Tahran sıcak bir gün yaşıyordu. Tüm büyük şehirlerde olduğu gibi, halk günlük hayatlarını büyük bir koşuşturma içinde yapıyordu.
Tahran’ın yemyeşil, düzenli temiz ve geniş caddelerinden, trafiğin pek de kalabalık olmadığı bir saatte hasbelkader İstanbul’da tanıştığım ve birkaç gün İstanbul’da misafir edip gezdirdiğim Dr. Mehdi Nevruzî’nin evinde buluşup Ahmedabad’a hareket ettik. Ahmetabad, Tahran’ın güneye doğru semtlerinin bitişinden 10 dakika bağ ve bahçe arasından geçtikten sonra başlayan şirin bir ilçedir. Bizi buraya götüren sebep ise İranlı ünlü film yapımcısı Davud Mir Bâkırî ile görüşecek olmamızdı.
Bu görüşmeyi, yapımcının iyi dostu olan, bizim de İstanbul’da tanıştığımız Dr. Nevruzî ayarlamıştı. Çünkü bizim de filmle ilgili çalışmalarımızı görmüştü. “Aşkın Velâyeti” adlı filmin seslendirme çalışmaları sırasında İstanbul’da bulunmuş ve o zamandan beri böyle bir görüşmeyi ayarlayacağını söylemişti. Şimdi de sözünü yerine getirerek bizi, İran’da millî otomobil olarak ünlenen son model “Samend” marka arabasıyla Ahmetabad’a götürüyordu.
Yolumuz üzerinde iki katlı bir binanın önünde durup bir arkadaşını alacağını söyledi. Çok geçmeden binadan genç biriyle çıkageldi. Böylece Tahran Kültür ve Sanat Vakfı’nın başkanı olan Dr. Sohrap Muradî de bize katıldı. Bir süre yola devam ettikten sonra ana caddeden toprak bir yola çıkıp etrafı ağaçlarla sarılı bir yola girdik. Beş-on dakika yol kat etmiştik ki ağaçların arasından çıkar çıkmaz karşımıza tarihî bir kenti andıran yapılar çıktı. Kerpiç ve çamurdan yapılmış saray görünümünde olan bir binanın yanına arabamızı park edip indik.
Giriş kapısına geldiğimizde, güler yüzlü bir bekçi duruyordu. Dr. Nevruzî, Mesut Miyemî’ye geldiğimizi haber vermesini söyledi. O da hemen gidip Miyemî denilen şahısla birlikte geri döndü. Çok sıcak bir karşılamayla kendisini film çekimlerinin programcısı olarak tanıttı. Tanışma faslı bitince içeri bizi almadan espriyle, “Tarihî Kufe şehrine hoş geldiniz!” diyerek buyur edip anlatmaya başladı:
“Kerbela hadisesi ve Hz. Hüseyin’in (a.s) hunharca şehit edilişi, İslâm tarihinin kara lekelerinden birisidir. Bundan daha kötü ve acı olanı ise, hâlâ bu olayın gereği ve yeteri kadar hatta Müslümanlar tarafından tanınmamasıdır.” deyip içini çekti. Biraz durduktan sonra şöyle devam etti: “Hz. Hüseyin, insanlık tarihinde özgürlük için ödenen bedelin adıdır. O, her şeyini feda ederek türlü türlü esaret ve vurdumduymazlıklara karşı özgürlük abidesi oldu. Bunun en büyük kanıtı, o Hazret’in şehit edilişinden sonra başlayan özgürlük hareketleri, zulüm ve yeniden baskılara karşı başlatılan ayaklanmalardır.”
O, bunları anlatırken ben tarihi ve anlatacağı olayları daha filmi yapılmadan film şeridi gibi kafamda canlandırıyordum. Bu arada yavaş yavaş çok geniş alana yayılmış film için hazırlanan tarihî Kufe şehrinin sokaklarına girmiştik bile. “O dönemin önemli şahsiyetlerinden Muhtar’ın hayatını ve kıyamını burada film olarak yapıyoruz.” diye başladığı cümlelerini şöyle sürdürdü: “Bu gördüğünüz saray, Kufe şehrinin Daru’l-Emare’si (Hükümet Konağı)’dır. 100’e yakın sahne burada çekilecek ve filmin önemli bölümü burada oluşacaktır.”
