Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

Daraltma
Bu sabit bir konudur.
X
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #16
    Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

    Birinci delilin cevabı: Lafız veya tertipte eksiltme ve değişiklik anlamında Kur'ân'da tahrif olduğunu söyleyenlerin ileri sürdükleri kanıtların ilkine vereceğimiz cevap şudur:

    Öncelikle, Kur'ânın tahrif edildiğini, şer'i delil olmaları hasebiyle rivayetlere dayanarak kanıtlamaya kalkışmak, devri (kısır döngüyü) gerektirdiğinden dolayı tıpkı icma ile kanıtlamaya kalkışmak gibi, söz konusu rivayetlerin kanıtsallığını ortadan kaldırır. Dolayısıyla icmaın bu bağlamdaki kanıtsallığı ile ilgili olarak az önce söylediklerimiz, rivayetlerin kanıtsallığı için de geçerlidir.

    O hâlde, bu tür rivayetleri kanıt olarak ele almak isteyen bir kimsenin, bunlara mütevatir veya aklı kabul etmek zorunda bırakan kesin kanıtlarla desteklenmiş bir hadis içermeyen, bilakis değişik kanallardan ve birbirinden farklı içeriklere sahip vahid haberler olup senedi itibariyle kimisi sahih, kimisi zayıf, kimisinin de kanıtsallığı yetersiz olan ve içinde senedi ve kanıtsallığı itibariyle sahih ve eksiksiz çok az haber bulunan tarihsel dayanaklar ve kaynaklar gözüyle bakmaktan başka seçeneği yoktur.

    Rivayet zinciri ve kanıtsallığı itibariyle sahih ve eksiksiz kabul edilen hadisler de çok az sayıda olmalarına rağmen art niyetli sokuşturmalardan, uydurma girişimlerinden tam anlamıyla kurtulmuş değiller. Çünkü rivayetlerimizin arasına İsrailiyat'ın (Yahudi menşeli haberlerin) karıştığını, bir sürü uydurma hadisin bulunduğunu, art niyetli olmak üzere birtakım fitne amaçlı haberlerin yayıldığını kimse inkâr edemez. Fitne amaçlı asılsız haberlerin, uydurma rivayetlerin karışmasından emin olunmayan bir haberin de kanıtsallığı olamaz.

    Bir an için bunları görmezlikten gelsek bile, bu tür rivayetlerde sözü edilen ve güya elimizdeki Kur'ânda yer almadıkları ileri sürülen ayetlerin ve surelerin ifade tarzı ve üslubu hiçbir şekilde Kur'ân'ın ifade tarzına ve üslubuna benzememektedir. Bunu da görmemezlikten gelsek, içerikleri Kur'ân'ın içeriğine aykırıdır ve reddedilmeleri zorunludur.

    Sözü edilen rivayetlerin büyük kısmının rivayet zinciri açısından zayıf olduklarını söyledik. Bunların rivayet zincirlerine başvurulduğunda, bu konuda ne kadar haklı olduğumuz görülecektir. Çünkü bunlar ya mürsel (senet zincirine yer verilmeyen) rivayetler, ya da rivayet zincirleri kopuk veya zayıftırlar. Bu gibi hastalıklardan beri olan çok az rivayet vardır.

    Bu tür rivayetlerin büyük çoğunluğunun kanıtsallık bakımından yetersiz olduğunu da söyledik. Çünkü bu tür rivayetlerde anlatılan ve güya Kur'ân'ın tahrif edildiğinin kanıtı olarak sunulan ayetler, bir ayetin tefsiri ve anlamının zikredilmesi mahiyetindedirler, tahrif edilen ayetin asıl metni şeklinde sunulmamışlardır. Buna, er-Ravzatu Mine'l-Kâfi adlı eserde, (14) İmam Musa Kâzım'dan (a.s) aktarılan [orijinali "Onlar, Allah'ın kalplerindekini bildiği kimselerdir, kendilerine öğüt ver. Onlara kendileri hakkında içlerine işleyecek sözler söyle." -Nisâ, 63- olan] bir ayetle ilgili şu açıklamayı örnek gösterebiliriz: "Onlar, Allah'ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlardan yüz çevir. Onların aleyhlerinde bedbahtlık sözü kesinleşmiştir. Azap göreceklerine karar verilmiştir. Onlara kendileri hakkında içlerine işleyecek sözler söyle."

    Yine el-Kâfi adlı eserde, (15) "Eğer (şahitlik ederken) eğriltirseniz yahut (şahitlik etmekten) kaçınırsanız, (bilin ki) Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır." [Nisâ, 135] ayetiyle ilgili olarak İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilen şu açıklamayı da buna örnek gösterebiliriz: "Eğer işi eğriltir ve size emredilenden kaçınırsanız, Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır." Bunlar ayetin metni değil, açıklamaları olarak yer alan ifadelerdir. Bunun gibi, Kur'ân'ın tahrif edildiğine kanıt olarak sunulan daha birçok rivayeti örnek gösterebiliriz.

    Buna, bazı ayetlerin iniş sebebine işaret eden ve Kur'ân'ın tahrif edildiğinin kanıtı olarak gösterilen çok sayıdaki rivayeti de katabiliriz. Meselâ bazı rivayetlerde (16) şu ayetin şöyle nazil olduğu geçer: "Ey Elçi, (Ali hakkında) Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." [Mâide, 67] Hâlbuki maksat, ayetin Ali hakkında indiğini anlatmaktır ["Ali hakkında" ifadesinin, ayetin aslından olduğunu anlatmak değil]. Diğer bir rivayette,(17) Temimoğulları'ndan bir heyetin gelip evinin kapısının arkasında durup "Yanımıza gel." diye Resulullah'a (s.a.a) seslendiklerinde, onların bu kaba tavırlarıyla ilgili olarak ayetin şöyle indiği yer alır: "Sana odaların arka tarafından bağıran (Temimoğulları'nın) çoğu aklı ermez kimselerdir." (Hücürât, 4] Oysa ayetin Temimoğulları hakkında indiği anlatılmak istenmesine rağmen, bu ayette Temimoğulları ifadesinin düştüğü sanılmıştır.

    Kur'ân'ın bazı objektif olgulara uyarlanması şeklinde yorumlanması gereken birçok rivayeti de bu hususa örnek gösterebiliriz. Sözgelimi, "(Âl-i Muhammed'in hakkını gasp ederek onlara) zulmedenler yakında bileceklerdir." [Şuarâ, 227] (18) , "(Ali'nin ve ondan sonraki İmamların velâyeti hakkında) Allah'a ve Resul'üne itaat edenler, büyük bir kurtuluşa ermişlerdir." [Ahzâb, 71] (19) ayetlerinde parantez içinde gösterdiğimiz ifadeler ayetin asıl metni değil, uyarlama türünden açıklamalar mahiyetindedir. Bu tür rivayetlerin sayısı oldukça fazladır.

    Buna, bazı Kur'ân ayetlerinin ardından dile getirilen bazı zikirleri ve okunan duaları da katmak mümkündür. Böylece bazıları bunların Kur'ân'dan sonradan çıkarılan ayetler olduğunu sanmışlardır. [Hâlbuki bunlar ayetin aslı değil, Ehlibeyt İmamları tarafından okunan dualar ve zikirlerdir.] Meselâ el-Kâfi adlı eserde, (20) Abdulaziz b. Muhtedi'den şöyle rivayet edilir: İmam Rıza'dan (a.s) tevhidin anlamını sordum. Buyurdu ki: "Kul huvellahu ahad, suresini okuyan ve ona iman eden kimse tevhidi bilmiştir." Dedim ki: "Bu sureyi nasıl okuyalım?" "İnsanların okuduğu gibi." dedi, sonra şunları ekledi: "Rabbim Allah işte böyledir, Rabbim Allah işte böyledir." İşte bazıları bu son ifadenin surenin aslından olduğunu sanmış ve bugünkü Mushaf'ta yer almayışını da Kur'ân'ın tahrifi olarak değerlendirmiştir ki, tamamen asılsız bir yaklaşımdır.

    Bu tür rivayetlerin delâlet ve kanıtsallık bakımından yetersizliğine, Kur'ân'ın tahrif edildiğine örnek olarak gösterdikleri ayetlerde eksik olduğu söylenen kelimenin veya ifadenin her rivayette farklı oluşunu kanıt olarak gösterebiliriz. Meselâ, "Nitekim Bedir'de Allah sizi zafere ulaştırdı. Oysa siz zelil (güçsüz) idiniz." [Âl-i İmrân, 123] ayeti ile ilgili olarak aktarılan bazı rivayetlerde, (21) aslında şöyle olduğu belirtiliyor: "Nitekim Bedir'de Allah sizi zafere ulaştırdı. Oysa siz zayıf idiniz." Diğer bir rivayette ise, (22) ayetin aslında şöyle olduğu belirtiliyor: "Nitekim Bedir'de Allah sizi zafere ulaştırdı. Oysa siz az idiniz."

    İşte rivayetler arasındaki bu farklılık, bazı durumlarda anlamsal açıklama ve tefsirin kastedildiğinin karinesi olarak algılanmalıdır. Yukarıda aktardığımız ayette olduğu gibi. Bazı rivayetlerde İmam'ın (a.s), (23) "Aralarında Resulullah (s.a.a) olduğu hâlde Bedir Savaşı'na katılanların 'zeliller' olarak nitelendirilmesi caiz değildir." şeklinde bir açıklamada bulunduğu belirtiliyor ki, bu da, amacın anlamsal tefsir olduğu yönündeki değerlendirmeyi pekiştirici bir husustur.

    Nice durumlarda da Kur'ân'da tahrif olduğuna kanıt olarak ileri sürülen rivayetler arasındaki çelişki ve karşıtlık bunların kanıtsallık özelliklerinin geçersizliğini ortaya koymaktadır. Buna, Şiî (24) ve Sünnî (25) kaynaklarda yer alan recm ayetiyle ilgili rivayetleri örek gösterebiliriz. Bu rivayetlerin bazısında recm ayetinin şöyle olduğu belirtiliyor: "Zina ettiği zaman yaşlı bir erkek ve yaşlı bir kadın, onları kesinlikle taşlayın. Çünkü onlar şehvete göre hükmettiler." Bazısında ayetin şöyle olduğu belirtiliyor: "Yaşlı bir erkek ve yaşlı bir kadın zina ettiği zaman, onları kesinlikle taşlayın. Çünkü onlar şehvete göre hükmettiler." Bazı rivayetlerde ayetin şöyle olduğu ifade ediliyor: "Yaşlı bir erkek ve yaşlı bir kadın zina ettiği zaman, aldıkları lezzetten dolayı onları kesinlikle taşlayın." Diğer bazı rivayetlerde ayetin son cümlesinin şöyle olduğu belirtiliyor: "Allah'tan bir ceza olarak. Allah bilendir, hikmet sahibidir." Başka rivayetlerde de bu son cümle, "Allah'tan bir ceza olarak. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir." şeklinde olduğu belirtiliyor.

    Yine Tenzilî Ayete'l-Kürsî'yi (26) de buna örnek gösterebiliriz. Bununla ilgili birçok rivayet aktarılmıştır. Bu rivayetlerin bazısında, (27) Ayete'l-Kürsî'nin şu şekilde indiği belirtilmiştir: "Allahu lâ ilâhe illâ huve'l-Hayyu'l-Gayyumi, lâ te'huzuhu sinetün ve lâ nevmun, lehu ma fi's-semavati ve ma fi'l-arzi ve ma beynehuma ve ma tehte's-sera. Âlimu'l-ğaybi ve'ş-şehadeti fe lâ yüzhiru alâ ğaybihi ahaden. Men ze'l-lezi yeş'feu indehu... ve huve'l-Aliyyu'l-Azim ve'l-hamdu lillâhi Rabbi'l-âlemin."

