir. Allah’a salât etmek yani dua edip namaz kılmak onun desteğini ve yardımını talep etmek demektir. Nitekim “Allah’tan sabır ve salât ile yardım isteyin” (2/152) ayeti bunu gösterir. Keza “Kıpkızıl bir ateşe salât edilecek (atılacak)” -seyeslâ naren zate lehebin- (111/3) ayetinde de bu manadadır.
    Bu kökten türeyen kelimelerde de bu mananın olduğunu görüyoruz: Ateşte yanmak, ateşe maruz kalmak (sallâ), bir şeyi yakmak için ateşte bırakmak (tasliyeh), ateşte ısınmak (ıstılâ), ateşte yanma, ateşte kalma (es-sıllî), destek isteme yeri, namaz yeri, seccade (musallî), atın yarışta kazananı desteklercesine ardınca gitmesi (tasliyete’l-feres), destek talebi, yardım isteği, dua etmek (tasliye) kelimeleri bu köktendir…
    Görüldüğü gibi salavât birine destek veya birinden destek ve yardım isteme manasında kullanılmaktadır. Zamanla Allah’ın sevdiği kullarını desteklemesinden mülhem olarak Müslümanların İbrahim ve Muhammed gibi peygamberleri desteklediklerini, yollarında yürüdüklerini ifade için kullanılır olmuştur.
    Kelime kökünden hareketle Allah’ın ve meleklerin nebiye salât etmesi ve bizim de öyle yapmamızın istenmesi şu demek oluyor: Ey iman edenler! Peygamberin tutuşturduğu iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve adalet ateşinin sönmemesi için onu destekleyin. Destekleyin ki daha bir gür yansın. Alev alev yükselsin. Bunun için onun getirdiği dini yaşayın ve yaşatın. Kendi çağınıza, mekanınıza ve zamanınıza taşıyın ki onu desteklemiş (ona salât etmiş) olasınız. Aksi halde bu ocak söner. Allah ve melekleri bunun sönmemesini istiyor ve onu destekliyor; siz de öyle yapın…
    Kanımca ayette bizden istenen de budur.
    “Muhammed” ismi her geçtiğinde “salavât getirmek” diye tabir ettiğimiz, önceden belirlenmiş bir takım Arapça ezberleri otomatikman tekrar edip durmakla alakası olmadığı kanaatindeyim.
    Ayeti “otomatik salavât” emri olarak anlayanların çoğu bile (Şafiî hariç) namazda teşehhüd oturuşundaki salavâtı okumanın müstahap olduğunu, okumayanın namazını iade etmesinin gerekmeyeceğini söylerler. Yine ayeti böyle anlayanlar arasında bile, “Muhammed” isminin geçtiği her yerde otomatik salavâtın vacip olduğunu söyleyenler olduğu gibi, defalarca geçse bile bir defanın yeterli olacağını, hatta ömürde bir defanın bile yeterli olacağını söyleyenler vardır. (Kurtubi, Razi).
    Fakat ben salât etmeyi böyle anlamamaktayım. Anlasaydım bile ömürde bir defa salavât getirmenin veya yazıyla (s.a.v) yazmanın yeterli olacağı görüşünü tercih ederdim.
    Demek ki “salavât getirmek” dini bir vecibe değil; Müslümanların ürettiği bir kültür… Hem edebiyat, hem musiki değeri var, doğru… Söylenişi gayet güzel, doğru… Itri’nin camilerde söylenen salavât bestesi dini müzik açısından da son derece orijinal, tamam…
    Camilerde kitle halinde söylenmesi çocukluğumdan beridir çok hoşuma gider. İran’da buna benzer salavât bestesi dinlemiştim. Onlar da kitle halinde söylüyorlardı ve sonunda özellikle “Al-i Muhammed” vurgusu yapıyorlardı. Hatta bizdekinden güfte ve beste olarak daha etkileyiciydi ve kulağa hoş geliyordu.
    Ama bunlar sonuçta üretilmiş kültür ve örftürler. Hatta Müslüman duyarlılığın edebiyat ve musiki yaratıcılığıdır, yeniliktir. Kanımca Mevlid de öyledir. Hatta yenileri bestelenmeli ve yapılmalıdır. Ben bunlara karşı değilim…
