ŞİA’DA BEDA
Bedanın Anlamı
Şia tarafından itikadî konular arasında önemle üzerinde durulan ve Ehlisünnet tarafından birçok eleştiriye, saldırıya tâbi tutulan konulardan biri de “beda” konusudur. Sözlükte “belirmek”, ortaya çıkmak” anlamına gelen bedayı, Şia âlimleri bir terim olarak “Allah’ın belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesi” şeklinde tarif etmişlerdir. O hâlde “beda” kelimesinin iki anlamı vardır:
a) Tamamen belli olmak
b) Kararın değişmesi, yeni bir karar almak.
Kısaca söylemek gerekirse, Şia itikadında beda; yaratılan tekvin âleminde, etken ve sebeplerden ötürü yaşanan değişikliklere denir. Dolayısıyla beda; dış âlemde, kaderde vuku bulması gereken bir hadisenin, koşullu olarak devre dışı bırakılmasıdır. Diğer bir değişle, beda; neshetmenim/geçersiz kılmanın ta kendisidir. Yalnız şu farkla ki: Teşri âleminde “nesh” olarak, tekvin âleminde ise “beda” olarak adlandırılır. Örneğin Yunus Peygamber’in kavmi iman edip Allah’ın emirlerine teslim olmadıklarından dolayı ilâhî azaba uğrayacaklardı; ancak tövbe edip iman ettiklerinde, “beda” olayı yaşandı ve herhangi bir azaba maruz kalmadılar. Bunun gibi, Kur’ân ve hadislerden nice örnekler gösterilebilir. Ki bunların bazılarına yazımızın ilerleyen bölümlerinde değineceğiz. İşte bu gerçekten hareketle Allâme Tabatabaî, beda konusunu nesih konusu altında işlemekte ve Bakara Suresi’nin nesihle ilgili 106. ayetinde bedayı da kapsayacak şekilde ele almaktadır.
Akaid Ulemasına Göre Beda
Akaid âlimleri, beda kelimesini şu anlamda kullanırlar: “Kullardan saklı olanın, Allah indinde tamamen belli ve aşikâr oluşu.”
Kimi de, beda kelimesini, “Yüce Allah’ın görüş değiştirmesi ve yeni bir karara varması” şeklinde tamamen yanlış ve batıl bir manada yorumlamışlardır ki, Şia inancına göre Allah bundan elbette ki münezzehtir. Nitekim Şia âlimlerinden M. Hüseyin Muzaffer şöyle der:
“İnsana göre beda, bir şeyde, bir işte, gerçek olmayan bir görüşe sahip olması, kendi görüş ve kararına göre o işi işlemeye kalkıştıktan sonra da görüşünde yanıldığını, gerçeğin başka türlü olduğunu anlaması, o işi yapmaktan vazgeçmesidir. Bu, işi lâyıkıyla bilmeyişten, anlamayıştan meydana gelir ve insan, bundan dolayı pişmanlığa düşer.”
“Bu anlamda beda, yüce Allah hakkında düşünülemez. Çünkü bu, bilgisizlikten ve noksanlıktan meydana gelir. Nitekim İmam Cafer Sadık şöyle buyurmuştur: Kim, bir işin, Allah tarafından, başka türlü olduğunun anlaşıldığına ve bu yüzden Allah’ın nedamete düştüğüne inanırsa, bizce o kişi, ulular ulusu Allah’a kâfirdir.”
“Yine demiştir ki: Kim, dün bilmediği bir şey bugün Allah’ça bilindi sanırsa, ben, o kişiden berîyim, uzağım.”
“Bu da Allah’ın, kitabının muhkem ayetinde, ‘Allah dilediğini siler, dilediğiniyse sabit kılar; kitabın aslı O’nun yanındadır.’[1] buyurduğu hükme uymaktadır… Dolayısıyla beda; Peygamberimizin (s.a.a) şeriatıyla, önceki şeriatların hükümlerinin neshedilmesine / geçersiz kılınmasına, hatta Hz. Peygamber’e (s.a.a) vahyedilen bazı hükümlerin, sonradan neshedilmesine benzer.”[2]
Bunu şöyle izah edebiliriz: Şia itikadına göre, “sonradan elde edilen bir bilgi sebebiyle önceden verilmiş kararın değiştirilmesi” manasındaki beda, Allah’a nispet edilemez.[3] Çünkü böyle bir nispette, Allah’ın ilminde eksiklik olduğunu ya da O’nun daha önceden bilmediği bir şeyi sonradan bildiğini varsayma söz konusudur. Oysa İmam Cafer Sadık (a.s), “Allah’ın dün bilmediği bir şeyi bugün bildiğini” sanan kimseden uzak durulmasını emretmiştir.[4] Ancak Allah’ın iki çeşit ilmi bulunmaktadır:
a) Yalnız kendisinin bildiği ve levh-i mahfuzdaki (kitabın aslı, anası) ilmi.
b) Meleklere, peygamberlere ve İmamlara öğrettiği ilim.[5]
Beda, bu ikinci nevi bilginin insanlara haber verilmesinden sonra vukuu beklenen olayın birinci nevi ilme göre zahir olmasıdır. Bunun da sebebi, Allah’ın ilminde herhangi bir değişiklik olması değil, ortaya çıkan maslahatlara göre ya önceki hükümlerin kaldırılması ya da hakkında hüküm belirtilmeyen konularda yeni hükümler verilmesinden ibarettir.
Bunların örnekleri çoktur. Hz. Peygamber’in (s.a.a) getirdiği şeriatla, evvelki şeriatların hükmünün kaldırılması, kıblenin değiştirilmesi, İbrahim Peygamber’e (a.s) oğlu İsmal’i (a.s) kurban etmesi emredildiği hâlde sonradan koç yollanarak bunu kurban etmesinin emredilmesi gibi.[6]
Bu yönüyle beda, teşride / yasamada hükümlerin değiştirilmesi demek olan “nesh”e benziyor gibiyse de, nesihten farkı; değişikliğin teşriî hükümlerde değil, fizikî ve tekvinî olaylarda gerçekleşmesidir.[7] O nedenle “beda” ile “nesih” konularını aynı başlık altında incelemek gerekir.
Bu görüşü Sadr’ül-Müteallihin (Mollâ Sadra) kendi üstadı Mir Damad’dan nakleder. Mollâ Sadra Usul-i Kâfi’nin şerhinde üstadının görüşünü şöyle özetler: “Bedanın tekvindeki konumu, tıpkı neshin teşrideki konumu gibidir. Sanki nesih, teşriî bedadır; beda ise tekvinî nesihtir. Neshin hakikati, teşriî hükmün sona ermesinden ve süresinin dolmasından ibaret olduğu gibi, bedanın da hakikati tekvinî bir şeyin devamlılığını yitirmesinden, ilâhî ifazanın sona ermesinden ibarettir. Bu ise, varoluş zamanının sınırlandırılması ve ilâhî ifazanın vaktinin kayıtlandırılması demektir; var olan bir şeyin tamamen yok olup ortadan kaldırılması demek değildir.”
Ardından Mollâ Sadra, üstadının bu görüşünü reddederek, özetle şöyle der: “Bedanın sadece tekvinî işlerde olmasını söylemek doğru değildir. Çünkü beda teşriî işlerde de gerçekleşmiştir. Nitekim yüce Allah, Halil’i İbrahim’e oğlu İsmail’i kurban kesmesini emrettikten sonra bu konudaki hükmünü değiştiriyor. Bu ise tekvinî bir hüküm değil, teşriî hükümdür... Dolayısıyla nesih; mükelleflerin fiilleriyle ilgili hükmün zamanının bazı maslahatlardan dolayı son bulduğu anlamındadır ki, bu durumda nesih, hükmün kendisinin değişmesiyle değil, taalluk ettiği konuyla alâkalıdır. Yani şeriat sahibi tarafından gelen hükmün zamanın sona erdiği ortaya çıkmakta ve hükmün konumu ortadan kalkmaktadır. Çünkü hüküm, halkın durumlarının maslahatına ve zamanların iktizasına göre değişebilir, toplumun düzenini farklılık arz edebilir. Bedaya gelince; o, nesihten daha geniş bir anlama sahip olduğu için, hükmün kendisinde de değişiklik anlamını taşıyordur.”
Netice itibarıyla Mollâ Sadra’ya göre, beda ile neshi bir anlamda tutmak yanlıştır. Nesih, şer’î bir hükmün sona erdiğinin ortaya çıkışı anlamını taşırken, beda hükmün kendisinin tamamen ortadan kalkması anlamındadır. Bu ifadeye göre beda nesihten daha geniş bir anlama ve alana sahiptir; beda hem teşriî işlerde, hem de tekvinî işlerde gerçekleşebilir; oysa nesih ancak teşriî işlerde söz konusu olabilir.
Burada bedanın anlamı ve sınırı daha da açığa kavuşması amacıyla, konuyla alâkalı bir hadise yer verip ardından hadisin yorumuyla ilgili olarak Allâme Tabatabaî’nin açıklamalarına yere vereceğiz: et-Tevhit adlı eserde verilen bilgiye göre Hannan b. Südeyr, İmam Cafer Sadık’a (a.s) arşın ve kürsînin ne olduğunu sorup cevabını aldıktan sonra bir de şöyle sorar: “Kurbanın olayım, arş niçin üstünlükte kürsînin komşusu oldu?” İmam ise cevabında şöyle buyurur: “Arşın kürsînin komşusu olmasının sebebi, arşta niteliklere ilişkin bilginin bulunması, kürsîde ise beda kapsamındaki gelişmelerin, bunların gerçekliklerinin, ayrılma ve birleşme sınırlarının bilgisinin bulunmasıdır. Dolayısıyla bu ikisi birbirinin komşusudur.”[8]
el-Mizan Tefsiri’nin sahibi Allâme Tabatabaî de İmam’ın sözlerini şöyle açıklar: “Varlık âleminde adım atan her şey, bir ön örneği olmadan buradan (kürsî makamından) ortaya çıkar. Bütün nesneler buradan gerçeklik kazanır. Çünkü bütün nesneler, bir ön örneği olmayan yeni şeylerdir. Bir şeyin bir ön örneği olmayan yeni şey olması için eski durumdan meydana gelmesinin beklenmemesi gerekir. Bu eski durum, bu yeni şeyden önceki eski şeyleri üreten durumdur. O eski durum gider, yerine bu yeni durum ortaya çıkar. Bu da, bir sebebin hükmünü yok edip başka bir sebebin hükmünü ortaya koyma demektir ki, buna ‘beda’ denir. Dolayısıyla çatışmalı sebeplerin ve çelişik güçlerin işleyişine dayanan bu âlemdeki bütün olup bitenler, değişen iradeler (bedalar) sonucu örneksiz olarak ortaya çıkan şeylerdir.”
“Ancak varlık âleminde sürekli çatışan bu çelişkili sebeplerin ve iradelerin üzerinde de onlara egemen olan bir sebep vardır ki, ancak onun istediği olur. Bu irade, bu sebebi şu sebeple etkisiz bırakır, şu iradenin hükmünü değiştirir, her şeyin mutlak etkisini başkası ile kayıtlandırır. Belirli bir amaçla bir yolu kat etmek isteyen birini düşünelim. Bu kimse yolu yürümeye koyulur. Yolda ilerlerken kimi zaman dinlenme molası verir. Bu molanın gerekçesi, yol almanın ve hareket hâlinde olmanın gerekçesi ile çatışabilir. Böylece bir irade diğer bir iradeyi değiştirmiş olur. Fakat ortada her iki iradeye egemen olan, iradelerin birini öne alıp öbürünü arkada bırakarak çalışmayı isteği uyarınca düzenleyen başka bir irade vardır. Hareketin ve molanın sebepleri olan iradelerin her biri kendi hesabına çalışmakla ve rakibi ile çatışmakla birlikte, her ikisi de üstlerindeki iradeye itaat etmekte ortaktırlar, kendilerinden üstün sebebin gereklerini yerine getirmekte dayanışma hâlindedirler.”
“İşte iki çelişkili sebebin ayrıldığı ve birbirleri ile çatıştıkları makam kürsîdir. Buna karşılık, bu iki sebebin uzlaştığı ve bağdaştığı makam ise arştır. Açıktır ki, ikinci makam birincisinden öndedir ve bu iki makam özetlik ve ayrıntılılık, gizlilik ve açıklık bakımından birbirinden farklıdır.”