    Bazı rivayetlerde, (28) yukarıdaki metnin son cümlesinin şöyle olduğu belirtiliyor: "Hum fiha halidûne ve'l-hamdu lillâhi Rabbi'l-âlemin." Bazı rivayetlerde (29) şöyle olduğu belirtiliyor: "Lehu ma fi's-semavati ve ma fi'l-arzi ve ma beynehuma ve ma tahte's-sera. Âlimu'l-ğaybi ve'ş-şehadeti'r-Rahmanu'r-Rahim..." Bazısında metnin devamının şöyle olduğu belirtiliyor: "Âlimu'l-ğaybi ve'ş-şehadeti'r-Rahmanu'r-Rahimu Bediu's-semavati ve'l-arzi Zu'l-celali ve'likrami Rabbu'l-arşi'l-azim." Diğer bazı rivayetlerde metnin devamının şöyle olduğu ifade ediliyor: Âlimu'l-ğaybi ve'ş-şehadeti'l-Azizu'l-Hakîm." Rivayetler arasındaki bu çelişkiler bile bunların muteber olmadıklarının en somut kanıtıdır.

    Bazı muhaddisler, "Aktarılan bu ayetlerle ilgili rivayetler arasındaki çelişkilerin zararı yoktur. Çünkü rivayetler arasında Kur'ân'da tahrifin bulunduğuna ilişkin ittifak vardır, temel yaklaşımları birdir." demişlerdir. Ancak bu rivayetlerin temel nokta itibariyle bir olmaları, kanıtın zayıflığını ortadan kaldırmayacağı gibi, aralarındaki çelişkiyi de gidermez.

    Rivayetler arasında çok sayıda uydurma haberin ve art niyetli saptırma amaçlı açıklamaların bulunduğu yönündeki sözümüze gelince; Allah'ın evreni yoktan yaratması, meydana getirmesi, geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerinin kıssaları, ayetlerin tefsiri ve İslâm'ın ilk dönemlerindeki olayların yorumu ile ilgili rivayetleri inceleyen bir kimse ne kadar haklı olduğumuzu görecektir. Din düşmanlarının büyük bir önem verdikleri, aydınlığını karartmak, ateşini söndürmek ve etkilerini gidermek için hiçbir çabadan kaçınmadıkları bir şey varsa, o da Kur'ân-ı Kerim'dir. Çünkü Kur'ân, sağlam bir sığınak, mustahkem bir dayanak, peygamberlik misyonunun ve davet hareketinin ölümsüz, ebedî dayanağıdır. Din düşmanları bunu çok iyi biliyorlar ki, eğer Kur'ân'ın kanıtsallığı iptal edilecek olursa, peygamberlik misyonu da ortadan kalkacak, dinsel düzen bozulacak, dinî hayatta taş üstünde taş kalmayacaktır.

    Sahabîlere veya Ehlibeyt İmamları'na (üzerlerine selâm olsun) nispet edilen bu tür rivayetlere dayanarak yüce Allah'ın kitabının tahrif edildiğini, kanıtsallığının kalmadığını ispatlamaya çalışan bu gibi insanlara şaşmamak elde değil. Bilmezler mi ki Kur'ân'ın kanıtsallığının geçersiz olduğu bir durumda peygamberlik toz duman olur, dinsel bilgiler anlamsızlaşır, hiçbir etkinliği kalmaz! Bundan sonra, "Falan tarihte bir adam ortaya çıktı, peygamber olduğunu ileri sürdü ve Kur'ân gibi bir mucize getirdi. Fakat daha sonra bu adam öldü, Kur'ân'ı da tahrif edildi. Elimizde onun bu pozisyonunu pekiştiren tek kanıt, ona iman edenlerin, iddiasında doğru olduğu, getirdiği Kur'ân'ın peygamberliğine delâlet eden bir mucize olduğu hususunda icma etmiş olmalarıdır. İcma da bir kanıttır. Çünkü adı geçen Peygamber bunun kanıtsallığına itibar etmiştir [Ehlisünnet'e göre] veya bu icma, meselâ Peygamber'in Ehlibeyt'inin görüşünün o yönde olduğunu ortaya çıkarıyor [Şi'aya göre].

    Kısacası, art niyetli ve saptırma amaçlı sokuşturmaların bulunması ihtimali -ki bu ihtimal oldukça yakındır ve birçok nesnel olgu ve karineyle kanıtlanmıştır- bu tür rivayetlerin kanıtsallığını ortadan kaldırıyor, muteber olmadıklarını gösteriyor. Böyle olunca da ne şer'i, ne de aklî açıdan kanıt olarak kabul edilmeleri mümkündür. Rivayet zincirleri sahih olanlar için de geçerlidir bu. Çünkü rivayet zincirinin sahih olması ve rivayetin nakledildiği kanalın adamlarının adil kimseler olmaları, ancak bilerek yalan söyleme ihtimalini ortadan kaldırır; başkalarının yalan söylemiş olmasını ve onların da bilmeden bu yalanı kendi hadis kaynaklarında aktarmış olmaları ihtimalini ortadan kaldırmaz. Farkında olmadan başkalarının saptırma amaçlı sokuşturmalarına alet olup rivayet etme ihtimalleri her zaman mevcuttur.

    Bir de Kur'ân'da tahrif olduğunu ifade eden rivayetlerde, bunun kanıtı olarak sunulan ayet ve surelerin ifade tarzlarının ve üsluplarının hiçbir açıdan Kur'ân'ın ifade tarzına ve üslubuna benzemediğini söyledik. Bu tür ayet ve sureleri inceleyenler gerçeği söylediğimizi göreceklerdir. Bu tür metinlerin Kur'ân metnine benzemediğini gösteren birçok örnekle karşılaşmak mümkündür. Buna, Ehlisünnet kaynaklarında rivayet edilen "Hal’" ve "Hafd" surelerini örnek gösterebiliriz. Hal’ Suresi'nin metni şöyledir: "Bismillahirrahmanirrahim. Allahumme inna nesteinuke ve nesteğfiruke, ve nusenni aleyke ve lâ nekfuruke, ve nahleu ve netruku men yefcuruke." (30) Hafd Suresi'nin metni ise şöyledir: "Bismillahirrahmanirrahim. Allahumme iyyake na'budu, ve leke nusalli ve nescudu, ve ileyke nes'a ve nahfudu, nercu rahmeteke ve nahşa niqmetek, inne azabeke bi'l-kâfirine mulhak." (31)

    Aynı şekilde bazı rivayetlerde sözü edilen "Velâyet Suresi" ve benzeri metinler de uyduruk sözler ve herzelerden ibarettir. Bunları uyduran kimse, Kur'ân'ın ifade tarzını ve üslubunu taklit edeyim derken, bildik Arap dili kurallarını da altüst ederek normal bir üslubu dahi tutturamamıştır. Mucize olan ilâhî ifade tarzının düzeyine ulaşamadığı için de ortaya koyduğu metin normal mizacın kaldıramayacağı, edebî zevkin çok çok aşağısında bir tiksindiricilikte belirginleşmiştir. Bu metinler gözden geçirilirse, ne kadar haklı olduğumuz ortaya çıkacaktır. Bu gibi uydurulmuş değişik sure ve ayetlere itibar edenlerin çoğunluğunu buna sevk eden etkenin, rivayetlere kayıtsız şartsız değer vermeleri ve rivayetleri Kur'ân'a sunup onunla test etmeden hemen kabul etmeleri olduğuna hükmedilecektir. Öyle olmasaydı, bunların Allah kelâmı olmadığını bir bakışta anlar, bu yönde hüküm verirlerdi.

    Dedik ki, Kur'ân'ın tahrif edildiğine kanıt olarak sunulan rivayetlerin, aktarma zincirleri sahih olsa bile, Kur'ân'a muhalif oldukları şeklindeki sözümüze gelince; bunu söylerken maksadımız, salt bunların "Kuşkusuz, o Zikr'i (Kur'ân'ı) ancak biz indirdik ve onu koruyacak olanlar da elbette biziz." [Hicr, 9] ayetinin ve "O, eşsiz bir kitaptır. Ona önünden ve ardından da batıl gelemez." [Fussilet, 41-42] ayetlerinin zahirine aykırı oluşları değildir. Ki lafızların zuhuru zannî kanıtlardan olduğu hasebiyle bunların Kur'ân'a muhalif oluşlarının da zannî olduğu düşünülsün. Bilakis maksadımız, tahrifi olumsuzlamak maksadına yönelik ilk kanıtımızı ortaya koyarken açıkladığımız şekliyle onların bugün elimizde bulunan Mushaf'ın tümüne kesin şekilde aykırı oluşlarını vurgulamaktır.

    Nasıl olmasın ki? Elimizdeki Kur'ân'ın parçaları, bölümleri olağanüstü ve eşsiz ifade tarzı açısından birbirine benzerler. Bu benzerlik, ayetleri ve bölümleri arasında ilk etapta görülen farklılıkları gidermeye, ortadan kaldırmaya kâfidir. Bunların hiçbiri bütünsel veya cüzi ilâhî bilgileri ve gerçekleri sunma noktasında yetersiz kalmaz, noksanlık göstermez. Bunlar birbirleriyle bağlantılıdır, ayrıntı nitelikli açıklamaları temel nitelikli açıklamalarına müterettiptir, kenarları ortalarına eğilimlidir. Daha bunun gibi yüce Allah'ın Kur'ân'la ilgili olarak sözünü ettiği birçok niteliği sayabiliriz.

    14- [el-Kâfi, c.8, s.184, hadis: 211]
    15- [el-Kâfi, c.2, s.421, hadis: 44]
    16- [Nuru's-Sakaleyn, c.1, s.301]
    17- [el-Burhan Tefsiri, c.4, s.204, hadis: 1]
    18- [el-Burhan Tefsiri, c.3, s.194, hadis: 4]
    19- [el-Burhan Tefsiri, c.3, s.340, hadis: 1]
    20- [el-Kâfi, c.1, s.91, hadis: 4]
    21- [el-Burhan Tefsiri, c.1, s.310, hadis: 1]
    22- [Tefsiru'l-Ayyâşî, c.1, s.196, hadis: 133]
    23- [Mecmau'l-Beyan, c.2, s.498]
    24- [es-Safi, c.3, s.414; Tefsiru'l-Kummî, c.2, s.95]
    25- [el-İtkan, c.2, s.25; Ruhu'l-Maani, c.18, s.79]
    26- ["Tenzilî Ayete'l-Kürsî" deyimi, Ayete'l-Kürsî'nin aslında bugünkü Mushaf'ta yer aldığı şekliyle değil, başka bir şekilde indiğini söyleyenler tarafından orijinal Ayete'l-Kürsî olduğunu ileri sürdükleri metin için kullanılmaktadır.]
    27- [el-Kâfi, er-Ravza, c.8, s.290]
    28- [Tefsiru'l-Kummî, c.1, s.85]
    29- [Tefsiru'l-Kummî, c.1, s.84]
    30- [el-İtkan, c.2, s.26]
    31- [el-İtkan, c.2, s.65]




    Yorum


      #17
      Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

      [quote author=gulistan_2 link=topic=13213.msg80935#msg80935 date=1272493446]
      [quote author=sebzivar link=topic=13213.msg80914#msg80914 date=1272485833]
      Allah İmanını ve İlmini artırsın Mufazzal.
      [/quote]

      [quote author=ehlibeytin_izinde link=topic=13213.msg80933#msg80933 date=1272493245]
      ilgiyle takip ediyorum inşaAllah
      [/quote]
      [/quote]
      En son Qom_u_ask tarafından düzenlendi; 06.08.2020, 00:44.
      QUR WAY IS THE WAY OF İMAM MOOSA AL KADHEM
      WHO TEACHED US TO LİVE IN THE PRISON......

