Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

Daraltma
Bu sabit bir konudur.
X
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

    Bismillahirrahmanirrahim

    Musa AYDIN


    Peygamberlerin masumiyeti, -özellikle kelamcılar arasında- öteden beri konuşulan, tartışılan bir konu olarak canlılığını günümüze kadar korumuştur. Biz bu makalede dergimizin Resulullah özel sayısı münasebetiyle, özellikle Resulullah'ın (s.a.a) masumiyeti konusunu ana hatlarıyla işlemeye ve bu konudaki soruları cevaplamaya çalışacağız.

    Resulullah'ın (s.a.a) masumiyetinin diğer peygamberler gibi üç ana boyutu vardır:

    1- Vahyin ve şeriatın telakki ve tebliğinde mutlak (kasıtlı veya sehvi yanlışlardan) masumiyet.
    2- Sözlü veya ameli günahlardan masumiyet.
    3- Alelade ve normal hatalardan masumiyet.


    Bunların her birisinin hem akli hem de nakli delilleri vardır. Bu delillerin bir kısmı bütün peygamberleri kapsayan genel delillerdir. Bir kısmı ise Resulullah'a has delillerdir.

    Biz önce bütün Peygamberlerin masumiyetini ispatlayan akli ve nakli delillerden birkaçını özetle beyan edip, Kur'ân ve hadislerden Resulullah'ın şahsına özel olan bazı delilleri zikredeceğiz; ardından da, Resulullah'ın masumiyetiyle çeliştiği zannedilen bazı ayet ve rivayetleri, masumiyetle çelişmeyecek şekilde izah etmeye çalışacağız.

    #2
    Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

    Akli Deliller:

    a) Allah-u Teâlâ, peygamberleri, kullarını doğru yola hidayet etmek, onlara dünya ve ahiretteki saadetlerini doğrudan etkileyen doğru inanç ve amelleri göstermek ve onları kötü şeylerden sakındırmak için göndermiştir. Onlar, gerçekte yeryüzünde Allah-u Teâlâ'nın insanlar arasında olan temsilcileridirler. İnsanlara, her şeyin gerçeğini ve doğrusunu öğretmekle mükelleftirler. Bu durumda eğer, onların kendileri getirdikleri şeylere riayet etmez ve kendi öğretilerine aykırı hareket ederlerse, insanlar onların eylemleriyle sözleri arasında çelişki olduğunu görür ve böylece onlara karşı olan itimat ve güvenleri sarsılır. Neticede, onların sözlerine itimat etmezler. Bu ise, onların gönderilme ve görevlendirilme hedefinin tahakkuk etmemesine yol açar ve onların gönderilmesi gereksiz ve abes olur. Böyle bir şey İlahi lütuf ve hikmete aykırıdır. Dolayısıyla sonsuz İlahi hikmet ve lütuf onların masum olmalarını gerektirir ki, onların gönderilmesinden amaçlanan hedef gerçekleşebilsin.

    Bu gerekçe, peygamberlerin hayatlarının başından sonuna kadar masum olup, hatta sehven bile olsa bir hata ve günah yapmamalarını gerektirir. Zira ancak bu takdirde, halkın tam güvenine mazhar olup, istenen hedefe ulaşabilirler. Eğer onların sehven bile hata ve günah yapmaları mümkün olursa, birileri;
    onların "sehven günah işledik ve sehven hata ettik" gibi sözlerinin bir bahane olduğunu zanneder ve bunun sonucunda onlara olan güven ve itimatları sarsılabilir. Sonuçta risalet hedefi gerçekleşmez. O halde peygamberler her yönden ve her zaman için tam anlamıyla masum olmalıdırlar ki, kimse onlar hakkında herhangi bir şüpheye kapılmasın.

    b) Peygamberlerin görevi sadece İlahi mesajı insanlara ulaştırmakla sınırlı değildir. Onlar, bununla birlikte insanları tezkiye ve terbiye etmekle görevlidir. Peygamberlerin başta gelen görevlerinden biri de, insanları terbiye ederek onları kemalin en doruk noktasına ulaştırmak ve liyakati olan kimselere önderlik yaparak onları en güzel sıfatlarla donatmaktır. Başka bir deyişle onlar, talim ve öğretim görevlerinin yanı sıra, eğitim ve öğretim görevine de sahiptirler. Peygamberlerin, topluma önderlik edecekleri bu yönleri, toplumdaki en istidatlı kişileri de kapsamı altına almaktadır. Açıktır ki, bu görevle mükellef olan kimsenin kendisi, insani kemal ve karakter açısından en üstün derecede olup, en üstün nefsi olgunluğa sahip olması gerekir. Zira, kendinde kemal olmayan bir kimse, diğerlerine kemal yolunda örnek ve önder olamaz.

    Bu konuda üstün bilgiye sahip olmak, tek başına yeterli değildir. İnsanın kendisinin bizzat bu sıfatlarla donanmış olması gerekir. Bir önder ve terbiyecinin sözlerinden ve öğretilerinden daha çok, onun hareket, davranış, ahlak ve sıfatları, terbiyesi altında olan kimselerde etkin olur. Çünkü mürebbi, terbiyesi altında olan kimselerin kalbinde ve ruhlarının derinliğinde kendine yer bulmalıdır. Bu konuda sadece bilimsel öğretiler ve mantıksal deliller yeterli değildir. Terbiyede en önemli etken, mürebbinin davranış, ahlak ve karakter yapısıdır, onun konuşma yeteneği değil. Gerçi bu da kendi yerinde önemlidir. Ama terbiyede asıl önemli olan ameldir, söz değil. Davranışlarında, ahlak ve karakterinde eksiklik olan bir kimsenin sözleri de etkili olmaz. O halde risaletin hedefine ulaşılması için, peygamberin iman ve amel açısından hiçbir eksikliğinin olmaması, yaşantısında hiçbir kör nokta bulunmaması şarttır. Onun öğretilerinin; söylem ve eylemlerinde tam anlamıyla tecelli edip kendini göstermesi gerekir. Aksi takdirde o, topluma önder ve örnek olmaz. İnsanları kurtuluş sahiline götüremez. Demek ki, peygamberlerin her yönden ve hayatlarının bütün dönemlerinde masum olmaları gerekir ki, bu görevlerini de başarıyla îfa edebilsinler. Peygamberlerin gönderilmesini gerekli kılan İlahi hikmet, onların bu sıfatlara haiz olmalarını da gerekli kılıyor. Evet, "Sizden Allah'a ve Ahiret Gününe kavuşmayı arzulayanlar ve Allah'ı çokça ananlar için Allah'ın Resulü'nde uyulacak pek güzel bir örnek vardır." (Ahzap, 21) Açıktır ki, takva sahiplerine, Ahiret Gününü düşünenlere ancak gerçek anlamda günahtan masum olan bir şahsiyet örnek olabilir.

    Yorum


      #3
      Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

      Nakli Deliller:

      Nakli delillerden maksadımız yoğunlukla Kur'ân ayetleri ve bazı hadislerdir.

      1- Allah-u Teâlâ birçok ayetinde, Peygamberleri muhles (halis kılınmış kullar) olarak tanıtmaktadır. Örneğin şu ayetlerde:

      "Kuvvet ve murakabe imkânlarına sahip kullarımız olan İbrahim, İshak ve Yakub'u da an! Onları, ahireti sürekli hatırlama özelliğiyle, samimi halis kullar yaptık." (Sâd, 45–46)

      "Kitapta Musa'yı da an. O, muhles (halis kılınmış), peygamber ve resul idi." (Meryem, 51)

      "... Biz böylece ondan kötülük ve pisliği caydırdık. Şüphesiz o, muhles (halis kılınmış) kullarımızdandı." (Yûsuf, 24)

      Evet, bu ayetlerde örnek olarak bazı peygamberlerin ismi zikredilmiş ve Peygamberlerin Allah'ın halis kıldığı kullar olduğu beyan edilmiştir. Diğer yandan Allah-u Teâlâ Şeytan'ın herkesi doğru yoldan saptırabileceğini, sadece halis kılınmış kulları saptırmaktan aciz olduğunu bizzat Şeytan'ın dilinden beyan etmiştir:

      "İblis: "İzzetin hakkı için onlardan (insanlardan) muhles (halis kılınmış) kulların müstesna, hepsini saptıracağım" dedi." (Sâd, 82-83)

      Demek ki Şeytanın Peygamberler üzerinde bir sultası ve tasarrufu söz konusu değildir. Bu da açık bir şekilde onların masum olduğunu göstermektedir.

