Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

EHL-İ SÜNNET VE İMAMİYE ŞİASI ARASINDAKİ ÖNEMLİ FARKLAR

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    EHL-İ SÜNNET VE İMAMİYE ŞİASI ARASINDAKİ ÖNEMLİ FARKLAR

    Bismillahirrahmanirrahim

    Biz bu çalışmada belki de bir çok kimsenin merak ettiği bir sorunun cevabını vermek istiyoruz. O da İslam'ın iki ana kolu olan Şiilik ve Sünnilik arasında ittifak ve ihtilaf noktalarının neler olduğudur. Elbette sevindirici olan şey bir taraftan ana ve temel konuların çoğusunda müttefik olmaları, diğer taraftan ise başka konularda da ittifak noktalarının ihtilaflı olanlara oranla daha fazla oluşudur. Bu yüzden biz sadece ihtilafî olan konulara değineceğiz ki bunu yaptığımızda ittifak konuları kendiliğinden anlaşılmış olacaktır.

    #2
    Ynt: EHL-İ SÜNNET VE İMAMİYE ŞİASI ARASINDAKİ ÖNEMLİ FARKLAR

    İtikadî Konulardaki Farklar:

    1- İmamiye Şiası ve Ehl-i Sünnet Allah-u Teala'yı tanımanın her insana farz olduğu üzerinde ittifak halindeler; yani her mükellefe alemin yaratıcısı olduğuna yakin ettirecek deliller peşine gitmesi farzdır. Ancak bu farziyetin akli mi yoksa şer'i mi olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

    İmamiye: Marifetullah aklîdir. Yani Allah'ı tanımanın gerekliliğine, hükmeden akıldır. Din ve şeraitte (Kur'an ve Sünnette) bu hususta yapılan emir ve tavsiyeler ise aklın hükmünü teyid ve tekid içindir.
    Ehl-i Sünnet: Bu farziyet şer’îdir aklî değildir. Yani Allah'u Teala bizzat kendisini tanımayı insanlara farz kılmıştır, aklın bu konuda bir dahli söz konusu değildir.

    2- Ehl-i Sünnetten bazısı Allah-u Teala'yı görmenin hem dünyada mümkün olduğuna inanmaktadırlar, hem de ahirette.
    Bazısı sadece ahirette mümkün olduğunu söylemektedirler. Bu arada rüyada görülmesinin mümkün olduğunu söyleyenler de vardır.

    İmamiye ise Allah-u Teala'nın ne dünyada ne de ahirette görülmesinin mümkün olmadığına inanmaktadırlar. Kur'an'da yer alan "O gün bazı parlak yüzler rablerine bakar" ayetindeki bakıştan maksat kalbi müşahededir, zahiri ve cismi değil. Ya da nazar, intizarla aynı köktendir ve bir manası da beklemetir. Dolayısıyla ayetin anlamı şudur: "O gün bazı parlak yüzler, Rablerinin rahmetini bekleyeceklerdir."

    3- Ehl-i Sünnet: Allah-u Teala'nın sıfatları zatından ayrıdır.
    İmamiye:Allah'ın sıfatları zatının aynıdır ve ondan ayrı değildir.

    4- Ehl-i Sünnet: Allah-u Teala'nın fiillerinde belli bir hikmet ve sebep aramak yersizdir. Çünkü Allah-u Teala fiillerini bir hedef için gerçekleştirmez. Çünkü ona ne bir şey farzdır, ne de herhangi bir şey kabih ve kötüdür.

    İmamiye ise Allah-u Teala'nın bütün fiillerinde insanları veya varlık düzenini ilgilendiren bir takım maslahatların olduğuna inanmaktadır.

    5- Ehl-i Sünnet Allah'ın kelamının (Kur'an) kadim olduğuna inanmaktadır, İmamiye ise hadis ve mahluk olduğuna.

    6- İmamiye: "Allah-u Teala'nın bir şeye emretmesi, onu istemesi ve ona razı olması demektir; bir şeyden nehyetmesi ve sakındırması ise o şeyi istememesi ve sevmemesi demektir. Dolayısıyla Hak Teala'nın sevmediği ve razı olmadığı bir şeyi emretmesi ve sevdiği ve razı olduğu bir şeyden de sakındırması muhal ve imkansızdır.

    7- Ehl-i Sünnet: Hayır da şer de Allah'tandır. Dolayısıyla zulüm, şirk ve bütün kötülüklerin faili de Allah'tır. Çünkü her şeyin yaratıcısı odur.
    İmamiye: Hayır hem Allah'tandır; zira onu irade etmiş ve ona emretmiştir; hem de kuldandır; zira onu hür iradesi ve seçimiyle gerçekleştirmiştir. Şer ise sadece kuldandır. Zira onu da hür iradesiyle gerçekleştiren yine kuldur. Şer Allah'tan değildir; zira ondan nehyetmiştir. Kısacası kötülükleri yapmak Allah-u Teala'ya muhal ve imkansızdır.

    8- Ehl-i Sünnet: Allah-u Teala'nın insanları kaldıramayacakları şeylerle mükellef kılması mümkündür. Zira bir şey ona farz değildir ve hiçbir şey ona kötü sayılmaz.
    İmamiye: İmkansız şeye insanları mükellef kılmak, hem alken mümkün değil, hem de şer'an.