      Yorum


        #18
        Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

        İkinci delilin cevabı: Her şeyden önce, masum olmayan, sıradan bir insanın Kur'ân'ı kusursuz olarak toplamasının âdeten (normal şartlara göre) mümkün olmadığı savı apaçık bir demogojidir. Gerçi aklen böyle bir derlemenin realiteyle muvafık olmaması mümkündür; ancak bunun için somut karinelerin bulunması gerekir. Oysa biz bunun aksini gösteren somut kanıtları gözler önüne serdik. Dolayısıyla, masum olmayan, sıradan insanın derlediğinin, âdeten mümkün olmamanın gerektirdiği gibi aklen de mutlaka gerçeğe aykırı olması gerekir yönünde aklî bir hüküm yoktur.

        Yorum


          #19
          Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

          Üçüncü delilin cevabı: Hz. Ali'nin (a.s) Kur'ân'ı toplaması, insanlara hazırladığı bu Mushaf'ı sunması ve insanların bu Mushaf'ı benimsemeye yanaşmaması, onun hazırladığı bu Mushaf'ın, dinin temel veya ayrıntı nitelikli gerçekleri bakımından diğerlerinin hazırladığı Mushaf'tan farklı olduğuna delâlet etmez. Olsa olsa surelerin veya çeşitli zamanlarda inen bazı surelerin kimi ayetlerinin tertibi bakımından bir farklılık söz konusu olabilir. Bunun da dinin temel gerçekleriyle bir ilgisi yoktur.

          Eğer Hz. Ali'nin (a.s) hazırladığı Mushaf ile diğerlerinin hazırladığı Mushaf arasında dinin temel gerçekleri açısından bir farklılık olsaydı, kesinlikle onlara karşı çıkar, kendi Mushaf'ını savunur, sırf hazırladığı Mushaf'a itibar etmemeleriyle, ona ihtiyaç duymamalarıyla yetinmez, değişik meselelerle ilgili olarak rivayet edildiği gibi, karşı çıkardı. İmam Ali'nin (a.s) hâkim düzene karşı çıkışlarını anlatan rivayetler içinde velâyetiyle veya başka bir konuyla ilgili bugünkü Mushaf'ta bulunmayan bir ayet veya bir sure okuduğuna ya da bu hususla ilgili ayetleri ya da sureyi Mushaf'tan çıkardılar yahut tahrif ettiler diye itirazda bulunduğuna ilişkin bir ifadeye rastlanmış değildir.

          Yoksa İmam Ali (a.s) Müslümanların birliğini korumak ve İslâm egemenliğinin parçalanmasına sebep olmamak için mi sesini çıkarmadı? Böyle bir tavır ancak meselenin istikrara kavuşmasından ve insanların toplanan bir Mushaf üzerinde ittifak etmelerinden sonra anlam taşıyabilir; Mushaf'ın toplanması esnasında, henüz üzerinde çalışılıp ülkenin dört bir yanına dağıtılmasından önce değil!

          Bilmem, rivayetlerde Kur'ân'dan çıkarıldığı iddia edilen ve kimilerince sayıları binlerle ifade edilen bu bir yığın ayetin tümünün velâyetle ilgili olduğunu ya da bunların, öğrenmelerine yardımcı olacak onca imkân olmasına ve her inen Kur'ân ayetini alıp öğrenmeye büyük gayret sarf etmelerine rağmen, Müslümanların genelinden saklandığını, sadece az sayıdaki bir küçük grubun bunlardan haberdar olduğunu iddia edebilir miyiz?! Sonra Peygamberimizin (s.a.a) Kur'ân'ın bütün ayetlerini insanlara tebliğ etme hususunda, onları ulaşabildiği her yere göndermede, öğretiminde ve açıklamasında nasıl bir gayeret içinde olduğunu da herkes bilmektedir. Peygamber'in (s.a.a) bu gayretine Kur'ân da tanıklık etmektedir: "Onlara Kitap ve hikmeti öğretir." (Cuma, 2), "İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için..." (Nahl, 44)

          O hâlde, mürsel rivayetlerin (32) bazısında belirtilen ve Nisâ Suresi'nin üçüncü ayetindeki "Yetimler hakkında adaleti yerine getirmeyeceğinizden korkarsanız..." cümlesiyle, "o hâlde (yetim kızlarla değil) gönlünüzün rahat ettiği kadınlardan... evlenebilirsiniz." cümlesi arasında Kur'ân'ın üçte birinden daha fazla, yani iki bin ayetten daha fazla ayetin kaybolduğu açıklanan bu bir yığın ayet ve sure nasıl kayboldu, nereye gitti? Yine Ehlisünnet kaynaklarında Tevbe Suresi'nin besmeleyle başladığı ve Bakara Suresi kadar olduğu, (33) Ahzâb Suresi'nin Bakara Suresi'nden daha büyük olup bu surenin iki yüz ayetinin kaybolduğu (34)belirtilen onca ayet nasıl yok oldu? Bunlar gibi daha bir sürü rivayetten söz etmek mümkündür.

          Ya da bu ayetlerin -ki rivayetlerde bunların sayısının oldukça fazla olduğu belirtiliyor- okunuşu mu neshedildi? Nitekim Ehlisünnet'ten bir grup müfessir bu görüştedir. (35) Böyle bir yaklaşımı benimsemelerinin nedeni, Ehlisünnet kaynaklarında yer alan rivayetlerde, yüce Allah'ın, Kur'ân'ın bir kısmını unutturduğundan ve okunuşunu neshettiğinden söz edilmiş olmasıdır.

          Bir ayetin unutturulması ve okunuşunun neshedilmesi ne demektir? Acaba bunun anlamı, söz konusu ayetle amel etme zorunluluğunun kaldırılması, amelen neshedilmesi midir? O hâlde sadaka ayeti, zina eden erkek ve zina eden kadınla ilgili hükmü içeren ayet ve iddet ayeti gibi neshedildikleri hâlde Kur'ân'da yer alan ayetlere ne demeli? Buna rağmen Ehlisünnet'in (36) okuyuş olarak neshedilen ayetleri, hem okunuş, hem de amel olarak neshedilen ve amel olarak yürürlükte olup okunuş olarak neshedilen olmak üzere iki kısma ayırdıklarını görüyoruz. Okunuş olarak neshedildiği hâlde amel olarak yürürlükte olan ayete, örnek olarak recm ayetini gösterirler.

          Yoksa bu ayetler ilâhî kelâmda bulunması gereken bazı niteliklerden yoksundular da, bu yüzden mi yüce Allah onları iptal etti, anılarını sildi, sonuçlarını yok etti de önünden ve ardından batılın karışmadığı kitaptan sayılmadılar, çelişkilerden münezzeh olmadılar, hak ile batılı ayıran kesin söz niteliği taşımadılar, insanları hakka ve dosdoğru yola iletmediler, hasımlara meydan okumada esas alınacak mucize niteliğinden yoksun oldular ya da şöyle oldular, böyle oldular? O hâlde, Kur'ân'ın Levh-i Mahfuz'da olduğunu, onun önünden ve ardından batılın karışmadığı üstün bir kitap olduğunu, hak ile batılı ayıran kesin hüküm niteliğine sahip bulunduğunu, onun bir hidayet rehberi ve bir nur olduğunu, hak ile batılı ayıran furkan olduğunu, mucize olduğunu, şöyle olduğunu, böyle olduğunu anlatan bunca ayetin anlamı nedir?

          Yahut bu çok sayıdaki ayetin, kayıt kabul etmez ifade tarzlarına rağmen, sadece Kur'ân'ın bir kısmını nitelediğini, dolayısıyla Kur'ân'ın yalnızca bir kısmının, yani unutulan ve okuyuş olarak neshedilenler hariç, diğerlerinin önünden ve ardından batılın karışmadığını, kesin hüküm, hidayet, nur, hak ile batılı ayırıp ölümsüz bir mucize olduklarını söylememiz mümkün mü?

          Acaba bir sözü okuyuş olarak neshetmek, tamamen unutturmak, onu iptal edip geçersiz kılmaktan ve yok edip öldürmekten farklı bir şey midir? Acaba yararlı bir sözü ebediyen işe yaramaz hâle getirmek ve bozulan hiçbir şeyi ıslah etmeyecek duruma sokmak, onu geçersiz kılmaktan, bir kenara atmaktan, tamamen ihmal etmekten farklı mıdır? Böyle bir durum Kur'ân'ın "Zikir" oluşuyla nasıl bağdaştırılır?

          O hâlde gerçek şudur: Sünnîlerin ve Şiîlerin Kur'ân'ın tahrif edildiğine ilişkin olarak aktardıkları rivayetler, yine Kur'ân'ın bazı ayetlerinin okuyuş olarak neshedildiğine ilişkin olarak rivayet ettikleri haberler kesin olarak Kur'ân'a aykırıdır.

          32- [Nuru's-Sakaleyn, c.1, s.438, hadis: 34]
          33- [el-İtkan, c.1, s.65]
          34- [el-İtkan, c.2, s.25]
          35- [el-Kebir, Fahr-i Râzî, c.3, s.231]
          36- [el-Kebir, c.3, s.230; el-İtkan, c.2, s.22-24]


          Yorum


            #20
            Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

            Dördüncü delilin cevabı: Hiç kuşkusuz, İslâm ümmetinin yaşadığı olayları, geçirdiği süreçleri İsrailoğulları'nın yaşadıklarına, geçirdikleri süreçlere benzeten haberler özü itibariyle doğrudur. Bu hususa işaret eden rivayetler büyük bir yekün tutarlar ve neredeyse mütevatir düzeyindedirler. Fakat bu gibi rivayetler iki ümmetin her açıdan birbirlerine benzediklerini göstermezler. Nitekim realite de bunu göstermekte ve pratik hayatın zorunluluğu böyle bir mutlak benzerliği olumsuzlamaktadır.

            O hâlde benzerlikten maksat, sonuçlar ve etkiler bağlamında genel anlamda bir benzerliktir. Bu bağlamda İslâm ümmetinin kitabın tahrifi açısından İsrailoğulları'na benzerliği meselesi, İslâm ümmetinin kendi arasında ayrılıklara düşmesi, çeşitli mezheplere bölünmesi ve bu mezheplerin birbirlerini tekfir etmesi şeklinde algınabilir. Nitekim Hıristiyanların yetmiş iki, Yahudilerin de yetmiş bir fırkaya ayrılmaları gibi İslâm ümmeti yetmiş üç fırkaya bölünmüştür. (37) Bu anlamı ifade eden rivayetlerin sayısı oldukça fazladır. Öyle ki, bazıları bu tür rivayetlerin mütevatir düzeyine ulaştıklarını bile söylemişlerdir.

            Bilindiği gibi, bu grup ve mezheplerin her biri, tercih ettiği görüşü Kur'ân'a dayandırmaya özen gösterir. Her grubun kendi görüşünü Kur'âna uyarlaması; ancak kelimelerin yerlerinin değiştirilmesiyle, Kur'ân'ın kişisel görüşler doğrultusunda yorumlanmasıyla, ayetlerin tefsiriyle ilgili rivayetlerin Kur'ân'a sunulup test edilmeden, sahihi sahtesinden ayırt edilmeden esas alınmasıyla mümkün olacağı açıktır.

            Kısacası, İslâm ümmetiyle İsrailoğulları arasındaki benzerliğe dikkat çeken rivayetlerin temelde doğru olması, iddia edildiği gibi Kur'ân'ın tahrif edildiğini kanıtlamaz. Evet, bu rivayetlerin bazısında değiştirme ve çıkarma şeklinde tahriften söz edilmiştir; ancak bu rivayetler kümesi de sahih olmayışlarının yanı sıra, daha önce de söylediğimiz gibi Kur'ân'ın açık mesajına ve içeriğine aykırıdır.

