-Son Bölüm-
Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu:
"Ey Yahudi kardeş! O imtihanların beşincisi ise şudur: Bazıları bana biat ettikten sonra bahane arayıp sorun çıkarmaya koyuldular. Benim yanımda aradıklarını bulamayanlar, o kadını (Aişe) bana karşı kışkırttılar. Oysaki ben, onun emir sahibi ve Resulullah'ın vasiyeti üzere onun velisiydim. Ama buna rağmen ihtilâf ateşini körükleyenler, onu bir deveye bindirip susuz kuru çöllerde gezdirdiler. Hav'eb'de köpekler ona havladılar. Onlar, bana karşı başlattıkları bu harekette ilerledikçe pişmanlıkları artıyordu. Çünkü ikinci kez biatimi bozuyorlardı. İlkin Resulullah'ın zamanında ve ikinci kez Osman'ın ölümünden sonra bozdular biatimi."
"Ama o kadın bana karşı olan muhalefetinde ayak diretiyor, bir türlü vazgeçmiyordu. Sonunda elleri kısa, sakalları uzun, akılları az ve fikirleri bozuk bir şehir halkını yoldan çıkarttılar. Onlar da sorup bilmeden delicesine kılıç sallayıp ok fırlattılar."
"Ben onlarla karşılaştığımda iki sorunla karşı karşıya idim: Eğer onları kendi başlarına bırakacak olsaydım, ayaklanmaktan vazgeçmeyip çıkardıkları fesadı yayacaklardı. Ve eğer onların önünü almaya kalksaydım, iş istemediğim bir yere (savaşa) varacaktı."
"Bu yüzden önce onlarla konuşmak istedim. Onların delillerini batıl edip bahanelerini kesip attım. Onları vaatler ve tehditlerle işlerinden alıkoymaya çalıştım. O kadına bizzat haber göndererek evine dönmesini tavsiye ettim. Onu bu çöllere getirenlerle konuşup bana verdikleri söze ve ettikleri biate sadık kalmalarını istedim. Onları bu yoldan alıkoymak için elimden geleni yaptım."
"Zübeyir ile sohbete oturup ona hakikati hatırlattım; elbette o kabul ederek ordusundan ayrıldı. Sonra halka doğru yöneldim ve onları ikna etmeye çalıştım."
"Mümkün olduğunca savaşı ertelemeye çalıştım; ama beyhude! Ben onları sulha davet ederken, onlar daha da cüretkâr oldular, cahilleştiler ve dalaletleri daha da arttı. Savaştan başka hiçbir şeye razı olmuyorlardı. Sonunda onların batıl hayallerine, kudurmuş fikirlerine ve yaydıkları fesada son vermek için savaştan başka yol bulamadım. Savaş bineğine binip, çıplak kılıcımla fesat kafilesine saldırdım. Savaş hemen onların aleyhine dönüverdi ve ağır hasarlar alarak kolayca yenildiler. Allah Teala, onlarla benim aramda güzel bir şekilde hükmedip, işe son verdi. Allah bizim aramızda olup bitene şahittir."
Sonra ashabına dönerek; "Böyle değil mi?" dedi.
Onlar da; "Öyledir, ey Müminlerin Emiri!" dediler.
Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu:
"Ey Yahudi kardeş! Altıncı imtihan, hakemlik olayı ve Hz. Hamza'nın ciğerini yiyen Hind'in oğluyla aramızda çıkan savaştı. Bu lânetlenmiş adam, tâ başından beri Allah'a, Peygamber'e ve iman edenlere karşı düşmanlık güdüyordu. Ama Mekke'nin fethi günü gelince, babasıyla beraber teslim olmak zorunda kaldı. O gün ondan ve babasından, benim için itaat yemini alındı. Ve bu yemin değişik münasebetlerle üç kez tekrarlandı."