    Benim itirazım “otomatik salavâtın” Kur’an’ın bir emri olduğu iddiasıdır. Hadi kimileri de öyle anlıyor diyelim -ki farklı anlayışlar zenginliktir- ona da saygılıyım. Fakat böyle anlamayanların sanki Kur’an’ın bir emri inkar ediliyormuş, peygambere saygısızlık ve küstahlık yapılıyormuş gibi yaftalanmasına, hele de “salavât terörüne” varan üste çıkmalarla “O senin mahalle arkadaşın mı? Hadi çabuk salavat getir bakim, görecem!” pozlarına girilmesine dur diyorum.
    Allah’ın resulünün saygınlığını koruma hassasiyetine bütün kalbimle katılırım. Hatta bu hassasiyetin kaybolmamasını içtenlikle dilerim. Fakat bu biraz hassasiyet değil; hassasiyet gösterisi oluyor. Böyle yapmakla Allah’ın resulünü yakınımıza getirmiyoruz, iyi düşünürseniz uzaklaştırıyoruz…
    Demek ki toplumun yaygın, makul ve genel kıyafetinden ayrıca ve özel bir din adamı kıyafeti olamayacağı gibi, ayrıca ve özel bir din adamı dili de olamaz. Çünkü din dili diye bir meslek dili yoktur. Çünkü din bir meslek değildir. Bu nedenle de din dilinin yaşayan dille bütünleşmesi; araziye çıkması, sokağa inmesi, saray ve molla dili olmaktan kurtulması, eski çağlar söylemi olmaktan çıkması, ağdalı ifadelerden arınması, alabildiğine sadeleşmesi, ulaşılamaz ve yakınımıza gelemez halden kurtulması gerekmektedir.
    ***
    Yukarıdaki ayette geçen salât etmekten ayrı olarak “selâm” etmek, söz konusu desteği (salâtı) içtenlikle yapmak veya Türkçe’de kullandığımız o bildiğimiz selam etmektir. Örneğin sevdiğimiz ve saydığımız birinden bahsederken cümle arasında “Ki kendisini burada saygıyla anıyorum ve selamlarımı gönderiyorum.” vs. deriz. Ve bunu otomatik olarak her defasında yapmayız, yeri gelir söyleriz. Söylenmediği zamanda kimse “Niye söylemiyor saygısıza bak” demez. Peygamberin ismi geçtiğinde de olması gereken budur. Kur’an’daki kullanım da böyledir, yeri gelir peygamberine selam gönderir. Fakat bu otomatiğe bağlanmış değildir. Doğal olan bu değil mi?
    Bahis konusu ayet hicri altıncı yılda nazil olan Ahzap suresinde geçer. Ahzap suresi bu açıdan ilginçtir. Peygamberin evlatlığı, eşleri, ehl-i beytinin kim olduğu, onlara nasıl bakılması gerektiği konuları işlenir. Bu cümleden olarak söz peygambere getirilir ve “Allah ve melekleri onu destekliyor, siz de destekleyin” yani onun yanında olun, onunla beraber hareket edin, şanını şerefini koruyun, evlatlığı, eşleri vs. ile ilişkileri hakkında kötü şeyler aklınıza gelmesin, o üzerinize titreyen, çok müşfik, sevgi ve merhametle dopdolu can yoldaşınız, arkadaşınız denmek istenir…
    Peki, peygamberimizin arkadaşları (sahabeler) ona nasıl “salât” etmişlerdir? Yani onu nasıl desteklemişlerdir?
    İsmi anıldığında salavât çekerek mi?
    Yoksa onu malıyla ve canıyla destekleyerek, onun yanında yer alarak, getirdiklerini uygulayarak, savaş meydanlarında omuz omuza savaşarak, vuruşarak mı?
    Peygambere “salât” etmenin ne demek olduğunu, en iyi, savaş meydanında etrafında etten duvar örerek koruyan genç sahabeler veya süikast yapılacağını bile bile yatağına yatan “Ali” veya Taif’den taşlanarak kovulduğu sırada önüne atlayarak taşlar ona değmesin diye kafası gözü yarılan “Zeyd” açıklar.
    Çünkü onlar peygamberle birlikte vuruşanlardır. Hepsi yan yana, omuz omuza ona “arkadaş” (sahebe) olmuşlardır. Yani onlar sırtlarını peygambere, peygamber de onlara dayamıştır. Aralarında sarsılmaz bir güven, dostluk ve kardeşlik oluşmuştur.
    Kur’an bu durumu şöyle açıklar: Sevgi ve merhamet yumağı haline gelenler (ve tavasav bi’r-rahme). Bu tabir bir de asr suresinde “hakk” ve “sabr” eklenerek kullanılır: Hak ve adalet için omuz omuza verenler (ve tavasav bi’l-hakk), dertleri ve acıları paylaşanlar (ve tavasav bi’s-sabr)…
