
Bismillahirrahmanirrahim
Velayeti fakih konusunda bazılarının ilmî şüpheleri ve bazılarının da amelî keyfilikleri vardır. Kur’an-ı Kerim baştan sona bunların her ikisini de açıkça beyan etmiş ve bunlardan sakındırmıştır. Nerede ilmî bir şüphe ortaya çıkmışsa, Kur’an-ı Kerim tam olarak onu aktarmış ve cevaplamıştır. Nerede de amelî keyfilik belirmişse, tehdit etmiş, sakındırmış ve öğüt vermekten de geri durmamıştır. Tevhitten meada ve meattan tevhide, bazen ilmî şüpheler ve bazen de amelî keyfilikler gündeme getirilmiştir. Kur’an-ı Kerim, mead ile ilgili ilmî şüphe hakkında şöyle buyurmaktadır:
“İnsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” 1
Mead hakkında ilmî şüphesi olanlar, bilmelidirler ki yüce Allah, insanı yoktan var etmiştir: “İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?”2 Ve onun çürümüş kemiklerini de parmak uçlarıyla birlikte yeniden var edecek ve eski haline getirecektir.
Bazıları da vardır ki ilmî şüpheleri yoktur, ama amelî keyfilik peşindeler. “Fakat insan önündekini (kıyameti) yalanlamak ister.”3 Bunlar, önlerinin tamamen açık olmasını ve istedikleri her şeyi yapmak isterler.
Velayeti Fakihin Vekalet Ve Nezaretle Cevheri Farklılığı
Sorumsuzca davranmanın imkansızlığından dolayı önce fakihin velayetini fakihin vekaletine ve sonraki aşamada ise fakihin nezaretine indirgemişlerdir. Bundan sonra ne diyeceklerini ise Allah bilir! Veliyyi fakih Müslümanların velisi mi, yoksa vekili midir; Müslümanların vekili mi, yoksa Müslümanların işlerinin gözlemcisi midir? gibi şüphelerle ve sözcüksel yanıltmacalarla veliyyi fakihi yüce makamından indirgeme gayretine gireceklerdir.
Sözü edilen meşum gayretin bir yansıması şudur: Velayet, mahcurlar (men edilmişler ve kısıtlanmışlar) hakkında geçerlidir; halk ise mahcur olmadığından dolayı veliye de gereksinim duymaz. Buna göre, bir düzenin önderi, halkın seçtiği ve vekil kıldığı kişidir; halkın velisi değildir.
Defalarca bildirdiğimiz ve açıkladığımız üzere fıkıh alanında özel bir terim olarak geçen “velayet”, merhum İmamın (r.a) siyasi düşüncesindeki “velayet” ile tamamen farklı ve engelliler üzerindeki velayet türünden değildir. Fıkıhta yaygın olarak kullanılan velayet, merhum İmamın (r.a) “velayeti fakih” unvanında gündeme getirdiği “velayetten” çok farklıdır. Lüm’a şerhi veya benzeri fıkıh kitaplarında bahsedilen velayet, mahcurlar üzerinde olan velayettir. Velayeti vekalete indirgeme düşüncesinde olanlar da bu bahaneye tutunmuşlardır.
Taharet, namaz ve cenazeye namaz bablarında şöyle geçer: Cenazeye namaz kılmada evla olan, ölmüş kimsenin velisidir. Cenazeye namaz kılmak, kifaî türden herkese farzdır; ancak bu namazın doğruluğu cenaze velisinin iznine bağlıdır. Burada bahsedilen velayet, ölü üzerindeki velayettir.
Hâd, kısas ve diyet babında şöyle geçer: Kan velisi şu dört şeyden birini seçer: Kısas, hafifletme, affetme veya diyet.
Fıkhın “Hacr” babında, adeta ölü konumunda olan mahcur, çocuk, sefih, deli, müflis üzerindeki velayetten bahsedilir. Fıkıhta geçen fakihin velayeti, ölü üzerinde veya ölü konumunda olan kimseler üzerindeki velayetten ibarettir.
Kur’an-ı Kerim’de Ölüler Ve Benzerleri Üzerindeki Velayet
Bu fıkıh konusunu Kur’an’ın huzuruna götürdüğünüzde, Kur’an’ın da ölü üzerindeki velayet konusunu, ölü konumundaki insanlar üzerindeki velayet konusuyla bir arada ele aldığını göreceksiniz.