"Onun babası, dün (Ebubekir zamanında) bana Emir'ül-Müminin hitabıyla selâm verip hakkımı almam için tavsiyelerde bulunuyor ve her zaman bana sadakatini ilân edip biatini yeniliyordu. Ama o (Muaviye), beni Müslümanların halifesi olarak gördüğünde Allah'ın benim hakkımı bana iade ettiğini anladı. Müslümanların dördüncü halifesi olma hayali suya düşünce, Amr bin As'a yönelip geniş Mısır yöresini onun emrine verdi. Oysa onun böyle bir hakkı yoktu. Hiç kimsenin beytülmalden bir dirhem fazla pay almaya hakkı olmadığı gibi, hükümdarın da hiç kimseye hakkından daha fazla bir şey vermeye hakkı yoktur. Muaviye, onun yardımıyla İslâm şehirlerinde zulüm ve tuğyana başladı. Bana ettiği biati bozduğu yetmemiş gibi, bir de karşımda saf çekip, İslâm diyarında kargaşa çıkarttı. Bunların haberi art arda bana gelirken, Muğîre bin Şu'be yanıma geldi; nasihat verircesine tavır alıp; "Bu kargaşalık dinene kadar Muaviye'ye dokunma; bırak senin valin olarak Şam'da hükûmet etsin." dedi. Elbette bu söz o günün siyasetine göre isabetli bir düşünceydi. Eğer Allah katında böyle bir işin günahından ve Muaviye'nin benim valim unvanıyla yapacağı zulümlerden bir kaçış yolu bulabilseydim, böyle yapardım. Ama onun görüşünü hemencecik reddetmedim. Bu görüş hakkında Peygamber-i Ekrem'in değerli ashabının görüşlerini aldım; Bedir Savaşı'na katılanlarla, Peygamber'in yanında sevgi, saygı ve hürmet sahibi olanlarla müşavere ettim. Onlar da, Allah'a şükürler olsun, benim görüşümü benimseyip Hind oğlu Muaviye'nin Müslümanların başında serbest bırakılmasına Allah katında bir yol bulamayıp bu görüşü reddettiler. Ve beni, Muaviye gibi sapık insanları iş başına getirerek kendi hükûmetimi güvenceye almak gibi bir işten sakındırdılar."
"Ben, yaptığı zulümlerden vazgeçmesi ve çıkardığı bu kargaşa ateşini söndürmesi için Muaviye'ye elçiler gönderdim. Cerir bin Abdullah Becelî ve Ebu Musa Eş'arî'yi onun yanına gönderdim; ama onların ikisi de heveslerine uyup Muaviye'nin yanlışlarını tasdik ettiler."
"Muaviye'nin artık haddi aşıp ilâhî kuralları çiğnemekten bir korkusu olmadığını anlayınca, onunla savaşmaya hazırlandım. Ama savaşı ben başlatmadım. Onu savaş fikrinden vazgeçirmek için mektuplar ve elçiler gönderdim. Ben, onu yaptığı büyük zulümlerden sakındırırken, o bana alaylı mektuplar yazıp Allah'ın, Peygamber'in ve hiçbir Müslümanın razı olmayacağı şartlar ileri sürüyordu."
"Bazı mektuplarında Peygamber'in en iyi ashabından olan bazılarını ona teslim etmemi istiyordu. Örneğin, Ammar bin Yasir'i ona vermemi istiyordu. Acaba Ammar gibi birini bulmak mümkün mü? Allah'a andolsun, o Peygamber'in has ve yakın ashabındandı. Ammar, her zaman Resulullah'ın yanındaydı. Eğer biz beş kişi Peygamber'in yanında olsaydık, Ammar altıncımızdı; ve eğer dört kişi olsaydık, o beşincimizdi."
"Muaviye, Osman'ın öldürülmesi bahanesiyle böyle bir kişiyi benden alıp dar ağacında asmak istiyordu. Ama Allah'a yemin ederim ki halkı Osman aleyhine kışkırtan Muaviye'ydi. Yüce Allah'ın Kur'ân'da lânetlediği ağacın dalları olan Muaviye ve onun Benî Ümeyye'den olan adamları, halkı Osman'ı öldürmeye tahrik ettiler."
"Her neyse; Muaviye, şartlarını kabul etmeyeceğimi anlayınca bana karşı ayaklandı ve batıl hayallere kapılarak bu itaatsizliğiyle böbürlendi. O, akılları ve idrakleri olmayan bir grup aptal ve ahmağı etrafına toplamak için dünya malından gereğince harcadı ve onları toplayıp gerçekleri ters göstererek bizim üzerimize kışkırttı. Biz de onların karşısında direnerek kendimizi savunduk ve Allah'ın yardımıyla her zamanki gibi düşmana galip geldik. Bizim elimizde Peygamber'in bayrağı vardı. Muaviye ise babasından kalan küfür ve inat bayrağıyla savaşıyordu. Muaviye son anlarını yaşıyordu, ölümle onun arasında fazla bir fasıla kalmamıştı. Savaştan kaçmaktan başka çaresi yoktu. Bu yüzden atına atlayıp bayrağını yere fırlattı; eli ayağı birbirine karışmışken Amr bin As'tan yardım istedi. O da Kur'ân sayfalarını mızraklara asmayı ve bizi Kur'ân'ın hakemliğine çağırmayı teklif etti. İbn-i As, Muaviye'ye; 'Ali ve adamları dindardırlar ve kan dökmeye meraklı değiller. Onlar işin başında seni Kur'ân hükümlerine davet etmişlerdi. Bugün sen Kur'ân'ın hakemliğini teklif edecek olsan, bunu kabul edeceklerdir.' dedi. Muaviye de başka çaresi olmadığını görünce bu hileye başvurdu."