      2- Allah-u Teâlâ muhtelif ayetlerinde genel olarak bütün peygamberlerin ve özel olarak İslam Peygamberinin mutlak bir şekilde itaatini insanlara farz kılmıştır ki bunlardan sadece bir kaçını vermekle yetiniyoruz:

      "Biz gönderdiğimiz her peygamberi Allah'ın izniyle itaat edilsin diye gönderdik..." (Nisa, 63)

      "Ey iman edenler! Allah'a, elçisine ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir konuda ihtilafa düşerseniz, onu Allah'a ve elçisine götürün; eğer Allah'a ve Ahiret Gününe imanınız varsa..." (Nisa, 59)

      "De ki: "Allah'a ve elçisine itaat edin. Eğer sırt çevirirlerse, bilin ki, Allah kâfirleri sevmez." (Al-i İmran, 32)

      "Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Çekişmeyin, zayıflar, kaybolup gidersiniz. Ve sabredin, Allah sabredenleri sever." (Enfâl, 46)

      "Kim, Resul'e itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir. Kim, sırt çevirirse, biz seni insanlar için koruyucu olarak göndermedik." (Nisa, 80)

      Görüldüğü gibi Allah-u Teâlâ bu ayetlerde bütün Peygamberlerin ve Resulullah'ın (s.a.a) itaatini kayıtsız şartsız farz kılmış, onlara itaati kendi itaati saymıştır. Bu da onların masum olduklarını göstermektedir. Eğer onların herhangi bir konuda hata veya günah işlediğini farz edersek, bu o konularda da Allah'ın onlara itaati bize farz kıldığı anlamına gelir ki bu aklen de imkânsızdır, Kur'ân'da açıkça bunu reddediyor:

      "Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir." (Nahl, 90)

      "…De ki: "Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" (A'raf, 28)

      Eğer Peygamberlerin bir yanılma veya günahı söz konusu olsaydı, insanlar yanılmasınlar diye bu açıkça beyan edilip o konularda itaatlerinin istisna edilmesi gerekirdi, oysa öyle bir istisna hiçbir ayette yapılmamıştır. Nitekim anne babanın itaatinden bahsederken onlarda bu ihtimal söz konusu olduğu için hemen istisnası beyan edilmiştir:

      "Biz insana, anne-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme." (Ankebut, 8)

      Meşhur Sünni müfessir Fahri Razi'nin de kendi tefsirinde "Kim, Resul'e itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir. Kim, sırt çevirirse, biz seni insanlar için koruyucu olarak göndermedik." (Nisa, 80) ayetinin tefsirinde bu gerçeğe vurgu yaprak şöyle demiştir: "Adı geçen ayet, Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) masumluğuna en kuvvetli delildir. Çünkü Allah-u Teâlâ, ona olunan itaati, kayıtsız şartsız, kendisine itaat olarak farz kılmıştır. Kayıtsız şartsız itaat ise, ancak peygamberin her hususta masumiyeti ile mümkün olabilir." Tefsir-i Kebir, c.10, s.193.

      3- Allah-u Teâlâ bazı peygamberlerinden bahsettikten sonra, onlar hakkında şöyle buyuruyor:

      "Bunlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların hidayetine uy. De ki:"Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece bütün âlemlere bir öğüttür." (En'am, 90)

      Diğer bir ayette ise şöyle buyurmaktadır:

      "…Her kimi ki Allah şaşırtırsa, artık ona hidayet edecek yoktur. Her kime de Allah hidayet verirse artık onu da şaşırtacak yoktur. Allah aziz (çok güçlü) ve intikam sahibi değil midir?" (Zumer, 36-37)

      Görüldüğü gibi birinci ayette Allah-u Teâlâ Peygamberleri İlahi hidayete mazhar olan kimseler olarak beyan ediyor. İkinci ayette ise Allah'ın hidayet ettiğini kimse saptıramaz buyuruyor. Demek ki Peygamberleri Şeytan da dâhil kimse saptıramaz. Bunun anlamı ise masumiyetten başka bir şey değildir.
      Bu konuda başka ayetlere de istidlal edilmiştir ki biz bu kadarıyla yetiniyoruz.

      Bunlar bütün peygamberlerin masumiyetini ispat eden genel delillerdir. Şimdi Resulullah'ın masumiyetini gösteren bazı özel ayetlerden de birkaç örnek vermeğe çalışacağız:

      1- Resulullah'a mutlak itaati emreden ayetler bazılarını yukarıda vermiştik.

      2- "O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz; O (söyledikleri) ancak vahy olunan bir vahiydir." (Necm, 3-4) buyurmaktadır. Veya bir başka ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:

      "De ki "Size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum; gaybı da (Allah bildirmeden) bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahy edilene uyarım..." (En'am, 50)

      Bu ayetler Resulullah'ın vahyi telakki ve tebliğinde masum olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

      Yunus Sûresi, 15. ayet de aynı muhtevayı ifade etmektedir. Aynı gerçeği Hak Teâlâ bir başka ayetinde şu cümlelerle açıklıyor: "Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin..." (Nisa,105)

      Bütün bu ayetlerden Allah Resulü'nün verdiği bütün hükümlerin, birer İlahi vahiy olduğunu ve onun kendi indinden herhangi bir emir veya nehiyde ve şer'i bir açıklamada bulunmadığı apaçık ortadadır. Zaten böyle olsaydı, Allah-u Teâlâ mutlak bir şekilde Resulüne itaat etmeyi ümmete muhtelif ayetlerinde farz kılar mıydı? Veya yine hiçbir kayıt koymadan: "...Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan sakınıp-korkun..." (Haşr, 7) buyurur muydu? Yahut: "Ey iman edenler; Allah'a itaat edin; Peygamber'e itaat edin; ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve Resulüne döndürün şayet Allah'a ve Ahiret Gününe iman ediyorsanız..." (Nisa, 59) ayetinde ise Peygambere itaatin Allah'a itaat olduğunu, Müslümanların ihtilaflarda ve sorunlardaki başvurmaları gereken merci olduğunu bildirir miydi? Ve bilahare Allah'a ve Ahiret Gününe gerçek imanın baş şartının Allah'a ve Resulüne itaat edip, onu dinin baş vurulacak gerçek mercii olarak tanıtır mıydı?!

      Eğer Peygamber bazılarının zannettiği gibi bir müçtehid olsaydı ve bir müçtehidin diğer bir müçtehide muhalefet etmesi caiz olduğu için Peygambere de muhalefet caiz olsaydı o zaman bu ayeti nereye koyacaktık?: " Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman , mu'min olan bir erkek ve mû'min olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık sapıklıkla sapıtmıştır." (Ahzap, 36)

      Zannedersek bu kadarı Kur'ân'dan yeterlidir. Sünnetten de bir iki örnek vererek bu konuyu noktalamak istiyoruz: İbn Amr b. el-As'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Ben Peygamber'den (s.a.a) duyduğum her şeyi yazardım. Ancak Kureyş beni bundan alıkoydu. Dediler ki: 'Sen Resulullah'ın her söylediğini yazıyorsun. Allah Resulü (s.a.a) de bir insandır; kızgınlık halinde de hoşnutluk halinde de konuşabilir. (Bu yüzden hata da yapabilir!)"

      Ondan sonra yazmaktan vazgeçtim bunu Allah Resulü (s.a.a)'e anlatınca, mübarek parmağıyla ağzını gösterdi ve şöyle buyurdu: "Yaz! Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, bundan (ağzımdan) haktan başka bir şey çıkmaz." Cem'ü'l-Fevâid (İz Yayıncılık), c.1, s.69, Hadis: 317, Ebu Davud'dan Naklen.