    Bütün bunlarda ortak olan arka çıkmak, omuz vermek, elbirlik olmak yani desteklemek, yanında yer almaktır
    Ayette Cenab-ı Hakk’ın bizden istediği budur. Çünkü kendisi de melekleriyle birlikte peygamberine öyle yapmaktadır. Yoksa Allah melekleriyle birlikte oturmuş da bizim yaptığımız gibi salavât çekiyor değildir.
    ***
    Peki, Peygamber öleli on dört asır olduğuna göre ona “salât etmek” bugün ne anlama geliyor?
    Mabetleri Itri’nin salât-ı münciyesi ile çınlatmak mı? Ki o mabetlerin arka sokaklarında kızlar diri diri gömülür, insanlar birbirini aldatır, yalan, dolan, haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, yoksulluk, açlık, zina, fuhuş uyyuka çıkar.
    Ezan-ı Muhammedi’nin susmaması ve böylece “Muhammed” isminin semalarda inlemesi mi? Ki o semaların altında insanlar da zulümden inler.
    Bu durumda Muhammed’e salat etmek yani destek vermek ne demektir?
    Şu demektir: Yalanı, dolanı, haksızlığı, hırsızlığı, yolsuzluğu, yoksulluğu, açlığı, baskıyı, zorbalığı velhasıl bütün bir zulmü ortadan kaldırmak için meydana atılmak, gerçek ve adalet (hakk) uğruna savaşmak, vuruşmak… Bu uğurda gelen belalara göğüs germek, direnmek, dertleri ve acıları paylaşmak (sabr)… sevgi ve merhamet (rahmet) yumağı haline gelmek… Bunları yapanlara arka çıkmak, onlara arkadaş ve yoldaş olmak, elele vermek, omuz omuza mücadele etmek…
    Allah, melekleriyle tıpkı peygambere yaptığı “salât” gibi, bunları yapanlara da “salât” edeceğini; destekleyeceğini, yardım edeceğini ve yanlarında olacağını söylüyor. Hakkı, sabrı ve rahmeti tavsiyeleşmek de, bunu yapanlara Allah’ın melekleriyle birlikte “salât” etmesi de bu olmak icap eder.
    Aksi halde, biliniz ki, “Kim bana şu kadar salavât getirirse bu kadar günahı affolur” türünden hadislerin aslı yoktur, uydurmadır. Günahları affettirmenin yolu yaptığı kötülükten dünyadayken dönüş yapmak (tövbe), helallik dilemek ve onu bir daha yapmamaktır. Bunu yapmadıkça insanlara haksızlık yapanlara ve yeryüzünde zorbalık yapanlara (Şura; 42) isterseler yüz bin salavât çeksinler af yolu kapalıdır. Dikkat edin! Sadece Müslümanlara değil; “insanlara” zulmedenlere ve sadece Ortadoğu’da değil; “yeryüzünde” zorbalık yapanlara…
    ***
    Ali Şeriati’yi ilk okuduğumuz yıllarda peygamber ve sahabe isimlerinden (Kur’an’ın uslübuna paralel) Muhammed, Musa, İbrahim, Ali, Ömer, Ebubekir, Zeyd vs. diyerek konuşmasını çok yadırgar ve öğrenci evlerinde “Mahalleden arkadaşı gibi konuşuyor, bu adam Müslüman mı?” tartışması yapardık. Onun sade, yaşayan, çağa dönük dinamik dili, bizim zihinlerimizi sarmış ağdalı tapınak ve vaiz diline çok yabancı gelirdi.
    Sonradan anladım ki asıl onun yaptığı doğru. Kur’an’ın bu hususta vermek istediği mesajı bütün riskleri göze alarak asıl o sürdürüyor.
    Dini kitaplara bakın başta peygamber isimleri olmak üzere “mübarek” şahısların ismi, hazretleri (Hz.), sallallahu aleyhi ve’ssellem (s.a.v), radıyallahu anha (r.a), kaddasallahu ve sirruhu (k.s) ifadelerinden geçilmez. Bunları okuyan birisi, kendisini ulaşamayacağı başka bir dünyaya; kutsi ruhlar, evliyalar alemine girmiş gibi hisseder ve sürekli acaba günah mı işliyorum endişesi taşır. Bir an evvel buradan çıkarak hayata, yaşama dönmek ister. Dönünce de “Oh be hayat varmış” duygusu taşır. Çünkü bu dil hayatın dili değildir. Anlaşılmaz ifadelerle örülü, kendine özgü Arapça dini terimler yığınından ibaret bir tapınak dilidir. O mesleği bilenlerce açıklanıp yorumlanması gerekir. Biliyorum, böyle söylememe “meslek erbabı” çok kızıyor. Hazırladığım meale “Ruhanilik kaybolmuş, Kur’an sanki sokağa sesleniyor gibi olmuş” diyorlar. Tam isabet! Notre Dema’nın Kamburu filmini seyrederken papazın “Peder, İncili tercüme edeceğiz, herkes anlayacak” teklifine öfkeyle “Hayır olmaz! o zaman ben ne olacağım.” Demesi gibi…