“Bu makamlara arş ve kürsî adlarının verilmesi gayet yerindedir. Çünkü bu makamlar, hükümdarın tahtının ve bağlı koltuklarının özelliklerine sahiptirler. Zira kürsî, hükümdarın hükümlerinin memurları ve işçileri aracılığı ile ortaya çıktığı bir aşamadır. Memurların ve işçilerin her biri kendi hesabına ülkenin bir bölüm işleri üzerinde çalışır. Bu koltuklar kimi zaman birbirleri ile çatışırlar. Bu çatışma sonucunda bazısının hükmü diğerinin önüne geçtiği gibi, kimisi başkasının hükmünü ortadan kaldırır. Fakat ikisi birlikte ve uyumlu biçimde arşın (tahtın) hükümlerine itaat eder. Taht hükümdara mahsustur. Sebeplerin çatışmasına konu olmayan, memurların ve işçilerin yürürlükten kaldıramayacağı hüküm onun hükmüdür. Bütün ayrıntıların ana hatları ve memurlarla işçiler aracılığı ile ortaya çıkan bütün gelişmelerin içyüzleri onun tahtında (arşında)dır.”[9]
Kur’ân-ı Kerim’de Beda
Birinci Ayet:
Yüce Allah Ra’d Suresi, 7. (aynı şekilde 27.) ayette şöyle buyurmuştur: “Küfre sapanlar derler ki: Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya...” Ardından aynı surenin 38-39. ayetlerinde buna açıklama getirmekte ve şöyle buyurmaktadır: “...Allah’ın izni olmaksızın hiçbir peygambere herhangi bir ayeti (mucizeyi) getirmesi, olacak iş değildir. Her zamanın belli bir kitabı vardır.” Ve “...Allah istediğini ortadan kaldırır, istediğini de bırakır; kitabın aslı O’nun yanındadır.”
Yüce Allah bu ayetlerin ilkinde, Kureyş kâfirlerinin Hz. Peygamber’den (s.a.a) birçok mucize istediklerini haber vermektedir. Buna ilişkin olarak, bir sonraki ayette bir istisna belirtilmekte ve “Yüce Allah bu kitapta yazılı olan rızk, ecel, mutluluk, mutsuzluk vb. şeylerden dilediğini iptal eder, siler ve o kitapta henüz yazılı olmayan (dilediği bir) şeyi yazar ve belirler; hiçbir şeyin değişmediği ve değiştirilemez olduğu ‘kitabın aslı (levh-ı mahfuz)’ ise, Allah’ın yanındadır.” buyurmaktadır.
Ehlisünnet âlimlerinden Kurtubî bu ayetle ilgili olarak kendi tefsirinde şöyle yazar:
“Maksat, bir hükmün iptal edilmesi ve bir başka hükmün verilmesidir. Daha basit bir deyişle, bir hükmün diğerini neshedip geçersiz kılmasıdır. Bunun, her şeyi kapsadığını söylemek hiç de yanlış olmaz.”[10]
Şia’nın meşhur tefsir âlimlerinden Allâme Tabatabaî ise, ünlü el-Mizân Tefsiri’nde, “Her ecelin (müddetin) yazıldığı bir kitap vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır; kitabın aslı O’nun yanındadır.”[11] ayetinin tefsirinde şöyle der:
“Bir şeyi silmek; izini ve etkilerini gidermek demektir. Bir kitabın içindeki yazıları ve resimleri giderdiğin zaman onu silmiş olursun. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: ‘Allah batılı yok eder; sözleriyle hakkı ortaya koyar.’[12] Yani batılın izlerini ve etkilerini yok eder, ortadan kaldırır. Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: ‘Biz gece ve gündüzü birer ayet olarak yarattık... gecenin karanlığını silip gündüzün aydınlığını getirdik.’[13] Yani, geceleyin gözlerin görme yeteneklerini giderdik. Bu bakımdan silme, nesh=giderme anlamına yakın bir anlam ifade etmektedir.”
“Ayette [Ra’d, 39], silme olgusuna karşılık sabit bırakma olgusu kullanılmıştır. Bir şeyi bulunduğu yerde hareket etmeyecek ve kımıldamayacak şekilde kalıcı kılma yani. O hâlde, silme; bir şeyin çizgileri ve izleriyle sabitleştikten sonra giderilmesi demektir. Bu ifade daha çok yazı ile ilgili olarak kullanılır.”
“Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır, ifadesinin, ‘Her ecelin (müddetin) yazıldığı bir kitap vardır.’ ifadesinden sonra yer almış olması ve bir açıdan bu ifadeyle, diğer bir açıdan da, ‘kitabın aslı O’nun yanındadır.’ ifadesiyle ilintili olması gösteriyor ki, kitabın vakitlerde ve belirlenen sürelerde silinmesi ve sabit bırakılması kastedilmiştir. Buna göre, yüce Allah, ilk vakitte sabit bıraktığı kitabı dilerse ikinci vakitte siler ve onun yerine başka bir kitabı sabit bırakır. Böylece hep bir kitabı silme ve bir başkasını da sabit bırakma durumu devam edip gider.”
“Kitabın içeriğinin ve de her şeyin birer ayet olduğunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, Allah’ın her zaman bir ayeti silip bir diğerini sabit bıraktığını söylememizin bir sakıncası olmaz. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: ‘Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya dengini getiririz.’[14] Bir diğer ayette de şöyle buyurulmuştur: Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman...”[15]
“O hâlde, ‘Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır.’ ifadesi, mutlaklığıyla beraber, ‘Her müddetin yazıldığı bir kitap vardır.’ ifadesine yönelik bir gerekçeli açıklama işlevini de görmektedir. Buna göre, şöyle bir anlam kastedilmiştir: Her dönemin, her vaktin kendine özgü bir kitabı vardır. Bu kitap da diğer vakitlerin kitaplarından farklıdır. Dolayısıyla vakitlerin ve müddetlerin değişmesiyle birlikte kitapların değişmesi, ilâhî tasarrufun ilâhî irade doğrultusunda değişmesinden kaynaklanmaktadır. Yani özlerinde ve mahiyetlerinde bir değişikliğin bulunduğu kastedilmiyor. Her vakit için bir kitabın belirlenmesi ve bu kitabın da kendi özelliği itibariyle değişmezliği kastedilmiyor. Bilâkis bunu, bir kitabın yerine başka bir kitabı öngörmekle, bir kitabı silip diğerini sabit bırakmakla belirleyen Allah’tır.”
“Kitabın aslı O’nun yanındadır, ifadesinin orijinalinde geçen ‘el-ümm=ana’, asıl anlamında kullanılmıştır. Zaten bir şeyin anası, onun doğduğu ve sonra tekrar geri döndüğü aslı demektir. Bu ifadeyle zihinlerde belirebilecek olumsuz düşüncelerin bertaraf edilmesi ve meselenin gerçek mahiyetinin açıklanması amaçlanmıştır. Çünkü bir müddet için yazılan kitabın durumunun silinme ve sabit bırakılma şeklinde farklılık göstermesi, yani yazılan hükmün ve bu hükmü gerektiren beyanın zaman zaman değişmesi, kimi insanların zihinlerinde, olguların ve yargıların Allah katında değişmez, sabit bir şekilleri yoktur, tıpkı biz insanların ve diğer akıl sahibi varlıkların yargılarında ve hükümlerinde olduğu gibi dış etkenlerin gerektirdiği etmenlerin ve sebeplerin etkisiyle hüküm verdiği ya da O’nun hükmünün boyuna olduğu, bu yüzden ne kendi içinde, ne de objeler dünyasında nesnel olarak belirginleşmesinin söz konusu olmadığı, biçimindeki bir kuruntuya neden olabilir. Nitekim basit düşünen sıradan insanlar, herhangi bir mülke sahip olan kimselerin mutlak bir egemenliğe sahip olduklarını, onların diledikleri gibi ve tam bir özgürlük içinde hareket ettiklerini, hiçbir denetime, kayda, şarta ve hareket tarzına ve düzene tabi olmadıklarını, bunların hareketlerinin düzensiz olduklarını, fiillerinin ve verdiği hükümlerin ve kararların değişmez bir temelinin olmadığını sanırlar. Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Benim huzurumda söz değiştirilmez.’,[16] ‘Onun katında her şey ölçü iledir.’[17] Bunun gibi daha bir çok ayet örnek gösterilebilir.”
“İşte yukarıda işaret ettiğimiz türden bir kuruntuyu ve evhamı bertaraf etmek için, ‘Kitabın aslı O’nun yanındadır.’ buyurulmuştur. Yani kitap cinsinin aslı, vakitlere ve müddetlere göre silinen ve sabit bırakılan bu kitapların ilintili oldukları değişmez temel, O’nun yanındadır. Eğer bu kitaplar özleri itibariyle silinmeye ve sabit bırakılmaya elverişli olsalardı, bu durumda bir temelleri, asılları olmayacaktı. Asılları da olmayınca, Allah’ın fiilleri olarak tezahür eden kitapların silinmesi ve sabit bırakılması ya böyle bir durumu dayatan dışsal etkenlere tâbi olarak gerçekleşeceklerdi, ki o da yüce Allah’ın da tıpkı bizim gibi dışsal etkenlerin ve sebeplerin etkisinde, baskısı altında kalıp mağlup olması anlamına gelir. Ya da hiçbir şeye tâbi olmaması demektir ki, bunun anlamı boşunalık, anlamsızlık ve amaçsızlıktır. O zaman da yaratılış düzeninin bozulması, varlıkları birbirine bağlayan tek ve evrensel planlama altüstü olur. Allah’ı böyle bir başıboşluktan tenzih ederiz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık.”[18]
“Ayetin kastettiği anlamın özeti şudur: Yüce Allah her vakit ve müddet için bir kitap hazırlamıştır. Diğer bir ifadeyle her dönemde uygulansın diye bir hüküm ve hukuk sistemi indirmiştir. O bu kitapların, hükümlerin ve yargıların dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır. Bir vaktin yargısını değiştirerek, onun yerine diğer bir vaktin yargısını yerleştirir. Ancak onun katında her vakitle ve yargıyla ilgili olarak silinmeyle ve değişmezlikle ilintisi bulunmayan bir ana kitap vardır. Bu ana kitap diğer yargıların dönüş yeridir, diğer hükümler ve yargılar ondan kaynaklanır. Dolayısıyla Allah, öngörmesi doğrultusunda hükümlerden dilediğini siler ve dilediğini sabit bırakır.”
Ardından Allâme Tabatabaî söz konusu ayetten çıkan sonuçları şu şekilde sıralıyor:
“Birincisi: Silme ve sabit bırakma hükmü geneldir, müddet ve vakit kavramıyla ilintili olan her olguyu kapsar. Bu da göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şey demektir. Nitekim yüce Allah bir ayetti şöyle buyurmuştur: Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları biz, şüphesiz yerli yerince ve belli bir süre için yarattık.”[19]
“Bunu, ‘Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır.’ ifadesinin mutlaklığından anlıyoruz. Konunun peygamberliğin ayetleri/mucizeleri ile ilgili olması ayetin içeriğinin de özel olarak ve sadece bu konuyu ilgilendirmesini gerektirmez. Çünkü konu, özelleştirici bir etken değildir.”
“İkincisi: Yüce Allah’ın her şeyle ilgili sabit, değişmez bir yargısı, bir hükmü vardır. bu da bazılarının her ilâhî hükmün değişebileceğine ilişkin değerlendirmelerinin yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Bu görüşü savunanlar, değişik rivayetleri ve duaları (Ehlibeyt İmamları’ndan, ayrıca bazı sahabelerden rivayet edilen dualar arasında şöyle ifadelere rastlıyoruz: ‘Allah’ım eğer benim adımı bedbahtlar sınıfına yazdıysan, adımı bedbahtlar arasından sil ve beni mutlular sınıfına yaz.’), bunun yanında dua ve sadakanın olumsuz kararları geri çevirdiğini gösteren ayetleri kanıt göstermektedirler. Fakat bu gibi değerlendirmeler değişmez hükümlerin dışındaki hükümlerle ilgili olarak geçerlidir.”
“Üçüncüsü: İlâhî yargılar değişken ve değişmez olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.”