O, tarihî olayları ve filme konu olacak sahneleri anlatarak geri geri yürürken, biz de kulağımız onda gözümüz etrafı seyrederek onu takip ediyorduk. Sarayda dönen entrikaları, İslâm ve hilâfet adı altında yapılan zulümleri anlatıyor ve Daru’l-Emare’nin tüm köşe bucaklarını bize gösteriyordu. İçerde hummalı çalışmalar vardı. İç dekorun hazırlanmasını üstlenen dekorasyon uzmanı bir bayan bize, “Hoş geldiniz!” diyerek, etrafında 10’a yakın çoğunluğu bayan ekibi tanıştırdı bizlere ve “Bu sarayın, daha sonra göreceğiniz binaların ressamlığını ve dekorunu bu ekip yaptı.” dedi.
İranlıların değimiyle “Elleriniz dert görmesin.” diyerek onların yanından ayrılıyoruz. Sokaklarda gezerken bir an yüzyıllar öncesi Kufe’de olup bitenleri zihnimden geçirip “Hayat hep aynıdır; zaman, mekân ve isimler değişse de ikilemler arasında seçim yapmak ve sınav vermek hiç değişmeyecektir.” dedim.
Bu arada Miyemî bey kostümlerden tutun maskelere ve bunların yapıldığı salonlara kadar makyaj ve aktrisleri çekime hazırlayan ekibi, aktris ve oynadıkları rolleri hem tanıştırıyor, hem de anlatıyordu bize. Sorduğumuz sorulara cevap verirken ayak üstü çaylarımızı da yudumluyorduk. Binlerce figüran kullanılıyor ve 300’e yakın önemli rol oyuncusu var bu filmde, diyordu. “Kaç saatlik bir film olacağını düşünüyorsunuz?” diye sorduğumda, cevabı çok şaşırttı bizi. Çünkü dizi olarak yapılan bu film 26 ila 30 bölüm olacak ve her bölüm bir saat sürecek, demişti. “Peki böyle bir proje kaça mal olacak?é diye sordum. “6 milyon dolar bu proje için gözden çıkarılmış.” diyerek, Hollywood ve İran sineması arasındaki farkları anlatıyordu. “Biz hayal ve sanal filmler yerine, insanlığın tarihinde yaşanmış gerçekleri film yapıyoruz. Kitabın görsel hâle dönüşümüdür bizim sinemamız ya da insanların güncel gerçeklerini perdeye taşımaktır sanatımız.” diyerek sanata bakış anlayışlarına gönderme yapıyordu adeta. Bunları konuşurken, tarihî şehirde hangi evin hangi şahsiyete ait olduğunu da gösteriyordu bir yandan.
İlerlerken kalabalığın hummalı koşuşturmasına sahne olan bir sokağa girdik. Çekimlerin bugün bu bölümde yapıldığını anlamıştık. Kalabalığın arasından geçerek küçük bir meydanı andıran geniş bir alana çıktık. Çalışmasına ara verip bizi karşılamak için bize doğru yürüyen adamın filmin yapımcısı Davut Mir Bâkırî olduğunu gördüm. Onu sabahleyin Jam-e Jam gazetesinde görmüştüm. Kısa bir röportajı vardı gazetede. “Bugünden itibaren çekimlere yeniden başlayacağını” söylemişti röportajda. Bir müddet önce kısmî bir felç geçirdiği için hastaneye yatırılmış, iyileşince hemen çekim setine dönmüştü. Selâmlayıp tanıştırıldıktan sonra hâl-hatır sorup hemen oraya dizilen sandalyeye oturduk. Çok yorgun ve bitkin görünüyordu; ancak gözlerinde umut ışıkları parlıyor, bir an önce hasta hâliyle çekimleri bitirmeye gayret ediyor gibiydi.