      Evet, görüldüğü gibi: "Allah Resulü bir beşerdir; neticede o da hata yapabilir..." diyenler, bizzat Allah Resulü'nün zamanında dahi eksik değillerdi(!); ancak gördüğünüz gibi Allah Resulü nasıl hem de yemin ederek onlara gereken cevabı veriyor. Resulü'nden önce bizzat Allah-u Teâlâ onların cevabını Kur'ân-ı Kerim'de vermiştir. Evet, onlar Kur'ân'daki: "Namaza yaklaşmayın..." cümlesini görüp de "Sarhoş olduğunuz halde" cümlesini görmeyen veya görmek istemeyen kimsenin misali, Allah Resulü'nün masumiyetinden bahsedildiği zaman hemen "O da bir beşerdir" cümlesine asılıp, Kur'ân'da bu cümlenin ardından gelen ve "Bana vahy ediliyor..." (Kehf, 110) cümlesini görmezler; zaten bütün hatayı da bu noktada yaparlar. Her şey işte "Bana vahy ediliyor" gerçeğinin altında yatıyor. Zaten böyle olmasaydı Allah-u Teâlâ Resulü'nü insanlara örnek olarak tanıtır mıydı? Öyle bir örnek ki, bütün sözleri, fiilleri ve teyitleriyle insanlara bir İlahi hüccet niteliği taşıyor:

      "Hiç şüphesiz sizin için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır..." (Ahzap, 21)

      Buraya kadar verdiğimiz deliller, daha çok Allah Resulü'nün İlahi mesajları telakki ve tebliğinde mutlak bir şekilde masum olduğunu göstermektedir. Gerçi itaat ve örnekliğini ifade eden ayetler ameli konuları da içermektedir. Şimdi Allah Resulü'nün her türlü günahtan masumiyetini gösteren delillerden bazı örnekler:

      3- "(Ey Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahy ettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse sen onlara birazcık meyledecektin. O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın." (İsra, 73-75)

      Bazı basit ve yüzeysel düşünenler, maalesef bu ayeti Allah Resulü'nün -güya- masum olmadığına delil göstermeğe çalışmışlardır. Oysa açıklayacağımız üzere bu ayet bizatihi Resulullah'ın (s.a.a) masumiyetinin bir delilidir. Şöyle ki:
      Ayetin sebeb-i nüzulü hakkında farklı rivayetler vardır ki ayetlerin Mekkî olduğu dikkate alındığında bu rivayetlerin birçoğunun doğru olmadığı görülecektir. Ayetlerin iniş zamanı dikkate alınırsa, en mantıklı rivayet İmam Muhammed Bakır'dan nakledilen rivayettir. Rivayet kısaca şöyledir: "Kureyş, Resulullah'a dediler ki biz bir yıl senin Rabbine ibadet edelim, sonra bir yıl da sen bizim putlarımıza ibadet et." Her halükarda sebeb-i nüzulün ne olduğu fazla önemli değil. Önemli olan "Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse sen onlara birazcık meyledecektin" cümlesini doğru bir şekilde anlamaya çalışalım. Dediğimiz gibi maalesef bazıları bu cümlenin zahirine sarılarak, ayeti Allah Resulü'nün yanlış yapabileceğine delil olarak göstermeğe çalışmışlardır.

      Dikkat edilirse, ayette bir şart bir de ceza cümleleri vardır. Açıktır ki şart vuku bulmadan, cezanın vuku bulması imkânsızdır. Ayetteki şart şöyledir: "Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık." Ceza ise şöyledir: "Nerdeyse sen onlara birazcık meyledecektin." Eğer Allah'ın yardım ve lütfu olmasaydı, yani Resulullah'ın sadece beşeri yönü söz konusu olsaydı, çok az da olsa, onlara meyledebilirdi. Ama Allah'ın yardımı söz konusu olunca, o az meyil dahi gerçekleşmemiştir. Bu da masumiyetin ta kendisidir. Bu İlahi yardım ve tespit, fikri düzeyde olduğu gibi ameli düzeyde de gerçekleşmiştir. Dolayısıyla ne düşünce bazında olmuş ne de amelde müşriklere yönelik her hangi bir meyil söz konusu olmuştur. Bunu sebeb-i nüzule dayanarak sadece bu olaya münhasır kılmamız için hiçbir neden yoktur. Zira bu tespit ve korumanın bu olayda felsefe ve hikmeti ne ise, diğer her konuda da aynısı geçerlidir. Dolayısıyla burada söz konusu hikmete binaen koruyan Allah'ın, her yerde koruması gerekir ve korumuştur da.

      Elbette açıktır ki bu İlahi imdatlar, Peygamberleri mecbur kılmaz ve her şeye rağmen yine de tersini yapabilme imkân ve hürriyetleri vardır. Ancak bu yardım ve yakinle birlikte onların söz konusu yanlışları yapması muhal-i addi haline gelir. Tıpkı öleceğini kesin bir şekilde bilen ve yakin eden bir kimsenin anormalleşmediği müddetçe zehir dolu kadehi içmesinin muhal-i addi olduğu gibi. Söz konusu şahsın zehri bilerek içmesi imkânsız değildir, ama onun sonucuna olan yakini bunu yapmasına engeldir.

      Bu bölümü bir hadisle noktalamak istiyoruz.
      Resulullah (s.a.a), bir ganimet paylaştırmasına itiraz eden bazı Müslümanlara şöyle buyurdu: "Ben size bir şey verdiğimde veya bir şeyden sizi mahrum bıraktığımda bir haznedarım ben; ancak emredildiğim şekilde hareket ederim." Sünen-i Ebî Dâvûd, c.3, s.136, Hadis: 2949, Müsned-i Ahmed, c.3, s.191, Hadis: 8161, Kenz-ül-Ummâl, Hadis: 16711.

      Bu bölümde Resulullah'ın (s.a.a) her konuda, hatta vahyin telakki ve tebliğinin dışındaki gündelik konularda dahi bütün hata ve sehivlerden masum olduğunu ispatlamaya çalışacağız.

      Yukarıda da değindiğimiz gibi Resulullah'ın masumiyetini gerektiren akli delillerden birisi de, insanların onlara olan güvenlerinin sarsılmaması gerektiğidir. Aynı delil burası için de geçerlidir. Vahyin telakki ve tebliğinin dışındaki konularda hata iki türlü düşünülebilir:

      a) Bazı dini amellerin uygulamasında hata.
      b) Hayatın gündelik meşgalelerinde hata.


      İnsanların İlahi elçilere ferdi ve sosyal görevlerini eksiksiz yerine getirdiklerine dair güvenmeleri, onların görevlerini tam anlamıyla îfa etmelerinde hayati bir rol oynamaktadır. Zira bu konularda yapılan yanlışlar, yavaş yavaş insanlarda şöyle bir düşüncenin yerleşmesine yol açar: "Bu konularda hata yapan Peygamberlerin, vahyin tebliğinde hata yapmadıkları ne malum!" Kısacası bu konularda bile Peygamberlerin yanlış ve sehivleri insanların onlara şüphe ve tereddüt gözüyle bakabilecekleri tehlikesini doğurur ki bu da onların gönderiliş felsefesine terstir. Elbette bunu söylerken, bu gibi konularda hata yapan, mutlaka vahyin telakki ve tebliğinde de hata yapar demek istemiyoruz. Bu ikisi arasında akli bir mülazeme yoktur. Akli ve ilmi olarak birincisinde İlahi korumayla bir Peygamberin hatadan korunup, ikincinde korunmamış olması mümkündür. Ancak sorun şudur ki herkesin (özellikle avam insanların) bu ikisini birbirinden ayırt etmesi zor, hatta imkânsızdır. Normal insanlar, bunların hepsini aynı kategoride değerlendirir ve birisinde hata yapan diğerinde de yapar diye düşünür. Bu yüzden hikmet ve lütuf sahibi Rabbimiz, hiçbir kimseye herhangi bir bahane bırakmayacak şekilde Peygamberlerine sahip çıkmalı ve onları mücehhez kılmalıdır. Bu Yüzden İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:

      "Ruhu'l-kudüs (Peygamberlerde bulunan ve onları teyit eden kutsi ruh), nübüvvet (yükünü) taşımakta, ruhu'l-kudüs uyumaz, gaflet etmez ve sehiv yapmaz." Besâirü'd-Derecât, s.134.