“Şu hâlde gözlemlenen varlıkların iki yönü vardır. Birine değişim yönü diyoruz. Bu yön ölümü, yaşamayı, yok oluşu, baki kalışı, türlü oluşumları ve dönüşümleri gerektirir. Diğerine sabit kalış yönü diyoruz. Bu yönüyle varlıkların üzerinde bulundukları durumda değişiklik olmaz. Bu ikisi de ya silinip ve sabit bırakılan kitap ile kitapların aslıdır veya bu iki kitaba terettüp eden iki olgudur. Her hâlükârda üzerinde durduğumuz ayetin bu iki kitaba işaret ettiği doğru bir varsayımdır.”
“el-Kâfi, adlı eserde İbn Sinan aracılığıyla İmam Cafer Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: Allah dilediğini öne geçirir, dilediğini erteler, dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır ve bütün kitapların aslı O’nun katındadır. Allah’ın dilediği her iş, onu gerçekleştirmeden önce Allah’ın ilminin kapsamındadır. Meydana gelen her şey mutlaka O’nun ilminin kapsamındadır. Bir şeyin Allah açısından önce bilinmeyip ortaya çıkmasından sonra bilinmesi, mümkün değildir.”
“Görüldüğü gibi rivayet, Allah’ın bir şeyi bilmeyip de daha sonra ortaya çıkmasıyla birlikte bilmesi gibi bir durumu olumsuzlamaktadır. Yani başta bilmeyip de sonra bilmesi gibi, ilminin değiştiğini ifade edecek bir durum söz konusu değildir. Böyle bir durum bizim için olabilse de, Allah’ı bundan tenzih ederiz. Sadece bir şeyin daha önce Allah’a zahir iken başka türlü zahir olması gibi bir durum söz konusudur. Böylece önceki zahir oluşun şekli siliniyor, ikinci zahir oluşun şekli sabit bırakılıyor. Ve Allah tümünü de bilir.”
“Akıl sahibi hiç kimse bu gerçeği inkâr edemez. Çünkü olguların ve olayların sebep, şart veya farklı bir engel gibi eksik sebeplerin gerektirdiği bir varlıkları olur. Bunun yanında tam illetlerin ve sebeplerin gerektirdiği bir varlıkları vardır. Bu varlıkları sabittir, beklemede bırakılmamıştır ve durumdan duruma farklılık göstermez. Dolayısıyla silinen ve sabit bırakılan şeyleri içeren kitap ile her şeyin aslını içeren kitap ya varlıkların varoluşlarının bu iki aşamasını doğuran iki olgudur ki, bu aşamalardan biri silinmeye ve sabit bırakılmaya elverişlidir diğeri de sabit kalmaktan başka bir ihtimale açık değildir. Ya da bizzat bu iki varoluş aşamanın kendisidirler. Her iki durumda da Allah’tan daha önce sadır olmuş bir emrin ardından, ondan farklı bir emrin zuhur etmesi söz konusudur ve bu apaçık gerçekten hiçbir şekilde kuşku duymamak gerekir.”
“Sanırım, tartışma; Ehlibeyt İmamları’ndan gelen rivayetlerde işaret edildiği gibi önceden bilinmeyip varolduktan sonra bilinen şeylerin olmasını olumlama ile, başkalarından (Ehlisünnet) gelen rivayetlerde işaret edildiği gibi bunu olumsuzlama esaslı anlayış ekseninde gerçekleşmektedir. Ancak bu tartışma lafzîdir… Tartışmanın tamamen lafzî olduğunun kanıtı, önceden bilinmeyip sonradan ortaya çıkan bir şeyin bilinmesini olumsuzlayanların, bunun Allah’ın bilgisinde değişiklik meydana geldiğinin anlamına geleceğini söylemeleridir. Oysa böyle bir durum ancak biz insanlar açısından geçerli olabilir. Yüce Allah ile ilgili haberlerin açıkladığı husus değil.”[20]
İkinci Ayet:
“O, sizi çamurdan yarattı, sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirenmiş süre de O’nun yanındadır.”[21]
Bu ayetten anlaşılıyor ki, iki türlü ecel vardır. Biri, belirlenmemiş, müphem ecel; diğeri ise, adı konulmuş, belirlenmiş ecel. Bu ikincisi Allah katındadır. Bu ecel, “O’nun katında” ifadesiyle kayıtlı olduğu için, kesinlikle değişikliğe uğramaz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Allah’ın katında olan kalıcıdır.” (Nahl, 96) Allah’ın katındaki ecel, kesindir; değişmez, dönüşmez. Yüce Allah bir ayette, bu hususa şöyle işaret etmektedir: “Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler.” (Yûnus, 49)
Dolayısıyla adı konulmuş, belirlenmiş ecel ile, adı konulmamış, belirsiz ecel arasındaki ilişki, kesin ve hükme bağlanmış bir şeyle birtakım koşullara bağlı, muallakta tutulan şey arasındaki ilişkiye benzer. Bu bakımdan, bağlı bulunduğu koşulların gerçekleşmemesinden dolayı, koşullara bağlı bulunan şey de gerçekleşmeyebilir. Fakat kesin ve sonuca bağlanmış olan için böyle bir şey söz konusu değildir, gerçekleşmemesi diye bir şey düşünülemez.
Bu ayeti, “Her sürenin bir yazısı vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O’nun katındadır.”[22] ayetleriyle birlikte incelediğimiz zaman, göreceğiz ki adı konulmuş kesin ecel, “kitabın aslı”na konulandır; adı konulmamış belirsiz ecel ise, “silme ve silmeden bırakma levhi”nde yazılı olan eceldir.
Tam sebeple, eksik sebep olgularını daha iyi kavramak için güneşin yeryüzünü aydınlatması olayı örnek gösterilebilir. Örneğin; biz biliyoruz ki içinde bulunduğumuz şu gece, birkaç saat sonra bitecek, üzerimize güneş doğacaktır. Güneş, ışığıyla yeryüzünü aydınlatacaktır. Fakat bunun bir bulut tarafından veya araya Ay’ın girmesi nedeniyle ya da başka bir engel tarafından engellenmesi mümkündür. Bu engellerden herhangi birisinin, güneşin yeryüzünü aydınlatmasını engellemesi ihtimali her zaman vardır. Fakat güneş ufukta görüldüğü zaman, arada da varsaydığımız türden bir engel yoksa, kaçınılmaz olarak yeryüzünü aydınlatacaktır.
Buna göre, aydınlatma bağlamında tek başına güneşin doğması, “silme ve silmeden bırakma levhi” konumundadır. Vakti geldiğinde doğması ile birlikte, yeryüzüyle arasına girebilecek herhangi bir engelin bulunamaması durumu ise, aydınlatma bağlamında, “levh-i mahfuz” adı verilen “kitabın aslı” konumundadır.[23]
Kurtubî de kendi tefsirinde şu rivayete yer verir: “İbn Abbas, kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta şöyle der: Yüce Allah, ‘O, öyle bir yaratıcıdır ki, sizi çamurdan ve belli bir ecelle yarattı, belirlenip muayyen edilmiş ecel O’nun katındadır.’ buyurmaktadır. Bu ayette geçen ilk ecel, insanın ölüm anına kadarki zamandır. Belirlenmiş olarak adlandırılan ikinci ecel ise, ölüm sonrasından başlayıp kıyamete kadar sürecek olan berzahtır ki, bunun ne kadar süreceğini Allah’tan gayrisi bilmez. O hâlde, eğer bir insan, Allah’a kullukta bulunur da akrabalarını ve yakınlarını gözeterek onların gönlünü alırsa, Allah onun berzahta bekleyeceği süreden dilediğince alıp ömrüne verir ve ömrünü uzatmış olur. Allah’a itaatsizlikte bulunur, isyan eder, kulluk vazifesini ihmal eder ve akrabalarıyla ilişkisini keserse, o zaman da Allah onun dünya hayatındaki ömründen alıp berzahına ekler ve dünya ömrü kısalmış, berzahı ise uzamış olur.”[24]
Üçüncü Ayet:
Yüce Allah Yûnus Suresi, 98. ayette şöyle buyurmaktadır: “Ama (azap geldiği sırada) iman edip imanı kendisine yarar sağlamış -Yunus kavmi dışında- bir ülke olsaydı ya! Onlar iman edince dünya hayatında onlardan aşağılatıcı azabı kaldırdık ve onları belli bir zaman kadar yararlandırdık.”
Yunus Peygamber’in (a.s) kavmi onu inkâr edince, kızarak aralarından ayrıldı. Kavmi onun haber verdiği azabın geleceğini hissetti, hemen yaptıklarına pişman oldu ve azabın gelmemesi için Allah’a yalvardı. Cenab-ı Allah da onların tövbesini kabul edip onlardan azabı kaldırdı. Diğer taraftan, iman etmedikleri için kavmine kızıp bulundukları yerden ayrılan ve ilâhî bedanın bir diğer örneği olan Hz. Yunus’un hikâyesi de, Sâffât Suresi’nin 139-148. ayetlerinde anlatılmıştır. O ayetlerin bir bölümünde şöyle geçer: “Eğer Allah’ı tespih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı.”[25]
Dördüncü Ayet:
A’râf Suresi’nin 142. ayetinde şöyle buyruluyor: “Musa ile otuz gece için sözleştik ve buna on gün daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceyi buldu.”
Bu ayette buluşmadan söz ediliyor. Bunun aslının otuz gece olduğu, buna on gece daha eklenerek kırk geceye çıktığı bildiriliyor. Yüce Allah, buluşma ve konuşma için Hz. Musa’ya (a.s) otuz gece vaat etti. Sonra ona on gün daha vaat ederek Rabbi ile buluşma süresini kırk geceyle tamamladı. Görüldüğü gibi bu ayette de bedanın gerçekleştiğine dair net biçimde bir örneğe değiniliyor.
5- Bu arada bedanın imkânı ve vukuu ile ilgili Kur’ân’ın birçok ayetlerini delil olarak göstermek mümkündür:
“Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, her şeyin kapılarını onlara açtık. Nihayet kendilerine verilenlerle sevince daldıkları sırada ansızın onları yakaladık, birden bire donakaldılar.”[26]
“İstiğfar ederlerken Allah onlara azap edecek değildir.”[27]
“Şükrederseniz, elbette size nimetimi artırırım.”[28]
“Biz hangi bir memlekete peygamber gönderdiysek, onun halkı yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka onları zorluk ve sıkıtıyla yakalayıvermişiz. Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik...”[29]
“Eğer o bölge halkı iman etseydi ve yaptıkları günahlardan uzak dursaydılar, bereket kapılarını gökten ve yerden onlara açardık.”[30] Bu ayette Allah’ın takdirinin iman ettikleri hâlde değişeceği, fakat gene ilminde onların inkârda ısrar edecekleri sabit olduğundan azaba uğradıkları bildirilmektedir. Daha bunlar gibi nice ayetler örnek gösterilebilir.
Ehlibeyt İmamları’nın Rivayetlerinde Beda
Allâme Meclisî, İmam Cafer Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet eder: “Allah, hangi peygamberini peygamberlikle görevlendirmişse, önce ondan şu üç hususta söz ve ikrar almıştır: Kulluğunu itiraf ve ikrar, bencilikten sıyrılma, Allah’ın dilediğini öne alıp, dilediğini ertelemesini kayıtsız-şartsız şimdiden kabul etme.”[31]
Yine İmam Cafer Sadık bedanın zamanına değinerek şöyle buyurmaktadır: “Kadir gecesi gelip çatınca melekler, Ruh ve yazıcılar dünya semasına iner ve Allah-u Teala’nın o yıl mukadder kıldığı şeyleri yazıp kaydederler. Allah-u Teala bir şeyi öne almayı veya ertelemeyi ya da azaltmayı irade ederse, bir meleği bununla vazifelendiren ve o, istenileni silip emredildiği üzere yazar.”[32]
Bu konuda İmam Muhammed Bâkır’ın (a.s) da şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Katipler dünya semasına iner ve kulların bir yıllık mukadderatını yazıp kaydederler.” Devamla şöyle buyurur: “Buna rağmen (o gece de) her şey yine Allah Tebarek ve Teala’nın iradesine bağlıdır; dilediğini öne alır dilediğini de erteler. Nitekim kendisi şöyle buyurmuştur: Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır; kitabın aslı O’nun yanındadır.”[33]
Yine İmam Bâkır’dan (a.s) gelen bir başka rivayette de şöyle buyurduğu kaydedilir: “Allah Teala’nın Kur’ân’da buyurmuş olduğu ‘Allah, eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez.’[34] ayetinin anlamı, Allah-u Teala’nın katında her şeyin belirlenmiş olduğu kitaplar bulunduğu ve bunlarda dilediğini öne alıp dilediğini ertelediğidir. Kadir Gecesi gelip çatınca, Allah-u Teala o (kitapta belirlenen işleri) gelecek Kadir Gecesi’ne kadar yansıtır. Nitekim bu nedenledir ki, ‘Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez.’ buyurmaktadır. Yani mukadder olup da göklerin yazıcıları tarafından yazıldıktan sonra artık gecikmez ve ertelenmez.”[35]
Ehlibeyt İmamları’ndan gelen rivayetlerde, beda mevzusu, özetle yukarıda aktardığımız şekilde geçmektedir.