    9- İmamiye: Allah-u Teala insanı hür iradeyle yaratmıştır; dolayısıyla yaptıklarında serbesttir ve seçme gücüne sahiptir.

    Ehl-i Sünnet: (Eş'ariler) İnsan mecbur yaratılmıştır ve hür iradeye sahip değildir. Maturidiler ise insanı cüzi irade sahibi olduğunu söylemektedirler.

    10- Ehl-i Sünnet: Akıl iyi ve kötüyü anlamaktan acizdir. Güzel ancak Allah'ın emrettiği şeydir; kötü ise Allah'ın nehyettiği şeydir. Eğer faraza Allah nehyettiği bir şeye emrederse, o zaman da o şey dönüp iyi olur. Veya emrettiği bir şeyden nehyederse, o zaman da iyiyken o şey kötüye dönüşür. Bu yüzden şöyle derler: "Şu güzeldir; çünkü Allah ona emretmiştir veya şu kötüdür; çünkü Allah ondan sakındırmıştır."

    İmamiye: Akıl şeriattan müstakil olarak iyi ve kötüyü algılama gücüne sahiptir. Dolayısıyla şöyle derler: Allah filan şeye emretmiştir; çünkü o iyidir. Allah filan şeyden nehyetmiştir; çünkü o kötüdür.

    11- İmamiye, bütün olguların bir sebebi olduğuna inanıyor ve bu sebepleri o olgunun meydana gelmesinde gerçekten bir etken olarak görüyor. Susuzluğu giderenin su olduğuna, açlığı giderenin ekmek vb. olduğuna, yakan ve hararet verenin gerçekten ateş olduğuna inanıyor.

    Ehl-i Sünnet ise "Allah'tan başka bir sebep yoktur" diyor. Su içme anında susuzluğu giderme eylemini icad eden su değil Allah'tır. Yemek yeme anında doyurma etkisini icad eden, ekmek değil Allah'tır. Hatta bazısı işi öyle abartmışlardır ki, bir kimse Allah-u Teala mesela ekmekte doyurma, ateşte yakma özerliğini koymuştur diyen kafir olur diyecek kadar ileri gitmişlerdir.

    12- Ehli Sünnet: Allah-u Teala'ya, insanlara hayır ve şer olan şeylerin ne olduğunu beyan etmek için elçiler göndermesinin gerekli değildir ve istediği takdirde onları kılavuzsuz ve öndersiz bırakabilir; zira ne ona bir şey farzdır; ne de ona bir şey kötüdür.

    İmamiye: insanlar için Peygamberler gönderilmesi bir zarurettir. Zira Onlar, insanları Allah'a itaat etmeğe sevk edip ona isyandan sakındırıyor ve onlar için neyin maslahat olup olmadığını onarla bildiriyor. Aksi takdirde insanların doğru yolu bulmaları imkansızdır. Böyle olunca da yaratılış abes bir hale dönüşür.

    13- Ehl-i Sünnet: Peygamberlerin peygamberliğe ulaşmadan önce günah işlemeleri mümkündür; ister büyük günahlar olsun isterse küçük. Ama peygamber olduktan sonra, kafir olmaları, bilerek yalan konuşmaları, mümkün değildir. Ama küçük günahları bilerek veya sehven yapması mümkündür; büyük günahları ise sehven yapmaları mümkün, ama bilerek mümkün değildir.

    İmamiye: Peygamberler mutlak bir şekilde günahlardan masumdurlar; ister büyük günahlar olsun, isterse küçük; ister nübüvvetten önce olmuş olsun, isterse sonra. Onlara leke getirecek ve insanların onlara karşı güvenleri sarsacak şeyleri asla yapmazlar; onlar babaların zillet ve alçaklığından ve annelerin fehşa ve münkerinden münezzehtirler.

    14- Ehl-i Sünnet: Resulullah'ın yerine oturacakimam ve halife seçim ile belirlenir. Bir kişinin dahi ona biat etmesi, biatin onun için tamamlanması ve halifelik vasfını kazanması için yeterlidir. Yine imamda masumiyet şart değildir.

    Malikiler, Şafiiler ve Hanbelilere göre, zalim yöneticinin zulüm ve haksızlıklarına karşı sabredilmesi gerekir ve ona karşı kıyam ve isyan etmek caiz değildir.

    İmamiye: İmam ve Halife nalsa tayin edilir. Yani Allah'ın Resulü'ne bildirmesi ve Resul'ün veya bir önceki imamın ilanıyla belirlenir. Nitekim Resulullah (s.a.a) kendisinden hemen sonra Hz. Ali'nin imam ve halife olduğunu, çeşitli münasebetlerde beyan etmiş ve açıklamıştır. Aynı şekilde imamda masumiyet şarttır. Yine zalim yöneticiye karşı masum imamın önderliği ve kararıyla veya adil müctehidin fetvasıyla kıyam etmek farzdır.

    15- Ehl-i Sünnet: Daha az fazileti olanı daha çok faziletli olana, daha az bilgiliyi ve daha az kemale sahip olanı, daha çok bilgiliye ve daha kamil olana (halifelik gibi mesuliyetlerde) tercih edip öne geçirmek caizdir.

    İmamiye: Daha faziletli, daha bilgili ve daha kamil olan kimseyi, başkalarına tercih edip öne geçirmek farzdır.
    Bunlar, iki mektep ve mezhebin itikadî konularda birbirinden farklı görüşlerinin en önemlileridir.