"Benim ordumda söz sahibi değerli komutanlar şehit olmuş, kalan diğerleri de uzun süren bu savaştan yorulmuş ve Muaviye'nin davet ettiği hükme sadık kalacağını sanmışlardı. Bu yüzden onların birçoğu bu hileye aldanarak Muaviye'nin davetini kabul ettiler."
"Bu arada ben, bunun apaçık bir hile olduğunu söyledimse de sözümü dinlemediler, karşımda durup hayasızca; 'Sen istesen de, istemesen de biz savaşmayacağız. Muaviye'nin davetini kabul ediyoruz.' dediler. Bazıları rezillikte haddini aşıp; 'Ali hakeme gidilmesini kabul etmese, onu öldürür ya da onu ve ailesini Muaviye'ye teslim ederiz.' dediler. Allah da şahittir ki ben kendi görüşüme göre hareket edebilmek için elimden geleni yaptım, ama boşunaydı."
"Fesadın kökünü kesmek için -devenin sütünü sağabilecek kadar- az bir zaman istedim, ama kabul etmediler. Ben kendi görüşüme göre hareket etmekten hiçbir korkum yoktu; fakat baktım ki eğer hakeme gidilmesini kabul etmesem, Peygamber'in bu iki oğlu (İmam Hasan ve İmam Hüseyin) boş yere öldürülecek ve Peygamber'in nesli kesilecekti. Eğer onların isteğini kabul etmeseydim, bunların da (Abdullah bin Cafer ve Muhammed bin Hanefiye) kanı boş yere dökülecekti. Bundan dolayı istemeden onların isteğini kabul ettim."
"Ama biz savaştan el çekip, kılıçlarımızı yere koyunca, Kur'ân'a davet edenler, Kur'ân'ı kenara iterek kendi isteklerine göre hüküm verdiler. Eğer benim elimde olsaydı, hakemlik olayını kabul etmezdim; çünkü savaşın bizim lehimize olduğu bir anda hakem seçmek büyük bir yanlıştı."
"Ama maalesef bunu seçtiler. O gün savaşı durdurup hakem seçmekten başka bir şeye razı olmadılar. Ben, kendi yaranlarımın bilgisizlik ve cehaletiyle kuşatılmış bir vaziyette, hakemlik için akıl ve idrak sahibi imanlı birini önermek istiyordum. Ama ben her kimi önerdiysem, Hind'in oğlu kabul etmedi. Bütün hak sözlerimi reddetti. Benim aldanmış adamlarım da onu destekliyorlardı. Ve sonunda öyle birini seçtiler ki As'ın oğlu onu kandırıp rezil etti. Rezaletini doğuda, batıda işitmeyen kalmadı; kendisi de rezil olduktan sonra hakem olduğuna pişman oldu."
Sonra ashabına dönerek; "Böyle değil mi?" dedi.
Onlar da; "Öyledir, ey Müminlerin Emiri!" dediler.
Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu:
"Ey Yahudi kardeş! Yedinci imtihan da şudur: Peygamber-i Ekrem, ömrümün son yollarında namaz kılan, oruç tutan, Kur'ân okuyan, gece namazı kılan ve benim yanımda yer alan adamlarla savaşmak zorunda kalacağımı ve onların bana muhalefet edeceklerini ve benimle savaşmaları nedeniyle yaydan fırlayan ok gibi dinden çıkacaklarını ve aralarında "Zussedy" adlı birinin de olacağını haber vermişti."
"Hakemlik olayından sonra buraya (Kûfe) dönünce, hakemlikte ayak diretenler işlerinden pişman oldular ve birbirlerini kınamaya başladılar. Kısa bir süre sonra bu işin günahını benim üstüme yıkmaktan başka çare bulamadılar. Onların; 'Bizim emirimiz Ali, bu yanlışımıza katılmamalıydı; kendisinin ve yakınlarının ölümüyle de sonuçlansaydı, kendi görüşüne göre hareket etmeliydi. Ama o, görüşümüzün hatalı olduğunu bilmesine rağmen bize uydu ve bu işiyle kâfir oldu. Onun tövbe etmesi lâzım. Eğer tövbe etmezse, onun kanı bize helâldir, onu öldürmek lâzımdır.' dediler."