Kur’an-ı Kerim ölü üzerindeki velayet hakkında şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velisine (hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin.” 4
Bir başka ayette ise suçlular, kendi dönemlerinin peygamberi hakkında şöyle demişlerdir:
“Gece ona ve ailesine baskın yapalım/hepsini öldürelim; sonra da velisine: "Biz onun ailesinin yok edilişi sırasında orada değildik.” 5
İsrâ sûresinde, “kan sahibinin kısas hakkı olduğuna” ve Neml sûresinde ise kan sahibine, “biz orada değildik” gibi söylem tasarlandığına dikkat çekilmiştir. İşte bu, ölü üzerinde velayeti olan velidir.
Bakara sûresinin ticaretle ilgili son bölümünde, alıcı veya satıcının ticarî belge düzenleme gücüne sahip olmaması ile ilgili olarak şöyle buyrulmuştur:
“Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın.” 6
Buna göre fıkıhta yaygın olarak kullanılan “velayet” tabiri, ölü veya ölü konumunda olan kimseler üzerinde geçerlidir. İnsan, bu değerli ve elzem velayet konusunu elbette ki kabullenmeli ve ilgili hükümlerine uymalıdır. Ancak fakihin velayeti konusu asla bu türden değildir. Haliyle de başkalarının, “Halk mahcur olmadığı için velayet sahibi birinin varlığına da ihtiyacı yoktur.” demesine, cahil dostlar kanmamalıdır.
Velayeti Fakihin Diğer Velayet Türleriyle Mahiyet Farklılığı
Dinde belirtilen, İslam Cumhuriyetinin mimarının temelini attığı ve sonra da öğrencilerine aktardığı fakihin velayeti, ölü üzerindeki veya ölü konumunda olan kimse üzerindeki velayet türünden tamamen farklıdır ve haliyle de kimse, “Biz mahcur değiliz ve kimsenin de bizim üzerimizde velayet hakkı yoktur.” diyemez.
Kur’an’da geçen velayetin bir başka türü de vardır ve fıkhın bir bölümünde de bundan bahsedilmiştir. Merhum İmam (r.a) bu velayet türünün bayraktarıdır, aynı zamanda bu velayet anayasa tarafından onanmış ve siz fedakar insanlar tarafından da desteklenmiştir. Sözü edilen bu velayet Kur’an’da şöyle belirtilmiştir:
“Sizin veliniz ancak Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekatı verirler.” 7
İşte bu velayet, “Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velisine (hakkını alması için) yetki verdik.”8 ayetinde geçen velayetten yerden göğe kadar farklıdır.
Fakihin Velayeti; Akil Ve Bilgelere Velayettir
“Sizin veliniz ancak Allah'tır...” ayetinde geçen velayet, toplumun akil, bilge, erişkin, sorumlu, zeki ve uyanık bireylerine hitaptır. Ayet, akıl sahiplerine hitapla şöyle diyor: Ey akıl sahipleri! Sizin veliniz bizzat Allah’tır, Allah tarafından peygamberidir, peygamberden sonra masum halifesidir, peygamberin masum halifesinden sonra onun özel nâibidir, özel nâipten sonra da (yüce önderlik makamı) gibi genel nâibidir.
Buna göre halkın bir velayet sahibine muhtaç olmadığına hiçbir cahil dost inanmamalı, hiçbir garazlı ve saptırıcı düşman da bunu kötüye kullanmamalıdır. Çünkü bu velayet, asla mahcurlar üzerindeki velayet türünden değildir. Şeyh Ensarî’nin (r.a) velayet hakkındaki görüşünün ne olduğunu bilmek ve anlamak için “Mekasib” veya “Bey’” kitaplarına değil, “Kaza” kitabına bakmak gerekir.
Cevahir Kitabının Yazarının Ve Şeyh Ensar’inin “Velayeti Fakihe” Fıkhî Açıdan Köklü Bakışı
Şeyh Ensari de diğer fakihler gibi mahcurlar üzerindeki velayetten ibaret olan “velayet” konusunu “Bey’” bölümünde ele almış, ancak “Kaza” bölümünde cevahirin yazarının yolunu izlemiştir. Bu yüce fakih şöyle demiştir: Ömer b. Hanzala’nın makbulesi,9 anlam ve içerik bakımından bütün fakihler tarafından kabul edilmiştir. Çünkü fekahat, kaza ve hakemlik kürsüsünde bu makbuleye istişhat edilir.