    Yorum


      #3
      Ynt: EHL-İ SÜNNET VE İMAMİYE ŞİASI ARASINDAKİ ÖNEMLİ FARKLAR

      Şer'î Kaynaklar Ve İctihad Konusundaki Farklar:

      1- Hem Ehl-i Sünnet hem de İmamiye Kur'an'ın baş dini kaynağımız olduğunda müttefiktirler. Yine Kur'an'ın genel hükümlerinin mütevatir veya meşhur hadislerle tahsis edilebileceği hususunda ittifak vardır. Örneğin akrabalar arasındaki genel miras hükümlerini düzenleyen ayetlerin muhtevasının, Şia ve Ehl-i Sünnet arasında mütevatir olan "Katil miras almaz" hadisiyle tahsis edilip şümulünün daraltıldığı gibi. Ancak Kur'an ayetlerinin mütevatir veya meşhur derecesine varmayan haberi ahad ile tahsis edilip edilemeyeceği hususunda ihtilaf vardır.
      Hanefiler: Haber-i ahad atılıp amel edilmez ve ayet kendi umumiyetinde ve genel şümulünde baki kalır.
      İmamiye, Şafiler, Malikiler ve Hanbeliler: Hadis haber-i ahad bile olsa, eğer sahih bir hadis ise ayetin şümulünü tahsis edebilir (daraltabilir).

      2- Hızrî "Usul-ül Fıkıh" kitabında şöyle diyor: "İmam Şâfiî demiştir ki: "Kitap (Kur'an) ancak kitap ile nesh edilir, sünnet ile Kur'an nesh edilmez." Cumhur (diğer mezhepler) ise Kur'an'ın sünnet ile de nesh edilebileceğini söylemişlerdir.
      İmamiye'ye göre ise Kitap, kitabın yanı sıra mütevâtir hadis ile de nesh edilebilir. Ama ahad haberle nesh edilmez.
      Yine bütün Ehl-i Sünnet ve İmamiye Kur'an'daki hükümlerin zahirine, ancak, o konuda nakledilmiş hadisleri tamamıyla gözden geçirip ayetle karşılaştırdıktan sonra amel etmek caizdir. Zira sünnet ve hadisler Kur'an'ın tefsir ve açıklayıcısı hükmündedir.

      3- Bütün Müslümanlarca Resulullah'ın sünnetinden yakini ve kesin olarak sabit olan hadisler, aynı Kur'an gibi hüccettir ve uyulması gerekir. Çünkü Allah-u Teala buyuruyor ki: "Resul'ün size verdiğini alın (uygulayın), sakındırdığından da sakının.

      Ancak İmam Ebu Hanife'ye Resulullah'ın hadislerinden sadece 17 tanesi sabit olmuştur. Çünkü ona göre hadis, ancak bir cemaat (grup) diğer bir cemaatten naklettiğinde veya çeşitli bölgelerin fakih ve alimleri ona amel etme noktasında ittifak ettiğinde yada bir sahabi nakleder de kimse ona bu konuda muhalefet etmezse hüccettir ve amel edilebilir. Hadis kabulündeki bu ağır şartlar, bir taraftan onun sünnete amel dairesini adeta sünneti gözden çıkaracak derecede daraltmıştır (binlerce hadisten sadece 17 tanesini amele layık bulmuştur). Diğer taraftan kıyas, istihsan ve mesalih-i mürsele gibi yollardan hasıl olan şahsire'ye amel etmede son derece aşırı davranmasına neden olmuştur. "Zuha'l-İslam" kitabının sahibi Mısırlı alim Ahmed Emin şöyle yazıyor kitabında: "Ebu Hanife'nin fıkhında çok açık olan şeylerden birisi de şer'î hilelerdir. Daha sonraları bu konu Ebu Hanife ve diğer mezheplerin fıkhî bâblarından önemli bir bölümü oluşturmuştur. Gerçi Hanefî fıkhında daha bariz bir şekilde görülmektedir.

      Hadislerden sadece 17 tanesine güvenmesi, İmam Ebu Hanife'nin mevcut sünnete şer'i bir kaynak olarak güvenmediği Buhari ve Müslim gibi yüzlerce hatta binlerce hadisi içeren kaynakların onun yanında hiçbir kıymeti harbiyelerinin olmadığını gösteriyor. Oysa Hanefiler kendi imamlarının aksine bu hadisleri hem muteber sayıyorlar hem de onlara amel ediyorlar. İmam Ahmed b. Hambel ise birinci derecede sahih hadise amel eder, bulamazsa ikinci derecede sahabenin fetvalarına amel eder; sahabe arasında ihtilaf olduğunda da onlardan her hangi birisini tercih eder; sahabenin fetvalarına ulaşma imkanı olmadığında, üçüncü derecede mürsel (senetsiz) ve zayıf hadislere amel eder; bütün bunlardan yoksun kaldığında ise son olarak kıyas ve mesalih-i mürseleden mütevellit rey yollarına başvurur.
      Buradan Ebu Hanife ile İbn-i Hanbel arasındaki farkı da anlayabiliriz. Ebu Hanife hadislere amel dairsini oldukça çok dar tutmakta ama rey ve şahsi görüşe amel etmenin dairesini ardına kadar açmakta. Ama Ahmed b. Hanbel tam aksine hadislere amel dairesini genişletir; rey'e amelin sınırlarını son derece (zaruret hali hariç) dar tutar. Buradan da iki fıkıh arasında ne kadar büyük bir fark olduğunu anlamak mümkündür.