    Bunların peygamberin bize arkadaş olmasıyla ne alakası var demeyin. Bilin ki iş buralardan başlayacak…
    ***
    Önce din dili yaşamın dili olarak yeniden ifade edilecek. Yaşamın dilinden ayrı bir din dili olmadığı gösterilecek. Bize yakın ve sıcak gelen, yaşayan, canlı bir dil… Çünkü ilk doğduğunda öyleydi.
    Peygamber, bize çok uzaklarda, örnek alınamayan, hiçbir zaman bize arkadaş olamayacak bir rüyalar, ruhaniler, mucizeler alemi figürü olmaktan çıkarılacak. Yanınızda yürüyen, evinize misafir olan, borç isteyen, düşmanı şehrin dışında mı karşılasak diye soran, bak bu iyi fikir hiç öyle düşünmemiştim diyen, nasıl gidiyor evlilik diye hal hatır soran, hoş geldin gözüm gel buyur otur diye yer gösteren “arkadaş” bir peygamber olacak.
    Evet, arkadaş!
    “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” demişiz değil mi?
    Neden?
    Çünkü arkadaş olursa ancak örnek alabilirsiniz. Aksi halde “dini lider” veya “ruhani rehber” örnek alınmaz. Sırlı rüyaların beyazlar içindeki ruhani dedesi gibi size buhurlar içinden nazarla bakar ve kaybolur. Ona salavât getirilir, tesbih çekilir. Yanınızda yürüyen, yaşayan bir örnek olamaz. “Bu da bizim gibi çarşılarda yürüyor, yemek yiyor, su içiyor. Bu nasıl peygamber?” dersiniz. Onu hayatın içinde görürseniz salavât çektiğim bu muydu diye itiraz edersiniz. “Git, bana buhurlar içinde tekrar görün” dersiniz. Ali, Ahmet, Hasan diye anılırsa basbayağı bizden birisi olacağı için kabullenemezsiniz.
    Bu nedenle şu an çıksa evinize veya işyerinize gelse “Ben Muhammed, merhaba” dese küstaha bak diye üzerine yürürsünüz.
    Bu nedenle Ali Şeriati “Muhammed kimdir” diye kitap yazınca, din bekçisi kesilip yazarı hizaya sokma havasında ve gayet takva numunesi edasıyla “O senin mahalle arkadaşın mı?” diye zılgıt çekersiniz.
    Bu nedenle “salavât çekmek” artık peygamberi bize arkadaş kılmıyor. Bizden uzaklaştırıyor. Öyle bir saygı anlayışı ki ismini anamıyorsunuz. Yanınızda, yörenizde göremiyorsunuz. İnsan arkadaşının ismini kırk türlü salavât seremonisi ile anar mı? Bir çırpıda ve direk ismini söyleyemiyorsanız arada resmiyet var demektir ve o sizin arkadaşınız olamaz. Arkadaşınız olamazsa örnek de olamaz.
    Kaldı ki “Allah’ın Resulü” dışında bir isimle anılacaksa ona en yakışan ve tamamen gerçeğin ta kendisi olan ifade Muhammedu’l-Emin (Dürüst Muhammed) olabilir. Bundan daha büyük bir unvan ne olabilir? Zaten o önce bu olduğu için Allah’ın Resulü olmuştur: “Sana olan nimeti sayesinde Rabbin ile konuşuyorsun, cinlerle değil. Bu sana lütuf ve ikram dışında hak ettiğin bir karşılıktır. Çünkü senin muazzam bir ahlakın var; hiç kuşkusuz!” (Kalem; 68/2-4).
    Bana sorarsanız Ali Şeriati’nin tarzı daha doğru. Hem uslup olarak Kur’an kullanımına uygun, hem de gayet sade bir dil. Hayattan kopuk, ağır ve ağdalı bir tapınak dili yaratmıyor. Peygamberleri ulaşılmaz, yaşanan hayatta karşılığı olmayan, kendileriyle “arkadaş” olunamayacak, uzaklarda piri fani varlıklar olarak resmetmiyor. Kendi hayatımıza, içimize, yanı başımıza getiriyor. Ben bu dili daha çok seviyorum.
    ***
    Ne yani peygambere “arkadaşımız” gözüyle mi bakacağız derseniz, “Evet, o sizin arkadaşınız” derim. Çünkü hem Kur’an, hem de kendisi öyle diyor.
    Kur’an, onun için “arkadaş” kelimesini bizzat kullanır:
    “Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.” (34/46), “Arkadaşınız yoldan çıkmış ve sapıtmış değildir.” (53/2), “Arkadaşınız bir mecnun değildir.” (81/22), “Arkadaşı ona ‘üzülme Allah bizimle beraberdir’ dediği zaman…” (9/40).
    Onun öğrencileri, tebası, muridleri, hayranları, fan kulubü vs. değil; sahabeleri yani “arkadaşları” vardı. Veda hutbesinde de onlara böyle hitabetti: Ashabım! (Arkadaşlarım!)
    Ne asil ve klas bir hitap!
    Ne demek arkadaş? Arkanda duran, sırtını güvenle yasladığın demek…
    Ne demek sahabe? Sohbet ettiğin, konuştuğun, dertleştiğin, hemhal olabildiğin demek…
    Hep en iyi arkadaşın ne olduğunu annelerimiz öğretir diye düşünmüşümdür. Öyle ya eve gelince ilk “Karnın aç mı?” diye sorarlar. Bunu ancak senli benli olabildiğin gerçek bir arkadaş sorar, değil mi?
    Böyle bir arkadaşınız olmasını istemez misiniz?
    İşte peygamberin sahabeleriyle arkadaşlığı böyleydi.
    Hangi fil dişi kulesine çekilmiş lider halkla dertleşir? Hangi şeyh muridlerini arkadaşı olarak görür? Hangi yıldız hayranlarının arasına karışır? Hangi din adamı kendini “avamla” aynı kefeye koyar? Hangi efendi meclisindekilere su dağıtır?
    Bunları ancak etrafındakilerle “arkadaş” gözüyle bakan yapabilir.
    Peygamberimiz kesinlikle böyle birisiydi. Yanındakileri, kendisiyle beraber olanları “arkadaşı” olarak görüyordu onun için onlara sahabe (arkadaş, derttaş, yoldaş) denildi.
    Karşısında titreyen bir adama “Kuru hurma yiyen bir kadının oğluyum ben ne titriyorsun be adam” dedi.
    Yemen’den gelen Muaz bin Cebel yanına gelince secde edip eteklerine kapandı. Yakasından tutup kaldırdı ve sordu: “Ne yapıyorsun, bu yaptığın nedir?” Muaz “Ey Allah’ın Resulü, Yemen’de Yahudi ve Hristıyan alimlerinden gördüm. Birbirlerini böyle selamlıyorlar, peygamberlerin selamlaması böyleymiş” dedi. Şöyle cevap verdi: “Dik dur ve Allah’ın selamı, sevgisi ve merhameti (rahmeti) seninle olsun” de. Bizim selamlamamız budur, onlar peygamberlerine iftira atmış” dedi…
    Kimseyi önünde eğdirmedi. Kimseye elini öptürmedi. Kendisi içeri girince kimseyi ayağa kaldırmadı. Sürekli “Ben de sizin gibi bir insanım” derdi. Peşinden gelenleri değil; yanında olanları hep “arkadaşları” olarak gördü. Nitekim Kur’an da öyle demiyor mu: “Muhammed ve onunla beraber olanlar (meahu)…”
    Bu çok farklı bir ilişkidir. Patron-işçi, amir-memur, şeyh-murid, hoca-talebe, efendi-köle ilişkisine alışık olanlar bunu anlayamaz. Ve de gayet rahatsız olurlar.
    Dünyada gerçek anlamda arkadaş gibisi var mıdır?
    Karşısında dik durulmasını isteyen, gülenle gülen, ağlayanla ağlayan, arkadaşlarının üzerine titreyen, mazlumlar için meydana atılan, belaların içine dalan öksüz bir vicdana destek vermek… Onunla Allah’ın günlerini yaşamak, destanlar yazmak, tarih yapmak, davasını kendi davan, yolunu kendi yolun bilmek, ona arkadaş olmak, ekmeğini aşını onunla paylaşmak ve yeni bir dünya için onunla omuz omuza savaşmak, çarpışmak, vuruşmak…
    Onun zamanında yaşasaydım benim için en büyük bahtiyarlık herhalde bu olurdu.
    Siz siz olun peygamberi arkadaşınız gibi görün. Ben öyle görüyorum. İsmini arkadaşınızı anar gibi anın. Korkmayın kızmayacaktır.
    Ve peygambere arkadaş olmak istiyorsanız, çevrenizde onun yaptığı gibi arkadaşlık destanları yazın. O zaman “yaşayan sahabe” olursunuz.
    Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş
    Bir bakarsın volkan olmuş yanmışsın arkadaş
    Doldurmaz boşluğunu ne ana ne kardaş
    Bu en güzel bu en sıcak duygudur; arkadaş