            [el-Hısal, Şeyh Saduk, c.2, s.372, hadis: 30]

            Yorum


              #21
              Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

              4. Bölüm:

              Yakubî tarihinde şöyle deniyor: "Ömer b. Hattab, Ebu Bekir'e dedi ki: 'Ey Resulullah'ın halifesi! Kur'ân hafızlarının büyük bir kısmı Yemame Savaşı'nda öldürüldü. Kur'ân'ın [bir Mushaf hâlinde] toplanmasını emretsen daha iyi olmaz mı? Çünkü Kur'ân hafızlarının ortadan kalkmaları sonucu Kur'ân'ın yitip gitmesinden endişe ediyorum!' Ebu Bekir dedi ki: 'Resulullah'ın yapmadığı bir şeyi mi yapayım?' Ömer sürekli olarak bu öneriyi yineledi. Nihayet Ebu Bekir Kur'ân'ı topladı ve sayfalara yazdı. Bundan önce parçalar hâlinde tahtalara ve başka şeylere yazılmıştı."

              "Ebu Bekir Kureyş'ten yirmi beş kişiyi ve Ensar'dan yirmi beş kişiyi bir araya getirdi ve onlara şöyle emretti: Kur'ân'ı yazın, sonra onu Said b. As'a sunun. Çünkü o düzgün konuşan, Arapça'yı kurallarına uygun olarak kullanabilen bir insandır."
              "Bazıları rivayet etmişlerdir ki: Ali b. Ebu Talib (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra Kur'ân'ı toplamış ve onu bir deveye yükleyerek insanlara şöyle demiştir: 'İşte bu Kur'ân'dır, ben onu topladım.' Ravi, Hz. Ali'nin, topladığı Mushaf'ı bölümlere ayırdığını söyledikten sonra bu bölümleri saydı."
              (38)

              Ebu'l-Feda tarihinde de şöyle deniyor: "Yalancı peygamber Müseyleme'yi tepeleme savaşlarında Muhacir ve Ensar'dan Kur'ân hafızlarının önemli bir kısmı öldürüldü. Ebu Bekir öldürülen Kur'ân hafızlarının sayısının fazla olduğunu görünce, Kur'ân'ın insanların ezberinden, tahta parçalarına ve deri parçalarına yazılı olan kısımlardan derlenerek toplanmasını emretti. Yazılan bu Mushaf'ı da Peygamberimizin (s.a.v) eşi Ömer'in kızı Hafsa'nın yanına bıraktı."

              Bu iki tarih kitabında yer alan nakillerin aslını oluşturan rivayeti Buharî kendi Sahih'inde Zeyd b. Sabit'ten şöyle aktarmıştır: "Yemame Savaşı'nın olduğu günlerde Ebu Bekir beni çağırdı. Gittiğimde Ömer b. Hattab'ın yanında olduğunu gördüm. Ebu Bekir dedi ki: Ömer bana geldi ve şunları söyledi: 'Savaş Kur'ân hafızlarını adeta biçti. Başka savaşlarda geri kalan hafızların da öldürülmelerinden, böylece Kur'ân'ın büyük kısmının ortadan kalkmasından endişe ediyorum. Bu nedenle Kur'ân'ın toplanmasını emretmenin yerinde olacağını düşünüyorum.' Ben de Ömer'e dedim ki: 'Resulullah'ın (s.a.v) yapmadığı bir şeyi nasıl yaparız?' Ömer de dedi ki: 'Allah'a yemin ederim ki, bu hayırlı bir girişimdir.' Bunun üzerine Ömer her gün bana gelerek bu önerisini sık sık tekrarladı. Nihayet Allah göğsümü buna açtı ve Ömer'in görüşünün yerinde olduğunu anladım."

              Zeyd der ki: "Ebu Bekir bana şunları söyledi: 'Sen akıllı bir gençsin, sana hiçbir hususta suçlama getirmiyoruz. Sen Resulullah (s.a.v) zamanında inen vahyi yazardın. Kur'ân bölümlerini araştır, bul ve bir araya getir. Allah'a yemin ederim ki, eğer bana dağlardan birini yerinden oynatmamı emretselerdi, Kur'ân'ın toplanmasını emretmesi kadar bana ağır gelmezdi.' Dedim ki: 'Allah Resulü'nün (s.a.v) yapmadığı bir şeyi siz ikiniz nasıl yaparsınız?' Dedi ki: Allah'a yemin ederim ki, bu, hayırlı bir iştir."

              "Ardından Ebu Bekir her gün bana geliyor ve bu teklifte bulunuyordu. Derken Allah, Ebu Bekir ve Ömer'in göğüslerini açtığı hususa benim göğsümü de açtı. Bunun üzerine Kur'ân bölümlerini aramaya koyuldum, hurma ağaçlarının yapraklarına, ince ve beyaz taşlara yazılan bölümleri, insanların ezberlerinde olan kısımları derledim. Tevbe Suresi'nin, 'Gerçekten size, sizden (sizin gibi bir beşer) olan öyle bir peygamber geldi ki...' [Tevbe, 128-129] ayetinden başlayıp surenin sonuna kadar devam eden son kısmını ise Huzeyme el-Ensarî'nin yanında buldum. Bu kısım başkasında yoktu. Bu sayfalar ölünceye kadar Ebu Bekir'in, ondan sonra Ömer'in ve onun ölümünden sonra da kızı Hafsa'nın yanında kaldı." (39)

              İbn Ebu Devud'un Yahya b. Abdurrahman b. Hatıb kanalıyla şöyle rivayet ettiği belirtiliyor: "Ömer geldi ve şöyle dedi: 'Kim Resulullah'tan (s.a.v) Kur'ân'dan bir şey almışsa, onu getirsin.' İnsanlar Peygamberimizden aldıkları Kur'ân bölümlerini sayfalara, levhalara ve ince beyaz taşlara yazarlardı. İki şahit getirmedikçe kimseden bir şey kabul etmezdi."
              Yine İbn Ebu Davud'dan, Hişam b. Urve kanalıyla, o da babasından -rivayet zincirinde kopukluk var- rivayet eder ki: "Ebu Bekir Ömer ve Zeyd'e şöyle dedi: Mescidin kapısına oturun. İki şahitle birlikte Kur'ân'dan bir bölüm getirenden kabul edin ve yazın."


              el-İtkan adlı eserde belirtildiğine göre, İbn Eşteh el-Mesahif adlı eserde Leys b. Sa'd'dan şöyle rivayet etmiştir: "Kur'ân'ı ilk toplayan kişi Ebu Bekir'dir. Zeyd de toplanan Kur'ân bölümlerini yazmıştır. İnsanlar yanlarındaki Kur'ân bölümlerini Zeyd b. Sabit'e getirirlerdi. O da iki adil şahit getirilmediği sürece hiçbir ayeti yazmazdı. Tevbe Suresi'nin son kısmı sadece Ebu Huzeyme b. Sabit'te vardı. Ebu Bekir dedi ki: 'Onun getirdiği bu ayeti yazın. Çünkü Resulullah (s.a.v) onun şahitliğini iki kişinin şahitliği düzeyinde kabul etmiştir.' Bunun üzerine Zeyd onun getirdiği bu ayeti yazdı. Ömer de recm ayetini getirdi; fakat Zeyd bunu Mushaf'a almadı. Çünkü Ömer'den başka böyle bir ayetin olduğunu söyleyen kimse yoktu." (40)

              İbn Ebu Davud el-Mesahif adlı eserde Muhammed b. İshak'tan, o da Yahya b. Abbad'dan, o da Abdullah b. Zübeyr'den ve o da babasından şöyle rivayet eder: "Hâris b. Huzeyme, Tevbe Suresi'nin sonundaki bu iki ayeti bana getirdi ve dedi ki: 'Bunları Resulullah'tan (s.a.v) duyduğuma ve ezberlediğime şahitlik ederim.' Ömer de şöyle dedi: 'Ben de bu iki ayeti duyduğuma şahitlik ediyorum.' Sonra şöyle dedi: Eğer üç ayet olsalardı, bunları ayrı bir sure olarak Mushaf'a kaydederdim. Kur'ân'ın en son inen suresinin en sonuna ekleyin bunları."

              Yine İbn Ebu Davud, Ebu'l-Aliye kanalıyla Ubey b. Kâ'b'dan rivayet eder ki: "Ebu Bekir'in emriyle Kur'ân'ı topladılar. Tevbe Suresi'ndeki 'Sonra da (hak sözleri) anlamayan bir topluluk oldukları için, Allah'ın kalplerini (haktan) çevirmiş olduğu bir hâlde (Peygamber'in) yanından ayrılıp giderler.' [Tevbe, 127] ayete geldiklerinde, bunun en son inen ayet olduğu zannettiler. Bu sırada Ubey dedi ki: Resulullah (s.a.v) bu ayetten sonra bana şu iki ayeti okudu: Gerçekten size, sizden (sizin gibi bir beşer) olan öyle bir peygamber geldi ki..."

              el-İtkan adlı eserde belirtildiğine göre Deyr Akulî, el-Fevaid adlı eserinde şöyle demiştir: Bize İbrahim b. Yesar anlattı, ona da Süfyan b. Uyeyne anlattı, o da ez-Zuhrî'den aktarmıştır, ona da Ubeyd b. Zeyd b. Sabit şöyle rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.v) vefat ettiği zaman, Kur'ân herhangi bir şekilde toplanıp derlenmiş değildi."
              Hâkim, el-Müstedrek adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Zeyd b. Sabit'ten şöyle rivayet eder: "Resulullah'ın (s.a.v) yanında Kur'ân'ı kâğıt parçalarından yazardık..."


              38- [Tarih-i Yakubî, c.2, s.135]
              39- [Sahih-i Buharî, c.6, s.255, Babu Cem'i'l-Kurân]
              40- [el-İtkan, c.1, s.58]

              Yorum


                #22
                Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

                Ben derim ki: [Bu rivayetle önceki rivayet arasında bir çelişki olmayabilir. Şöyle ki:] Zeyd b. Sabit'in kastettiği, tedricen inen bazı ayetlerin bazı surelere eklenmesi veya uzun sureler, yüzden fazla ayete sahip sureler ve mufassal sureler gibi bazı benzer surelerin aynı kategoriye alınması olsa gerektir. Nitekim Peygamberimizin (s.a.a) hadislerinde buna işaret edilmiştir. Ama Kur'ân'ın bir tek Mushaf hâlinde toplanmasının Peygamber efendimizin (s.a.a) vefatından sonra gerçekleştiğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Bir sonraki rivayetleri de bu şekilde değerlendirmek gerekir.
                Sahih-i Nesaî'de İbn Ömer'den şöyle rivayet edilir: "Kur'ân'ı topladım ve onu her gece okumaya başladım. Bunu haber alan Resulullah (s.a.v) bana dedi ki: Kur'ân'ı ayda bir oku."

                el-İtkan adlı eserde belirtildiğine göre İbn Ebu Davud hasen bir rivayet zinciriyle Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî'den rivayet etmiştir ki: "Peygamber efendimiz (s.a.v) zamanında Kur'ân'ı Ensar'dan şu beş kişi toplamıştı: Muaz b. Cebel, Ubade b. Samit, Ubey b. Kâ'b, Ebu Derda ve Ebu Eyyub el-Ensarî."

                Aynı eserde belirtildiğine göre Beyhakî el-Medhal adlı eserde İbn Sirin'den şöyle rivayet etmiştir: "Kur'ân'ı Peygamberimiz (s.a.v) zamanında dört kişi toplamıştır ki şunlar hususunda ihtilâf edilmemiştir: Muaz b. Cebel, Ubey b. Kâ'b ve Ebu Zeyd. Üç kişiden ikisi hakkında ise ihtilâf edilmiştir: Ebu Derda ve Osman. Bazısına göre de, Osman ve Temim ed-Darî."

                Yine aynı eserde Beyhakî'den, o da İbn Ebu Davud'dan ve o da Şa'bî'den şöyle rivayet etmiştir: "Kur'ân'ı Peygamberimiz (s.a.v) zamanında şu altı kişi topladı: Ubey, Zeyd, Muaz, Ebu Derda, Said b. Ubeyd, Ebu Zeyd. Elbette Mucemma' b. Hârise de iki veya üç sure hariç Kur'ân'ı toplamıştı."