Sonra şöyle devam etmiştir: İmam Sadık’ın (a.s) önce, “Onun hakemliğine razı olun.” buyurması ve sonra da “Ben onu hakem kıldım.” demek yerine, “Ben onu hükmedici kıldım.” buyurması, velayeti fakihin yüce makamını tebyine dönüktür. Bu, sadece hüküm ve kadılık makamı değildir ve fakih için sadece hakemlik ve kadılığı kanıtlamaz. Eğer bu makbule rivayetin mesajı, fakihin hakemliği olsaydı ve sadece kadılık kürsüsü fakihin yetkisinde olsaydı, İmama (a.s) “Ben onu hükmedici kıldım.” buyurmazdı. Söylem tarzını hakemden hükmediciye değiştirmesinden anlaşılıyor ki gaybet döneminde Müslümanların işlerinin idare, tedbir ve düzeni, İmam Sadık’ın (a.s) buyruğu uyarınca, bütün şartlara hâiz fakihin üzerine bırakılmıştır.
Şeyh Ensari’nin Cevahir Yazarından Derin Etkilenmesi
Merhum Kazi’nin (r.a) meşhur öğrencilerinden olan merhum üstad Şeyh Muhammed Taki Amuli (r.a) bize şöyle anlatırdı: Üstat merhum Şeyh Abdünnebi’nin (r.a) aktardığına göre Şeyh Ensari (r.a) şöyle buyurmuştur: Cevahir kitabının yazarı, fıkıh kitaplarında karşılaştığım her konuya olumlu veya olumsuz olarak değinmiştir.
Cevahir kitabının yazarı, ayın ilk gününün şeriat hakiminin hükmüyle sabit olması konusunda şöyle buyurmuştur: Son dönemde yaşayan ve şeriat hakiminin hükmüyle ayın sabit olacağını bilmeyen bazılarının vesveseye düşmeleri, onların şeriatten şeriat siyasetine gaflet etmelerinden kaynaklanmıştır.
Siyasi bakış tarzı olan Cevahir’in yazarı gibi bir fakih, ulaştığı her yerde bütün koşullara sahip fakihin elini açık bırakmıştır. Siyaset kelimesi, sadece iyiliği buyurmak ve cihat konularında değil, Cevahir’in önemli bölümlerinde defalarca kullanılmıştır. Adeta anlatılmak istenen, gaybet döneminde fakihin velayetini inkar eden kimsenin fıkıhtan bir şey anlamamış olduğudur.
Her hal ve durumda Cevahir’in yazarının Şeyh Ensari üzerinde oluşturduğu değişim, merhum Şeyhin (r.a) velayeti fakih hakkında “Mekasib” kitabında yazdıklarıyla “Kaza” kitabında yazdıklarını birbirinden çok farklı bilmesine neden olmuştur.
Fakihin Vekaleti Ve Halkın İslam Hakimiyetine Mutlak Tasallutu Düşüncesinin Reddi
Bazıları, lafz-ı müşterek olması bakımından “velayeti fakihi” yanlış anlamış ve “Halk mahcur olmadığı için velayet sahibine de ihtiyaç duyulmaz.” şeklinde bir düşünceye kapılarak velayeti vekalete yorumlamış ve sonra vekaleti de nezarete indirgemişlerdir. Vekalette asıl olan müvekkildir; vekil ise, ayrıntı ve ikinci derecededir. Vekil, müvekkilden kendisine verilenin dışında hiçbir hakka sahip değildir. Vekalet ile velayetin farkı budur.
Eğer İslam düzeni vekalete kurulu bir düzen olsaydı, mektebin her şeyi halkın yetkisinde ve mektebin belirlediği bütün mallar halkın elinde olmalıydı. Bundan sonra halk da haklarını kendi temsilcisine bırakmalı ve müvekkillerinin haklarını koruması için bir fakihi kendisine vekil olarak seçmeliydi.
Bir milletin ana direği olan ekonomi, vehiy mektebinde üç kısma bölünmüştür:
-Bireylerin helal kazanç yoluyla elde ettikleri mallar. Bunlar bireylerin kendi mallarıdır.
-Fethedilmiş topraklar gibi milli mal ve servetler. Bunlar da halkın malıdır.
-Servetin önemli bir bölümünü oluşturan enfal, denizler, çöller, ormanlar ve madenler. Bunlar ise ne şahıs ve ne de kamu malları değildir, bilakis mektebin mallarıdır.