Şimdi, gelelim “yeni olaylar karşısında Allah-u Teala’nın daha önceden belirlemediği yeni kararlar verdiği” veya “-hâşâ- Allah Teala’nın daha önceden bilmediği yeni bir görüş ve karara varması” mevzusuna. Ehlibeyt İmamları bu hususta da meseleyi aydınlığa kavuşturmuşlardır. Bu cümleden olmak üzere Allâme Meclisî, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Allah daha önce bilmediği veya fark etmediği bir şeyi şu veya bu durumda bildiği ve fark ettiği bir şekilde bir zanna kapılan birini görürseniz, ondan uzaklaşın ve beri durun.”[36]
Ehlisünnet kaynaklarında ise şu hadislere yer verilir:
1- Teyalisî, Ahmed b. Sa’d ve Tirmizî, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu yazarlar:
Allah Teala Hz. Adem’e (a.s) evlâtlarını gösterdi. Adem (a.s) evlâtları arasında ilginç, çekici ve pek nurlu birini görerek:
– “Ya Rabbi! Bu kim?” diye sordu.
Allah’tan şu nida geldi:
– O senin evlâtlarından Davut’tur.
– “Rabbim, o ne kadar yaşayacak?
– Altmış yıl.
– Rabbim, onun ömrünü uzat.
– Bu mümkün değil, ama sen kendi ömründen ona verilmesini isteyebilirsin.
– Rabbim benim ömrüm ne kadar olacak?
– Bin yıl.
– O hâlde ben ömrümün kırk yılını ona bağışlıyorum!
Hz. Adem’in (a.s) ölüm vakti gelip çatınca melekler ruhunu kabzetmeye geldiler. Hz. Adem (a.s), “Henüz ömrümün kırk yılı kalıyor.” Dediğinde, “Onu daha önce evlâdın Davud’a bağışlamıştın ya!” diye hatırlattılar.[37]
2- Yine Ehlisünnet âlimlerinden Taberî, Ra’d Suresi’nin 39. ayetinin tefsirinde şöyle nakleder: İkinci Halife Ömer b. Hattab’ın şöyle dediği rivayet edilir:
“Allah’ım! Eğer beni bedbaht kullarından etmişsen (yazmışsan), adımı o zümreden sil de bahtiyarlar zümresine yaz; çünkü sen dilediğini yazar, dilediğini bozarsın; kitabın aslı senin yanındadır.”
3- Kurtubî de, aynı ayetin tefsirinde Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim’de geçen Resulullah’ın (s.a.a) şu sözünü nakleder:
“Ömrün uzun ve rızkın bol olmasını isteyen, akrabalarını ve yakınlarını gözetsin, sıla-i rahimde bulunsun.”
“Ömrünün uzun ve rızkının bol olmasını isteyen, Allah’tan çekinsin ve akrabalarıyla yakından ilgilenip onları gözetsin.”[38]
4- İbn Kesir de kendi tefsir kitabında aynı ayetin tefsirinde şöyle bir rivayete yer verir:
“Dua, kazâ ve kader gökle yer arasında dolaşıp dururlar.”
İşte Ehlibeyt İmamları ve Şiî âlimler birçok ayette işaret edilen, özellikle de Ra’d Suresi’nin 39. ayetinde geçen bu “yazma ve bozmayı” “beda” olarak adlandırmışlardır.
Bedaya İnanmanın İnsan Üzerideki Tesiri
Son olarak da Şia açısından, bedanın insan ve psikolojisi üzerindeki etkisini ele alıyoruz. Bu hususta özetle şöyle diyebiliriz:
İnsanoğlunun, “isminin bahtiyarlar ve mutlular listesine yazılması hâlinde artık kesinlikle bedbahtlar ve zavallılar güruhuna yazılmayacağı veya adı kötüler listesine yazılmış birinin artık ne yaparsa yapsın iyiler listesine adını yazdıramayacağı ve yazılanın değişmesinin kesinlikle mümkün olmayacağı ve herkesin kendi yazgısına katlanmak zorunda bulanacağı” şeklinde bir inanç taşıması hâlinde, kötülükte bulunanlar kötülük işlemekten asla vazgeçmeyeceği gibi giderek daha da kötüleşecektir. Zira bu durumda birey kötülüğün bir alın yazısı olduğu ve ne yaparsa yapsın kendisinin değiştirmesinin kesinlikle mümkün olmayacağı gibi kesinlikle yanlış ve tutarsız bir zanna kapılmış olacaktır.
Diğer taraftan iyi ve bahtiyar kullar da, böyle bir zanna kapılmaları hâlinde, “artık hiçbir şekilde yazgının değişmeyeceği ve ne olursa olsun kendisinin daima iyi kullar listesine yazıldığı”nı düşünerek pekâla şeytanın vesveselerine kapılabilecek ve Rabbine itaat ve kullukta kusur edebilecektir.
Oysa bedanın varlığıyla halk, kaderlerinin kendi elinde olduğu bilincine varır ve bu bilinçle ister bireyler olsun, ister toplumlar, içinde bulundukları atmosferi kendi lehlerine veya aleyhlerine çevirebilirler. Dolayısıyla ilâhî lütufa da nail olabilirler, ilâhî azaba da maruz kalabilirler.
Diğer bir tabirle, Kadir olan Allah, birtakım işleri zorla kendi kullarına yüklemez ve bedanın varlığıyla herkes insancıl ve güzel amelleriyle, bazı şartlara kilitlenmiş kaderlerini, kötü ve karanlık bir gidişattan, saadet ve aydınlık bir gidişata dönüştürebilir. İşte tüm bunlardan hareketle Şia inancında, insan yaşadığı müddet içerisinde birtakım olayların gidişatını değiştirebilir. Nitekim yüce Allah Kur’ân’da şöyle buyurmuştur: “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”[39] Yani insanın ya da bir topluluğun, Allah durup dururken ahlâkını yahut diğer amellerini değiştirmez; ancak o topluluk ya da o insanlar kendilerini değiştirecekler ki, Allah da onları değiştirsin. Dolayısıyla bir toplum kendi gidişatını değiştirdiği anda, Allah’ın kendilerini değiştireceğini göreceklerdir. Aksi takdirde bunun bir hayalden öteye geçmeyeceği açık bir gerçektir. Ayrıca yukarıdaki ayet, bu alanda herhangi bir cebrin / zorlamanın olmadığını, kişinin saadet ve mutluluğa kendi iradesiyle erişebileceği mesajını da vermektedir.
Kısacası beda; kişinin benliğinde hayat verici bir ümit ve yapıcı bir korkuya yol açan en büyük etkendir. Bu sebeple beda, sürekli olarak zihinlerde taze kalarak, kişiyi yeisten kurtarıp ümitli kıldığı, rüşt ve kemale doğru ilerlemesini sağladığı gibi, yanlış yapacağı takdirde ilâhî rahmetten mahrum kalacağı korkusuyla hareket etmesine de sebebiyet verir, insanın korku ve ümit arasında yaşamasını sağlar. Bilindiği gibi insan yaşamında, kişiyi erdemin ve mükemmelliğin doruğuna sevk eden en etkili ve en büyük faktör de, bu saymış olduğumuz etkenlerdir.[40]
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin... O’na korku ve umut içinde dua edin.”[41] Burada, duanın, iki faktörü bir arada bulunması şartı ile yapılması isteniyor. Çünkü insanlar, Allah’a veya ilâhlara bu iki faktörden birinin, yani korku ve ümit etkenlerinin etkisiyle kulluk ederler. Bazı insanlar, korku faktörünün etkisi ile ilâhlar edinirler ve edindikleri ilâhların kötülüklerinden korunmak için onlara taparlar. Başka bazıları da, umut faktörünün etkisi ile ilâhlar edinirler ve edindikleri ilâhların iyiliklerine ve bereketlerine kavuşmak amacı ile onlara taparlar. Fakat sırf korku etkisi ile yapılan kulluk, insanı ümitsizliğe sürükleyebilir ve bu ümitsizlik de kulluğu bırakmaya yol açar. Bu durum çok görülmüştür. Sırf ümit etkisi ile kulluk da, insanı arsızlığa ve kulluk edebinden uzaklaşmaya sürükleyebilir. Bu da kulluğu bırakmaya yol açar. Bu da çok görülmüş bir durumdur. İşte bu yüzden yüce Allah, “O’na korku ve umut içinde dua edin.” diye buyurarak bu iki faktörü bir araya getirerek dua etmeye çağırıyor. Maksat, bu iki sıfattan birinin bozduğunu diğerinin düzeltmesidir. Böylece kâinatta geçerli olan genel kanunun, yani çekme-itme kanununun mecrasına girilmiş olur. Bu dengeyi ve böyle bir kulluk sunmayı de ancak şimdiye kadar açıklamaya çalıştığımız “beda” inancını sağlar.
Dipnotlar:
[1]- Ra’d, 39
[2]- Muzaffer Muhammed Rıza, Akaidü’l-İmamiyye / Şia İnançları, Abdülbaki Gölpınarlı tercümesi, Kum-İran, Ensariyan Yayınları, 1993, s. 45.
[3]- Şeyh Müfid, Tashihü’l-İtikad, Kum-İran, Daru’l-Müfid, 1992, s. 168.
[4]- Reyşehrî Muhammedî Muhammed, Mizanü’l-Hikme, Kum-İran, Defter-i Tebligat-i İslâmî, 1982, c. 1, s. 389.
[5]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 110.
[6]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 108-109.
[7]- el-Musavî Abdullah Hasan, Bahsu’n Havle’l-Beda, Beyrut, Daru’l-Fikr, 1987, s. 17.
[8]- Şeyh Saduk, et-Tevhid, Tahran basımı, s.321
[9]- Allâme Tabatabaî, el-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’ân, c. 8, 85.
[10]- Üstad Allâme Askerî’nin “Beda” ile ilgili yazısından naklen.
[11]- Ra’d, 38
[12]- Şûrâ, 24
[13]- İsrâ, 12
[14]- Bakara, 106
[15]- Nahl, 101
[16]- Kaf, 29
[17]- Ra’d, 8
[18]- Duhân, 38-39
[19]- Ahkaf, 3
[20]- Allâme Tabatabaî, el-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’ân, Kum-İran, Menşurat-u Cemaati’l-Müderrisin, 1987, c. 11, s. 375-381.
[21]- En’âm, 2
[22]- Ra’d, 38-39
[23]- Tabatabaî, Muhammed Hüseyin, el-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’ân, Kevser Yayınları, 2003, c. 7, s. 25.
[24]- Kurtubî, Tefsir, Beyrut, Daru’t-Taaruf, 1987, c. 9, s. 329-331.
[25]- Yûnus, 143-144
[26]- En’âm, 44
[27]- Enfâl, 33
[28]- İbrâhîm, 7
[29]- A’râf, 94-95
[30]- A’râf, 96
[31]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 108.
[32]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 99.
[33]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988,, c. 4, s. 102.
[34]- Münâfikûn, 11
[35]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 102.
[36]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 111.
[37]- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1992, c. 1, s. 251, 298, 371. Tirmizî, Sünen, Beyrut, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1991, c. 11, s. 196, 197.
[38]- Buharî, Sahih-i Buharî, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1989, c. 3, s. 34, Kitabu’l-Adab, 12. ve 13. bablar.
[39]- Ra’d, 11
[40]- Hüseynîneseb Rıza, Cevaplıyoruz, İstanbul, Kevser Yayınları, 2004, s. 66.