"Bunlar böyle batıl bir görüş üzere toplanıp büyük bir cemaat oluşturdular ve; 'Hüküm ancak Allah'ındır.' sloganları attılar. Sonra birkaç gruba ayrılıp, üç değişik yere doğru hareket ettiler."
"Bunlar, yolda gördükleri her Müslümandan birkaç soru soruyor, görüşünü alıyor ve görüşleri kendi görüşleriyle tutmadığında onun kanını helâl bilip öldürüyorlardı."
"Ben önce onların iki grubuyla görüştüm; onları hakka uymaya, Allah'a itaat edip O'na dönmeye davet ettim. Ama kabul etmediler. Hasta kalpleri savaştan başka bir şeye razı olmuyordu. Sonunda onlarla savaşmak zorunda kaldık ve Allah Teala onları helâk etti."
"Ey Yahudi kardeş! Eğer onlar inatlarından ve cehaletlerinden vazgeçip kendilerini ölüme atmasaydılar, şimdi İslâm'ın gelişmesine yardım edecek çok büyük bir güç olurlardı."
"Sonra onlardan arta kalan üçüncü gruba mektuplar yazdım ve onların yanına züht ve takva sahibi olarak tanıdıkları elçiler gönderdim. Ama sanki bunları alınyazısı öteki dostlarının kaderleriyle düğümlemişti. Bunlar da önceki grubun yolunu takip ettiler de önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçirmeye başladılar. Onların işlediği cinayetler art arda bana ulaşıyordu. Onları hidayet yoluna eriştirmek için elimden geleni yaptım. Onlara; bu işlerden vazgeçip tövbe edecek olsalar, kendilerini affedeceğimi, can ve mallarının saygınlığını koruyacağımı yazdım. Bu mesajı defalarca bunlarla (Malik-i Eşter, Hunayf bin Kays, Sa'd bin Kays-i Erhebî) gönderdim. Ama hiç fayda vermedi ve sonunda onlarla savaştık. Onlar dört bini aşkın bir orduydu. Sonunda birkaç kişi hariç hepsi öldüler. Ben, bu ashabımın huzurunda, kadın memesi gibi bir memesi olan "Zussedy"in cesedini ölülerin arasından çekip çıkardım."
"Böylece fitnenin gözünü çıkarıp, fitne ateşini söndürdüm. Bu işi benden başka hiç kimse yapamazdı."
Sonra ashabına dönerek; "Böyle değil mi?" diye sordu.
Onlar da; "Öyledir, ey Müminlerin Emiri!" dediler.
Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu:
"Ey Yahudi kardeş! Bunlar, Peygamber-i Ekrem'in hayatında ve ondan sonra başıma gelen on dört imtihandı. Allah'ın yardımıyla hepsinden başarıyla çıktım. Ama son bir imtihan kaldı, onun da zamanı, çok geçmez, gelip çatar."
Bunu duyan ashap ve Yahudi haham şiddetle ağladılar ve bu son imtihanın ne olduğunu sordular.
İmam (a.s) eliyle anlına ve sakalına işaret ederek; "Bu sakalımın, başımın kanıyla boyanmasıdır." buyurdu.
Bunu duyan halkın camide yüksek sesle ağlayış ve haykırışı, Kûfe şehrine yayıldı. Evlerinde oturan insanlar bu sesi duyup sokağa döküldüler.
Bu olay üzerine Hz. Ali'nin (a.s) huzurunda Müslüman olan Yahudilerin reisi, Hz. Ali'nin (a.s) şahadetine kadar Kûfe'den ayrılmadı. İmam Ali (a.s), lânetli İbn-i Mülcem tarafından şehit edilince, İbn-i Mülcem'i yakalayıp İmam Hasan'ın (a.s) huzuruna getirdiklerinde, eskiden Yahudi olan o adam, İmam Hasan'a (a.s.) hitaben; 'Ey Ebu Muhemmed, Allah bunu öldürsün, bunu öldür. Ben Hz. Musa'ya (a.s.) inen kitapta, bu adamın, kardeşini öldüren Kabil'den ve Hz. Salih'in (a.s.) devesini öldüren katilden daha günahkâr ve daha sapık olduğunu gördüm." dedi.
Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu:
"Ey Yahudi kardeş! O imtihanların beşincisi ise şudur: Bazıları bana biat ettikten sonra bahane arayıp sorun çıkarmaya koyuldular. Benim yanımda aradıklarını bulamayanlar, o kadını (Aişe) bana karşı kışkırttılar. Oysaki ben, onun emir sahibi ve Resulullah'ın vasiyeti üzere onun velisiydim. Ama buna rağmen ihtilâf ateşini körükleyenler, onu bir deveye bindirip susuz kuru çöllerde gezdirdiler. Hav'eb'de köpekler ona havladılar. Onlar, bana karşı başlattıkları bu harekette ilerledikçe pişmanlıkları artıyordu. Çünkü ikinci kez biatimi bozuyorlardı. İlkin Resulullah'ın zamanında ve ikinci kez Osman'ın ölümünden sonra bozdular biatimi."
"Ama o kadın bana karşı olan muhalefetinde ayak diretiyor, bir türlü vazgeçmiyordu. Sonunda elleri kısa, sakalları uzun, akılları az ve fikirleri bozuk bir şehir halkını yoldan çıkarttılar. Onlar da sorup bilmeden delicesine kılıç sallayıp ok fırlattılar."
"Ben onlarla karşılaştığımda iki sorunla karşı karşıya idim: Eğer onları kendi başlarına bırakacak olsaydım, ayaklanmaktan vazgeçmeyip çıkardıkları fesadı yayacaklardı. Ve eğer onların önünü almaya kalksaydım, iş istemediğim bir yere (savaşa) varacaktı."
"Bu yüzden önce onlarla konuşmak istedim. Onların delillerini batıl edip bahanelerini kesip attım. Onları vaatler ve tehditlerle işlerinden alıkoymaya çalıştım. O kadına bizzat haber göndererek evine dönmesini tavsiye ettim. Onu bu çöllere getirenlerle konuşup bana verdikleri söze ve ettikleri biate sadık kalmalarını istedim. Onları bu yoldan alıkoymak için elimden geleni yaptım."
"Zübeyir ile sohbete oturup ona hakikati hatırlattım; elbette o kabul ederek ordusundan ayrıldı. Sonra halka doğru yöneldim ve onları ikna etmeye çalıştım."
"Mümkün olduğunca savaşı ertelemeye çalıştım; ama beyhude! Ben onları sulha davet ederken, onlar daha da cüretkâr oldular, cahilleştiler ve dalaletleri daha da arttı. Savaştan başka hiçbir şeye razı olmuyorlardı. Sonunda onların batıl hayallerine, kudurmuş fikirlerine ve yaydıkları fesada son vermek için savaştan başka yol bulamadım. Savaş bineğine binip, çıplak kılıcımla fesat kafilesine saldırdım. Savaş hemen onların aleyhine dönüverdi ve ağır hasarlar alarak kolayca yenildiler. Allah Teala, onlarla benim aramda güzel bir şekilde hükmedip, işe son verdi. Allah bizim aramızda olup bitene şahittir."
Sonra ashabına dönerek; "Böyle değil mi?" dedi.
Onlar da; "Öyledir, ey Müminlerin Emiri!" dediler.
Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu:
"Ey Yahudi kardeş! Altıncı imtihan, hakemlik olayı ve Hz. Hamza'nın ciğerini yiyen Hind'in oğluyla aramızda çıkan savaştı. Bu lânetlenmiş adam, tâ başından beri Allah'a, Peygamber'e ve iman edenlere karşı düşmanlık güdüyordu. Ama Mekke'nin fethi günü gelince, babasıyla beraber teslim olmak zorunda kaldı. O gün ondan ve babasından, benim için itaat yemini alındı. Ve bu yemin değişik münasebetlerle üç kez tekrarlandı."