      Bu akli yaklaşımdan sonra, şimdi Resulullah'ın bu tür konularda bile hata ve sehivden uzak olduğunu Kur'ân'dan da ispatlamaya çalışalım. Allah-u Teâlâ Nisa suresinde şöyle buyurmaktadır:

      "Eğer Allah'ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya çalışırdı. Hâlbuki onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana Kitab (Kur'ân)ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan fazlı-lütfu büyüktür." (Nisa, 113)

      Bu ayetin sebeb-i nüzulünde tefsirlerde farklı rivayetler nakledilmiştir ki bunlardan bir tanesini nakletmekle yetiniyoruz. Resulullah'ın (s.a.a) ashabından birisinin zırhı bir ara çalındı ve sahibi birisi hakkında şüphelendi. Hırsız, olayın açığa çıkma tehlikesini sezince, zırhı gizlice bir Yahudi'nin evine attı ve kabilesinden kendisinin suçsuzluğuna dair Resulullah nezdinde şahitlik yapmalarını ve zırhın Yahudi'nin evinden çıkmasını buna delil olarak göstermelerini istedi. Böylece asıl hırsız beraat etti ve Yahudi itham altında kaldı. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ olaya el koydu ve Resulü'nü olaydan haberdar etmek için yukarıdaki ayeti zikredeceğimiz diğer bir ayetle birlikte nazil etti. Bu olay bu şekliyle doğru olsun veya olmasın, çeşitli rivayetler ve ayetlerin muhtevasından, Allah Resulü'nün benzer bir olayda zahiri görüntüye bakarak ve bazılarının komplolarıyla yanlış bir hüküm verme aşamasındayken, Allah-u Teâlâ'nın bizzat müdahale ederek, gerçeği ortaya çıkarma suretiyle Resulü'ne bilmediği gerçeği bildirip, onu yanlış bir karar vermekten muhafaza ettiğini anlıyoruz. Şimdi, Resulullah'ın hata ve sehivden bile nasıl korunduğunu bu olaydan ve olay hakkındaki söz konusu ayetten çıkarmaya çalışalım.

      Ayette geçen üç cümle üzerinde dikkatle durmamız gerekir:

      a) Allah, sana Kitab (Kur'ân)ı ve hikmeti indirmiştir.
      b) Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir.
      c) Allah'ın sana olan fazlı-lütfu büyüktür."


      Birinci cümle Resulullah'ın hüküm vermedeki iki ana kaynağından Kur'ân ve hikmet (sünnet)ten bahsetmektedir. Bu iki kaynağa vakıf olmak, onu İlahi hükümleri beyan etme hususunda her türlü hata ve yanlıştan korur. Ama şurası da açıktır ki genel kanun ve kurallara vakıf olmak, insanı genel kanunları tatbik noktasında hatadan korumaya yetmez. Bu noktada hatalardan korunmak için başka bir şeye de ihtiyaç vardır. Yukarıda bahsi geçen ve Resulullah'ı hatalı bir karar verme aşamasına getiren olayda, Allah Resulü genel İlahi kanun ve hükümlerden tamamen haberdardı. Ama sırf bu bilgi, onu hata yapmaktan korumaya yetmedi. Bu bilgi başka bir şeyle birleşince, Resulullah'ın hatadan korunmasına vesile oldu. İşte bu ek bilgi bir sonraki cümlede şöyle açıklanmıştır: "Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir." Acaba Resulullah'ın bilmediği ve sonradan öğretilen bu bilgiden maksat nedir? Genel İlahi hükümler olamadığı kesindir; zira bunlar birinci cümlede geçen Kitap ve hikmette beyan edilmiştir. Bazıları bu cümlenin önceki cümleyi üsteleme için söylendiğini söylese de bu anlamsız bir sözdür; zira hiçbir kimse bir Peygamberin kendi şeriatının hükümlerinden habersiz olduğu ihtimalini bile vermez ki ayrıca üstelemeye gerek duyulsun. Demek ki bu değildir; sebeb-i nüzul rivayetlerini ve ayetteki karineleri dikkate aldığımızda bu bilgilerin bazı olayların gerçeği ve iç yüzüyle alakalı olduğunu anlıyoruz. Bu mana, konuyla ilgili bir başka ayette şu şekilde ifade edilmiştir:

      "Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin..." (Nisa, 105)

      Görüldüğü gibi bu ayette de Resulullah'ın hüküm vermesi için iki dayanak zikredilmiştir:

      a) İndirilen kitaba dayanarak.
      b) Allah'ın gösterdiklerine dayanarak.


      Böylece Allah Resulü'nün Kitap ve Sünnet bilgisi dışında özel bir takım bilgilerle de donatıldığını bu ayetten de anlamış bulunuyoruz. Ayrıca Allah-u Teâlâ bunun bir istisna ve birkaç örnekle sınırlı olmadığını ve Resulü'nün sürekli bu lütfe mazhar olduğunu vurgulamak için yukarıda bahsi geçen Nisa 113. ayetin sonunda şöyle buyurmuştur: "Allah'ın sana olan fazlı-lütfu büyüktür." Hak Teâlâ'nın bir şeyi büyük ve önemli görmesi bizimkiyle elbette aynı değildir. Hak Teâlâ'nın ifadelerinde mübalağa gibi gerçeği yansıtmayan şeyler olmaz. Onun ifadeleri, tam anlamıyla hakikati ifade eder. Allah'ın fazlının, lütfunun Resulü'ne büyük olduğu, onun sürekli, hüküm vermede, sosyal teamüllerinde vs. bu gibi yardımlara, bilgilendirme ve korumalara mazhar olduğunu gösterir. Kısacası hem akli hem nakli delillere göre, nübüvvet görevinde yer alan hikmet ve maslahattan dolayı, ayrıca insanlara örnek teşkil etmesi hasebiyle Resulullah'ın hayatı, söylem ve eylemleri öyle bir şekilde tanzim edilmelidir ki insanları onun söz ve davranışlarına itaat etmelerinde asla tereddüt ve güvensizliğe itmesin.

      Buraya kadar Allah Resulü'nün masumiyetinin çeşitli boyutlarının, akli ve nakli delillerinden en önemlilerinin birkaç tanesini zikrettik. Bu bölümde masumiyet karşıtlarının Kur'ân ve rivayetlerden Resulullah'ın masumiyetiyle bağdaşmadığını zannettikleri bazı delilleri zikredip cevaplamaya çalışacağız inşallah.

      Yorum


        #4
        Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

        Masumiyet Karşıtlarının İddialarına Gösterdikleri Deliller:

        Bilindiği üzere Peygamberlerin masumiyetine karşı çıkanlar, bazı ayetlerin ve hadislerin zahirini veya bazı uydurma rivayetleri kendilerine dayanak olarak kullanmaktadır. Biz bunlardan en önemli, yaygın ve meşhur olanlarını cevaplamaya çalışacağız.

        Yorum


          #5
          Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

          1- Kur'ân'da Geçen Bazı Şartlı Uyarılar:

          Masumiyet karşıtlarının delil olarak sarıldıkları şeylerden birisi de Kur'ân'da Resulullah hakkında inen bazı şartlı uyarılardır. Onlar bu şartlı uyarıları sanki vuku bulmuş birer olay olarak algılayıp bunları Resulullah'ın masum olamayacağına delil olarak göstermektedirler.

          Biz bunlardan bir kaçını zikredip cevaplamaya çalışacağız. Bunları dikkate alan, benzer ayetlerin cevabını da öğrenmiş olur; çünkü hepsindeki üslup ve amaç aynıdır.

          a) "…Ve eğer sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah'tan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı." (Bakara, 120) Benzer cümleler çok az farkla Bakara suresinin 145. ayetinde ve Ra'd suresinin 37. ayetinde geçmektedir.

          b) "Andolsun ki, sana da, senden öncekilere de şu vahyedildi: "Yemin ederim ki, eğer şirk koşarsan, bütün çalışmaların boşa gider ve mutlaka kendine yazık edenlerden olursun." (Zumer, 65)

          c) "Eğer O (Peygamber), bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, * Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. * Sonra da onun şah damarını keser atardık. * O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de olamazdınız." (Hakka, 44-47)

          Örnek olarak verdiğimiz bu ve benzeri ayetlerde yapılan şartlı uyarılar, asla şartın vuku bulduğu anlamına gelmez. Eğer bir şeyin şartlı beyan edilişi, illa da onun vuku bulduğu anlamına gelseydi, başka benzer şartlı cümlelerde de durum aynı olurdu. Oysa onlarda şartın vuku bulmadığını kesin olarak biliyoruz. Örneğin şöyle buyurmaktadır:

          "Yemin olsun ki, dilersek sana vahy ettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bize karşı kendine bir vekil (koruyucu) bulamazsın." (İsra, 86) Hepimiz böyle bir meşiyyetin asla vuku bulmadığını, tam tersini Allah-u Teâlâ'nın Resulü vasıtasıyla şeraitini tekmil ettiğini biliyoruz.