      İmam Malik bu ikisinin orta noktasını bulmaya çalışmıştır. O Ebu Hanife gibi hadiste tevatür veya şöhreti şart koşmaz; İbn-i Hanbel gibi de zayıf hadise de amel etmez. Ancak haberi ahada da ravisinin adil veya emin olması kaydıyla amel eder. Elbette İmam Malik'in bir diğer özelliği, Medine ehlinin uygulamalarını sahih hadise bile tercih edişidir. Çünkü insanlar Medine ehline uyuyorlardı diyor. Eğer Medine ehlinin uygulamasından haberdar olamaz, bir sahih hadise de ulaşamazsa, o zaman o, kıyas ihtihsan ve mesalih-i mürsele gibi yollardan mütevellit yollara baş vurmayı yeğler.
      İmam Şafii'ye gelinc, o siqa (güvenilir) râvi diğer siqa râvilerden naklederse, meşhur olsun veya olmasın ona amel eder; siqa râvinin rivayetine ulaşamazsa, sadece kıyastan mütevellit rey'e amel eder; ama ihtihsan ve mesalih-i mürseleden mütevellit reye amel etmeyi caiz görmez.

      İmamiye'ye gelince, siqa ve güvenilir râvilerin Resulullah'tan veya Ehlibeyt İmamlarından naklettikleri her hadise amel ederler. Onlar on iki Ehlibeyt İmamının sözlerini şer'î konularda aynı Resulullah'ın sözleri gibi telakki ederler. Zira onlar şer'i konularda söyledikleri sözlerin ve görüşlerin Resulullah'a dayandığını açık bir şekilde beyan etmişlerdir. Örneğin İmam Cafer-i Sadık şöyle der: "Benim hadisim babamın hadisidir; babamın hadisi dedemin hadisidir; dedemin hadisi Hz. Hüseyn'in, Hz. Hüseyn'in hadisi Hz. Hasan'ın hadisi, Hz. Hasan'ın hadisi Hz. Ali'nin, Hz. Ali'nin ki Hz. Resulullah'ın, Hz. Resulullah'ın hadisi ise Allah'ın kelamıdır." (El-Kâfi c.1, s.53)

      Yine İmamiye'ye göre İmam'ın yalan söylemesi ve hata yapması düşünülemez.
      Evet bu sebepten dolayı İmamiye hiçbir zaman kıyas, ihtihsan ve mesalih-i mürsele gibi re'y yollarına baş vurma ihtiyacı hissetmemiştir. Bu yüzden de dört mezhep imamlarının arasındaki fıkhî görüşlerdeki ihtilaflar İmamiye fakihlerininkinden çok çok fazladır.

      Burada şöyle bir soru sorulabilir: Gerçi İmamiye kıyas gibi re'y yollarına baş vurmayı reddetmektedir; ancak dört şer'î kaynağından birisi de akıldır. Aklın şer'î kaynak olarak kabul edilmesi de bir nevi re'ye dayanmak ve amel etmek değil midir? Böyle bir durum Ehl-i Sünnet'teki kıyas ve bunun gibi re'y yollarına baş vurma ile farkı nedir?

      Cevap: Ehl-i Sünnetin dayandığı re'y ile İmamiye'nin dayandığı akıl arasındaki fark şudur ki re'ye amel eden kimse kendisini adeta şeriat sahibinin yerine koyup kafasına göre bir hüküm veriyor. Oysa İmamiye aklı Îlahî hükmü keşfetme için sadece bir yol olarak kullanmaktadır. Örneğin bir kimse biranın necasetine hükmederken elinde hiçbir şeri delil (ayet ve hadis) olmadan sırf kendi zannına dayanarak necasetin sebebini onun sarhoş ediciliği olarak düşünür ve necislik hükmünü verirse, bu necaseti sarhoşluğa vesile olan her şeye taşırsa (ki Ehl-i Sünnet'in yaptığı da budur), bu, re'ye amel etme olur ki İmamiye'nin de karşı çıktığı budur. İtiraz sebebi ise şudur ki; biranın haramlığını ve necasetini bize belirten şeriat sahibi (Allah ve Resulü) bu necasetin sebebini bize açıklamadığı müddetçe bizim kendi kafamızdan necasete sebep olarak sarhoş ediciliği göstermemiz ve bunu sarhoş edici olan her şeye taşımamız caiz değildir. Zira bu kendimizi şeriat sahibi yerine koymak gibi bir şey olur. Sonra bu, Allah ve Resulü'ne iftiraya bile yol açabilir. Zira nereden belli, belki necasetin sebebi başka bir şeydir?

      Evet, şeriat sahibinin kendisi, necasetin sebebini sarhoş edicilik olarak açıklasaydı, o zaman biz de o sebep ve illetin bulunduğu her şeye bu hükmü taşıyabilirdik.