    İhsan Eliaçık

    Yorum


      #3
      Ynt: Kuran'da Salavat Kavramı

      Hz Peygambere Salavat mı Getirmek Gerekiyor?

      Elçi’ ye bugün salavât getirmek sanki saygının ötesinde bir ibâdet durumuna gelmiştir. Tuhaf olan şu ki, çok kişi, kimi zaman farkında olmadan Peygamber’ i Ulu Tanrı’ dan daha çok övmektedir. Bu aşırılık salavâtın İslâm’ da olmadığına kanıt olarak sunulamaz; çünkü bir algı sorunudur. Geleneksel salavât eyleminin tuhaflığını ayırt eden İslâm ıslahatçılarından bir örnek olarak Sayın Edip Yüksel, ‘Allah’ ın ve meleklerin Nebi’ ye salavât getirmesi ve mü’minlerin Nebi’ ye salât etmesini buyurması’ olayını haklı olarak gelenekten başka türlü yorumlamaya kalkmıştır. Ona göre durum şöyledir:

      “Peygamber’ i putlaştırma eğilimlerin baş gösterdiği Hicrî I. yy’da suistimal edilerek anlamı kaydırılan bu ayet (33:56) üzerinde biraz dikkatlice inceleme yaptığımız takdirde salavatla ilgili hadislerin uydurmadan ibaret olduğu görülür.

      Öncelikle belirtelim ki, nebi kelimesi, Muhammed için Kuran’ın her neresinde kullanılmışsa sürekli olarak onun diri hâline işaret eder, öldükten sonrasına değil.

      … Salli ala ifadesi bu ayetten 13 ayet önce 33:43’te müminler için de kullanılıyor:

      Allah ve melekleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için sizi teşvik eder (yusalli aleyküm). Allah, müminlere karşı çok merhametlidir. (33:43)

      Demek ki Allah ve melekleri sadece Peygamber’ i değil, aynı zamanda müminleri de salat etmekte yani teşvik edip desteklemektedir.

      9. surenin 103. ayeti çok daha ilginçtir. Bu ayet, salli ala ve yusalli ala kelimelerinin anlamını daha da belirgin hâle sokar. Bu ayette Peygamber’in de müminleri salat etmesi emredilir. Tıpkı 33:56’da müminlerin kendisini salat etmekle emredildikleri gibi…

      (Ey Muhammed) Onların mallarından bir miktar sadaka al ki onunla onları temizleyesin ve ayrıca onları teşvik et (salli aleyhim); çünkü senin teşvikin onlar için bir tesellidir. Allah işitir, bilir. (9:103)

      ‘Teşvik etmek, desteklemek’ anlamına gelen salli ala ifadesini peygamber için bir dua veya gece gündüz övmek anlamına kaydırdıktan sonra ‘Benim ismim zikredildiğinde bana salavat getirmeyenin burnu yerde sürünsün!’ veya ‘Kim bana günde şu kadar kez salavat getirirse şefaatime hak kazanır’ gibi hadisler uydurmuşlardır.



      4. Ünlü 33:56 ayetinde ‘sallallahu aleyhi vesellem’ sözünün tekrarlanması emredilmiyor. Burada bir işin yapılması emrediliyor. Ayetin ifadesi, ‘kulu sallallahu aleyhi vesellem (Sallallahu aleyhi vesellem deyiniz) biçiminde değildir.

      5. Kuran’ da Muhammed’in ismi tam dört kere geçmesine rağmen hiçbirisinden sonra ‘sallallahu aleyhi vesellem’ denilmemektedir.

      6. Allah’ın ismini övgü ifadelerini kullanmadan zikretmeyi Allah’a karşı bir saygısızlık olarak saymayanların, O’nun kulu ve hizmetkârı olan Muhammed’in ismini yalın olarak anmayı saygısızlık saymaları inançlarındaki hastalığın belirtisidir.