Geçmiş olsun dileklerimizi kendisine ilettim ve İmam Ali (a.s) filminden dolayı takdir edip bu çalışmalarında da başarılar diledim. Ayrıca İmam Ali (a.s) filminin Türkiye’de CD olarak seslendirilip piyasaya sürüldüğünü söyledim ve filmin çok beğenildiğini anlattım. Yere bakan başını kaldırıp üzgün bir şekilde, “Ne yazık ki İmam Ali (a.s) filminin önemli bölümleri sansür edilmiş!” diyerek tekrar başını aşağı dikti. Biraz öyle dalıp gittikten sonra başını kaldırıp sadece, “İnsanlar tarihe ve sanata daha saygılı davranmalı!” diyebildi. Ardından, “Bizim ülkemizde de bazen yabancı filmler bu tür olaylara sahne oluyor.” diyerek sanatta uygulanan dünya çapındaki siyasetten pek de hoşnut olmadığını anlatıyordu bakışlarıyla.
Daha sonra İran’da ve gösterildiği ülkelerde hayranlık uyandıran “İmam Ali” ve “Kaybedilmiş Masumiyet” adlı filmlerinden kısaca bahsetti ve hazırlanmakta olan “Muhtarname” adlı dizinin daha etkileyici olacağını ümit ettiğini söyledi. Kendisine Türkiye’den götürdüğümüz çikolatayı takdim edip İmam Ali (a.s) ve “Aşkın Velâyeti” dizi setini, “Kerbela Şahidi” filminin Türkçe’ye imkânsızlıklar içerisinde seslendirilmiş hâlini hediye ederek fazla vakitlerini almayalım diye kendisinden müsaade istedik. Sıcak bir çay ikram edeceğini ve daha sonra çekimleri yakından bize gösterebileceğini söyledi nazikçe. Birlikte çay içtikten sonra çekim setine geçtik.
Hz. Hüseyin’in (a.s) kesik başı Kufe’ye getirildiğinde, o mübarek başı alıp evine götüren ve tandıra atan zalim Huli’nin evinde cereyan eden olayların çekimi yapılıyordu.
Huli’nin imanlı karısının bu olayı fark edip Hz. Hüseyin’e (a.s) ağıt yaktığı sahne çekimlerini izlerken bile gözyaşlarımıza güçlükle hâkim oluyorduk. Yarım saate kadar bu sanat ve mesaj dolu filmin çekimlerini seyrettikten sonra kendilerinden bu filmi de Türkçe’ye kazandırmak için söz alıp başarılar dileyerek tarihî Kufe şehrinden ayrıldık.
Tahran’ın yemyeşil, düzenli temiz ve geniş caddelerinden, trafiğin pek de kalabalık olmadığı bir saatte hasbelkader İstanbul’da tanıştığım ve birkaç gün İstanbul’da misafir edip gezdirdiğim Dr. Mehdi Nevruzî’nin evinde buluşup Ahmedabad’a hareket ettik. Ahmetabad, Tahran’ın güneye doğru semtlerinin bitişinden 10 dakika bağ ve bahçe arasından geçtikten sonra başlayan şirin bir ilçedir. Bizi buraya götüren sebep ise İranlı ünlü film yapımcısı Davud Mir Bâkırî ile görüşecek olmamızdı.
Bu görüşmeyi, yapımcının iyi dostu olan, bizim de İstanbul’da tanıştığımız Dr. Nevruzî ayarlamıştı. Çünkü bizim de filmle ilgili çalışmalarımızı görmüştü. “Aşkın Velâyeti” adlı filmin seslendirme çalışmaları sırasında İstanbul’da bulunmuş ve o zamandan beri böyle bir görüşmeyi ayarlayacağını söylemişti. Şimdi de sözünü yerine getirerek bizi, İran’da millî otomobil olarak ünlenen son model “Samend” marka arabasıyla Ahmetabad’a götürüyordu.
Yolumuz üzerinde iki katlı bir binanın önünde durup bir arkadaşını alacağını söyledi. Çok geçmeden binadan genç biriyle çıkageldi. Böylece Tahran Kültür ve Sanat Vakfı’nın başkanı olan Dr. Sohrap Muradî de bize katıldı. Bir süre yola devam ettikten sonra ana caddeden toprak bir yola çıkıp etrafı ağaçlarla sarılı bir yola girdik. Beş-on dakika yol kat etmiştik ki ağaçların arasından çıkar çıkmaz karşımıza tarihî bir kenti andıran yapılar çıktı. Kerpiç ve çamurdan yapılmış saray görünümünde olan bir binanın yanına arabamızı park edip indik.