          "Peki, vuku bulmayan bu tür uyarıların yapılmasının sırrı nedir?" diye sorulabilir. Bu hususta iki noktaya değinmekte fayda var:

          Birincisi, bu gibi uyarılarla Allah-u Teâlâ Resulü'nün beşeri yönüne dikkat çekip, eğer sadece onların bu yönleri söz konusu olsaydı, hata yapma ihtimalleri olabileceğine dikkat çekip, Peygamberin masumiyetini tamamlayan unsurun İlahi yardımlar olduğuna vurgu yapmaktır.

          İkincisi, bu ayetlerdeki tabirler ayrıca eğitim amaçlı kullanılmış ve Resulullah kanalıyla başkalarına, ümmetine mesaj verilmek istenmiştir. Yani hitap zahirde Resulullah'a yapılmasına rağmen asıl muhatap başkalarıdır. Çünkü birçok kimse, kendisine direk hitap edilip bazı ağır uyarıların yapılmasını tahammül edemiyor ve yanlışlarından dönme yerine daha da inada biniyorlar. Oysa dolaylı mesajda bu risk asgariye iniyor ve adam kendi kendine, "Eğer Allah Resulü'ne bile bu konularda ayrıcalık tanınmıyor ve böyle ağır bir dille uyarılıyorsa, bize haydi haydi tanınmaz. O halde hal ve hareketlerimize daha çok dikkat etmeliyiz!" Esasen bu hemen her millette bulunan "Kızım sana diyorum, gelinim sen anla" yöntemidir. Bu bölümü, hitabın Resulullah'a yöneltilmesine rağmen asıl muhatabın, ümmet olduğunu gösteren çok açık bir ayeti de aktararak bu bölümü noktalamak istiyoruz:

          "…Onlardan (anne-babadan) biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara "öf" bile deme ve onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle. * İkisine de acıyarak tevazu kanatlarını indir. Ve şöyle de: "Ey Rabbim! Onların beni küçükten terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de kendilerine merhamet et." (İsra, 23-24)
          Hepimiz bu hitapların asıl muhatabının anne babasız büyüyen Resulullah değil, ümmet olduğunu biliyoruz.

          Yorum


            #6
            Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

            2- Uyarı Mahiyeti Taşıyan Bazı Emir Ve Nehiyler:

            Masumiyete muhalif çevrelerin iddialarına delil olarak gösterdikleri şeylerden birisi de Kur'ân'da Resulullah'a yönelik yapılan ve zahiri uyarı niteliği taşıyan bazı emir ve nehiylerdir ki bunlardan da birkaç örnek zikredip ayetlerin tahlilindeki genel ölçüyü vereceğiz. Bu ölçü benzer bütün örnekler için geçerlidir.

            a) Müslümanlar bir müddet Beytü'l-Mukaddes'e doğru namaz kılıyorlardı. Ama daha sonra Allah-u Teâlâ bazı maslahatlara binaen kıbleyi Mescidü'l-Harâm'a doğru değiştirdi. Bunu gören münafıklar ve Yahudiler yaygara kopararak Müslümanların kafasını bulandırmaya çalıştılar. Allah-u Teâlâ indirdiği ayetlerle bu yaygaralara cevap verdikten sonra Resulü'ne hitaben şöyle buyurdu:

            "O hak, Rabbindendir. Artık şüpheye düşenlerden olma sakın!" (Bakara, 147)

            Benzer bir uyarı Hz. İsa'nın ulûhiyetini reddedip onun Hz. Hz. Meryem'in oğlu olduğunu ve Hz. Âdem gibi babasız dünyaya geldiğini beyan ettikten sonra, Resulullah'a hitaben şöyle yapılmıştır:

            "O hak, Rabbindendir. Artık şüpheye düşenlerden olma!" (Al-i İmran, 60)

            Açıktır ki gayb âlemini şuhud eden, vahiy meleğini görüp onunla konuşan, miraçta büyük İlahi ayetleri gören Resulullah'ın hakkı kabullenmekte şüphe ve tereddüt yaşaması mümkün değil. Yukarıda da beyan ettiğimiz gibi bu tür hitaplarda asıl muhatap Resulullah değil başkalarıdır.

            b) Daha önce masumiyetin delillerinden bahsederken çalınan zırh olayı hakkındaki ayeti aktarmıştık. O ayetlerde Allah-u Teâlâ Resulü'ne şöyle hitap ediyor:

            "Biz sana Kitab (Kur'ân)ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma!" (Nisa, 105)

            Bir ayet sonrasında ise şöyle buyurmaktadır:

            "Kendilerine hainlik edenleri savunma. Muhakkak Allah hain günahkârları sevmez." (Nisa, 106)

            Söz konusu olayda gerçi Resulullah zahiri göstergelere dayanarak hüküm verme aşamasındaydı ve Allah-u Teâlâ bu kadar bir yanlıştan bile Resulünü korudu; ama kesinlikle ne bir hainin taraftarlığını yapmıştı, ne de bir haini savunma niyetindeydi; bunu yapanlar başkalarıydı. Ama Allah-u Teâlâ yukarıda bahsettiğimiz maslahatı dikkate alarak onların yanlışlarını direk olarak yüzlerine vurma yerine Resulü'nü muhatap alıp, "kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" yöntemini kullanmıştır.

            c) "Allah ile birlikte başka bir ilâh edinme! Yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın." (İsra, 22)

            "İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Sakın Allah'la beraber başka bir ilâh uydurma. Aksi halde kötülenmiş ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın." (İsra, 39)

            "Elbiseni temizle. * Pislikten (puttan) sakın." (Müddessir, 4-5)

            Bu ayetlerden de bazıları Resulullah'ın şirke düşme tehlikesinin olduğunu, dolayısıyla masum olamayacağını çıkarmaya çalışıyorlar.

            Oysa şirki ve putperestliği ortadan kaldırmak için gönderdiği Peygamberine Allah-u Teâlâ dönüp "Kendine başka ilah edinme veya puttan sakın" buyuruyorsa, akıl sahibi her kes bundaki asıl muhatabın başkaları olduğunu teslim etmesi gerekir.

            d) "Âyetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman hemen onlardan uzaklaş ki, ondan başka söze dalsınlar. Eğer şeytan bunu sana unutturursa hatırladıktan sonra hemen kalk, o zalimler topluluğuyla oturma." (Al-i İmran, 68)

            Bu ayet de masumiyet karşıtlarının sık sık ileri sürdükleri bir delildir. Diyorlar ki ayet bize Resulullah'ın şeytan'ın vesveseleriyle unutkanlık ve gaflete düşüp İlahi ayetlerle alay edenlerle birlikte olabileceğini gösteriyor. Bu ise masumluğa büsbütün ters bir durumdur.

            Bizce burada da yine asıl muhatap Resulullah değil, genel anlamda Müslümanlardır. Zira bir sonraki ayette açık bir şekilde şöyle buyurmaktadır:

            "Allah'tan korkanlara o zalimlerin hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat bu bir hatırlatmadır. Gerekir ki sakınırlar." (Al-i İmran, 69) Görüldüğü gibi bu ayette "Allah'tan korkanlara" şeklinde çoğul kipi kullanarak, bu uyarıdaki muhatabın bir tek kişi değil, genel olarak bütün Müslümanlar olduğunu ortaya koymuş oluyor. Kısacası bu da yine "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" babından bir hitaptır..

            Yukarıda da değindiğimiz gibi bu türden uyarıları taşıyan başka ayetler de vardır ki yaptığımız bu açıklamalarla, onların da gerçek tefsir ve tahlili anlaşılmış olduğundan, sözü bu bölümde bundan fazla uzatmaya gerek görmüyoruz.

            Yorum


              #7
              Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

              3- Resulullah'a Atfen Kur'ân'da Zikredilen İstiğfarlar:

              Masumiyete karşı olanların en çok koz olarak kullandıkları şeylerden birisi de Kur'ân'da ister diğer Peygamberlere, isterse İslam Peygamberine atfedilen "istiğfar" ve "zenb" tabirleridir ki biz Resulullah hakkında olan bazılarını örnek olarak verip bu ayetlerin gerçek muradını ve masumiyetle çelişmeyecek şekilde tefsirini vermeye çalışacağız inşallah. Elbette bu açıklamayla diğer Peygamberler hakkındaki benzer tabirlerin de cevabı verilmiş olacaktır.