      İmamiye'nin aklî delil olarak aldığı yerler ise bundan tamamen farklıdır. Zira o yerler salt aklî meselelerdir. Örneğin aklın zulmün kötülüğüne, günaha ve kötülüğe yardımcı olmanın kötülüğüne, zarar veren yalanın kötülüğüne, adaletin iyiliğine, faydalı yalanın iyiliğine, emanetin sahibine iade edilmesinin gerekliliğine, nassın (ayet ve hadisin) olmadığı yerde aslî beraatin geçerli olduğuna, daha önemli olan şeyin, daha az önemliye tercih edilmesi gerektiğine hükmetmesi gibi. Bunlar ve benzeri yerlerde (aklın hükmetmekte müstakil olduğu yerlerde), hiçbir şer'î delil olmasaydı dahi bizim aklımız bu hükümleri verirdi ve biz buna uymak mecburiyetindeydik. Dolayısıyla bu konularda Kur'an ve Sünnet'te yapılan açıklamalar aklın hükmünü teyit ve tasdik içindir. Kısacası bu tür yerlerde akıl, haşa hüküm koyucu değil, o konulardaki şer'î hükmü keşfedicidir.

      4- Ehl-i Sünnet: Sahabenin hepsi istisnasız adildirler ve onların tezkiyesi için, yaptıklarını araştırmak, incelemek caiz değildir.

      İçlerinde iyisi de var kötüsü de; adili de var fasıkı da. Herkes yaptığından sorumludur ve yaptıklarıyla değerlendirilir. Allah Resulü'nün zevceleri, hem zevcelik hem de sahabilik unvanlarına sahip olmalarına rağmen Kur'an-ı Kerim onların hakkında "Sizin bir kötülüğünüze, Allah iki kat vebal yazacaktır" (Ahzap, 32) buyuruyor. Demek ki unvanlar insana bir ayrıcalık kazandırmadığı gibi insanın sorumluluğunu daha da arttırmaktadır.

      5- İmamiye'ye göre Sahabenin söz veya davranışları, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünnetini naklederse hüccettir; fakat Kur'an ve Sünnet'ten kendi anlayışını aktarırsa, bu söz diğer bir müçtehid için hüccet olmaz. Önceden de değindiğimiz gibi Ehlibeyt İmamlarının sözlerinin hüccet oluşu ise onların sözlerinin Peygamber sözü olduğundan dolayıdır.

      Ama Ehl-i Sünnet Sahabenin söz ve davranışlarını da (özellikle raşit halifelerinkini) hüccet olarak kabul ederler ve bu konuda "Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz." Veya"Benim ve Raşit halifelerin sünnetinden ayrılmayın…" gibi rivayetleri delil olarak gösterirler. İmamiye ise bu hadisleri senetlerindeki zaaf ve muhtevasındaki çelişkilerden dolayı kabul etmezler. Elbette bazı Sünni alimler dahi bu rivayetlerin senedinin zayıf ve kabul edilemez odlunu itiraf etmişlerdir.

      6- Ehl-i Sünnet Hicret'in 4. yılından beridir mezhepleri dörtte sınıflandırmış ve o zamandan beridir, artık içtihat kapısını kapalı tutmaktadır. Gerçi son zamanlarda bazı Sünni alimler, artık içtihat kapısının açılması gerektiğini ve on dört asır önceki içtihatların günümüz ihtiyaçlarına cevap veremeyeceğini sık sık dile getirmektedirler; Şeyh Muhammed Abduh, Şeyh Merağî ve eski Ezher Şeyhi Şeyh Mahmut Şaltut gibi…

      İmamiye'de ise içtihat kapısı şartlara haiz kimseler için ardına kadar açıktır.

      7- Ehl-i Sünnet avam ve cahil insanların şer'i hükümlerde ölmüş müçtehide taklit etmelerine izin vermektedir. Ama İmamiye alimleri, yeni taklit eden kimsenin mutlaka diri müçtehide taklit etmesi gerektiğinde müttefiktir. Ancak önceden taklit edilen bir müçtehidin öldükten sonra da önceki mukallitleri tarafından taklidine devam edilip edilemeyeceği hususunda farklı görüşler var; bazısı izin verirken bazısı da vermemekte ve onun da mutlaka diri bir müçtehide taklit etmesi gerektiği görüşündedir.

      Burada büyük Şia alimi Seyyid Muhsin Emin ile Sünni bir alim arasında geçen bir diyalogu da münasebetle nakletmekte fayda görüyoruz.

      Sünni alim: Ben eğer İmam Cafer-i Sadık'ın mezhebini öğrenme imkanım olsaydı, asla başka birisini ona tercih etmezdim; ama buna imkan yoktur. Şia ise mezheplerini imam Cafer-i Sadık'a isnad etmede yalan söylüyorlar.
      Seyyid Muhsin Emin: Herkesin mezhebi takipçilerinden öğrenilir. Biz Resulullah'ın görüşlerini Müslümanlardan öğrenmekteyiz. Ebu Hanife'nin mezhebini Hanefilerden, İmam Şafii'ninkini Şafiilerden öğrenmekteyiz; diğerleri de aynı. Peki diğerlerinde durum böyle iken İmam Cafer'inkine gelince neden bu mezhebin takipçilerinden öğrenmekten çekiniyorsunuz.

      Sünni alim: Bence her iki fırkanın dışında tarafsız bir hakemden öğrenmek lazımdır.
      Seyyid Muhsin Emin: O zaman Yahudi ve Hıristiyanları hakem yapıp onlardan öğrenelim.
      Sünni alim: Bu ne biçim sözdür? Bunu nasıl söylersin?
      Seyyid Muhsin Emin: Bunu ben söylemedim sen söyledin!
      Sünni alim bu söze karşı bir şey söylemeyip susmuştur.