                Yine el-İtkan adlı eserde belirtildiğine göre, İbn Eşteh, el-Mesahif adlı eserinde Kehmes kanalıyla İbn Bureyde'den şöyle rivayet etmiştir: "Kur'ân'ı ilk kez bir Mushaf hâlinde derleyen kişi, Ebu Huzeyfe'nin azatlı kölesi Salim'dir. Salim, Kur'ân'ı bütünüyle toplamadan üzerine bir rida giymeyeceğine yemin etmişti. Nihayet bu yeminini tutarak bütün Kur'ân'ı topladı."

                Yorum


                  #23
                  Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

                  Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz bu rivayetler en fazla, sözü edilen kişilerin inen sureleri bir araya getirdiklerine delâlet ederler. Bugün elimizdeki şekliyle ayetlerin ve surelerin tertip edildiğini veya başka bir tertiple düzenlendiğini bu rivayetlerden çıkarmamız mümkün değildir. Bu, Kur'ân'ın Ebu Bekir zamanında gerçekleştirilen ilk toplamasıdır.

                  Yorum


                    #24
                    Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

                    5. Bölüm:

                    Mushafların farklılaşması ve kıraatlerin/değişik okuyuş tarzlarının ortaya çıkması sonucu Kur'ân ikinci kez Osman zamanında toplandı.

                    Yakubî, tarihinde der ki: "Osman Kur'ân'ı topladı, bir araya getirdi. Uzun sureleri bir yerde, kısa sureleri de bir yerde derledi. Ülkenin dört bir yanına dağılmış bulunan Mushafların merkeze gönderilmesini emretti. Sonra toplanan bu Mushafları kaynar su ve sirke ile yıkadı. Bazılarına göre, Osman, İbn Mesud'un Mushaf'ı dışında, toplanan bu Mushafları yaktı, geride tek Mushaf bırakmadı."

                    "İbn Mesud Kufe'deydi. Mushaf'ını Kûfe Valisi Abdullah b. Amir'e vermekten kaçındı. Bunun üzerine Osman, bu dinde bir noksanlığın meydana gelmemesi ve ümmetin fesada uğramaması için İbn Mesud'un Medine'ye getirilmesini emretti. İbn Mesud mescide girdiği sırada Osman minberde halka hitap ediyordu. İbn Mesud'u görünce şöyle dedi: 'Şu anda kötü bir hayvan aranıza katılmış bulunuyor.' Bunun üzerine İbn Mesud ona kaba sözler söyledi. Derken Osman, ayaklarından yakalanıp yerde sürüklenmesini emretti. Bunun sonucunda İbn Mesud'un iki kaburgası kırıldı. Bunu duyan Aişe, bu yapılanlara itiraz mahiyetinde söylenip durdu."

                    "Osman hazırlanan Mushaf'ın nüshalarını İslâm ülkesinin dört bir yanına gönderdi. Bir nüshayı Kûfe'ye, birini Basra'ya, birini Medine'ye, birini Mekke'ye, birini Mısır'a, birini Şam'a, birini Bahreyn'e, birini Yemen'e ve birini de Cezirey'e gönderdi."

                    "Halka bu hazırlanan nüshayı esas alıp okumalarını emretti. Bunu emretmesinin nedeni, insanların artık 'Falan Oğulları'nın Kur'ân'ı' demeye başladıklarını duymasıydı. Bu yüzden bütün insanların arasında bir tek nüshanın esas alınmasını istedi. Bazılarına göre, insanların 'Falan Oğulları'nın Kur'ân'ı' demeye başladıklarını, İbn Mesud Osman'a bildirmişti. Fakat Osman'ın toplanan bu Mushafları yaktığını duyunca, 'Ben bunu istemedim.' demişti. Bazılarına göre, bunu ona Huzeyfe b. Yeman bildirmişti." (41) (Alıntı burada sona erdi.)

                    el-İtkan adlı eserde belirtildiğine göre Buharî, Enes'ten şöyle rivayet etmiştir: "Huzeyfe b. Yeman, Şamlıların Iraklılarla birlikte Ermenistan ve Azerbaycan fethine katıldığı bir sıralarda Osman'ın yanına geldi ve insanların Kur'ân'ı farklı biçimlerde okumalarından dolayı endişesini ifade etti. Osman'a dedi ki: 'Ümmet Yahudi ve Hıristiyanlar gibi ayrılığa düşmeden önlemini al.' Bunun üzerine Osman Hafsa'ya, 'Yanındaki sayfaları bize gönder, onları Mushaflar hâlinde çoğaltalım. Sonra bu sayfaları tekrar sana veririz.' diye haber gönderdi. Hafsa yanındaki sayfaları Osman'a gönderdi. Böylece onun emeri üzere Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Said b. As, Abdurrahman b. Hâris b. Hişam birçok nüsha hazırladılar."

                    Osman, Kureyşli üç kişilik heyete şunları söyledi: 'Sizinle Zeyd b. Sabit arasında Kur'ân hususunda ihtilâf çıkarsa, Kureyş lehçesini esas alarak yazın. Çünkü Kur'ân Kureyş lehçesiyle inmiştir.' Onlar da Osman'ın bu tavsiyesine uygun hareket ederek birkaç tane nüsha hazırladılar. Mushafların bu şekilde çoğaltılmasından sonra Osman, Hafsa'ya Kur'ân ayetleri yazılı sahifeleri geri gönderdi. Ardından İslâm ülkesinin her bir köşesine hazırlanan nushalardan birini gönderdi. Bunun dışındaki bütün Mushafların veya sayfalara yazılı metinlerin yakılıp imha edilmesini emretti."

                    "Zeyd der ki: Mushaf'ı hazırladığımız sırada, daha önce Resulullah'tan (s.a.v) duyduğum Ahzâb Suresi'nden bir ayeti araştırdık, onu Huzeyme b. Sabit el-Ensarî'nin yanında yazılı olarak bulduk. Ayet şöyleydi: 'Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var!' [23. ayet] Bu ayeti Ahzâb Suresi'ndeki yerine yerleştirdik." (42)

                    Aynı eserde belirtildiğine göre İbn Eşteh, Eyyub kanalıyla Ebu Kılabe'den şöyle rivayet etmiştir: "Amiroğulları'ndan Enes b. Malik adı verilen bir adam bana anlattı ki: Osman zamanında Kur'ân'la ilgili ihtilâf çıktı. Öyle ki genç delikanlılar ile onlara Kur'ân öğreten kimseler arasında çatışma çıktı. Bunu duyan Osman b. Affan dedi ki: Benim yanımda Kur'ân'ı yalanlıyor, onu canınızın istediği gibi okuyorsunuz? Bu demektir ki, benden sonra gelenlerin Kur'ân'ı yalanlama ve ayetlerini keyiflerine göre okuma eğilimleri daha da artacaktır. Ey Muhammed'in ashabı, toplanın ve insanlar için esas alınacak örnek bir Mushaf hazırlayın!"

                    "Bunun üzerine sahabîler Mushaf'ı hazırlamak üzere toplandılar. Bir ayet hakkında ihtilâfa düşüp tartıştıkları zaman, 'Bu ayeti Resulullah (s.a.v) falancaya okudu.' diyerek ona haber gönderirlerdi. O da Medine'den üç kişiyi şahit gösterirdi. Ona derlerdi ki: 'Resulullah (s.a.v) şu şu ayetleri sana nasıl okudu?' O da, 'Bana şu şekilde okudu.' derdi. Bunun üzerine ayeti adamın söylediği gibi, daha önce boş bıraktıkları yerine yazarlardı." (43)

                    Yine aynı eserde belirtildiğine göre, İbn Ebu Davud, İbn Sirin kanalıyla Kesir b. Eflah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Osman yeni Mushaflar hazırlamaya karar verdiği zaman, bu işle görevlendirilmek üzere Kureyş'ten ve Ensar'dan on iki kişiyi görevlendirdi. Ömer'in evinde bulunan ve içine öteberi konulan çıkını getirttiler. Osman, onlarla anlaşmış, ihtilâf ettikleri her okuyuşu karara bağlamadan önce kendisiyle görüşmeleri direktifini vermişti. Böylece onlar da ihtilâf ettikleri hususu erteliyorlardı."

                    "Muhammed der ki: Zannedersem, ayetin en son arz edilişindeki kıraati öğrenmek için yazılmasını erteliyorlardı. Bu son arz edilişle alınan şekli öğrendikleri zaman, derhal suredeki yerine kaydederlerdi. [Çünkü Cebrail yılda bir kere Kur'ân'ı yeni baştan Peygamberimize (s.a.a) arz ederdi.]" (44)

                    Aynı eserde belirtildiğine göre, İbn Ebu Davud sahih bir sentle Suveyd b. Gafele'den şöyle rivayet etmiştir: "Ali bana dedi ki: Osman hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyin. Allah'a yemin ederim ki o, Mushafları çoğaltırken ne yaptıysa bizim gözlerimizin önünde yapar ve bize hep derdi ki: 'Şu ayet hakkında ne dersiniz? Bazılarının bazılarına, 'Benim kıraatim seninkinden daha iyidir.' dediği haberi bana ulaştı. Böyle bir sözün küfür olmasına ramak kalmıştır.' Bunun üzerine ona, 'Ne yapmayı düşünüyorsun?' diye sorduk. Bize dedi ki: 'Bütün halkın bir tek Mushaf etrafında birleşmesini uygun görüyorum. O zaman ne ayrılık olur, ne de ihtilâf.' Dedik ki: Ne güzel düşünüyorsun?" (45)

                    ed-Dürrü'l-Mensûr adlı tefsirde belirtildiğine göre, İbn Dureys, İlba b. Ahmer'den şöyle rivayet etmiştir: "Osman b. Affan Mushafları hazırlamaya karar verdiğinde, Tevbe Suresi'nde yer alan 'Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlar var ya...' [Tevbe, 34] ayetinin orijinalinin başındaki 'vav' harfini atmak istediler. Ubey şöyle dedi: 'Ya bu harfi yerine koyarsınız ya da kılıcımı kuşanırım.' dedi. Bunun üzerine 'vav' harfini yerine koydular." (46)

                    el-İtkan adlı eserde belirtildiğine göre Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn Hibban ve Hâkim, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir: "Osman'a dedim ki: Niye uzun surelerden olan Enfâl Suresi ile, ayetlerinin sayısı yüzden fazla olan surelerden olan Tevbe Suresi'ni yan yana getirdiniz ve aralarına 'besmele' yazmayıp, o ikisini yedi uzun sureler arasına kattınız?"

                    "Osman dedi ki: Peygamberimize (s.a.v) çeşitli sayıları olan sureler nazil olurdu. Bazı ayetler nazil olduğunda, vahiy kâtiplerinden bazılarını çağırır ve onlara şöyle derdi: 'Şu ayetleri, şu şu konulardan söz eden sureye yerleştirin.' Enfâl Suresi, Medine döneminin başlarında inmiştir. Tevbe Suresi ise en son inen surelerdendir. Her iki surenin içeriği birbirine çok benziyor. Bu yüzden Tevbe Suresi'nin de Enfâl Suresi'nin bir parçası olduğunu sandım. Sonra Resulullah (s.a.v) vefat etti ve bize Tevbe Suresi'nin Enfâl Suresi'nin bir parçası olduğunu bildirmedi."