[41]- A’râf, 55-56
Bedanın Anlamı
Şia tarafından itikadî konular arasında önemle üzerinde durulan ve Ehlisünnet tarafından birçok eleştiriye, saldırıya tâbi tutulan konulardan biri de “beda” konusudur. Sözlükte “belirmek”, ortaya çıkmak” anlamına gelen bedayı, Şia âlimleri bir terim olarak “Allah’ın belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesi” şeklinde tarif etmişlerdir. O hâlde “beda” kelimesinin iki anlamı vardır:
a) Tamamen belli olmak
b) Kararın değişmesi, yeni bir karar almak.
Kısaca söylemek gerekirse, Şia itikadında beda; yaratılan tekvin âleminde, etken ve sebeplerden ötürü yaşanan değişikliklere denir. Dolayısıyla beda; dış âlemde, kaderde vuku bulması gereken bir hadisenin, koşullu olarak devre dışı bırakılmasıdır. Diğer bir değişle, beda; neshetmenim/geçersiz kılmanın ta kendisidir. Yalnız şu farkla ki: Teşri âleminde “nesh” olarak, tekvin âleminde ise “beda” olarak adlandırılır. Örneğin Yunus Peygamber’in kavmi iman edip Allah’ın emirlerine teslim olmadıklarından dolayı ilâhî azaba uğrayacaklardı; ancak tövbe edip iman ettiklerinde, “beda” olayı yaşandı ve herhangi bir azaba maruz kalmadılar. Bunun gibi, Kur’ân ve hadislerden nice örnekler gösterilebilir. Ki bunların bazılarına yazımızın ilerleyen bölümlerinde değineceğiz. İşte bu gerçekten hareketle Allâme Tabatabaî, beda konusunu nesih konusu altında işlemekte ve Bakara Suresi’nin nesihle ilgili 106. ayetinde bedayı da kapsayacak şekilde ele almaktadır.
Akaid Ulemasına Göre Beda
Akaid âlimleri, beda kelimesini şu anlamda kullanırlar: “Kullardan saklı olanın, Allah indinde tamamen belli ve aşikâr oluşu.”
Kimi de, beda kelimesini, “Yüce Allah’ın görüş değiştirmesi ve yeni bir karara varması” şeklinde tamamen yanlış ve batıl bir manada yorumlamışlardır ki, Şia inancına göre Allah bundan elbette ki münezzehtir. Nitekim Şia âlimlerinden M. Hüseyin Muzaffer şöyle der:
“İnsana göre beda, bir şeyde, bir işte, gerçek olmayan bir görüşe sahip olması, kendi görüş ve kararına göre o işi işlemeye kalkıştıktan sonra da görüşünde yanıldığını, gerçeğin başka türlü olduğunu anlaması, o işi yapmaktan vazgeçmesidir. Bu, işi lâyıkıyla bilmeyişten, anlamayıştan meydana gelir ve insan, bundan dolayı pişmanlığa düşer.”
“Bu anlamda beda, yüce Allah hakkında düşünülemez. Çünkü bu, bilgisizlikten ve noksanlıktan meydana gelir. Nitekim İmam Cafer Sadık şöyle buyurmuştur: Kim, bir işin, Allah tarafından, başka türlü olduğunun anlaşıldığına ve bu yüzden Allah’ın nedamete düştüğüne inanırsa, bizce o kişi, ulular ulusu Allah’a kâfirdir.”
“Yine demiştir ki: Kim, dün bilmediği bir şey bugün Allah’ça bilindi sanırsa, ben, o kişiden berîyim, uzağım.”
“Bu da Allah’ın, kitabının muhkem ayetinde, ‘Allah dilediğini siler, dilediğiniyse sabit kılar; kitabın aslı O’nun yanındadır.’[1] buyurduğu hükme uymaktadır… Dolayısıyla beda; Peygamberimizin (s.a.a) şeriatıyla, önceki şeriatların hükümlerinin neshedilmesine / geçersiz kılınmasına, hatta Hz. Peygamber’e (s.a.a) vahyedilen bazı hükümlerin, sonradan neshedilmesine benzer.”[2]
Bunu şöyle izah edebiliriz: Şia itikadına göre, “sonradan elde edilen bir bilgi sebebiyle önceden verilmiş kararın değiştirilmesi” manasındaki beda, Allah’a nispet edilemez.[3] Çünkü böyle bir nispette, Allah’ın ilminde eksiklik olduğunu ya da O’nun daha önceden bilmediği bir şeyi sonradan bildiğini varsayma söz konusudur. Oysa İmam Cafer Sadık (a.s), “Allah’ın dün bilmediği bir şeyi bugün bildiğini” sanan kimseden uzak durulmasını emretmiştir.[4] Ancak Allah’ın iki çeşit ilmi bulunmaktadır:
a) Yalnız kendisinin bildiği ve levh-i mahfuzdaki (kitabın aslı, anası) ilmi.
b) Meleklere, peygamberlere ve İmamlara öğrettiği ilim.[5]
Beda, bu ikinci nevi bilginin insanlara haber verilmesinden sonra vukuu beklenen olayın birinci nevi ilme göre zahir olmasıdır. Bunun da sebebi, Allah’ın ilminde herhangi bir değişiklik olması değil, ortaya çıkan maslahatlara göre ya önceki hükümlerin kaldırılması ya da hakkında hüküm belirtilmeyen konularda yeni hükümler verilmesinden ibarettir.
Bunların örnekleri çoktur. Hz. Peygamber’in (s.a.a) getirdiği şeriatla, evvelki şeriatların hükmünün kaldırılması, kıblenin değiştirilmesi, İbrahim Peygamber’e (a.s) oğlu İsmal’i (a.s) kurban etmesi emredildiği hâlde sonradan koç yollanarak bunu kurban etmesinin emredilmesi gibi.[6]
Bu yönüyle beda, teşride / yasamada hükümlerin değiştirilmesi demek olan “nesh”e benziyor gibiyse de, nesihten farkı; değişikliğin teşriî hükümlerde değil, fizikî ve tekvinî olaylarda gerçekleşmesidir.[7] O nedenle “beda” ile “nesih” konularını aynı başlık altında incelemek gerekir.
Bu görüşü Sadr’ül-Müteallihin (Mollâ Sadra) kendi üstadı Mir Damad’dan nakleder. Mollâ Sadra Usul-i Kâfi’nin şerhinde üstadının görüşünü şöyle özetler: “Bedanın tekvindeki konumu, tıpkı neshin teşrideki konumu gibidir. Sanki nesih, teşriî bedadır; beda ise tekvinî nesihtir. Neshin hakikati, teşriî hükmün sona ermesinden ve süresinin dolmasından ibaret olduğu gibi, bedanın da hakikati tekvinî bir şeyin devamlılığını yitirmesinden, ilâhî ifazanın sona ermesinden ibarettir. Bu ise, varoluş zamanının sınırlandırılması ve ilâhî ifazanın vaktinin kayıtlandırılması demektir; var olan bir şeyin tamamen yok olup ortadan kaldırılması demek değildir.”
Ardından Mollâ Sadra, üstadının bu görüşünü reddederek, özetle şöyle der: “Bedanın sadece tekvinî işlerde olmasını söylemek doğru değildir. Çünkü beda teşriî işlerde de gerçekleşmiştir. Nitekim yüce Allah, Halil’i İbrahim’e oğlu İsmail’i kurban kesmesini emrettikten sonra bu konudaki hükmünü değiştiriyor. Bu ise tekvinî bir hüküm değil, teşriî hükümdür... Dolayısıyla nesih; mükelleflerin fiilleriyle ilgili hükmün zamanının bazı maslahatlardan dolayı son bulduğu anlamındadır ki, bu durumda nesih, hükmün kendisinin değişmesiyle değil, taalluk ettiği konuyla alâkalıdır. Yani şeriat sahibi tarafından gelen hükmün zamanın sona erdiği ortaya çıkmakta ve hükmün konumu ortadan kalkmaktadır. Çünkü hüküm, halkın durumlarının maslahatına ve zamanların iktizasına göre değişebilir, toplumun düzenini farklılık arz edebilir. Bedaya gelince; o, nesihten daha geniş bir anlama sahip olduğu için, hükmün kendisinde de değişiklik anlamını taşıyordur.”
Netice itibarıyla Mollâ Sadra’ya göre, beda ile neshi bir anlamda tutmak yanlıştır. Nesih, şer’î bir hükmün sona erdiğinin ortaya çıkışı anlamını taşırken, beda hükmün kendisinin tamamen ortadan kalkması anlamındadır. Bu ifadeye göre beda nesihten daha geniş bir anlama ve alana sahiptir; beda hem teşriî işlerde, hem de tekvinî işlerde gerçekleşebilir; oysa nesih ancak teşriî işlerde söz konusu olabilir.
Burada bedanın anlamı ve sınırı daha da açığa kavuşması amacıyla, konuyla alâkalı bir hadise yer verip ardından hadisin yorumuyla ilgili olarak Allâme Tabatabaî’nin açıklamalarına yere vereceğiz: et-Tevhit adlı eserde verilen bilgiye göre Hannan b. Südeyr, İmam Cafer Sadık’a (a.s) arşın ve kürsînin ne olduğunu sorup cevabını aldıktan sonra bir de şöyle sorar: “Kurbanın olayım, arş niçin üstünlükte kürsînin komşusu oldu?” İmam ise cevabında şöyle buyurur: “Arşın kürsînin komşusu olmasının sebebi, arşta niteliklere ilişkin bilginin bulunması, kürsîde ise beda kapsamındaki gelişmelerin, bunların gerçekliklerinin, ayrılma ve birleşme sınırlarının bilgisinin bulunmasıdır. Dolayısıyla bu ikisi birbirinin komşusudur.”[8]
el-Mizan Tefsiri’nin sahibi Allâme Tabatabaî de İmam’ın sözlerini şöyle açıklar: “Varlık âleminde adım atan her şey, bir ön örneği olmadan buradan (kürsî makamından) ortaya çıkar. Bütün nesneler buradan gerçeklik kazanır. Çünkü bütün nesneler, bir ön örneği olmayan yeni şeylerdir. Bir şeyin bir ön örneği olmayan yeni şey olması için eski durumdan meydana gelmesinin beklenmemesi gerekir. Bu eski durum, bu yeni şeyden önceki eski şeyleri üreten durumdur. O eski durum gider, yerine bu yeni durum ortaya çıkar. Bu da, bir sebebin hükmünü yok edip başka bir sebebin hükmünü ortaya koyma demektir ki, buna ‘beda’ denir. Dolayısıyla çatışmalı sebeplerin ve çelişik güçlerin işleyişine dayanan bu âlemdeki bütün olup bitenler, değişen iradeler (bedalar) sonucu örneksiz olarak ortaya çıkan şeylerdir.”
“Ancak varlık âleminde sürekli çatışan bu çelişkili sebeplerin ve iradelerin üzerinde de onlara egemen olan bir sebep vardır ki, ancak onun istediği olur. Bu irade, bu sebebi şu sebeple etkisiz bırakır, şu iradenin hükmünü değiştirir, her şeyin mutlak etkisini başkası ile kayıtlandırır. Belirli bir amaçla bir yolu kat etmek isteyen birini düşünelim. Bu kimse yolu yürümeye koyulur. Yolda ilerlerken kimi zaman dinlenme molası verir. Bu molanın gerekçesi, yol almanın ve hareket hâlinde olmanın gerekçesi ile çatışabilir. Böylece bir irade diğer bir iradeyi değiştirmiş olur. Fakat ortada her iki iradeye egemen olan, iradelerin birini öne alıp öbürünü arkada bırakarak çalışmayı isteği uyarınca düzenleyen başka bir irade vardır. Hareketin ve molanın sebepleri olan iradelerin her biri kendi hesabına çalışmakla ve rakibi ile çatışmakla birlikte, her ikisi de üstlerindeki iradeye itaat etmekte ortaktırlar, kendilerinden üstün sebebin gereklerini yerine getirmekte dayanışma hâlindedirler.”
“İşte iki çelişkili sebebin ayrıldığı ve birbirleri ile çatıştıkları makam kürsîdir. Buna karşılık, bu iki sebebin uzlaştığı ve bağdaştığı makam ise arştır. Açıktır ki, ikinci makam birincisinden öndedir ve bu iki makam özetlik ve ayrıntılılık, gizlilik ve açıklık bakımından birbirinden farklıdır.”