              "Allah'tan bağışlanmanı dile. Şüphesiz, Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir." (Nisa, 106)

              "Rabbini överek tesbih et; O'ndan bağışlanmanı dile; çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir." (Nasr, 3)

              "Ey Muhammed! Bil ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hem kendi günahın için, hem de mu'min erkekler ve mu'min kadınlar için Allah'tan bağışlanma dile. Allah, sizin gezip dolaştığınız yeri de duracağınız yeri de bilir." (Muhammed, 19)

              "O halde sabret. Çünkü Allah'ın vaadi haktır. Hem günahından dolayı istiğfar et ve akşam sabah Rabbini hamdıyla tesbih et." (Mu'min, 55)

              Evet, bunlar ve benzeri ayetlerin izahı için önce akıl sahipleri tarafından tereddütsüz kabul edilen bir prensibe değinmemiz gerekir; o da şudur ki bir insanın şahsiyetinin büyüklüğü oranında sorumluluk ve mesuliyeti de büyüktür. Dolayısıyla akıllılar örfü açısından bir insandan sadır olan bazı amel ve davranışlar, onun özel konumuna binaen suç ve hata sayıldığı halde, başka birisinden aynı ameller sadır olduğunda onun için normal bir şey olarak değerlendirilebilir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Şer'i hükümler, farz, haram, müstehap, mekruh ve mubah olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır. Bilindiği gibi her mükellef için farzı yerine getirme ve haramı terk etme hususunda ruhsat söz konusu değildir. Ama müstehap olan ameli yerine getirme ve mekruhu terk etme tercihli olmakla birlikte mükellefe bu konuda ruhsat tanınmıştır. Bununla birlikte bazı kimseler için sahip oldukları yüksek makam ve mertebeden dolayı farz ve haramların yanı sıra müstehap ve mekruh olan şeyler hususunda bile dikkatli davranıp onları ihmal etmemeleri beklenir. Hatta bazen mubah olan şeylerde dahi bazı arızî sebeplerden dolayı söz konusu insanların mubah bir şeyi yerine getirmeleri veya terk etmeleri gerekli görülebilir. Kısacası Hakk'ın azametine herkesten daha çok arif olan bir kimse, bütün bu hükümlerde herkesten daha çok hassas davranması gerekir ve hiç birisinde en ufak bir ihmali hoş karşılanmaz. Dolayısıyla bu türden bir ihmal söz konusu olduğunda da yaptığı işten istiğfar edip onu telafi etmesi beklenir; hâşâ şer'i bir günah işlediğinden dolayı değil, yapılan işin, onun makam ve mertebesine ve sahip olduğu ilim ve irfana yakışır bir şey olmadığından dolayı. Bu, toplumsal ilişkilerde de böyledir; örneğin insanlar, medenî, dünya gezmiş-görmüş, okumuş, ilim irfan sahibi olmuş bir kimseden bekledikleri tavır ve davranışların hepsini, bedevi bir hayat tarzına sahip olan bir kimseden beklemezler. Dolayısıyla da ikincisine hoş görüp normal karşıladıkları birçok şeyi, birincisi için hoş görmez ve normal karşılamazlar. Yaptığı şeylerin illa da bir suç ve günah olduğundan dolayı değil, sahip olduğu bilgi, tecrübe ve birikiminden dolayı bunları ona yakıştırmazlar. .
              Evet, bütün bunlar, başta da söylediğimiz gibi insanın şahsiyetinin büyüklüğü oranında sorumluluk ve mesuliyetinin de büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. İşte bu yüzden, büyük insanlardan, enbiya ve evliyadan bazen sadır olan bazı gafletler veya mekruh olan veya ıstılah olarak terk-i evla denilen şeyler, günah sayılabilir. Ama bunlar bizim gibi insanlar için söz konusu olan mutlak günahlar (farzı terk veya haramı yerine getirme) türünden günahlar değil, nisbî günahlardır. Yani onlara ve sahip oldukları iman, ilim ve irfan mertebesine yakışmayan şeylerdir. Evet, onların istiğfarı da birinci tür günahlara sahip olduklarından dolayı değil, ikinci türden fiiller içindir. Biz, "Peygamberler masumdur" dediğimiz zaman da birinci türden günahlardan masum olduklarını kastetmekteyiz. Zira diğer insanların işlediği o tür günahlardan bir tanesini dahi maazallah işlerlerse, insanların onlara karşı olan güvenlerinin sarsılmasına ve İlahî hüccetin tamamlanmamasına yol açar; bu da Peygamberlik müessesesinin felsefesine tamamen terstir.

              Bir diğer husus şudur ki yüce manevi makam ve mertebelere sahip olan arif insanlar, Hakk'ın azamet ve yüceliğini herkesten daha çok müdrik oldukları için, ne kadar da ibadet ve itaatte bulunsalar, yaptıkları ibadeti Rabbulalemin'e layık görmedikleri ve onun azameti ve verdiği nimetlerin karşısında hiçbir değere sahip görmedikleri için, yaptıkları iyi işlerden ve ibadetlerden dahi istiğfar etmektedirler! Hatta Hakk'a âşık olan o güzide insanlar, gerçek bir aşığa yakışanın daima maşukuyla haşir neşir ve onunla birlikte olması gerektiğini bildikleri için, beşeri özelliklerinden kaynaklanan ihtiyaçlarını giderme veya üstlendikleri bazı vazifeleri ifa etmek için maşuklarından ayrılma ve ondan gaflet etme mecburiyetinde kalmalarını dahi kendileri için bir eksiklik ve suç olarak görmekte ve bunu telafi için, ona istiğfar etmekte ve ağlayıp sızlamaktadırlar! Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz şeyler (makamlarına yakışmayan terki evlalar), İslam Peygamberi de dâhil bütün Peygamberler hakkında mümkün olmakla beraber, haklarında söz konusu olan istiğfarların belki de pek çoğu daha çok bu tür istiğfarlardır. Mesela Allah Resulü'nden şöyle bir hadis nakledilmektedir: "Ben her gün Rabbimden yüz defa (bazı rivayetlerde ise yetmiş defa) mağfiret dilemekteyim." Sahih-i Müslim, c.8, s.72, Keşf-ül Ğumme, c.3, s.43.

              Şimdi (haşa) Allah Resulü (s.a.a) her gün yüz veya yetmiş defa bizim bildiğimiz şer'î günahlardan işleyip de onlar için mi istiğfar ediyordu?! Veya hatta her gün yetmiş terk-i evla işlediğini söylemek mümkün mü? Açıktır ki hayır. Bu yüzden bunların çoğundan maksadın en son bahsettiğimiz gerekçelerden dolayı olduğu kesindir. Böylece yukarıda örneklerini verdiğimiz ayetler ve benzerlerindeki günah lafzından veya istiğfar lafzından normal insanlar için söz konusu olan şer'i günahlar ve onlar için yapılan istiğfar olmadığı ve dolayısıyla bu tür tabirlerin inandığımız ve Kur'ân ve sünnetteki kesin delillere dayanarak çerçevesini çizdiğimiz masumiyete herhangi bir halel getirmediği açıklık kazanmış oldu.

              Yorum


                #8
                Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                4- Abese Suresinin İlk Ayetlerinde Geçen Olay:

                Yüce Resulullah'ın (s.a.a) masumiyetiyle ilgilenen hemen herkesin gündeme getirdiği, masumiyete karşıysa, iddiasına delil olarak gösterdiği, karşı değilse cevabını merak ettiği şeylerden birisi de "Abese" suresinde anlatılan olaydan ibarettir. Bunun başlıca sebebi, belki de iki şeydir: Ayetlerin bir kısmında yer alan hitaplar ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında ayetlerin sebeb-i nüzulüyle ilgili nakledilen bazı rivayetler.