                    "Bu yüzden iki sureyi birbirinin yanına yerleştirdim ve aralarına 'Bismillahirrahmanirrahim' cümlesini yazdırmadım. Her ikisini uzun sureler arasına yerleştirdim." (47)

                    41- [Tarih-i Yakubî, c.2, s.170]
                    42- [el-İtkan, c.1, s.59]
                    43- [el-İtkan, c.1, s.59]
                    44- [el-İtkan, c.1, s.59]
                    45- [el-İtkan, c.1, s.59]
                    46- [ed-Dürrü'l-Mensûr, c.3, s.232]
                    47- [el-İtkan, c.1, s.60]

                    Yorum


                      #25
                      Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

                      Ben derim ki: Bu rivayetten anlaşıldığı kadarıyla, ayrıca İbn Cübeyr rivayetinde vurgulandığı gibi, yedi uzun sureden maksat; Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, En'âm, A'râf ve Yûnus sureleridir. Kur'ân'ın ilk toplanışında bu şekilde tertip edilmişlerdi. Osman ilk toplamadaki bu tertibi değiştirerek uzun surelerden olan Enfâl ile uzun surelerden önce yer alan ve yüzden fazla ayeti bulunan surelerden olan Tevbe Suresi'ni bir araya getirerek A'râf ve Yûnus surelerinin arasına koydu ve Enfâl Suresi'ni de öne aldı.

                      DEVAMI VAR...

                      Yorum


                        #26
                        Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

                        6. Bölüm:

                        Bundan önceki iki bölümde sunduğumuz rivayetler, Kur'ân'ın toplanması ve Mushaf hâline getirilişi ile ilgili olarak rivayet edilen sahih veya illetli (zayıf) rivayetlerin en ünlüleridir. Bu rivayetlerden anlaşılıyor ki, ilk toplama girişimi, hurma dallarına, beyaz ve ince taşlara, hayvanların kürek kemiklerine, derilere ve deri parçalarına yazılan çeşitli sureleri bir araya getirmek ve farklı zamanlarda inen ve değişik yerlere yazılan ayetleri uygun surelere yerleştirmek şeklinde gerçekleşmiştir.

                        Yine bu rivayetlerden anlıyoruz ki, Osman zamanındaki ikinci toplama girişimi ise, ilk toplamadan sonra yazılan ve çeşitli bölgelere dağılan Mushaflar arasında birtakım uyuşmazlıkların ve kıraat farklılıklarının baş göstermesinden dolayı Mushafların herkesin üzerinde ittifak ettiği bir Mushaf'a indirgeme amacına yönelik bir çalışmadır. Ancak Zeyd'den rivayet edildiğine göre, bu ikinci toplama çalışmasında, "Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var!" ayeti Ahzâb Suresi'ne eklenmiştir. Bu da gösteriyor ki Mushaf on beş sene boyunca bu ayeti içermeden okunmuştur.

                        Buharî, İbn Zübeyr'den şöyle rivayet etmiştir: "Osman'a dedim ki: 'İçi¬niz¬de ölüp de (ge¬ri¬de) eş¬ler bı¬ra¬kan¬lar...' [Bakara, 240] ayeti başka bir ayetle neshedilmiştir. Niçin Mushaf'ta yazdın veya dışarıda bırakmadın?' Bana dedi ki: Ey kardeşimin oğlu, Kur'ân'dan bir şeyi değiştiremem." (48)

                        Özgür ve objektif bir bakışla bu rivayetlere ve kanıtsallıklarına göz attığımız zaman -ki bu konuyla ilgili rivayetlerin temelini oluşturmaktadırlar- bunların tevatür düzeyine ulaşmamış, tek kanallı haberler olduklarını görürüz. Bununla beraber kesin karinelerle desteklendikleri de inkâr edilemez. Çünkü Peygamber efendimiz (s.a.a) kendisine vahyedilen her şeyi, saklamadan insanlara duyururdu. Kur'ân'da da vurgulandığı gibi, Rablerinden kendilerine indirilen ayetleri onlara öğretiyor ve açıklıyordu. Onlardan da bir grup Kur'ân'ı öğreniyor ve insanlara okunuşunu ve anlamını öğretiyorlardı. Bunlar da, Yemame Savaşı'nda büyük bir kısmı şehit düşen Kur'ân hafızlarıydılar.

                        İnsanlar Kur'ân'ı öğrenmek ve Kur'ânî bilgileri birbirine aktarmak hususunda büyük bir gayret içindeydiler. Bu misyon hiçbir zaman terk edilmedi, ayrıca bir gün veya birkaç gün bile olsa Kur'ân aralarından kaybolmadı. Kur'ân'la bu sıkı-fıkı ilişkileri, Kur'ân'ın tek bir Mushaf hâlinde toplanmasına kadar sürdü. Sonra herkes bu Kur'ân üzerinde birleşti. Kur'ân; Tevrat'ın, İncil'in ve diğer peygamberlere inen başka semavî kitapların başına gelen musibetlerin benzerini yaşamadı.

                        Bunlara bir de Şiî ve Sünnî kaynaklarda Peygamberimizin (s.a.a) Kur'ân'ın birçok ayetini günlük namazlarda ve başka münasebetlerde insanların duyacağı şekilde okuduğuna ilişkin sayılmayacak kadar kalabalık bir yekünü tutan rivayetleri ekleyebiliriz. Bu rivayetlerde, Kur'ân ayetlerinin büyük bir bölümü Mekke veya Medine inişli oluşlarıyla birlikte isim isim zikredilmiştir.

                        Buna daha önce işaret ettiğimiz ve Osman b. Ebu'l-As'ın, "Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği... emreder..." (Nahl, 90) ayetiyle ilgili olarak Peygamberimizden (s.a.a) aktardığı, "Cebrail bana bu ayeti getirdi ve suredeki bu yerine yerleştirmemi istedi." açıklamasını da ekleyebiliriz. Bu rivayete benzer bir kanıtsallığı, Peygamberimizin (s.a.a) Âl-i İmrân ve Nisâ gibi tedricî olarak nazil olan sureleri okumuş olması da yerine getirmektedir. Bu da gösteriyor ki, Peygamberimiz (s.a.a) vahiy kâtiplerine bazı ayetleri surelerdeki yerlerine yerleştirmelerini emrediyordu.

                        En büyük ve en kesin kanıt, konunun başında altını çizdiğimiz şu realitedir: Bugün elimizde bulunan Mushaf, yüce Allah'ın Kur'ân'la ilgili olarak işaret ettiği üstün niteliklere eksiksiz olarak sahiptir.
                        Buraya kadar aktardığımız rivayetler sırasıyla şu hususlara delâlet etmektedir:

                        48- [Sahih-i Buharî, c.6, s.36, Bakara Suresi Babı]

                        Yorum


                          #27
                          Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

                          Birincisi: Mushaf'ın iki kapağı arasındaki kitap Allah'ın sözüdür, ona eklemede bulunulmamış, hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Kur'ân'ın eksiltme anlamında tahrif edilmemişliğini ise, bu rivayetlerden kesin olarak algılamak mümkün değildir. Nitekim birçok kanaldan Ömer'in sürekli olarak recm ayetinden söz ettiği, ama bu ayetin ondan alınıp Mushaf'a yazılmadığı rivayet ediliyor.

                          Bazı müfessirlerin bu rivayeti ve eksiltme anlamında tahrifin kanıtı olarak sunulan diğer rivayetleri -Alusî, tefsirinde bunların sayılmayacak kadar çok olduklarını ifade eder- (49) bazı ayetlerin okuyuş olarak neshedilişlerine yorumlamalarına gelince, daha önce bunun yanlış olduğunu belirttik. Ve kesin olarak vurguladık ki, bazı ayetlerin okuyuş olarak neshedildiklerini söylemenin Kur'ân'da tahrif olduğunu söylemekten özü itibariyle çok daha kötü bir yaklaşımdır.

                          Kaldı ki, Zeyd'in ilkin Ebu Bekir'in emriyle, sonra Osman'ın emriyle hazırladığı Mushaf'tan farklı Mushaflara sahip olan Ali (a.s), Ubey b. Kâ'b, Abdullah b. Mesud gibi şahıslar eldeki Mushaf'ın içerdiği herhangi bir ifadeyi inkâr etmemişlerdir. Sadece İbn Mesud'un Mushaf'ına Felak ve Nâs surelerini almadığı ve "Bunlar iki koruyucu dua olarak Cebrail tarafından Peygamberimize (s.a.a) indirilmiştir ki, onlarla Hasan ve Hüseyn'i (üzerlerine selâm olsun) kötülüklerden Allah'a sığındırsın." dediği, ama diğer ashabın onun bu yaklaşımını onaylamadığı rivayet edilir. Ehlibeyt İmamları'ndan (üzerlerine selâm olsun) gelen ve tevatür düzeyine erişen rivayetlerde ise, bunların Kur'ân'dan iki sure olduğu ifade ediliyor.

                          Genel bir değerlendirme yapacak olursak; görüldüğü gibi, bundan önce yer verdiğimiz rivayetler kesin karinelerle destekli tek kanallı haberlerdir ve Kur'ân'ın eklemede bulunma ve değiştirilme anlamında tahrif edilmişliğini kesin olarak, eksiltme anlamında tahrif edilmişliğini de zannî olarak olumsuzlamaktadırlar. Bu rivayetlerin kanıtsallıklarının her üç açıdan da tevatür düzeyinde olduğuna ilişkin olarak bazılarının ileri sürdükleri değerlendirmelerin ise dayanağı yoktur.

                          Bu bağlamda esas alınacak yaklaşım, konunun başlarında ortaya koyduğumuz şu değerlendirmedir: Elimizdeki Kur'ân, yüce Allah'ın, Peygamber'ine (s.a.a) indirdiği Kur'ân'la ilgili olarak zikrettiği üstün niteliklerin tümüne sahiptir. Kur'ân'ın kesin hükme bağlayan söz, ihtilâfları çözümleyen, zikir, yol gösterici, nur, gerçek bilgileri ve fıtrî yasaları açıklayan ve mucize oluşu gibi.

                          Bu bağlamda esas alacağımız değerlendirme bu olmalıdır. Çünkü Kur'ân'ın Allah'ın Peygamberi'ne (s.a.a) inen kelâmı olduğuna ilişkin kanıtı, bizzat yukarıda sözünü ettiğimiz bu üstün niteliklere sahip olan kendisidir. Bu hususta, ne olursa olsun, Kur'ân'ın kendisinin dışındaki başka bir olguya dayanmaya gerek yoktur. Dolayısıyla nerede olursa ve kimin aracılığıyla elimize ulaşmışsa, Kur'ân'ın Allah kelâmı oluşunun kanıtı Kur'ân'ın kendisiyle beraberdir.

                          Diğer bir ifadeyle, Allah katından Resul'üne (s.a.a) inen Kur'ân'ın, bu üstün niteliklere sahip olması bağlamında, Peygamberimize nispet edilmesini kanıtlamak, salt mütevatir veya yoğun rivayetlerin bulunmasına bağlı değildir. -Gerçi bu özelliklere sahip rivayetler de vardır.- Bilakis bunun tam tersi söz konusudur. Yani elimizdeki Kur'ân'ın bu üstün niteliklere sahip oluşu, bizzat Peygamberimize (s.a.a) inen Kur'ân'ın kendisi olduğunun kanıtıdır. Kur'ân kimi yazarlara ve müelliflere nispet edilen kitaplara ve risalelere benzemez. Âlimlere ve görüş sahibi düşünürlere nispet edilen sözlere gibi değildir. Bu tür eserlerin sözü edilen kimselere ait oluşlarının kanıtlanması için mütevatir veya müstefiz düzeyine ulaşmış kesin nakillere ihtiyaç vardır. Ama Kur'ân için böyle bir durum söz konusu değildir. Peygamber'e indiği gibi elimize ulaştığının kanıtı yine kendisidir.

                          49- [Ruhu'l-Maani, c.1, s.25]

                          Yorum


                            #28
                            Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

                            İkincisi: Birinci ve ikinci toplama girişimlerinde gerçekleştirilen sure ve ayetlerin tertibi sahabenin tasarrufudur. Bunun kanıtı da daha önce belirttiğimiz gibi, Osman'ın ilk toplama girişiminde daha ortalarda bir yere yerleştirilen Enfâl ve Tevbe surelerini A'râf ve Yûnus suresinin arasına koymasıdır.