“Bu makamlara arş ve kürsî adlarının verilmesi gayet yerindedir. Çünkü bu makamlar, hükümdarın tahtının ve bağlı koltuklarının özelliklerine sahiptirler. Zira kürsî, hükümdarın hükümlerinin memurları ve işçileri aracılığı ile ortaya çıktığı bir aşamadır. Memurların ve işçilerin her biri kendi hesabına ülkenin bir bölüm işleri üzerinde çalışır. Bu koltuklar kimi zaman birbirleri ile çatışırlar. Bu çatışma sonucunda bazısının hükmü diğerinin önüne geçtiği gibi, kimisi başkasının hükmünü ortadan kaldırır. Fakat ikisi birlikte ve uyumlu biçimde arşın (tahtın) hükümlerine itaat eder. Taht hükümdara mahsustur. Sebeplerin çatışmasına konu olmayan, memurların ve işçilerin yürürlükten kaldıramayacağı hüküm onun hükmüdür. Bütün ayrıntıların ana hatları ve memurlarla işçiler aracılığı ile ortaya çıkan bütün gelişmelerin içyüzleri onun tahtında (arşında)dır.”[9]
Kur’ân-ı Kerim’de Beda
Birinci Ayet:
Yüce Allah Ra’d Suresi, 7. (aynı şekilde 27.) ayette şöyle buyurmuştur: “Küfre sapanlar derler ki: Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya...” Ardından aynı surenin 38-39. ayetlerinde buna açıklama getirmekte ve şöyle buyurmaktadır: “...Allah’ın izni olmaksızın hiçbir peygambere herhangi bir ayeti (mucizeyi) getirmesi, olacak iş değildir. Her zamanın belli bir kitabı vardır.” Ve “...Allah istediğini ortadan kaldırır, istediğini de bırakır; kitabın aslı O’nun yanındadır.”
Yüce Allah bu ayetlerin ilkinde, Kureyş kâfirlerinin Hz. Peygamber’den (s.a.a) birçok mucize istediklerini haber vermektedir. Buna ilişkin olarak, bir sonraki ayette bir istisna belirtilmekte ve “Yüce Allah bu kitapta yazılı olan rızk, ecel, mutluluk, mutsuzluk vb. şeylerden dilediğini iptal eder, siler ve o kitapta henüz yazılı olmayan (dilediği bir) şeyi yazar ve belirler; hiçbir şeyin değişmediği ve değiştirilemez olduğu ‘kitabın aslı (levh-ı mahfuz)’ ise, Allah’ın yanındadır.” buyurmaktadır.
Ehlisünnet âlimlerinden Kurtubî bu ayetle ilgili olarak kendi tefsirinde şöyle yazar:
“Maksat, bir hükmün iptal edilmesi ve bir başka hükmün verilmesidir. Daha basit bir deyişle, bir hükmün diğerini neshedip geçersiz kılmasıdır. Bunun, her şeyi kapsadığını söylemek hiç de yanlış olmaz.”[10]
Şia’nın meşhur tefsir âlimlerinden Allâme Tabatabaî ise, ünlü el-Mizân Tefsiri’nde, “Her ecelin (müddetin) yazıldığı bir kitap vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır; kitabın aslı O’nun yanındadır.”[11] ayetinin tefsirinde şöyle der:
“Bir şeyi silmek; izini ve etkilerini gidermek demektir. Bir kitabın içindeki yazıları ve resimleri giderdiğin zaman onu silmiş olursun. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: ‘Allah batılı yok eder; sözleriyle hakkı ortaya koyar.’[12] Yani batılın izlerini ve etkilerini yok eder, ortadan kaldırır. Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: ‘Biz gece ve gündüzü birer ayet olarak yarattık... gecenin karanlığını silip gündüzün aydınlığını getirdik.’[13] Yani, geceleyin gözlerin görme yeteneklerini giderdik. Bu bakımdan silme, nesh=giderme anlamına yakın bir anlam ifade etmektedir.”
“Ayette [Ra’d, 39], silme olgusuna karşılık sabit bırakma olgusu kullanılmıştır. Bir şeyi bulunduğu yerde hareket etmeyecek ve kımıldamayacak şekilde kalıcı kılma yani. O hâlde, silme; bir şeyin çizgileri ve izleriyle sabitleştikten sonra giderilmesi demektir. Bu ifade daha çok yazı ile ilgili olarak kullanılır.”
“Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır, ifadesinin, ‘Her ecelin (müddetin) yazıldığı bir kitap vardır.’ ifadesinden sonra yer almış olması ve bir açıdan bu ifadeyle, diğer bir açıdan da, ‘kitabın aslı O’nun yanındadır.’ ifadesiyle ilintili olması gösteriyor ki, kitabın vakitlerde ve belirlenen sürelerde silinmesi ve sabit bırakılması kastedilmiştir. Buna göre, yüce Allah, ilk vakitte sabit bıraktığı kitabı dilerse ikinci vakitte siler ve onun yerine başka bir kitabı sabit bırakır. Böylece hep bir kitabı silme ve bir başkasını da sabit bırakma durumu devam edip gider.”
“Kitabın içeriğinin ve de her şeyin birer ayet olduğunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, Allah’ın her zaman bir ayeti silip bir diğerini sabit bıraktığını söylememizin bir sakıncası olmaz. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: ‘Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya dengini getiririz.’[14] Bir diğer ayette de şöyle buyurulmuştur: Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman...”[15]
“O hâlde, ‘Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır.’ ifadesi, mutlaklığıyla beraber, ‘Her müddetin yazıldığı bir kitap vardır.’ ifadesine yönelik bir gerekçeli açıklama işlevini de görmektedir. Buna göre, şöyle bir anlam kastedilmiştir: Her dönemin, her vaktin kendine özgü bir kitabı vardır. Bu kitap da diğer vakitlerin kitaplarından farklıdır. Dolayısıyla vakitlerin ve müddetlerin değişmesiyle birlikte kitapların değişmesi, ilâhî tasarrufun ilâhî irade doğrultusunda değişmesinden kaynaklanmaktadır. Yani özlerinde ve mahiyetlerinde bir değişikliğin bulunduğu kastedilmiyor. Her vakit için bir kitabın belirlenmesi ve bu kitabın da kendi özelliği itibariyle değişmezliği kastedilmiyor. Bilâkis bunu, bir kitabın yerine başka bir kitabı öngörmekle, bir kitabı silip diğerini sabit bırakmakla belirleyen Allah’tır.”
“Kitabın aslı O’nun yanındadır, ifadesinin orijinalinde geçen ‘el-ümm=ana’, asıl anlamında kullanılmıştır. Zaten bir şeyin anası, onun doğduğu ve sonra tekrar geri döndüğü aslı demektir. Bu ifadeyle zihinlerde belirebilecek olumsuz düşüncelerin bertaraf edilmesi ve meselenin gerçek mahiyetinin açıklanması amaçlanmıştır. Çünkü bir müddet için yazılan kitabın durumunun silinme ve sabit bırakılma şeklinde farklılık göstermesi, yani yazılan hükmün ve bu hükmü gerektiren beyanın zaman zaman değişmesi, kimi insanların zihinlerinde, olguların ve yargıların Allah katında değişmez, sabit bir şekilleri yoktur, tıpkı biz insanların ve diğer akıl sahibi varlıkların yargılarında ve hükümlerinde olduğu gibi dış etkenlerin gerektirdiği etmenlerin ve sebeplerin etkisiyle hüküm verdiği ya da O’nun hükmünün boyuna olduğu, bu yüzden ne kendi içinde, ne de objeler dünyasında nesnel olarak belirginleşmesinin söz konusu olmadığı, biçimindeki bir kuruntuya neden olabilir. Nitekim basit düşünen sıradan insanlar, herhangi bir mülke sahip olan kimselerin mutlak bir egemenliğe sahip olduklarını, onların diledikleri gibi ve tam bir özgürlük içinde hareket ettiklerini, hiçbir denetime, kayda, şarta ve hareket tarzına ve düzene tabi olmadıklarını, bunların hareketlerinin düzensiz olduklarını, fiillerinin ve verdiği hükümlerin ve kararların değişmez bir temelinin olmadığını sanırlar. Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Benim huzurumda söz değiştirilmez.’,[16] ‘Onun katında her şey ölçü iledir.’[17] Bunun gibi daha bir çok ayet örnek gösterilebilir.”
“İşte yukarıda işaret ettiğimiz türden bir kuruntuyu ve evhamı bertaraf etmek için, ‘Kitabın aslı O’nun yanındadır.’ buyurulmuştur. Yani kitap cinsinin aslı, vakitlere ve müddetlere göre silinen ve sabit bırakılan bu kitapların ilintili oldukları değişmez temel, O’nun yanındadır. Eğer bu kitaplar özleri itibariyle silinmeye ve sabit bırakılmaya elverişli olsalardı, bu durumda bir temelleri, asılları olmayacaktı. Asılları da olmayınca, Allah’ın fiilleri olarak tezahür eden kitapların silinmesi ve sabit bırakılması ya böyle bir durumu dayatan dışsal etkenlere tâbi olarak gerçekleşeceklerdi, ki o da yüce Allah’ın da tıpkı bizim gibi dışsal etkenlerin ve sebeplerin etkisinde, baskısı altında kalıp mağlup olması anlamına gelir. Ya da hiçbir şeye tâbi olmaması demektir ki, bunun anlamı boşunalık, anlamsızlık ve amaçsızlıktır. O zaman da yaratılış düzeninin bozulması, varlıkları birbirine bağlayan tek ve evrensel planlama altüstü olur. Allah’ı böyle bir başıboşluktan tenzih ederiz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık.”[18]
“Ayetin kastettiği anlamın özeti şudur: Yüce Allah her vakit ve müddet için bir kitap hazırlamıştır. Diğer bir ifadeyle her dönemde uygulansın diye bir hüküm ve hukuk sistemi indirmiştir. O bu kitapların, hükümlerin ve yargıların dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır. Bir vaktin yargısını değiştirerek, onun yerine diğer bir vaktin yargısını yerleştirir. Ancak onun katında her vakitle ve yargıyla ilgili olarak silinmeyle ve değişmezlikle ilintisi bulunmayan bir ana kitap vardır. Bu ana kitap diğer yargıların dönüş yeridir, diğer hükümler ve yargılar ondan kaynaklanır. Dolayısıyla Allah, öngörmesi doğrultusunda hükümlerden dilediğini siler ve dilediğini sabit bırakır.”
Ardından Allâme Tabatabaî söz konusu ayetten çıkan sonuçları şu şekilde sıralıyor:
“Birincisi: Silme ve sabit bırakma hükmü geneldir, müddet ve vakit kavramıyla ilintili olan her olguyu kapsar. Bu da göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şey demektir. Nitekim yüce Allah bir ayetti şöyle buyurmuştur: Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları biz, şüphesiz yerli yerince ve belli bir süre için yarattık.”[19]
“Bunu, ‘Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır.’ ifadesinin mutlaklığından anlıyoruz. Konunun peygamberliğin ayetleri/mucizeleri ile ilgili olması ayetin içeriğinin de özel olarak ve sadece bu konuyu ilgilendirmesini gerektirmez. Çünkü konu, özelleştirici bir etken değildir.”
“İkincisi: Yüce Allah’ın her şeyle ilgili sabit, değişmez bir yargısı, bir hükmü vardır. bu da bazılarının her ilâhî hükmün değişebileceğine ilişkin değerlendirmelerinin yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Bu görüşü savunanlar, değişik rivayetleri ve duaları (Ehlibeyt İmamları’ndan, ayrıca bazı sahabelerden rivayet edilen dualar arasında şöyle ifadelere rastlıyoruz: ‘Allah’ım eğer benim adımı bedbahtlar sınıfına yazdıysan, adımı bedbahtlar arasından sil ve beni mutlular sınıfına yaz.’), bunun yanında dua ve sadakanın olumsuz kararları geri çevirdiğini gösteren ayetleri kanıt göstermektedirler. Fakat bu gibi değerlendirmeler değişmez hükümlerin dışındaki hükümlerle ilgili olarak geçerlidir.”
“Üçüncüsü: İlâhî yargılar değişken ve değişmez olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.”