"Onun babası, dün (Ebubekir zamanında) bana Emir'ül-Müminin hitabıyla selâm verip hakkımı almam için tavsiyelerde bulunuyor ve her zaman bana sadakatini ilân edip biatini yeniliyordu. Ama o (Muaviye), beni Müslümanların halifesi olarak gördüğünde Allah'ın benim hakkımı bana iade ettiğini anladı. Müslümanların dördüncü halifesi olma hayali suya düşünce, Amr bin As'a yönelip geniş Mısır yöresini onun emrine verdi. Oysa onun böyle bir hakkı yoktu. Hiç kimsenin beytülmalden bir dirhem fazla pay almaya hakkı olmadığı gibi, hükümdarın da hiç kimseye hakkından daha fazla bir şey vermeye hakkı yoktur. Muaviye, onun yardımıyla İslâm şehirlerinde zulüm ve tuğyana başladı. Bana ettiği biati bozduğu yetmemiş gibi, bir de karşımda saf çekip, İslâm diyarında kargaşa çıkarttı. Bunların haberi art arda bana gelirken, Muğîre bin Şu'be yanıma geldi; nasihat verircesine tavır alıp; "Bu kargaşalık dinene kadar Muaviye'ye dokunma; bırak senin valin olarak Şam'da hükûmet etsin." dedi. Elbette bu söz o günün siyasetine göre isabetli bir düşünceydi. Eğer Allah katında böyle bir işin günahından ve Muaviye'nin benim valim unvanıyla yapacağı zulümlerden bir kaçış yolu bulabilseydim, böyle yapardım. Ama onun görüşünü hemencecik reddetmedim. Bu görüş hakkında Peygamber-i Ekrem'in değerli ashabının görüşlerini aldım; Bedir Savaşı'na katılanlarla, Peygamber'in yanında sevgi, saygı ve hürmet sahibi olanlarla müşavere ettim. Onlar da, Allah'a şükürler olsun, benim görüşümü benimseyip Hind oğlu Muaviye'nin Müslümanların başında serbest bırakılmasına Allah katında bir yol bulamayıp bu görüşü reddettiler. Ve beni, Muaviye gibi sapık insanları iş başına getirerek kendi hükûmetimi güvenceye almak gibi bir işten sakındırdılar."
"Ben, yaptığı zulümlerden vazgeçmesi ve çıkardığı bu kargaşa ateşini söndürmesi için Muaviye'ye elçiler gönderdim. Cerir bin Abdullah Becelî ve Ebu Musa Eş'arî'yi onun yanına gönderdim; ama onların ikisi de heveslerine uyup Muaviye'nin yanlışlarını tasdik ettiler."
"Muaviye'nin artık haddi aşıp ilâhî kuralları çiğnemekten bir korkusu olmadığını anlayınca, onunla savaşmaya hazırlandım. Ama savaşı ben başlatmadım. Onu savaş fikrinden vazgeçirmek için mektuplar ve elçiler gönderdim. Ben, onu yaptığı büyük zulümlerden sakındırırken, o bana alaylı mektuplar yazıp Allah'ın, Peygamber'in ve hiçbir Müslümanın razı olmayacağı şartlar ileri sürüyordu."
"Bazı mektuplarında Peygamber'in en iyi ashabından olan bazılarını ona teslim etmemi istiyordu. Örneğin, Ammar bin Yasir'i ona vermemi istiyordu. Acaba Ammar gibi birini bulmak mümkün mü? Allah'a andolsun, o Peygamber'in has ve yakın ashabındandı. Ammar, her zaman Resulullah'ın yanındaydı. Eğer biz beş kişi Peygamber'in yanında olsaydık, Ammar altıncımızdı; ve eğer dört kişi olsaydık, o beşincimizdi."
"Muaviye, Osman'ın öldürülmesi bahanesiyle böyle bir kişiyi benden alıp dar ağacında asmak istiyordu. Ama Allah'a yemin ederim ki halkı Osman aleyhine kışkırtan Muaviye'ydi. Yüce Allah'ın Kur'ân'da lânetlediği ağacın dalları olan Muaviye ve onun Benî Ümeyye'den olan adamları, halkı Osman'ı öldürmeye tahrik ettiler."
"Her neyse; Muaviye, şartlarını kabul etmeyeceğimi anlayınca bana karşı ayaklandı ve batıl hayallere kapılarak bu itaatsizliğiyle böbürlendi. O, akılları ve idrakleri olmayan bir grup aptal ve ahmağı etrafına toplamak için dünya malından gereğince harcadı ve onları toplayıp gerçekleri ters göstererek bizim üzerimize kışkırttı. Biz de onların karşısında direnerek kendimizi savunduk ve Allah'ın yardımıyla her zamanki gibi düşmana galip geldik. Bizim elimizde Peygamber'in bayrağı vardı. Muaviye ise babasından kalan küfür ve inat bayrağıyla savaşıyordu. Muaviye son anlarını yaşıyordu, ölümle onun arasında fazla bir fasıla kalmamıştı. Savaştan kaçmaktan başka çaresi yoktu. Bu yüzden atına atlayıp bayrağını yere fırlattı; eli ayağı birbirine karışmışken Amr bin As'tan yardım istedi. O da Kur'ân sayfalarını mızraklara asmayı ve bizi Kur'ân'ın hakemliğine çağırmayı teklif etti. İbn-i As, Muaviye'ye; 'Ali ve adamları dindardırlar ve kan dökmeye meraklı değiller. Onlar işin başında seni Kur'ân hükümlerine davet etmişlerdi. Bugün sen Kur'ân'ın hakemliğini teklif edecek olsan, bunu kabul edeceklerdir.' dedi. Muaviye de başka çaresi olmadığını görünce bu hileye başvurdu."