                            Sure ve ayetlerin tertiplerinin farklı olduğunun başka bir kanıtı da, diğer bazı ashabın hazırladığı Mushafların tertiplerinin her iki toplama girişiminde esas alınan tertiplerden farklı olmasıdır. Nitekim rivayet edildiğine göre Hz. Ali'nin (a.s) Mushaf'ı surelerin iniş sırasına göre tertip edilmişti. Önce Alak Suresi, arkasından Müddesir Suresi, sonra Kalem Suresi, ardından Müzzemmil Suresi, sonra Tebbet Suresi, sonra Tekvîr suresi ve bu şekilde önce Mekkî surelere, ardından Medenî surelere yer verecek biçimde düzenlemişti. Bu rivayeti Suyutî el-İtkan adlı eserde İbn Faris'ten rivayet etmiştir. (50) Yakubî tarihinde de Hz. Ali'nin (a.s) Mushaf'ı için daha değişik bir tertipten söz ediliyor.

                            İbn Eşteh el-Mesahif adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Ebu Cafer el-Kufî'den Ubeyy'in Mushaf'ının tertibini rivayet etmiştir ki, bu tertip de şimdiki Mushaf'ın tertibinden oldukça farklıdır. Yine İbn Eşteh aynı eserde kendi rivayet zinciriyle Cerir b. Aldülhamid'den İbn Mesud'un Mushaf'ının tertibini rivayet etmiştir ki, bu tertip önce uzun surelerle başlıyor, ardından ayet sayısı yüzden fazla olan sureler geliyor, onları da orta boy sureler (mesani)??? izliyor ve en sonunda mufassal surelere sıra geliyor ki, bu tertip de elimizdeki Mushaf'ın tertibinden oldukça farklıdır. (51)

                            Ancak müfessirlerin büyük bir kısmı surelerin bugünkü tertibinin tevkifî olduğu [ilâhî emirden kaynaklandığı] kanaatindedirler. Onlara göre bu tertibi Peygamberimiz (s.a.a) Allah'ın emriyle Cebrail'in kendisine işaret etmesi üzerine Müslümanlara emretmiştir. Hatta bazıları bu hususta aşırıya giderek bunun tevatürle kanıtlandığını ileri sürmüşlerdir. Fakat nerede bu tevatür? Neden biz göremiyoruz?! Bu konuyla ilgili rivayetlerin ana gövdesini oluşturacak haberleri sunduk, fakat bu yaklaşımı destekleyen bir tek olguya rastlamadık. İleride bazı müfessirlerin bunun kanıtı olarak Kur'ân'ın Levh-i Mahfuz'dan dünya göğüne bir kerede inişini, oradan da Peygamberimize (s.a.a) tedricî şekilde nazil oluşunu göstermelerinden de söz edeceğiz.

                            50- [el-İtkan, c.1, s.62]
                            51- [el-İtkan, c.1, s.64]

                            Yorum


                              #29
                              Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

                              Üçüncüsü: Değişik zamanlarda inen Kur'ân ayetlerinin Mushaf'taki şimdiki yerlerine yerleştirilmeleri, ashabın içtihat nitelikli tasarruflarından büsbütün soyutlandırılamaz. Bunu daha önce işaret ettiğimiz ilk toplama girişimiyle ilgili rivayetlerden de anlayabiliriz.

                              Osman b. Ebu'l-As'ın Peygamberimizden (s.a.a) aktardığı "Cebrail bana geldi ve şu ayeti falan surenin şu kısmına yerleştirmemi söyledi." şeklindeki açıklamasına gelince; bu, en fazla Peygamberimizin (s.a.a) bazı ayetlerle ilgili bu tür bir uygulamasına delâlet eder, bütün ayetleri bu şekilde düzenlediğini göstermez. Böyle bir şeyin kesinliğini kabul etsek bile, bu, konunun başından beri sunduğumuz rivayetlerin, ashabın tertibinin Peygamberimizin (s.a.a) tertibi doğrultusunda gerçekleştiğini kanıtladıkları anlamına gelmez. Salt ashap hakkında hüsnüzan beslemek, rivayetlerin buna delâlet etmelerini sağlamaz. En çok şunu söyleyebiliriz: Onlar bildikleri konularda bilerek Peygamber'e muhalefet etmediler, ancak bilmedikleri hususlarda ona aykırı hareket etmiş olabilirler. Nitekim ilk toplama girişimine ilişkin rivayetler açık ve kesin olarak ortaya koyuyorlar ki, sahabîler bütün ayetlerin yerlerini bilmedikleri gibi, bütün ayetleri de bilmiyorlardı.

                              Şiî (52) ve Sünnî (53) kaynaklarda aktarılan müstefiz düzeyindeki rivayetlerden de bunu anlamak mümkündür. Buna göre Peygamber efendimiz (s.a.a) ve müminler besmelenin nazil olmasıyla bir surenin tamamlandığını anlarlardı. Nitekim Ebu Davud, Hâkim, Beyhakî ve Bezzar, Said b. Cübeyr kanalıyla -el-İtkan'da belirtildiği gibi- İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir: "Peygamberimiz (s.a.v) besmele nazil olmadığı sürece sureleri birbirinden ayırt etmezdi." Bezzar buna şu ifadeyi de ekliyor: "Besmele indiği zaman bir surenin bittiğini, bir diğer surenin inmekte olduğunu veya başladığını anlardı."
                              Yine Hâkim'den başka bir kanaldan Said aracılığıyla İbn Abbas'tan rivayet edilir ki: "Müslümanlar, bismillahirrahmanirrahim cümlesi inmedikçe, bir surenin bittiğini bilmezlerdi. Besmele inince, surenin bittiğini bilirlerdi." Bu haberin rivayet zinciri Buharî ve Müslim şartlarında bir sağlamlığa sahiptir.
                              Aynı şekilde Hâkim'in başka bir kanaldan Said aracılığıyla İbn Abbas'tan şöyle rivayet ettiği belirtiliyor: "Cebrail gelip 'bismillahirrahmanirrahim' cümlesini okuduğu zaman, Peygamberimiz (s.a.v) bunun yeni bir sure olduğunu anlardı." Bu hadisin rivayet zinciri sağlamdır.

                              52- [Tefsiru'l-Ayyâşî, c.1, s.19]
                              53- [Müstedrek-i Hâkim, Kitabu's-Salât, c.1, s.231]


                              Yorum


                                #30
                                Ynt: KUR'ÂN TAHRİF EDİLEMEZ

                                Ben derim ki: Aynı anlamı içeren başka rivayetler de aktarılmıştır. Ayrıca Şiî kanallarda da İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir.

                                Görüldüğü gibi, rivayetler, ayetlerin Peygamberimiz (s.a.a) tarafından iniş esasına dayalı olarak tertip edildiklerini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna göre, Mekke'de inen ayetler Mekkî surelere, Medine'de inen ayetler de Medenî surelere yerleştirilirdi. Ancak eğer yarısı Mekke'de, yarısı da Medine'de inen bir sure varsa, bu genellemenin dışında tutmak gerekir. Bu varsayım da olsa olsa ancak bir tek sure ile ilgili olarak söz konusu olabilir.

                                Bu da bazı ayetlerin çeşitli Mushaflardaki yerlerinin değişik olmasının sahabe içtihadından kaynaklandığını kesin olarak ortaya koymaktadır.

                                Konuyu biraz açacak olursak: Ayetlerin iniş sebepleriyle ilgili olarak aktarılan çok sayıdaki rivayetler gösteriyor ki, Mekke'de indikleri hâlde Medenî surelere yerleştirilen ve Medine'de indikleri hâlde Mekkî surelere yerleştirilen çok sayıda ayet vardır. Yine bu rivayetlerden anlaşılıyor ki, Kur'ân'ın bazı ayetleri Peygamberimizin (s.a.a) son zamanlarında indikleri hâlde, Hicret'in ilk dönemlerinde inen surelere yerleştirilmiştir. Bu iki zaman dilimi arasında ise başka birçok sure de inmiş bulunmaktadır. Meselâ Bakara Suresi Hicret'in ilk yılında inmiştir. Bu surede faizle ilgili ayetler de yer almaktadır. Rivayetlere göre faiz ayetleri, Peygamberimize (s.a.a) en son inen ayetler arasında yer alır. Hatta rivayet edilir ki, Ömer sürekli olarak şöyle dermiş: "Resulullah (s.a.a) bize faiz ayetlerini açıklamadan vefat etti." Yine Bakara Suresi'nde, "Allah'a Al¬lah'a dön¬dü¬rü¬le¬ce¬ği¬niz gün¬den sa¬kı¬nın..." (Bakara, 281) ayeti de yer alır ki, bazı rivayetlere göre, Peygamberimize (s.a.a) inen en son ayettir.

                                Şu hâlde, farklı zamanlarda inen ve Mekkî veya Medenî oluş bakımından uyuşmayan surelere yerleştirilen ayetler, iniş esaslı tertip açısından olması gereken yerlerine yerleştirilmemişlerdir. Bu da ancak sahabe içtihadından kaynaklanan bir tasarruf olabilir.

                                el-İtkan adlı eserde İbn Hacer'den aktarılan şu açıklama da bunu destekler mahiyettedir: "Ali'den aktarılan bilgilere göre, o, Peygamberimizin (s.a.v) vefatından hemen sonra Kur'ân'ı nüzul sırasına göre tertip ederek toplamıştır." (54) İbn Ebu Davud da bu rivayeti aktarmıştır. Bu görüş aynı zamanda Şiî rivayetlerin kesin olarak delâlet ettiği hususlardan biridir.

                                İşte konuyla ilgili olarak baştan beri sunduğumuz rivayetlerden açıkça anlaşılan da budur. Ancak müfessirlerin büyük çoğunluğu ısrarla Kur'ân ayetlerinin tevfikî [ilâhî bildirme sonucu] gerçekleştirildiğini söylemişlerdir. Diyorlar ki: "Bugün elimizde bulunan ve Osman tarafından tertip edilen Mushaf'ın tertibi, Peygamberimizin (s.a.a) Cebrail'in yol göstericiliğiyle gerçekleştirdiği tertibin aynısıdır." Buna aykırı ifadeler içeren rivayetleri de şöyle yorumluyorlar: "Sahabenin Kur'ân'ı toplama girişimi, belirli bir tertip üzere toplama şeklinde gerçekleşmemiştir. Bilakis onlar Peygamber'den (s.a.a) öğrendikleri ve muhafaza ettikleri sure ve ayetlerin toplanışını esas almış, hepsini bir yerde ve iki kapak arasında toplamışlardır."

                                Hâlbuki rivayetlerin kesin olarak gösterdiği ilk toplama girişiminin keyfiyetinin, bu görüşü kesin bir şekilde reddettiğini biliyoruz.

                                Bazıları Kur'ân'ın tertibinin tevkifî olduğunu (ilâhî vahye dayandığını) icma ile kanıtlamaya çalışmışlardır. Nitekim Suyutî, el-İtkan adlı eserinde Zerkeşî'den bu yönde icmaın iddia edildiğini rivayet etmiştir. Yine Ebu Cafer b. Zübeyr'den de bu hususta Müslümanlar arasında bir ihtilâf olmadığı şeklinde bir açıklama aktarmıştır. Ne var ki, sözü edilen bu icma menkuldür ve Kur'ân'ın tahrifinin aslı hususunda yaşanan ihtilâftan ve bunun aksini gösteren rivayetlerin varlığından sonra böyle bir icmaa kesinlikle itimat edilmez.