      8- İmamiye: Hiç şüphesiz Allah-u Teala'nın her vakıa için belli bir hükmü vardır. İçtihad yaptığında o İlahi hükmü tutturan kimseye musib (isabet ettiren) denir ve böyle birisi iki kat veya daha fazla sevaba nail olacaktır. Ama hata yapıp da gerçek İlahi hükme ulaşamayan kimseye ise muhti (hata yapan) müçtehit denir; böyle birisi ise araştırma ve içtihad zahmetinden dolayı bir kat sevap alacaktır.

      Ehl-i Sünnet ise bu konuda kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir.
      Şafiiler İmamiye'nin görüşünü benimsemişlerdir. (Ebu İshak Sirazi-i Şafiî "El-Lûme" kitabında buna değinmiştir.) İmam Gazâli İmam Mâlik ve İmam Ebu Hanife ise her müçtehidin musib (isabet eden) olduğuna inanmaktadırlar. Zira diyorlar ki gerçek İlahi hüküm müçtehidin zannına tabidir. Müçtehidin içtihadı hangi yönde olursa Allah'ın hükmü de o yönde tecelli eder; bu görüşte olanlara musavvibe (isabetçiler) denir. (Bu konuda İmam Gazâli'nin "El-Mustasfa" kitabına, Ebu İshak Şirazi'nin "El-Lûme" kitabına ve Hızrî'nin "Usul-ül Fıkıh" kitabına müracaat edilebilir.)

      Yorum


        #4
        Ynt: EHL-İ SÜNNET VE İMAMİYE ŞİASI ARASINDAKİ ÖNEMLİ FARKLAR

        Fıkhî Konulardaki Farklar:

        Fıkhi konuların ana hatlarında büyük ölçüde ittifak vardır. Ancak detaylarda ve özellikle uygulama biçimlerinde bir takım farklar ve ihtilaflar vardır ki bunlardan da en önemli olanlarına değinmeğe çalışacağız:

        1- İmamiye, abdest alırken ayakların meshedilmesi gerektiğini, Ehl-i Sünnet iseyıkanması gerektiğini söylemektedir. Bu farklılık abdest ayetinin farklı tefsir edilmesinden ve bu konuda nakledilen hadis ve rivayetlerdeki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Gerçi bazı Sünni alimleri İmamiye'nin ayetten çıkardığı sonucu teyid ve tastik etmektedirler. Fahrettin Razi, Taber, İbrahim Halebi, çağdaş Türk alimlerinden Süleyman Ateş ve Yaşar Nuri Öztürk gibi…

        2- Yine İmamiye'ye göre abdestte kolları yıkarken, dirsekten parmak uçlarına doğru yıkamak gerekir.
        Ehl-i Sünnet ise bunun tersini yapıyor ve aşağıdan yukarıya doğru yıkıyor. Bu farklılık da yine abdest ayetinin farklı yorumundan kaynaklanmaktadır.

        3- Ezan ve kâmette İmamiye'nin aksine Ehl-i Sünnet "Heyye âla Hayr-il amel" cümlesini söylemezler. Bu cümle halife Ömer b. Hattab'ın zamanına kadar söyleniyordu; ama Halife en hayırlı ameli namaz zannedip Müslümanlar cihattan soğurlar gerekçesiyle ezandan bu cümleyi kaldırmıştır. Yine İmamiye'nin aksine sabah namazında "Es-Salâtu Hayrun Minen-Nevm" cümlesi Ehl-i Sünnet tarafından söylenmektedir. Bu cümle de halife Ömer zamanında ezana eklenmiştir.
        Elbette İmamiye ezanda, ezanın bir parçası olarak değil, Ehl-i Beyt mektebinin ve Ali taraftarlarının özellikle Hz. Ali'yi minberlerde ve hutbelerde yıllarca lanetleyen Ümeyye Oğullarına karşı bir şiar olarak "Eşhedü Enne Aliyyen Veliyyullah" cümlesini söylemektedirler.

        4- Namaz kılarken elleri bağlamak İmamiye'ye göre caiz değildir ve namazı batıl eder. bunun sebebi ise Ehl-i Beyt hadislerinde Mecusilere benzemekten kaçınmak olarak beyan edilmiştir. Çünkü onlar büyüklerine saygı için ellerini bağlayarak onların önünde dururlar. Ehl-i Sünnet'in üç mezhep imamı, İmam Ebu Hanife, İmam Şafii ve İmam Ahmed b. Hambel el bağlamanın sünnet olduğuna hükmetmişlerdir. İmam Malik'in en meşhur fetvasına göre ise farz namazlarda el bağlamak caiz değildir, ama sünnet namazlarında caizdir.

        5- Ehl-i Sünnetin aksine İmamiye Ehlibeyt kaynaklı hadislere dayanarak namazda Fatiha'nın ardından "Amin" demeyi caiz olmadığına ve namazı batıl edeceğine inanmaktadır; zira bu kelime "beşerî" bir kelimedir ve namazda söylenmesi caiz değildir.