Giriş kapısına geldiğimizde, güler yüzlü bir bekçi duruyordu. Dr. Nevruzî, Mesut Miyemî’ye geldiğimizi haber vermesini söyledi. O da hemen gidip Miyemî denilen şahısla birlikte geri döndü. Çok sıcak bir karşılamayla kendisini film çekimlerinin programcısı olarak tanıttı. Tanışma faslı bitince içeri bizi almadan espriyle, “Tarihî Kufe şehrine hoş geldiniz!” diyerek buyur edip anlatmaya başladı:
“Kerbela hadisesi ve Hz. Hüseyin’in (a.s) hunharca şehit edilişi, İslâm tarihinin kara lekelerinden birisidir. Bundan daha kötü ve acı olanı ise, hâlâ bu olayın gereği ve yeteri kadar hatta Müslümanlar tarafından tanınmamasıdır.” deyip içini çekti. Biraz durduktan sonra şöyle devam etti: “Hz. Hüseyin, insanlık tarihinde özgürlük için ödenen bedelin adıdır. O, her şeyini feda ederek türlü türlü esaret ve vurdumduymazlıklara karşı özgürlük abidesi oldu. Bunun en büyük kanıtı, o Hazret’in şehit edilişinden sonra başlayan özgürlük hareketleri, zulüm ve yeniden baskılara karşı başlatılan ayaklanmalardır.”
O, bunları anlatırken ben tarihi ve anlatacağı olayları daha filmi yapılmadan film şeridi gibi kafamda canlandırıyordum. Bu arada yavaş yavaş çok geniş alana yayılmış film için hazırlanan tarihî Kufe şehrinin sokaklarına girmiştik bile. “O dönemin önemli şahsiyetlerinden Muhtar’ın hayatını ve kıyamını burada film olarak yapıyoruz.” diye başladığı cümlelerini şöyle sürdürdü: “Bu gördüğünüz saray, Kufe şehrinin Daru’l-Emare’si (Hükümet Konağı)’dır. 100’e yakın sahne burada çekilecek ve filmin önemli bölümü burada oluşacaktır.”
O, tarihî olayları ve filme konu olacak sahneleri anlatarak geri geri yürürken, biz de kulağımız onda gözümüz etrafı seyrederek onu takip ediyorduk. Sarayda dönen entrikaları, İslâm ve hilâfet adı altında yapılan zulümleri anlatıyor ve Daru’l-Emare’nin tüm köşe bucaklarını bize gösteriyordu. İçerde hummalı çalışmalar vardı. İç dekorun hazırlanmasını üstlenen dekorasyon uzmanı bir bayan bize, “Hoş geldiniz!” diyerek, etrafında 10’a yakın çoğunluğu bayan ekibi tanıştırdı bizlere ve “Bu sarayın, daha sonra göreceğiniz binaların ressamlığını ve dekorunu bu ekip yaptı.” dedi.
İranlıların değimiyle “Elleriniz dert görmesin.” diyerek onların yanından ayrılıyoruz. Sokaklarda gezerken bir an yüzyıllar öncesi Kufe’de olup bitenleri zihnimden geçirip “Hayat hep aynıdır; zaman, mekân ve isimler değişse de ikilemler arasında seçim yapmak ve sınav vermek hiç değişmeyecektir.” dedim.
Bu arada Miyemî bey kostümlerden tutun maskelere ve bunların yapıldığı salonlara kadar makyaj ve aktrisleri çekime hazırlayan ekibi, aktris ve oynadıkları rolleri hem tanıştırıyor, hem de anlatıyordu bize. Sorduğumuz sorulara cevap verirken ayak üstü çaylarımızı da yudumluyorduk. Binlerce figüran kullanılıyor ve 300’e yakın önemli rol oyuncusu var bu filmde, diyordu. “Kaç saatlik bir film olacağını düşünüyorsunuz?” diye sorduğumda, cevabı çok şaşırttı bizi. Çünkü dizi olarak yapılan bu film 26 ila 30 bölüm olacak ve her bölüm bir saat sürecek, demişti. “Peki böyle bir proje kaça mal olacak?é diye sordum. “6 milyon dolar bu proje için gözden çıkarılmış.” diyerek, Hollywood ve İran sineması arasındaki farkları anlatıyordu. “Biz hayal ve sanal filmler yerine, insanlığın tarihinde yaşanmış gerçekleri film yapıyoruz. Kitabın görsel hâle dönüşümüdür bizim sinemamız ya da insanların güncel gerçeklerini perdeye taşımaktır sanatımız.” diyerek sanata bakış anlayışlarına gönderme yapıyordu adeta. Bunları konuşurken, tarihî şehirde hangi evin hangi şahsiyete ait olduğunu da gösteriyordu bir yandan.