“Şu hâlde gözlemlenen varlıkların iki yönü vardır. Birine değişim yönü diyoruz. Bu yön ölümü, yaşamayı, yok oluşu, baki kalışı, türlü oluşumları ve dönüşümleri gerektirir. Diğerine sabit kalış yönü diyoruz. Bu yönüyle varlıkların üzerinde bulundukları durumda değişiklik olmaz. Bu ikisi de ya silinip ve sabit bırakılan kitap ile kitapların aslıdır veya bu iki kitaba terettüp eden iki olgudur. Her hâlükârda üzerinde durduğumuz ayetin bu iki kitaba işaret ettiği doğru bir varsayımdır.”
“el-Kâfi, adlı eserde İbn Sinan aracılığıyla İmam Cafer Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: Allah dilediğini öne geçirir, dilediğini erteler, dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır ve bütün kitapların aslı O’nun katındadır. Allah’ın dilediği her iş, onu gerçekleştirmeden önce Allah’ın ilminin kapsamındadır. Meydana gelen her şey mutlaka O’nun ilminin kapsamındadır. Bir şeyin Allah açısından önce bilinmeyip ortaya çıkmasından sonra bilinmesi, mümkün değildir.”
“Görüldüğü gibi rivayet, Allah’ın bir şeyi bilmeyip de daha sonra ortaya çıkmasıyla birlikte bilmesi gibi bir durumu olumsuzlamaktadır. Yani başta bilmeyip de sonra bilmesi gibi, ilminin değiştiğini ifade edecek bir durum söz konusu değildir. Böyle bir durum bizim için olabilse de, Allah’ı bundan tenzih ederiz. Sadece bir şeyin daha önce Allah’a zahir iken başka türlü zahir olması gibi bir durum söz konusudur. Böylece önceki zahir oluşun şekli siliniyor, ikinci zahir oluşun şekli sabit bırakılıyor. Ve Allah tümünü de bilir.”
“Akıl sahibi hiç kimse bu gerçeği inkâr edemez. Çünkü olguların ve olayların sebep, şart veya farklı bir engel gibi eksik sebeplerin gerektirdiği bir varlıkları olur. Bunun yanında tam illetlerin ve sebeplerin gerektirdiği bir varlıkları vardır. Bu varlıkları sabittir, beklemede bırakılmamıştır ve durumdan duruma farklılık göstermez. Dolayısıyla silinen ve sabit bırakılan şeyleri içeren kitap ile her şeyin aslını içeren kitap ya varlıkların varoluşlarının bu iki aşamasını doğuran iki olgudur ki, bu aşamalardan biri silinmeye ve sabit bırakılmaya elverişlidir diğeri de sabit kalmaktan başka bir ihtimale açık değildir. Ya da bizzat bu iki varoluş aşamanın kendisidirler. Her iki durumda da Allah’tan daha önce sadır olmuş bir emrin ardından, ondan farklı bir emrin zuhur etmesi söz konusudur ve bu apaçık gerçekten hiçbir şekilde kuşku duymamak gerekir.”
“Sanırım, tartışma; Ehlibeyt İmamları’ndan gelen rivayetlerde işaret edildiği gibi önceden bilinmeyip varolduktan sonra bilinen şeylerin olmasını olumlama ile, başkalarından (Ehlisünnet) gelen rivayetlerde işaret edildiği gibi bunu olumsuzlama esaslı anlayış ekseninde gerçekleşmektedir. Ancak bu tartışma lafzîdir… Tartışmanın tamamen lafzî olduğunun kanıtı, önceden bilinmeyip sonradan ortaya çıkan bir şeyin bilinmesini olumsuzlayanların, bunun Allah’ın bilgisinde değişiklik meydana geldiğinin anlamına geleceğini söylemeleridir. Oysa böyle bir durum ancak biz insanlar açısından geçerli olabilir. Yüce Allah ile ilgili haberlerin açıkladığı husus değil.”[20]
İkinci Ayet:
“O, sizi çamurdan yarattı, sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirenmiş süre de O’nun yanındadır.”[21]
Bu ayetten anlaşılıyor ki, iki türlü ecel vardır. Biri, belirlenmemiş, müphem ecel; diğeri ise, adı konulmuş, belirlenmiş ecel. Bu ikincisi Allah katındadır. Bu ecel, “O’nun katında” ifadesiyle kayıtlı olduğu için, kesinlikle değişikliğe uğramaz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Allah’ın katında olan kalıcıdır.” (Nahl, 96) Allah’ın katındaki ecel, kesindir; değişmez, dönüşmez. Yüce Allah bir ayette, bu hususa şöyle işaret etmektedir: “Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler.” (Yûnus, 49)
Dolayısıyla adı konulmuş, belirlenmiş ecel ile, adı konulmamış, belirsiz ecel arasındaki ilişki, kesin ve hükme bağlanmış bir şeyle birtakım koşullara bağlı, muallakta tutulan şey arasındaki ilişkiye benzer. Bu bakımdan, bağlı bulunduğu koşulların gerçekleşmemesinden dolayı, koşullara bağlı bulunan şey de gerçekleşmeyebilir. Fakat kesin ve sonuca bağlanmış olan için böyle bir şey söz konusu değildir, gerçekleşmemesi diye bir şey düşünülemez.
Bu ayeti, “Her sürenin bir yazısı vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O’nun katındadır.”[22] ayetleriyle birlikte incelediğimiz zaman, göreceğiz ki adı konulmuş kesin ecel, “kitabın aslı”na konulandır; adı konulmamış belirsiz ecel ise, “silme ve silmeden bırakma levhi”nde yazılı olan eceldir.
Tam sebeple, eksik sebep olgularını daha iyi kavramak için güneşin yeryüzünü aydınlatması olayı örnek gösterilebilir. Örneğin; biz biliyoruz ki içinde bulunduğumuz şu gece, birkaç saat sonra bitecek, üzerimize güneş doğacaktır. Güneş, ışığıyla yeryüzünü aydınlatacaktır. Fakat bunun bir bulut tarafından veya araya Ay’ın girmesi nedeniyle ya da başka bir engel tarafından engellenmesi mümkündür. Bu engellerden herhangi birisinin, güneşin yeryüzünü aydınlatmasını engellemesi ihtimali her zaman vardır. Fakat güneş ufukta görüldüğü zaman, arada da varsaydığımız türden bir engel yoksa, kaçınılmaz olarak yeryüzünü aydınlatacaktır.
Buna göre, aydınlatma bağlamında tek başına güneşin doğması, “silme ve silmeden bırakma levhi” konumundadır. Vakti geldiğinde doğması ile birlikte, yeryüzüyle arasına girebilecek herhangi bir engelin bulunamaması durumu ise, aydınlatma bağlamında, “levh-i mahfuz” adı verilen “kitabın aslı” konumundadır.[23]
Kurtubî de kendi tefsirinde şu rivayete yer verir: “İbn Abbas, kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta şöyle der: Yüce Allah, ‘O, öyle bir yaratıcıdır ki, sizi çamurdan ve belli bir ecelle yarattı, belirlenip muayyen edilmiş ecel O’nun katındadır.’ buyurmaktadır. Bu ayette geçen ilk ecel, insanın ölüm anına kadarki zamandır. Belirlenmiş olarak adlandırılan ikinci ecel ise, ölüm sonrasından başlayıp kıyamete kadar sürecek olan berzahtır ki, bunun ne kadar süreceğini Allah’tan gayrisi bilmez. O hâlde, eğer bir insan, Allah’a kullukta bulunur da akrabalarını ve yakınlarını gözeterek onların gönlünü alırsa, Allah onun berzahta bekleyeceği süreden dilediğince alıp ömrüne verir ve ömrünü uzatmış olur. Allah’a itaatsizlikte bulunur, isyan eder, kulluk vazifesini ihmal eder ve akrabalarıyla ilişkisini keserse, o zaman da Allah onun dünya hayatındaki ömründen alıp berzahına ekler ve dünya ömrü kısalmış, berzahı ise uzamış olur.”[24]
Üçüncü Ayet:
Yüce Allah Yûnus Suresi, 98. ayette şöyle buyurmaktadır: “Ama (azap geldiği sırada) iman edip imanı kendisine yarar sağlamış -Yunus kavmi dışında- bir ülke olsaydı ya! Onlar iman edince dünya hayatında onlardan aşağılatıcı azabı kaldırdık ve onları belli bir zaman kadar yararlandırdık.”
Yunus Peygamber’in (a.s) kavmi onu inkâr edince, kızarak aralarından ayrıldı. Kavmi onun haber verdiği azabın geleceğini hissetti, hemen yaptıklarına pişman oldu ve azabın gelmemesi için Allah’a yalvardı. Cenab-ı Allah da onların tövbesini kabul edip onlardan azabı kaldırdı. Diğer taraftan, iman etmedikleri için kavmine kızıp bulundukları yerden ayrılan ve ilâhî bedanın bir diğer örneği olan Hz. Yunus’un hikâyesi de, Sâffât Suresi’nin 139-148. ayetlerinde anlatılmıştır. O ayetlerin bir bölümünde şöyle geçer: “Eğer Allah’ı tespih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı.”[25]
Dördüncü Ayet:
A’râf Suresi’nin 142. ayetinde şöyle buyruluyor: “Musa ile otuz gece için sözleştik ve buna on gün daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceyi buldu.”
Bu ayette buluşmadan söz ediliyor. Bunun aslının otuz gece olduğu, buna on gece daha eklenerek kırk geceye çıktığı bildiriliyor. Yüce Allah, buluşma ve konuşma için Hz. Musa’ya (a.s) otuz gece vaat etti. Sonra ona on gün daha vaat ederek Rabbi ile buluşma süresini kırk geceyle tamamladı. Görüldüğü gibi bu ayette de bedanın gerçekleştiğine dair net biçimde bir örneğe değiniliyor.
5- Bu arada bedanın imkânı ve vukuu ile ilgili Kur’ân’ın birçok ayetlerini delil olarak göstermek mümkündür:
“Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, her şeyin kapılarını onlara açtık. Nihayet kendilerine verilenlerle sevince daldıkları sırada ansızın onları yakaladık, birden bire donakaldılar.”[26]
“İstiğfar ederlerken Allah onlara azap edecek değildir.”[27]
“Şükrederseniz, elbette size nimetimi artırırım.”[28]
“Biz hangi bir memlekete peygamber gönderdiysek, onun halkı yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka onları zorluk ve sıkıtıyla yakalayıvermişiz. Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik...”[29]
“Eğer o bölge halkı iman etseydi ve yaptıkları günahlardan uzak dursaydılar, bereket kapılarını gökten ve yerden onlara açardık.”[30] Bu ayette Allah’ın takdirinin iman ettikleri hâlde değişeceği, fakat gene ilminde onların inkârda ısrar edecekleri sabit olduğundan azaba uğradıkları bildirilmektedir. Daha bunlar gibi nice ayetler örnek gösterilebilir.
Ehlibeyt İmamları’nın Rivayetlerinde Beda
Allâme Meclisî, İmam Cafer Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet eder: “Allah, hangi peygamberini peygamberlikle görevlendirmişse, önce ondan şu üç hususta söz ve ikrar almıştır: Kulluğunu itiraf ve ikrar, bencilikten sıyrılma, Allah’ın dilediğini öne alıp, dilediğini ertelemesini kayıtsız-şartsız şimdiden kabul etme.”[31]
Yine İmam Cafer Sadık bedanın zamanına değinerek şöyle buyurmaktadır: “Kadir gecesi gelip çatınca melekler, Ruh ve yazıcılar dünya semasına iner ve Allah-u Teala’nın o yıl mukadder kıldığı şeyleri yazıp kaydederler. Allah-u Teala bir şeyi öne almayı veya ertelemeyi ya da azaltmayı irade ederse, bir meleği bununla vazifelendiren ve o, istenileni silip emredildiği üzere yazar.”[32]
Bu konuda İmam Muhammed Bâkır’ın (a.s) da şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Katipler dünya semasına iner ve kulların bir yıllık mukadderatını yazıp kaydederler.” Devamla şöyle buyurur: “Buna rağmen (o gece de) her şey yine Allah Tebarek ve Teala’nın iradesine bağlıdır; dilediğini öne alır dilediğini de erteler. Nitekim kendisi şöyle buyurmuştur: Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır; kitabın aslı O’nun yanındadır.”[33]
Yine İmam Bâkır’dan (a.s) gelen bir başka rivayette de şöyle buyurduğu kaydedilir: “Allah Teala’nın Kur’ân’da buyurmuş olduğu ‘Allah, eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez.’[34] ayetinin anlamı, Allah-u Teala’nın katında her şeyin belirlenmiş olduğu kitaplar bulunduğu ve bunlarda dilediğini öne alıp dilediğini ertelediğidir. Kadir Gecesi gelip çatınca, Allah-u Teala o (kitapta belirlenen işleri) gelecek Kadir Gecesi’ne kadar yansıtır. Nitekim bu nedenledir ki, ‘Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez.’ buyurmaktadır. Yani mukadder olup da göklerin yazıcıları tarafından yazıldıktan sonra artık gecikmez ve ertelenmez.”[35]
Ehlibeyt İmamları’ndan gelen rivayetlerde, beda mevzusu, özetle yukarıda aktardığımız şekilde geçmektedir.