        6- İmamiye, secde halinde normal yere veya yerden biten her şeye (yenilecek, giyilecek şeyler ve madenler hariç) secde edilmesi gerektiğine inanır; hatta Resulullah zamanında da böyle yapıldığına, fakat daha sonraları bu sünnete uyulmayıp onun yerine sergi ve elbisenin üzerine secde edildiğine dair Sünni kaynaklardan delil ve belge gösterir. Elbette bütün bunların içinden toprağa secde etmenin daha faziletli olduğunu da söyler.
        Ehl-i Sünnet'te ise her şeyin üzerine secde edilmesinin caiz olduğuna inanılır. Gerçi Sünni kaynaklara göre de toprağa secde etmek daha faziletli sayılır.

        7- İmamiye fıkhında, öğleyle ilkindi ve akşamla yatsı namazlarını birbirinden ayırıp -her birini fazilet vaktinde kılmak- müstehap olmasına rağmen bunları birleştirmenin de bir sakıncası yoktur; nitekim bütün Müslümanlar Arafat ve Müzdelife'de böyle yapmaktalar; Peygamber efendimiz (s.a.a) de hiçbir mazereti olmaksızın böyle yaparak namazları cem' etmede ümmeti serbest bırakmıştır. Bunun delilleri Sahih-i Müslim başta olmak üzere bir çok Sünni kaynakta da nakledilmiştir. Elbette şunu da bilmek gerekir ki İmamiye'ye göre namazların bir özel vakitleri vardır bir de müşterek vakitleri. Örneğin vaktin başı öğle namazına aittir, sonu ise ikindi namazına; ortada kalan vakit ise iki namazın müşterek vaktidir. Dolayısıyla, namazlar birleştirilirken hiçbir namaz vakit dışı kılınmamaktadır; ancak özel vaktinde değil müşterek vaktinde kılınmaktadır.
        Her halükarda Ehl-i Sünnet'te bu birleştirmenin sadece zaruret halinde, bir de Arafat ve Müzdelife'de caiz olduğu düşüncesi hakim.

        8- Yine İmamiye fıkhında seferi olan bir kimsenin yolculukta dört rekatlık namazları seferi olarak (ikişer rekat halinde) kılması gerekir; oruç tutması da caiz değildir. Ehl-i Sünnet ise mükellefin seferi veya tamam kılmada serbest olduğunu söylüyor. Kısacası İmamiye Kur'an ve sünnette beyan edilen seferilik hükmünü azimet (farz) olarak görüyor, Ehl-i Sünnet ise sadece bir ruhsat olduğu düşüncesinde.

        9- İmamiye'ye göre Ramazan ayının gecelerinin nafilelerini (teravih) kılmak müstehap bir ameldir; fakat bu namazları cemaatle kılmak "bid'at" olup Resulullah zamanında cemaatle kılınmadığı halde halife Ömer b. Hattap zamanında cemaatle kılınmaya başlanmıştır. Hatta buna itiraz edip bid'attir diyenlere halife, evet ama güzel bid'attir diye cevap vermiş ve o gün bu gündür Ehl-i Sünnet içerisinde cemaatle kılınmaya devam edilmiştir. Bunun kaynaklarını öğrenmek isteyenler şu kaynaklara baş vurabilirler: Sahih-i Buhâri (Lübnan Dar-ül Fikr baskısı), c.3, s.58), Sahih-i Müslim, c.1, s.523), El-İstiâb (İbn-i Abdulbirr), Târih-ül Hulefâ (Suyuti), s.137, Et-Tabakât (İbn-i Sa'd), c.3, 281, Muhâzarat-ül Evâil, 149, Terh-üt Tesrib, c3, s.92, El-Evâil (Ebu Hilâl-il Askerî), 112, Şerh-ül Mevâhib (Zerqânî), Fıkh-üs Sünne (Seyyid Sâbıq), c.1, s.226.

        10- İmamiye, Enfâl suresinin kırk birinci ayetine dayanarak, her Müslüman'ın kazancının ihtiyacından arta kalanının beşte birini Kitab ve Sünnet'te belirtilen yerlerde harcaması gerekir. Bunun ismine humus denir. Ehl-i Sünnet'in aksine İmamiye şiası Enfal 41. ayette geçen ganimet kelimesinden, sadece savaş ganimeti değil genel lügat anlamının kastedildiği görüşündedir. O da insanın genel kazancı ve elde ettiği kâr ve menfaatlerden ibarettir. Ama Ehl-i Sünnet bu görüşte değildir. Söz konusu ayetteki ganimet kelimesinden sadece savaş ganimetinin kastedildiğini iddia etmektedir. Dolayısıyla bu gün Ehl-i Sünnet humus diye şer'î bir vergi tanımamaktadır.