                Bizim bu konudaki geniş bir incelememiz daha önce Kıble dergisinin 16. sayısında yayımlanmıştı. Ama bu sayı Resulullah (s.a.a) özel sayısı olduğu için, Resulullah'ın masumiyetiyle ilgili bütün başlıklar bir arada olsun diye bahsi geçen incelemeyi aynen buraya da aktarmayı uygun bulduk. Fakat konuya geçmeden önce bir hususa değinmekte fayda görüyoruz. Sünni tefsirlere ve konuyla alakalı eserlere vakıf olanlar biliyorlar ki Ehl-i Sünnet müfessirleri ve alimleri genellikle Abese suresindeki olayı Resulullah'la alakalı tefsir edip ayetlerde kınanan ve uyarılan kimsenin bizzat Resulullah olduğunu iddia etmektedirler. Ancak Yrd. Doç. Yener ÖZTÜRK isimli Sünni bir kardeşimiz, Yeni Ümit dergisinin 74. sayısında yayınlanan yazısında meşhur Ehli Sünnet görüşüne aykırı bir görüş ortaya atarak Ehlibeyt mektebinin görüşüne yakın bir görüş sergilemiş ve ayetlerde kınanan kimsenin Resulullah olmadığını ve Kureyş müşriklerinden birisi olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Yazıda ufak tefek katılmadığımız hususlar olsa da yazarı, bu güzel ve aynı zamanda ilginç çalışmasından dolayı kutluyoruz.

                Biz bu olayı incelemeden önce, Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer aldığı şekliyle olayı nakledip, ardından cevabına geçmek istiyoruz:

                Yorum


                  #9
                  Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                  Olay, Ehlisünnet kaynaklarında kısaca şöyle nakledilmiştir:

                  "Bir gün Allah Resulü (s.a.a) Kureyş'in servet ve makam sahibi bazı büyükleriyle (onları hidayet etme amacıyla) sohbet ederken, a'ma olan Abdullah İbn Ümm-ü Mektum, meclise girmiş ve ısrarla Allah Resulü'nden, Allah'ın öğrettiği şeylerden kendisine öğretmesini istemiş; Resulullah (s.a.a) ise, Kureyş büyükleriyle olan sohbetini yarıda kesen Abdullah'ın bu tavrından rahatsız olarak, ona surat asmış ve sırtını ona dönerek Kureyşlilerle olan sohbetine devam etmişti."

                  Hatta bu rivayetlerin bazısında şöyle bir ilâve de mevcuttur: "Resulullah, İbn Ümm-ü Mektum'un o sırada toplantıya gelmesine rahatsız olmuş ve kendi içinde: 'Şimdi bu Kureyşli, adama uyanlar bir avuç kör, sefil ve köle insanlardır, diyecektir.' diyerek ona surat asmış ve sırtını dönmüştü..."

                  Bunun üzerine Allah-u Teâlâ (c.c) şu ayetleri indirmiş ve Resulullah'ı bu tavrından ötürü kınamıştır: Bu rivayetler için şu kaynaklara bakabilirsiniz: Tefsir-i Taberî, c.30, s.33-34; Tefsir-i İbn Kesir, c.4, s.470, Tirmizî ve Ebû Ya'la'dan naklen; ed-Dürr'ül-Mensûr, c.6, s.314-315; Hayat'üs-Sahâbe, c.2, s.520; Mecmau'l-Beyân, c.10, s.437 ve...

                  1- Surat astı ve yüz çevirdi.
                  2- O kör kendisine geldi diye.
                  3- Ne biliyorsun, belki o temizlenip arınacak?
                  4- Ya da öğüt alacak; böylelikle bu öğüt ona yarar sağlayacak?
                  5- Fakat kendini müstağni gören var ya,
                  6- Sen onunla ilgileniyor (ona önem veriyorsun).
                  7- Oysa onun temizlenip arınmasından sana ne?
                  8- Ama koşarak sana gelen
                  9- Ve (Rabbinden) korkan ise,
                  10- Sen onu görmezden geliyorsun, ihmal ediyorsun.
                  11- Hayır; hiç şüphesiz o (Kur'ân) bir öğüttür.
                  12- O hâlde isteyen ondan öğüt alır.
                  13- O (Kur'ân) değerli-üstün sahifelerdedir (levhalardadır).
                  14- Yüceltilmiş, tertemiz kılınmış (sahifeler)
                  15- (Öyle sahifeler ki) elçilerin-kâtiplerin (meleklerin) elindedir.
                  16- (Onlar ki) üstün, değerli ve iyilik sembolüdürler.
                  17- Kahrolası insan ne kadar da nankördür!
                  18- (Allah) onu hangi şeyden yarattı?
                  19- (Değersiz) bir nütfeden yarattı ve onu biçimlendirdi.
                  20- Ona yolu kolaylaştırdı. Sonra da onu öldürdü ve kabre gömdürdü. Sonra dilediği zaman onu diriltir.
                  21- Hayır (Allah'ın) ona emrettiğini, o yerine getirmedi.


                  Biz bu ayetlerin tefsirinde ileri sürülen görüşlerin en önemlilerini delilleriyle birlikte verip, ardından tercih ettiğimiz görüşü detaylı bir şekilde açıklamaya çalışacağız.

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                    Birinci Görüş: Ehlisünnet müfessirlerinden birçoğu, sebeb-i nüzul olarak nakledilen rivayetlere de dayanarak bu ayetlerde kınanan şahsın, Allah Resulü (s.a.a) olduğunu, sonuç olarak da Resulullah'ın mutlak masumiyetinin doğru olamayacağını ve Resulullah'ın da bazı hatalarının, hatta günahlarının söz konusu olduğunu ileri sürmüşlerdir.

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                      İkinci Görüş: Bir diğer grup, ayetlerde kınanan şahsın Resulullah (s.a.a) olduğunu kabul etmekle birlikte, diyor ki: Olayın mahiyetini ve cereyan ediş şeklini dikkate aldığımızda, öyle zannedildiği gibi önemli bir hata, hele hele bir günah kesinlikle söz konusu değildir ve olsa olsa bir terk-i evlâ söz konusudur; bu da masumiyete herhangi bir halel getirmez. Zira biz, peygamberlerin günahlardan ve ilâhî vazifelerini lâyıkıyla yerine getirmekle ilgili konularda masum olduklarını iddia etmekteyiz. Olayın bir terk-i evlâ olduğunu gösteren emare ve karinelere gelince, rivayetlerin de belirttiği gibi Allah Resulü (s.a.a), birçok ayetten de anlaşıldığı gibi insanların hidayeti için son derece istekli ve ihtiraslı davranıyor ve onların dalâlette direnmelerine adeta kahroluyordu. Öyle ki bazen Rabb'ül-Âlemin ayet indirerek Resul'ünü kontrol ediyor ve bu kadar hırs ve üzüntünün de yersiz olduğunu, ona düşen görevin sadece ilâhî mesajların tebliği olduğunu hatırlatıyordu. Bu olayda da aynı şey söz konusudur. Hele bu olayda Resulullah, Kureyş büyükleriyle muhatap olduğu ve bu fırsatın belki de bir daha ele geçmeyeceğini ve bu insanların hidayetiyle, belki peşlerinden sürükledikleri diğer birçoklarının da hidayet bulacağını düşünerek, onlarla aşırı bir şekilde ilgileniyor ve onların hidayet bulmaları için can atıyordu. İşte tam bu sırada Abdullah İbn Ümm-ü Mektum meclise giriyor ve a'ma olduğu için olup bitenlerden habersiz bir şekilde ısrarla Resulullah'tan kendisine bir şeyler öğretmesini isteyerek, Resulullah'ın müşriklerle olan sohbetinin bölünmesine vesile oluyor. Önemli bir işle meşgul olduğunu düşünen Allah Resulü, Abdullah'ın bu davranışından rahatsız olarak surat asıp sırtını dönerek müşriklerle olan sohbetine devam ediyor.

                      Aslında normal şartlarda Abdullah böyle bir muameleyi hak etmişti. Zira meclis âdâbına riayet etmemişti. Resulullah'ın surat asması da a'ma olan birisini rahatsız edecek bir tutum da olmadığı için bir günah sayılamaz. Kaldı ki, bir insanın samimî olduğu ve kendisine yakın bildiği birisine bu kadarcık bir ihmal ile davranması tabiîdir ve onu rahatsız edecek bir tutum değildir. Ancak Allah-u Teâlâ, Server-i Kâinat ve Seyyid-i Enbiya olan Habibi'ne bu kadarcık bir ihmali dahi uygun bulmuyor ve Resul'ünü uyarmakla birlikte, müşriklerin hidayeti için bu kadar çırpınmanın da gereksiz olduğunu vurguluyor. İşte bu latif kınama ve uyarı, günah olmamakla birlikte, yapılmaması Resulullah'ın şanına daha uygun düşen bir fiilden dolayıdır. Biz de zaten bu kadarını peygamberler hakkında mümkün görüyor ve onların masumiyetine bir halel getirmeyeceğini söylüyoruz.