                                Bazıları ise, Kur'ân tertibinin vahye dayandığının tevatür düzeyine ulaşan bir olgu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Birçok müfessir şimdiki tertibin Peygamberimizden (s.a.a) aktarıldığının mütevatir haberlerce ispat edildiğini iddia etmişlerdir. Bu görüş son derece ilginçtir. Suyutî el-İtkan adlı eserde, Buharî ve başkalarından aktardığı rivayetlerden sonra sonra der: "Çeşitli kanallardan Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: 'Peygamberimiz (s.a.v) vefat ettiği zaman Kur'ân'ı sadece şu dört kişi toplamıştı: Ebu Derda, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Ebu Zeyd.' Bir rivayette Ebu Derda yerine, Ubey b. Kâ'b'ın adı zikredilir. Mazerî'nin??? de şöyle dediği rivayet edilir: Enes'in bu sözünü bir grup mülhit kendi dinsizliklerine dayanak yapıp ona sarılmışlardır. Oysa Enes'in bu sözünden hareketle kendi görüşleri için bir dayanak bulmaları mümkün değildir. Çünkü her şeyden önce biz, rivayetin zahirinin bu anlamı ifade ettiğini kabul etmiyoruz. Diyelim ki, zahirinin bu anlamı ifade ettiğini kabul ettik; fakat işin gerçekte de böyle olduğunu [Enes'in yanılmadığını] nereden bileceklerdir? Diyelim ki bu da doğrudur [ve Enes bu tespitinde yanılmadı]; ancak büyük çoğunluğu oluşturan bütün bireylerin teker teker Kur'ân'ı toplayıp koruma altına almamış olmaları, büyük bir çoğunluğun Kur'ân'ıntümünü toplayıp koruma altına almadıklarını zorunlu bir sonuç olarak gerektirmez. Tevatürün gerçekleşmesi için, her ferdin Kur'ân'ın tümünü ezberleyip koruma altına almış olması şart değildir. Bilakis topluluğun bütünün bireylere genel olarak dağıtılacak şekilde Kur'ân'ın tamamını ezberlemiş, toplayıp koruma altına almış olması tevatür düzeyinde bir ispatın gerçekleşmesi için yeterlidir." (55) (Alıntı sona erdi.)

                                Bu değerlendirme kapsamında, "Enes'in sözlerinin zahirinden kastedilen bu değildir" şeklindeki açıklamaya gelince, lafızların zahirine dayanan sözel araştırmalarda böyle bir şeyi kabul etmek mümkün değildir. Ancak bizzat konuşmacının sözlerinin kapsamında yer alan güçlü bir karinenin veya onun yerine geçebilecek bir olgunun bulunması başka. Fakat salt iddia veya başkalarının dediklerini dayanak almak kabul edilemez.

                                Kaldı ki, Enes'in sözleri zahirinin aksine yorumlansa bile, bunun şu şekilde yorumlanması gerekir: Sözü edilen bu dört kişi Peygamberimiz (s.a.a) zamanında Kur'ân'ın büyük bir kısmını veya sure ve ayetlerinin çoğunu toplamışlardı. Yoksa onların ve onların dışındaki sahabîlerin Kur'ân'ı Osman Mushaf'ındaki tertibe uygun bir şekilde topladıkları, sure ve ayetleri baştan sona kadar bugünkü Mushaf tarzında kaydettikleri, birbirinin ardınca yerleştirdikleri şeklinde yorumlanamaz. Çünkü bizzat Enes'in rivayetinde sözü edilen dört kişiden biri olan ve hem birinci, hem de ikinci toplama işinde görev alan Zeyd b. Sabit bütün ayetleri daha önce toplamadığını çeşitli rivayetler aracılığıyla açıkça dile getiriyor.

                                Buna benzer bir rivayet de, el-İtkan adlı eserde İbn Eştet'in el-Mesahif adlı eserinden naklen ve sahih bir rivayet zinciriyle Muhammed b. Sirin'den rivayet edilmiştir: "Ebu Bekir öldü, oysa Kur'ân'ı toplamamıştı. Ömer öldürüldü, hâlbuki Kur'ân'ı toplamamıştı." (56)

                                "Diyelim ki, zahirinin bu anlamı ifade ettiğini kabul ettik. İşin gerçekte de böyle olduğunu [Enes'in yanılmadığını] nereden bileceklerdir?" şeklindeki ifadeye gelince, bu soru bizzat bunu dile getiren kimseye yöneltilmeli: Bunu söyleyen kişi, ortada iddia ettiğinin aksini gösteren birçok kanıt varken, realitenin bu söylediği gibi olduğunu nereden biliyor?

                                "Topluluğun bütünün bireylere genel olarak dağıtılacak şekilde Kur'ân'ın tamamını ezberlemiş, toplayıp koruma altına almış olması tevatür düzeyinde bir ispatın gerçekleşmesi için yeterlidir." şeklindeki ifadesine gelince; bu, açık bir mugalâtadır. Çünkü böyle bir ifade, Kur'ân'ın toplamının bir toplam olarak nakledilişinin mütevatir bir olgu olduğunu gösterir. Her bir ayetinin konulduğu yer itibariyle korunup gelecek kuşaklara aktarıldığını ise, bu ifadeden çıkarsamak mümkün değildir. Bu da gayet açıktır.

                                el-İtkan adlı eserde Bağavî'nin Şerhu's-Sünnet adlı eserde şöyle dediği belirtiliyor: "Sahabîler Allah'ın, Peygamber'ine indirdiğini iki kapak arasında topladılar. Ona hiçbir şey eklemediler ve hiçbir şeyini de eksiltmediler. Böyle bir çalışma yapmalarının nedeni, Kur'ân hafızlarından bazılarının vefat etmesiyle Kur'ân'ın bir kısmının kaybolmasından endişe duymalarıydı. Bu yüzden Peygamberimizden (s.a.v) nasıl duymuşlarsa öylece yazdılar, hiçbir şeyi öne almadılar veya geriye atmadılar. Ne de Resulullah'tan (s.a.v) duymadıkları yeni bir tertip icad ettiler."

                                "Resulullah (s.a.v) kendisine inen ayetleri, Cebrail'in de onayıyla şu anda elimizde bulunan Mushaf'taki tertip doğrultusunda ashabına telkin eder, onlara öğretirdi. Her ayetin inişi esnasında, o ayetin hangi suredeki hangi ayetten sonra yazılacağını söylerdi."

                                "Bundan da anlaşılacağı gibi, ashabın çalışması, Kur'ân'ı bir yerde toplama amacına yönelikti, onu yeniden düzenlemek değil. Çünkü Kur'ân bu tertibiyle Levh-i Mahfuz'da yazılıdır. Allah onu önce bütün olarak dünya göğüne indirdi, sonra ihtiyaç duyuldukça parça parça indirdi. İniş tertibi okunuş tertibinden farklıdır." (57) (Alıntı sona erdi.)

                                Suyutî, İbn Hassar'ın da şöyle dediğini nakleder: "Surelerin tertibi ve ayetlerin bulundukları yerlere yerleştirilmesi vahiy ile gerçekleştirilmiştir. Resulullah (s.a.v) şöyle derdi: 'Falan ayeti falan yere yerleştirin.' Mütevatir düzeyine ulaşan rivayetlerden kesin olarak anlaşılmıştır ki, bu tertip Peygamberimizin (s.a.v) işaretiyle gerçekleşmiştir. Ashap ise, Kur'ân'ın bu şekliyle Mushaf'ta bir araya getirilmesini sağlamıştır." (58) (Alıntı sona erdi.)

                                Bunların dışında Beyhakî, Tayyibî ve İbn Hacer gibi başka kişilerden de buna yakın değerlendirmeler nakletmiştir.

                                Ashabın, Mushaf'ı Peygamberimizden (s.a.a) öğrendikleri şekliyle tertip ettikleri ve Peygamber'in tertibinde en ufak bir değişikliğe gitmedikleri şeklindeki değerlendirmeye gelince, bunu yukarıda sunduğumuz rivayetlerden hareketle kanıtlamak mümkün değildir. Yukarıda sunduğumuz rivayetler, ancak ashabın ayetlerin metni açısından ayet olduklarına ilişkin kesin belge elde ettiklerini yazdıklarını kanıtlamaktadır. Ama bu rivayetlerde, değişik zamanlarda inen ayetlerin nasıl tertip edildiklerine ilişkin bir işaret yer almıyor. Bu açıktır. Gerçi daha önce yer verdiğimiz ve İbn Abbas'ın Osman'dan naklettiği rivayetten buna ilişkin bir işaret algılamak mümkündür. Ancak bu rivayette de Peygamberimizin (s.a.a) vahiy kâtiplerinden bazılarına bu şekilde emir verdiği ifade ediliyor. Bu ise, bütün ashabına böyle bir duyuruda bulunduğu anlamına gelmez. Kaldı ki, bu rivayet Kur'ân'ın ilk kez toplanmasıyla ilgili rivayetlere ve "besmele"nin nazil oluşuna ilişkin haberlere aykırıdır.

                                "Hz. Peygamber (s.a.a) elimizdeki Mushaf'ta esas alınan tertibi Cebrail'in onayıyla ve semavî vahyin yol göstericiliğiyle ashabına telkin etti" şeklindeki değerlendirmeye gelince; burada sanki daha önce, "Allah adaleti ve iyiliği emrediyor..." [Nahl, 90] ayetiyle ilgili olarak naklettiğimiz Osman b. Ebu'l-As hadisine işaret edilmiştir. Oysa bu hadisin bir tek ayetin yerleştirilmesiyle ilgili tek bir haber olduğunu, dolayısıyla genelleştirilemeyeceğini vurguladık. Bir tek ayetle ilgili bir düzenleme nerede, değişik zamanlarda inen farklı ayetlerle ilgili düzenlemeler nerede?

                                "Kur'ân bu tertibiyle Levh-i Mahfuz'da yazılıdır. Allah onu bütün olarak dünya göğüne indirdi, sonra ihtiyaç duyuldukça parça parça indirdi..." şeklindeki değerlendirmeye gelince, burada Şiî ve Sünnî kaynaklarda, Kur'ân'ın bir bütün olarak Levh-i Mahfuz'dan dünya göğüne indirilip, sonra buradan Peygamberimize parça parça indirilmeye başlandığı yönündeki müstefiz düzeyde aktarılan hadislere işaret edilmiştir. Fakat bu rivayetlerde Kur'ân'ın Levh-i Mahfuz'da yazılı olduğuna ve dünya göğünde şu anda elimizdeki Mushaf'ta esas alınan tertiple düzenlendiğine ilişkin en ufak bir kanıt yoktur. Bu açıktır.

                                Ayrıca inşaallah Zuhruf, Duhân ve Kadir surelerinin giriş kısımları gibi konuyla ilgili ayetleri ele aldığımız zaman Kur'ân'ın Levh-i Mahfuz'da yazılı oluşunun ve dünya göğüne indirilişinin ne anlama geldiği hakkında açıklayıcı bilgiler sunacağız.

                                Bugün elimizde bulunan Mushaf'taki tertibin Peygamber efendimizden (s.a.a) mütevatir olarak nakledildiğine ilişkin değerlendirmelere gelince, bunun kanıttan yoksun bir iddia olduğunu daha önce açıkladık. Böyle bir tevatürün teker teker her ayet için söz konusu olmadığını ortaya koyduk. Nasıl olsun ki, İbn Mesud'un Mushaf'ına Felak ve Nâs surelerini almadığına ve "Bunlar Kur'ân ayetleri değildirler. Cebrail onları Peygamberimizin (s.a.a) Hasan ve Hüseyin'i kötülüklerden Allah'a sığındırması için indirmiştir." söylediğine, rastladığı Mushaflardan bunları sildiğine ilişkin o kadar çok rivayet var ki? Üstelik onun bu görüşünden döndüğüne ilişkin de herhangi bir haber aktarılmış değildir. Nasıl oluyor da Kur'ân'ın ilk toplanması çalışmasından sonra da ve hayatı boyunca bu tevatürden haberi olmuyor?

                                54- [el-İtkan, c.1, s.71]
                                55- [el-İtkan, c.1, s.70]
                                56- [el-İtkan, c.1, s.70]
                                57- [el-İtkan, c.1, s.61]
                                58- [el-İtkan, c.1, s.62]

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X