"Benim ordumda söz sahibi değerli komutanlar şehit olmuş, kalan diğerleri de uzun süren bu savaştan yorulmuş ve Muaviye'nin davet ettiği hükme sadık kalacağını sanmışlardı. Bu yüzden onların birçoğu bu hileye aldanarak Muaviye'nin davetini kabul ettiler."
"Bu arada ben, bunun apaçık bir hile olduğunu söyledimse de sözümü dinlemediler, karşımda durup hayasızca; 'Sen istesen de, istemesen de biz savaşmayacağız. Muaviye'nin davetini kabul ediyoruz.' dediler. Bazıları rezillikte haddini aşıp; 'Ali hakeme gidilmesini kabul etmese, onu öldürür ya da onu ve ailesini Muaviye'ye teslim ederiz.' dediler. Allah da şahittir ki ben kendi görüşüme göre hareket edebilmek için elimden geleni yaptım, ama boşunaydı."
"Fesadın kökünü kesmek için -devenin sütünü sağabilecek kadar- az bir zaman istedim, ama kabul etmediler. Ben kendi görüşüme göre hareket etmekten hiçbir korkum yoktu; fakat baktım ki eğer hakeme gidilmesini kabul etmesem, Peygamber'in bu iki oğlu (İmam Hasan ve İmam Hüseyin) boş yere öldürülecek ve Peygamber'in nesli kesilecekti. Eğer onların isteğini kabul etmeseydim, bunların da (Abdullah bin Cafer ve Muhammed bin Hanefiye) kanı boş yere dökülecekti. Bundan dolayı istemeden onların isteğini kabul ettim."
"Ama biz savaştan el çekip, kılıçlarımızı yere koyunca, Kur'ân'a davet edenler, Kur'ân'ı kenara iterek kendi isteklerine göre hüküm verdiler. Eğer benim elimde olsaydı, hakemlik olayını kabul etmezdim; çünkü savaşın bizim lehimize olduğu bir anda hakem seçmek büyük bir yanlıştı."
"Ama maalesef bunu seçtiler. O gün savaşı durdurup hakem seçmekten başka bir şeye razı olmadılar. Ben, kendi yaranlarımın bilgisizlik ve cehaletiyle kuşatılmış bir vaziyette, hakemlik için akıl ve idrak sahibi imanlı birini önermek istiyordum. Ama ben her kimi önerdiysem, Hind'in oğlu kabul etmedi. Bütün hak sözlerimi reddetti. Benim aldanmış adamlarım da onu destekliyorlardı. Ve sonunda öyle birini seçtiler ki As'ın oğlu onu kandırıp rezil etti. Rezaletini doğuda, batıda işitmeyen kalmadı; kendisi de rezil olduktan sonra hakem olduğuna pişman oldu."
Sonra ashabına dönerek; "Böyle değil mi?" dedi.
Onlar da; "Öyledir, ey Müminlerin Emiri!" dediler.
Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu:
"Ey Yahudi kardeş! Yedinci imtihan da şudur: Peygamber-i Ekrem, ömrümün son yollarında namaz kılan, oruç tutan, Kur'ân okuyan, gece namazı kılan ve benim yanımda yer alan adamlarla savaşmak zorunda kalacağımı ve onların bana muhalefet edeceklerini ve benimle savaşmaları nedeniyle yaydan fırlayan ok gibi dinden çıkacaklarını ve aralarında "Zussedy" adlı birinin de olacağını haber vermişti."
"Hakemlik olayından sonra buraya (Kûfe) dönünce, hakemlikte ayak diretenler işlerinden pişman oldular ve birbirlerini kınamaya başladılar. Kısa bir süre sonra bu işin günahını benim üstüme yıkmaktan başka çare bulamadılar. Onların; 'Bizim emirimiz Ali, bu yanlışımıza katılmamalıydı; kendisinin ve yakınlarının ölümüyle de sonuçlansaydı, kendi görüşüne göre hareket etmeliydi. Ama o, görüşümüzün hatalı olduğunu bilmesine rağmen bize uydu ve bu işiyle kâfir oldu. Onun tövbe etmesi lâzım. Eğer tövbe etmezse, onun kanı bize helâldir, onu öldürmek lâzımdır.' dediler."