İlerlerken kalabalığın hummalı koşuşturmasına sahne olan bir sokağa girdik. Çekimlerin bugün bu bölümde yapıldığını anlamıştık. Kalabalığın arasından geçerek küçük bir meydanı andıran geniş bir alana çıktık. Çalışmasına ara verip bizi karşılamak için bize doğru yürüyen adamın filmin yapımcısı Davut Mir Bâkırî olduğunu gördüm. Onu sabahleyin Jam-e Jam gazetesinde görmüştüm. Kısa bir röportajı vardı gazetede. “Bugünden itibaren çekimlere yeniden başlayacağını” söylemişti röportajda. Bir müddet önce kısmî bir felç geçirdiği için hastaneye yatırılmış, iyileşince hemen çekim setine dönmüştü. Selâmlayıp tanıştırıldıktan sonra hâl-hatır sorup hemen oraya dizilen sandalyeye oturduk. Çok yorgun ve bitkin görünüyordu; ancak gözlerinde umut ışıkları parlıyor, bir an önce hasta hâliyle çekimleri bitirmeye gayret ediyor gibiydi.
Geçmiş olsun dileklerimizi kendisine ilettim ve İmam Ali (a.s) filminden dolayı takdir edip bu çalışmalarında da başarılar diledim. Ayrıca İmam Ali (a.s) filminin Türkiye’de CD olarak seslendirilip piyasaya sürüldüğünü söyledim ve filmin çok beğenildiğini anlattım. Yere bakan başını kaldırıp üzgün bir şekilde, “Ne yazık ki İmam Ali (a.s) filminin önemli bölümleri sansür edilmiş!” diyerek tekrar başını aşağı dikti. Biraz öyle dalıp gittikten sonra başını kaldırıp sadece, “İnsanlar tarihe ve sanata daha saygılı davranmalı!” diyebildi. Ardından, “Bizim ülkemizde de bazen yabancı filmler bu tür olaylara sahne oluyor.” diyerek sanatta uygulanan dünya çapındaki siyasetten pek de hoşnut olmadığını anlatıyordu bakışlarıyla.
Daha sonra İran’da ve gösterildiği ülkelerde hayranlık uyandıran “İmam Ali” ve “Kaybedilmiş Masumiyet” adlı filmlerinden kısaca bahsetti ve hazırlanmakta olan “Muhtarname” adlı dizinin daha etkileyici olacağını ümit ettiğini söyledi. Kendisine Türkiye’den götürdüğümüz çikolatayı takdim edip İmam Ali (a.s) ve “Aşkın Velâyeti” dizi setini, “Kerbela Şahidi” filminin Türkçe’ye imkânsızlıklar içerisinde seslendirilmiş hâlini hediye ederek fazla vakitlerini almayalım diye kendisinden müsaade istedik. Sıcak bir çay ikram edeceğini ve daha sonra çekimleri yakından bize gösterebileceğini söyledi nazikçe. Birlikte çay içtikten sonra çekim setine geçtik.
Hz. Hüseyin’in (a.s) kesik başı Kufe’ye getirildiğinde, o mübarek başı alıp evine götüren ve tandıra atan zalim Huli’nin evinde cereyan eden olayların çekimi yapılıyordu.
Huli’nin imanlı karısının bu olayı fark edip Hz. Hüseyin’e (a.s) ağıt yaktığı sahne çekimlerini izlerken bile gözyaşlarımıza güçlükle hâkim oluyorduk. Yarım saate kadar bu sanat ve mesaj dolu filmin çekimlerini seyrettikten sonra kendilerinden bu filmi de Türkçe’ye kazandırmak için söz alıp başarılar dileyerek tarihî Kufe şehrinden ayrıldık.
Yorum