        11- İmamiye fıkhına göre nikah iki kısma ayrılmaktadır: Daimî nikah, geçici nikah (Mut'a nikahı).
        İmamiye Mut'a nikahının Kur'an ve sünnete dayanan meşru bir nikah olduğuna inanmaktadır. Resulullah zamanında uygulanmış ve bu uygulama kaldırılmadan, neshedilmeden 2. Halife'nin zamanına kadar devam etmiştir. Ancak Halife Meşhur İbn-i Hüreys olayından sonra, "Resulullah zamanında olan iki mut'ayı yasaklıyorum ve kim bundan sonra yaparsa cezalandıracağım" sözüyle bu nikaha yasak koymuştur. Elbette İmamiye bu nikahın meşruiyetine, Resululah zamanında asla yasaklanmadığına, bu konuda inen ayetin asla nesh edilmediğine dair ve 2. Halifenin zamanına kadar devam ettiğine ve Halife'nin yukarıda naklettiğimiz sözü söyleyerek bunu tamamen yasakladığına dair delil ve belgeleri kendi kaynaklarının yanı sıra bizzat Sünni kaynaklardan da göstermektedir. Hatta Hz. Ali'nin, "Eğer Ömer mut'ayı yasaklamasaydı, bedbaht insanın dışında kimse zina yapmazdı" sözünü dahi Sünni kaynaklardan belgelemiştir.
        Ehl-i Sünnet ise, mut'a nikahının Resulullah zamanında uygulandığını, ancak daha sonra yasaklandığını, hatta bu yasaklama ve serbest bırakmanın birkaç kere tekrarlandığını (sayısını sekize kadar çıkaranlar var), bu konuda inen ayetin de daha sonra nesh edildiğini iddia etmektedirler.
        Ancak İmamiye yukarıda bahsettiğimiz sebeplerden dolayı bu görüşe katılmamakta Resulullah zamanında yasaklandığını gösteren rivayetlerin senetlerinin bizzat Sünni rivayet kriterlerine göre bile zayıf olduğunu, muhteva açısından aralarında bir ok tenakuzun bulunduğunu, ayete nasih olarak gösterilen ayetlerin ise mut'a ayetinden önce nazil olduğunu, dolayısıyla söz konusu ayete nasih olamayacaklarını söylemektedir. Bu konuda daha sonra daha geniş açıklama yapacağımız için bu kadarıyla yetiniyoruz.
        Elbette yukarıda bahsettiğimiz hususların hepsinde geniş, detaylı ve delilli bilgi elde etmek isteyenler, Abdülkadir Çuhacıoğlu'nun Kevser Yayınları tarafından yayınlanan "Kur'an Ve Sünnet Işığında Mut'a Nikahı" isimli geniş eserine müracaat edebilirler.

        12- İmamiye fıkhına göre talak (boşama) zamanında mutlaka iki adil şahit tutulması gerekir. Bu konuda ise bizzat Kur'an ayetine dayanmaktadır. Çünkü Talak suresinde Şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddetleri içinde boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz Allah'tan korkun… * Sürelerinin sonuna vardıklarında onları güzelce tutun, yahut güzellikle onlardan ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun. Şahidliği Allah için yapın. İşte Allah'a ve son güne inanan kimseye öğütlenen budur. Kim Allah'tan korkarsa Allah ona bir çıkış yolu yaratır." (Talak, 1-2)
        Ehl-i Sünnet ise şahit tutmayı gerekli görmemektedir. Oysa tam tersine nikah zamanında şahit tutmanın gerekliliğine dair herhangi bir açıklama Kur'an'da yokken, nikahta şahit tutmak gerekli sayılmıştır.
        İmamiye, Ehlibeyt hadislerine dayanarak nikahta şahit tutmayı, müstehap görmektedir, farz değildir. Burada İmam Ebu Hanife'nin talebesi ve Harun Reşid'in meşhur kadısı, Ebu Yusuf ile Yedinci Ehlibeyt imamı, İmam Musa Kazım arasında bu konuda geçen bir diyalogu aktarmakta fayda görüyoruz:
        “Muhammed b. Fuzeyl nakleder ki İmam Musa Kazım (a.s) Abbasi döneminin meşhur kadısı Eb-i Yusuf’a şöyle demiştir: "Allah Tebareke ve Teala kendi kitabında talak emretmiş ve iki şahidin olmasına tekit etmiştir. Bu şahitlerin ancak adil olmalarına rıza göstermiştir. Ve Kitabında evlenmeğe emretmiş ve şahitsiz onu bırakmıştır. Ama siz Allah’ın şahitlik (hakkında bir şey) demediği şeyde (nikahta) şahitliği yerleştirdiniz (gerekli gördünüz); şahitliği tekit ettiği şeyde (talak) ise şahitleri iptal ettiniz." (El-Vesail, c.20, Hadis: 25133)

        13- Kur'an ve Sünnet açısından üç talaktan sonra kadının artık boşayan eşine haram olduğu ve başka birisiyle evlenmediği müddetçe boşandığı eşine helal olamayacağı, ancak evlenip de yeni eşinden boşanırsa, o zaman tekrar eski eşiyle evlenebileceği hususunda mezhepler müttefiktir. Ancak Ehl-i Sünnet'e göre bir insan tek celsede karısını üç defalığına boşarsa, bu da üç talak hükmüne dahildir. Ancak İmamiye fıkhına göre böyle bir talak üç değil tek talak hükmündedir; zira üç talak olabilmesi, üç ayrı celsede ve iddet bitmeden dönüş veya iddet bittikten sonra yeni nikahın ardından gerçekleşen üç ayrı talak, yukarıda bahsettiğimiz üç talak özelliğini taşır.
        Bunlar Ehl-i Sünnet ve İmamiye Şiası arasında göze çarpan en önemli farklılıklardır.

        Yorum


          #5
          Ynt: EHL-İ SÜNNET VE İMAMİYE ŞİASI ARASINDAKİ ÖNEMLİ FARKLAR

          Yorum

          YUKARI ÇIK
          Çalışıyor...
          X