      8. Peygamber’in arkadaşları 33:56 ayetini geleneksel inanışın iddia ettiği gibi anlamış olsalardı, ‘sallallahu aleyke vesellem (Allah sana salat ve selam etsin) biçiminde bir ifadeyi sık sık kullanmaları gerekirdi. Hadis kitaplarında böyle bir ifadeye rastlanmaması dikkat çekicidir.

      9. Ünlü insanları tek bir isimle anmak evrensel bir teamüldür. Tarih kitaplarını veya günlük gazeteleri bile incelerseniz bunu göreceksiniz…” (Kaynak: Edip Yüksel, kuran çevirilerindeki hatalar, Milliyet Yayınları, 2. baskı / Ekim 1998, 95-97. s.)



      Sayın Edip Yüksel, geleneğin algılamasına ve sorgulamasızlığının sonucu olan duruma yaptığı eleştirilerinde haklıdır. Şimdi de ‘salavat getirme’ diye bir ululama biçiminin İslâm’ da olmama nedenlerini maddeler durumunda ortaya koyalım:

      1. Nebi kelimesi, Son Nebi için Kur’an’ın her neresinde kullanılmışsa sürekli olarak onun diri durumuna gönderme yapar, öldükten sonraki durumuna gönderme yapmaz.

      2. Hz. Allah ve melekleri yalnızca Son Nebi’ yi değil, aynı zamanda müminleri de salât etmektedir (33/43). Bu durumda bu hususta öbür inananlar karşısında Nebi’ nin hiçbir ayrıcalıklı durumu yoktur.

      3. 9/103 belgisinde Nebi’ nin de inananlara salât etmesi gerektiği buyurulmaktadır. Bugünün zamânı için, ölmüş bir Nebi’ nin günümüz mü’minlerine salât getirmesi, açıklanabilir nitelikte midir? Bununla ilgili olarak zâten Nebi’ nin bu salâtının ne amaç taşıdığı âyette belirtilmiştir: Çünkü onun (Nebi’ nin) salâtı inananlar için bir yatıştırıcıdır.

      4. 33:56 belgisinde “sallallâhu aleyhi vesellem” sözünün söylenmesi buyrulmuyor. Burada bir işin yapılması buyruğu var; çünkü bu belginin söylemi (ifâdesi), “Qulû: Sallallâhu aleyhi vesellem! = “Sallallâhu aleyhi vesellem!” deyiniz) biçiminde değildir.

      5. Kur’an’da Hz. Muhammet’ in ismi, tam dört kez anılmasına karşın hiçbirisinden sonra ‘Sallallâhu aleyhi vesellem!’’ denmemektedir. Bu da gösteriyor ki, Yüce Allah’ ın algı şemasında ‘salavat getirme’ diye bir şey yoktur. Eğer böyle bir şey olsa idi, sorunsal (problematik) olarak ele aldığımız 33/56 belgisine koşut ve El-Kitap’ ın Mübiyn (âyetlerin kendisi ile tebyin edilmiş olan) önadına uygun olarak bizzat Allah’ ın Hz. Muhammet’ in ismini andığı belgilerde salavat getirmesi gerekirdi.

      6. Saygıdeğer Son Nebi’ nin sahabesi, 33/56 belgisini geleneksel inanışın bugün savladığı gibi anlamış olsaydı, “Sallallahu aleyke vesellem! = Allah sana salât ve selam etsin!” biçiminde bir söylemi sık sık kullanması gerekirdi. Hadis kitaplarında böyle bir söyleme rastlanmaması tarihsel bir eksikliktir.

      En azından bu altı neden, Son Nebi’ nin tebliğ ettiği İslâm’ da ‘salavât getirme’ diye bir ibâdet biçiminin olmadığı kanısına varabilmem için yeterlidir. Bunun yanında her vakit namazında hiç savsaklanmadan anlamı bile anlaşılmadan biteviye okunan Et-tahiyyâtü duâsı da Son Nebi’ nin vird edindiği bir duâ olmasa gerek; çünkü nebiler, kendilerini övmekten hoşlanmaz. Zâten kanımca Yüce Allah’ ın onlara yaptığı övgü, onların doyum sağlamaları için yeterlidir. Sorgulamaksızın övenlere Atatürk’ ün de hoş bakmadığı bir gerçektir. Atatürkçü kalarak Müslümanlığını sürdürmeye çalışanlar için söylüyorum: Hz. Peygamber’ i, Hz. Allah’ a yaptığımız övgüyü de aşacak biçimde övgüye boğmak ne İslâmcı düşünüşe ne de Atatürkçü düşünüşe sığar. İşin gerçeği şu ki, Hz. Peygamber, yaptığınız bu övgülerden dolayı size iltifat gösterecek ya da cülûsiyeye[1][1] benzer bir bahşiş verecek konumda değildir. Şefaatini de umamazsınız; çünkü Kur’an’ın 2/254 numaralı belgisi ahirette ‘kurtarıcı’ anlamında bir şefaatçinin olmadığını bildirmektedir. Anlamak istemeyenleri ise Yüce Allah’ a havale ediyorum…