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                        Üçüncü Görüş: Diğer bazı müfessirler ise surenin ilk dört ayetinin başkasına, beş ilâ onuncu ayetlerin ise Resulullah'la ilgili olduğu görüşündeler. Onlar diyorlar ki: "İlk ayetlerde, kayıp şahıs kipiyle ismi belirtilmeyen birisinin a'maya surat asıp sırtını çevirmesinden bahsediyor ve kesinlikle Resulullah'ın ismi geçmiyor. Biz, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) nakledilen bir rivayete de dayanarak bu şahısın Peygamber (s.a.a.) değil, Benî Ümeyye'den birisi olduğunu söylüyoruz; diğer ayetler ise Resulullah ile ilgilidir."

                        Bu görüşe göre olayın tasviri şöyledir: Bir gün Allah Resulü (a.s) Kureyş zenginlerinden bazılarıyla, tebliğ amaçlı sohbet ederken, a'ma olan Abdullah İbn Ümmü Mektum içeriye giriyor. Bu sırada, mecliste bulunan Benî Ümeyye'den birisi, Abdullah'ı görür görmez, onun gelmesinden rahatsızlığını bildirmek ve onu tahkir etmek maksadıyla suratını asıp, kibirli bir jestle elbiselerini toplayarak ona sırtını çeviriyor. O sırada hararetli bir şekilde müşriklere tebliğ ile meşgul olan Resulullah, belki de bu meşguliyeti, sözün dağılmaması ve meclisin düzeninin bozulmaması için, söz konusu Emevî'nin bu çirkin ve mütekebbirâne davranışı karşısında tepki göstermemiş ve sohbetine devam etmişti. İşte inen ayetlerin ilk üçü, söz konusu şahsın o çirkin davranışına itiraz etmekte, sonraki ayetler ise Resulullah'ın tepkisizliğine değinip, günah olmamakla birlikte bunun, onun yüce mertebe ve makamına yakışmadığı, ona yakışanın bu tür çirkin fiillerin sahiplerine tavır koyup mu'min birisinin bu kadarcık bir tahkir ve mağduriyetine göz yummaması olduğunu ortaya koymaktadır.

                        İşte diyorlar: Gördüğünüz gibi ortada Resulullah'ın masumiyetine halel getirecek bir durum yoktur ve sadece bir terk-i evlâ söz konusudur. Peygamberlerin durumu ise, sahip oldukları makam ve mertebelerinden dolayı bizden farklıdır; onlar bir terk-i evlâdan ötürü de kınanabilirler.

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                          Dördüncü Görüş: Bizim de tercih ettiğimiz dördüncü görüş ise, bu ayetlerin hiçbirisinin Resulullah'la ilgili olmadığı ve onlardaki kınamanın başkalarına ait olduğudur. Bu görüşün delillerini aşağıda açıklamaya çalışacağız:

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                            1. Delil: Bu ayetlerin ve onlardaki kınamanın Resulullah'a yönelik olduğunu ileri süren rivayetlerin hiçbirisi, senetleri zayıf olduğu için müstakil bir delil ve hüccet sayılamaz. Zira bu rivayetlerin bir kısmı sahâbeden, bir kısmı ise tâbiînden nakledilmiştir. Sahâbeden nakledilen rivayetler üç kişiye, yani Ümm'ül-Mu'minin Âişe, Enes b. Mâlik ve İbn Abbâs'a dayandırılmaktadır. Hâlbuki bu şahıslar söz konusu olay yaşandığında, ya dünyaya gelmemişlerdi (İbn Abbas gibi) veya henüz çok küçük yaştaydılar ki bu olaya şahit olup da onu rivayet etmeleri oldukça zor veya gayr-i mümkündür. Tâbiî olanların (Katâde, Mücâhid, Ebu Mâlik, Hakem, İbn Zeyd ve Zahhâk gibi) rivayetlerine gelince, onların da sahâbeye varan senetleri kopuk olduğu ve kimden naklettikleri bildirilmediği için delil sayılamaz.

                            Yorum


                              #15
                              Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                              2. Delil: Bu rivayetler muhteva açısından da çelişki ve tenakuzlarla doludur. Bu çelişki, sadece bir râvinin rivayetiyle diğerinkinin arasında değil, hatta tek râviden nakledilen rivayetlerde de söz konusudur. Mesela Ümm'ül-Mu'minin Âişe'den nakledilen bir rivayette, Resulullah'ın yanında Kureyş büyüklerinden birisinin bulunduğu; bir diğerinde, Utbe ve Şeybe isimli iki Kureyşlinin olduğu; başka bir rivayette ise Ebu Cehil ve Utbe b. Rabi'nin de aralarında bulunduğu bir grup tanınmış Kureyş simalarından bahsedilmektedir.

                              İbn Abbâs'ın bir rivayetinde Resulullah'ın Utbe, amcası Abbas ve Ebu Cehil ile konuşmakta olduğu, İbn Abbâs'a nispet verilen tefsir kitabında ise bu kişilerin, Abbâs, Ümeyye b. Halef ve Safvân b. Ümeyye olduğu ileri sürülmektedir.
                              Katâde'nin bir rivayetinde bunun Ümeyye b. Halef, bir diğerinde ise Übey b. Halef olduğu kaydedilmektedir.
                              Yine Mücahid'in bir rivayetinde, Kureyş'in elebaşlarından birisi denmekte, bir diğerinde ise Utbe b. Rabia ve Ümeyye b. Halef diye iki kişinin ismi verilmektedir.

                              Rivayetlerin biri diğeri ile karşılaştırıldığında, bu ihtilâflar daha da yoğunlaşmaktadır. Kısacası olayın keyfiyeti, Resulullah'ın (s.a.a) olayla ilgili söyledikleri, İbn Ümm-ü Mektum'un sözleri bu rivayetlerde incelenip birbiriyle karşılaştırıldığında, bir sürü ihtilâf ve çelişki açıkça görülmektedir. Fakat biz sözün fazla uzamaması için onlara girmiyor ve daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenlere, verdiğimiz kaynaklara başvurup, onları bizzat birbiriyle karşılaştırmalarını tavsiye ediyoruz.

                              Burada rivayetlerle ilgili iki nükteye de değinip geçmek istiyoruz: Önceden de aktardığımız gibi, rivayetlerin bazısında şöyle diyor: "Allah Resulü, Abdullah geldiğinde şöyle demişti: 'Şimdi bu Kureyşli, bu adama uyanların hepsi bir avuç kör, köle ve sefil insanlardan ibarettir, diyecek' diye içinden geçirerek, ona surat asmış ve sırtını dönmüştü."

                              Şimdi evvela râvî, Resulullah'ın içini nasıl okumuş ve içinde böyle bir şey söylediğinden nasıl haberdar olmuştu?! Saniyen Resulullah'a iman eden kimselerin nasıl birileri olduklarını, müşrikler bilmiyor muydu ki, Allah Resulü böyle bir telâşa kapılsın ve sırrının ifşa olmasından rahatsız olsun. Salisen, aşağılık kompleksinden başka bir yorumu olmayan böyle bir düşünceyi, bu insanlar, insanlığın onuru Allah'ın Resulü ve Habibi'ne nasıl yakıştırabiliyorlar acaba?!

                              Bir diğer rivayette ise şöyle geçmektedir: "Bu olaydan ve bu olay üzerine inen bu ayetlerden sonra, Allah Resulü'nün bir daha bir zengine önem verdiği ve bir fakiri ihmal ettiği görülmedi!!"

                              Yıllar boyu ilâhî talim ve terbiyeden geçtikten sonra peygamberliğe ulaşan, bu olaydan önce defalarca benzer konularda kendisine ilâhî direktifler ve ayetler inen Peygamber'in (s.a.a) bütün bunlardan gaflet edip, zengine karşı o şekil ve fakire karşı da bu şekil davranıp, sonra adeta uykudan uyanırcasına bir daha benzer bir davranışta bulunması nasıl düşünülebilir?!. Böyle bir şey mâkul ve mantıklı olabilir mi asla?!

                              Yorum

                              YUKARI ÇIK
                              Çalışıyor...
                              X