"Bunlar böyle batıl bir görüş üzere toplanıp büyük bir cemaat oluşturdular ve; 'Hüküm ancak Allah'ındır.' sloganları attılar. Sonra birkaç gruba ayrılıp, üç değişik yere doğru hareket ettiler."
"Bunlar, yolda gördükleri her Müslümandan birkaç soru soruyor, görüşünü alıyor ve görüşleri kendi görüşleriyle tutmadığında onun kanını helâl bilip öldürüyorlardı."
"Ben önce onların iki grubuyla görüştüm; onları hakka uymaya, Allah'a itaat edip O'na dönmeye davet ettim. Ama kabul etmediler. Hasta kalpleri savaştan başka bir şeye razı olmuyordu. Sonunda onlarla savaşmak zorunda kaldık ve Allah Teala onları helâk etti."
"Ey Yahudi kardeş! Eğer onlar inatlarından ve cehaletlerinden vazgeçip kendilerini ölüme atmasaydılar, şimdi İslâm'ın gelişmesine yardım edecek çok büyük bir güç olurlardı."
"Sonra onlardan arta kalan üçüncü gruba mektuplar yazdım ve onların yanına züht ve takva sahibi olarak tanıdıkları elçiler gönderdim. Ama sanki bunları alınyazısı öteki dostlarının kaderleriyle düğümlemişti. Bunlar da önceki grubun yolunu takip ettiler de önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçirmeye başladılar. Onların işlediği cinayetler art arda bana ulaşıyordu. Onları hidayet yoluna eriştirmek için elimden geleni yaptım. Onlara; bu işlerden vazgeçip tövbe edecek olsalar, kendilerini affedeceğimi, can ve mallarının saygınlığını koruyacağımı yazdım. Bu mesajı defalarca bunlarla (Malik-i Eşter, Hunayf bin Kays, Sa'd bin Kays-i Erhebî) gönderdim. Ama hiç fayda vermedi ve sonunda onlarla savaştık. Onlar dört bini aşkın bir orduydu. Sonunda birkaç kişi hariç hepsi öldüler. Ben, bu ashabımın huzurunda, kadın memesi gibi bir memesi olan "Zussedy"in cesedini ölülerin arasından çekip çıkardım."
"Böylece fitnenin gözünü çıkarıp, fitne ateşini söndürdüm. Bu işi benden başka hiç kimse yapamazdı."
Sonra ashabına dönerek; "Böyle değil mi?" diye sordu.
Onlar da; "Öyledir, ey Müminlerin Emiri!" dediler.
Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu:
"Ey Yahudi kardeş! Bunlar, Peygamber-i Ekrem'in hayatında ve ondan sonra başıma gelen on dört imtihandı. Allah'ın yardımıyla hepsinden başarıyla çıktım. Ama son bir imtihan kaldı, onun da zamanı, çok geçmez, gelip çatar."
Bunu duyan ashap ve Yahudi haham şiddetle ağladılar ve bu son imtihanın ne olduğunu sordular.
İmam (a.s) eliyle anlına ve sakalına işaret ederek; "Bu sakalımın, başımın kanıyla boyanmasıdır." buyurdu.
Bunu duyan halkın camide yüksek sesle ağlayış ve haykırışı, Kûfe şehrine yayıldı. Evlerinde oturan insanlar bu sesi duyup sokağa döküldüler.
Bu olay üzerine Hz. Ali'nin (a.s) huzurunda Müslüman olan Yahudilerin reisi, Hz. Ali'nin (a.s) şahadetine kadar Kûfe'den ayrılmadı. İmam Ali (a.s), lânetli İbn-i Mülcem tarafından şehit edilince, İbn-i Mülcem'i yakalayıp İmam Hasan'ın (a.s) huzuruna getirdiklerinde, eskiden Yahudi olan o adam, İmam Hasan'a (a.s.) hitaben; 'Ey Ebu Muhemmed, Allah bunu öldürsün, bunu öldür. Ben Hz. Musa'ya (a.s.) inen kitapta, bu adamın, kardeşini öldüren Kabil'den ve Hz. Salih'in (a.s.) devesini öldüren katilden daha günahkâr ve daha sapık olduğunu gördüm." dedi.