Şimdi, gelelim “yeni olaylar karşısında Allah-u Teala’nın daha önceden belirlemediği yeni kararlar verdiği” veya “-hâşâ- Allah Teala’nın daha önceden bilmediği yeni bir görüş ve karara varması” mevzusuna. Ehlibeyt İmamları bu hususta da meseleyi aydınlığa kavuşturmuşlardır. Bu cümleden olmak üzere Allâme Meclisî, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Allah daha önce bilmediği veya fark etmediği bir şeyi şu veya bu durumda bildiği ve fark ettiği bir şekilde bir zanna kapılan birini görürseniz, ondan uzaklaşın ve beri durun.”[36]
Ehlisünnet kaynaklarında ise şu hadislere yer verilir:
1- Teyalisî, Ahmed b. Sa’d ve Tirmizî, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu yazarlar:
Allah Teala Hz. Adem’e (a.s) evlâtlarını gösterdi. Adem (a.s) evlâtları arasında ilginç, çekici ve pek nurlu birini görerek:
– “Ya Rabbi! Bu kim?” diye sordu.
Allah’tan şu nida geldi:
– O senin evlâtlarından Davut’tur.
– “Rabbim, o ne kadar yaşayacak?
– Altmış yıl.
– Rabbim, onun ömrünü uzat.
– Bu mümkün değil, ama sen kendi ömründen ona verilmesini isteyebilirsin.
– Rabbim benim ömrüm ne kadar olacak?
– Bin yıl.
– O hâlde ben ömrümün kırk yılını ona bağışlıyorum!
Hz. Adem’in (a.s) ölüm vakti gelip çatınca melekler ruhunu kabzetmeye geldiler. Hz. Adem (a.s), “Henüz ömrümün kırk yılı kalıyor.” Dediğinde, “Onu daha önce evlâdın Davud’a bağışlamıştın ya!” diye hatırlattılar.[37]
2- Yine Ehlisünnet âlimlerinden Taberî, Ra’d Suresi’nin 39. ayetinin tefsirinde şöyle nakleder: İkinci Halife Ömer b. Hattab’ın şöyle dediği rivayet edilir:
“Allah’ım! Eğer beni bedbaht kullarından etmişsen (yazmışsan), adımı o zümreden sil de bahtiyarlar zümresine yaz; çünkü sen dilediğini yazar, dilediğini bozarsın; kitabın aslı senin yanındadır.”
3- Kurtubî de, aynı ayetin tefsirinde Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim’de geçen Resulullah’ın (s.a.a) şu sözünü nakleder:
“Ömrün uzun ve rızkın bol olmasını isteyen, akrabalarını ve yakınlarını gözetsin, sıla-i rahimde bulunsun.”
“Ömrünün uzun ve rızkının bol olmasını isteyen, Allah’tan çekinsin ve akrabalarıyla yakından ilgilenip onları gözetsin.”[38]
4- İbn Kesir de kendi tefsir kitabında aynı ayetin tefsirinde şöyle bir rivayete yer verir:
“Dua, kazâ ve kader gökle yer arasında dolaşıp dururlar.”
İşte Ehlibeyt İmamları ve Şiî âlimler birçok ayette işaret edilen, özellikle de Ra’d Suresi’nin 39. ayetinde geçen bu “yazma ve bozmayı” “beda” olarak adlandırmışlardır.
Bedaya İnanmanın İnsan Üzerideki Tesiri
Son olarak da Şia açısından, bedanın insan ve psikolojisi üzerindeki etkisini ele alıyoruz. Bu hususta özetle şöyle diyebiliriz:
İnsanoğlunun, “isminin bahtiyarlar ve mutlular listesine yazılması hâlinde artık kesinlikle bedbahtlar ve zavallılar güruhuna yazılmayacağı veya adı kötüler listesine yazılmış birinin artık ne yaparsa yapsın iyiler listesine adını yazdıramayacağı ve yazılanın değişmesinin kesinlikle mümkün olmayacağı ve herkesin kendi yazgısına katlanmak zorunda bulanacağı” şeklinde bir inanç taşıması hâlinde, kötülükte bulunanlar kötülük işlemekten asla vazgeçmeyeceği gibi giderek daha da kötüleşecektir. Zira bu durumda birey kötülüğün bir alın yazısı olduğu ve ne yaparsa yapsın kendisinin değiştirmesinin kesinlikle mümkün olmayacağı gibi kesinlikle yanlış ve tutarsız bir zanna kapılmış olacaktır.
Diğer taraftan iyi ve bahtiyar kullar da, böyle bir zanna kapılmaları hâlinde, “artık hiçbir şekilde yazgının değişmeyeceği ve ne olursa olsun kendisinin daima iyi kullar listesine yazıldığı”nı düşünerek pekâla şeytanın vesveselerine kapılabilecek ve Rabbine itaat ve kullukta kusur edebilecektir.
Oysa bedanın varlığıyla halk, kaderlerinin kendi elinde olduğu bilincine varır ve bu bilinçle ister bireyler olsun, ister toplumlar, içinde bulundukları atmosferi kendi lehlerine veya aleyhlerine çevirebilirler. Dolayısıyla ilâhî lütufa da nail olabilirler, ilâhî azaba da maruz kalabilirler.
Diğer bir tabirle, Kadir olan Allah, birtakım işleri zorla kendi kullarına yüklemez ve bedanın varlığıyla herkes insancıl ve güzel amelleriyle, bazı şartlara kilitlenmiş kaderlerini, kötü ve karanlık bir gidişattan, saadet ve aydınlık bir gidişata dönüştürebilir. İşte tüm bunlardan hareketle Şia inancında, insan yaşadığı müddet içerisinde birtakım olayların gidişatını değiştirebilir. Nitekim yüce Allah Kur’ân’da şöyle buyurmuştur: “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”[39] Yani insanın ya da bir topluluğun, Allah durup dururken ahlâkını yahut diğer amellerini değiştirmez; ancak o topluluk ya da o insanlar kendilerini değiştirecekler ki, Allah da onları değiştirsin. Dolayısıyla bir toplum kendi gidişatını değiştirdiği anda, Allah’ın kendilerini değiştireceğini göreceklerdir. Aksi takdirde bunun bir hayalden öteye geçmeyeceği açık bir gerçektir. Ayrıca yukarıdaki ayet, bu alanda herhangi bir cebrin / zorlamanın olmadığını, kişinin saadet ve mutluluğa kendi iradesiyle erişebileceği mesajını da vermektedir.
Kısacası beda; kişinin benliğinde hayat verici bir ümit ve yapıcı bir korkuya yol açan en büyük etkendir. Bu sebeple beda, sürekli olarak zihinlerde taze kalarak, kişiyi yeisten kurtarıp ümitli kıldığı, rüşt ve kemale doğru ilerlemesini sağladığı gibi, yanlış yapacağı takdirde ilâhî rahmetten mahrum kalacağı korkusuyla hareket etmesine de sebebiyet verir, insanın korku ve ümit arasında yaşamasını sağlar. Bilindiği gibi insan yaşamında, kişiyi erdemin ve mükemmelliğin doruğuna sevk eden en etkili ve en büyük faktör de, bu saymış olduğumuz etkenlerdir.[40]
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin... O’na korku ve umut içinde dua edin.”[41] Burada, duanın, iki faktörü bir arada bulunması şartı ile yapılması isteniyor. Çünkü insanlar, Allah’a veya ilâhlara bu iki faktörden birinin, yani korku ve ümit etkenlerinin etkisiyle kulluk ederler. Bazı insanlar, korku faktörünün etkisi ile ilâhlar edinirler ve edindikleri ilâhların kötülüklerinden korunmak için onlara taparlar. Başka bazıları da, umut faktörünün etkisi ile ilâhlar edinirler ve edindikleri ilâhların iyiliklerine ve bereketlerine kavuşmak amacı ile onlara taparlar. Fakat sırf korku etkisi ile yapılan kulluk, insanı ümitsizliğe sürükleyebilir ve bu ümitsizlik de kulluğu bırakmaya yol açar. Bu durum çok görülmüştür. Sırf ümit etkisi ile kulluk da, insanı arsızlığa ve kulluk edebinden uzaklaşmaya sürükleyebilir. Bu da kulluğu bırakmaya yol açar. Bu da çok görülmüş bir durumdur. İşte bu yüzden yüce Allah, “O’na korku ve umut içinde dua edin.” diye buyurarak bu iki faktörü bir araya getirerek dua etmeye çağırıyor. Maksat, bu iki sıfattan birinin bozduğunu diğerinin düzeltmesidir. Böylece kâinatta geçerli olan genel kanunun, yani çekme-itme kanununun mecrasına girilmiş olur. Bu dengeyi ve böyle bir kulluk sunmayı de ancak şimdiye kadar açıklamaya çalıştığımız “beda” inancını sağlar.
Dipnotlar:
[1]- Ra’d, 39
[2]- Muzaffer Muhammed Rıza, Akaidü’l-İmamiyye / Şia İnançları, Abdülbaki Gölpınarlı tercümesi, Kum-İran, Ensariyan Yayınları, 1993, s. 45.
[3]- Şeyh Müfid, Tashihü’l-İtikad, Kum-İran, Daru’l-Müfid, 1992, s. 168.
[4]- Reyşehrî Muhammedî Muhammed, Mizanü’l-Hikme, Kum-İran, Defter-i Tebligat-i İslâmî, 1982, c. 1, s. 389.
[5]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 110.
[6]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 108-109.
[7]- el-Musavî Abdullah Hasan, Bahsu’n Havle’l-Beda, Beyrut, Daru’l-Fikr, 1987, s. 17.
[8]- Şeyh Saduk, et-Tevhid, Tahran basımı, s.321
[9]- Allâme Tabatabaî, el-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’ân, c. 8, 85.
[10]- Üstad Allâme Askerî’nin “Beda” ile ilgili yazısından naklen.
[11]- Ra’d, 38
[12]- Şûrâ, 24
[13]- İsrâ, 12
[14]- Bakara, 106
[15]- Nahl, 101
[16]- Kaf, 29
[17]- Ra’d, 8
[18]- Duhân, 38-39
[19]- Ahkaf, 3
[20]- Allâme Tabatabaî, el-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’ân, Kum-İran, Menşurat-u Cemaati’l-Müderrisin, 1987, c. 11, s. 375-381.
[21]- En’âm, 2
[22]- Ra’d, 38-39
[23]- Tabatabaî, Muhammed Hüseyin, el-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’ân, Kevser Yayınları, 2003, c. 7, s. 25.
[24]- Kurtubî, Tefsir, Beyrut, Daru’t-Taaruf, 1987, c. 9, s. 329-331.
[25]- Yûnus, 143-144
[26]- En’âm, 44
[27]- Enfâl, 33
[28]- İbrâhîm, 7
[29]- A’râf, 94-95
[30]- A’râf, 96
[31]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 108.
[32]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 99.
[33]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988,, c. 4, s. 102.
[34]- Münâfikûn, 11
[35]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 102.
[36]- Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1988, c. 4, s. 111.
[37]- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1992, c. 1, s. 251, 298, 371. Tirmizî, Sünen, Beyrut, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1991, c. 11, s. 196, 197.
[38]- Buharî, Sahih-i Buharî, Beyrut, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1989, c. 3, s. 34, Kitabu’l-Adab, 12. ve 13. bablar.
[39]- Ra’d, 11
[40]- Hüseynîneseb Rıza, Cevaplıyoruz, İstanbul, Kevser Yayınları, 2004, s. 66.
[41]- A’râf, 55-56