      Bütün bu saptamalardan sonra, gelelim Sayın Edip Yüksel’ in nerede yanlış yaptığına. Onun yanlışı namaz tapınışını henüz salâtın eşanlamlısı olarak algılamayı şimdilik (Aralık 2006) sürdürmesinden kaynaklanmaktadır. Yukarıda görüldüğü gibi kendisi salli aleyhim söylemini ‘teşvik et, destekle!’ olarak çevirmiştir. Bana göre bu çeviri de yanlıştır. Bağlam içerisinde geleneksel çeviri olan “Onlar için dua et!” çevirisi uygun düşse de, tam çevirisi olduğu kanısında değilim; çünkü bu belginin öyle çevrilebilmesi için “fe-salli li-rabbike ve’nhar” söyleminde olduğu gibi, alıntıladığımız yerde, bir ‘li-’ takısının var olması gerekirdi. Oysa bu, yoktur. Özgün dokuvdaki[2][2] anlatım, ‘için’ li bir söylemi değil, ‘doğrudan bir yöneliş’ i belirtmektedir. Örneğin “Ben Allah için ibadet ediyorum.” dediğimde durumu, “Ben Allah’ a ibadet ediyorum” söyleminden daha az vurgu ile bunu belirtmiş olurum. Aynen bunun gibi 33/56’ da da “Onun (Nebi) için salât edin!” söylemi yerine “Nebi’ ye salât edin!” söylemi vardır. Aynı durum Allah’ ın meleklerin mü’minlere salât ettiğini bildiren 33/43 belgisinde de vardır. Bu durumda 33/43 belgisi geleneksel biçimde algılandığında bizim penceremizden ‘Allah’ ın kullarına tapınması’ gibi sorun çıkmaktadır. Bu sorun, Sayın Edip Yüksel’ in yukarıda aktardığımız çevirisi ile çözülüyorsa da ‘resulleri destekleme’ anlamı Kur’an’ın 5/12 belgisinde sallâ eylemi ile değil (;ama ekamtümü’s-salâte ile birlikte), başka bir eylem (‘azzertümûhüm) ile verilmiştir[3][3]. Bu bakımdan sallâ eylemini ‘teşvik etmek, desteklemek’ anlamı ile çevirmenin eksik olacağı kanısını taşıyorum. Bize göre sallâ eyleminin Kur’an’ daki anlamları ‘Bağlanmak, izlemek. Söylev sun-. İrtibata geçmek’ olmalıdır.

      http://beytegiris.blogcu.com/hz-peyg...rilmez/1035444

      Yorum


        #4
        Ynt: Kuran'da Salavat Kavramı

        Namazda Tahiyyat ve Salavatlar:
        http://www.velayet.com/index.php?topic=12388.0

        Yorum


          #5
          Ynt: Kuran'da Salavat Kavramı

          haniflerin yeniliklerinden biri yani!

          kardesim, siz bize ehlibeytten haber verin
          ehlibeyt salavat getirilmez demisse getirilmez
          getirilir demisse getirilir
          kuranda ehlibeyt ve öneminden bile bihaber insanlardan din ögrenecek degiliz
          Allahin laneti peygambere salavat getirilmez mücadelesi baslatanlarin üzerine olsun


          Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

          Yorum


            #6
            Ynt: Kuran'da Salavat Kavramı

            ehlibeyt nerede? :

            İş olsun diye yazmak yerine varsa bir bildiğiniz siz de yazın kendini ehlibeyt temsilcisi sanan arkadaş.

            http://www.velayet.com/index.php?top...75021#msg75021

            Yorum


              #7
              Ynt: Kuran'da Salavat Kavramı

              nerede ehlibeyt kardes???

              bulana ne mutlu
              bulamayana kalan salavati ve peygamberi dinden uzaklastirmak isteyen önderler dahi yeterli olur.


              Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

              Yorum

              YUKARI ÇIK
              Çalışıyor...
              X