Mektebin Mallarında Halkın Malikiyet Hakkının Olmayışı
Enfal unvanıyla ülkenin ana serveti ve temel ekonomisi halkın malı değilse ve müvekkilin malı değilse, müvekkil vekiline neyin vekaletini verecektir? Hangi unvan ile haklarını koruması için birini kendisine vekil olarak tayin edecektir? İlahi hükümler, hükümler alanında affetme, hükümlerin icrası, hükümlerde hafifletme, bir suçluyu affetme, bir başkasını affetmeme gibi hükümler acaba bireylerin malı mıdır? Veya bunlar kamu malı mıdır? Kesinlikle bunlar mektebin malı ve mektebe özgüdür. Eğer ahkam, madenler ve bir ülkenin asıl servetleri mektebin malı ise ve İslam düzeninde yaşayan insanlar enfala sahip değillerse, ne diye ve hangi unvan ile birini vekil olarak seçecek ve haklarının korunmasını ondan bekleyeceklerdir? Yoksa insanlar velinin velayetini mi kabul etmelidirler? Enfal mektebin malı olduğuna göre kesinlikle velayet alanına girer, vekalet sınırları içinde olmaz.
“Kafi” kitabı sekiz cilt olarak basılmıştır. Bunun birinci ve ikinci ciltleri usul hakkındadır, üçüncü ciltten yedinci cilde kadar furuat hakkındadır ve sekizinci cilt ise öğüt ve nasihatlar içermektedir. Merhum Küleyni (r.a) namaz, oruç ve hac gibi konuları furuat bölümünde ele almış, humus ve enfal konusunu ise usul bölümünde işlemiştir. Çünkü enfal konusu imametle bağlantılıdır, şerî vücuhat imamet ve merceiyet alanı kapsamındadır.
Fekahat ve Adaletin Veliyyi Fakihe Ve Halka Hakimiyeti
Vekaletin sınır ve alanı belli olduğuna göre, İslam düzeninde insanların tevkili değil, tevellisi olduğu da anlaşılacaktır. Bütün koşullara hâiz olan bir fakih, Müslümanların vekili değil, bizzat velisidir. Ancak düzenin tepesinde bulunan kimse, gerçekte bir şahıs değil, fekahat ve adalet unsurudur. Çünkü düzenin başında bulunan merhum İmam (r.a) gibi birinin fetva unvanıyla verdiği habere uymak hem başkalarına ve hem de kendisine farzdır. Eğer haber nitelikli değil de inşa nitelikli bir hüküm verirse, mesela “kaza” alanında “Ben hükmettim.” diyecek olsa, hem kendisinin ve hem de başkalarının bu hükmü bozması haramdır; bu hükme göre amel etmek hem kendisine ve hem de başkalarına farzdır. Eğer kazaî değil, velaî hüküm unvanıyla bir başka inşaî hüküm sadır edecek olsa, bu hüküm uyarınca amel etmek hem kendisine ve hem de başkalarına farzdır, bu hükme aykırı davranmak hem kendisine ve hem de başkalarına haramdır.
Veliyyi fakihin kendisi bunun dışında değildir; velayeti fakihin ruhu fekahat ve adalettir. İnsan velayeti fakih karşısında teslim olmalıdır. Velayeti fakih karşısında teslimiyet, fekahat ve adalet karşısında teslimiyettir. Buna göre velayet kendi konumundan indirgenip vekalete dönüştürülemez. Vekalete dönüştürülemeyeceğine göre, nezarete hiç dönüştürülemez. Nezaret ve denetim, fıkhî açıdan her mükellefin görevidir.
Velayeti Fakihin Tali Yetkilerinden Biri Olarak Denetimin Niteliği
Anayasa maddelerini olsanız, göreceksiniz ki bir yandan yasaların doğru olarak işletilmesine nezaret yetkisinin mecliste, öte yandan yargı erkinde ve üçüncü olarak da cumhurbaşkanlığı yetkisinde olduğunu göreceksiniz. Anayasa açısından bunların her üçünün de nezaret hakkı vardır. Velayeti fakihin ikincil yetkilerinin bir dalı da nezaretlere nezarettir.
Yüce Allah Kur’an’ın bir ayetinde şöyle buyurmuştur:
“Her bir ümmetten bir şahit getiririz.” 10
Yine Kur’an-ı Kerim, Allah Resulüne (s.a.a) hitap şöyle buyurmuştur:
“Seni de onlara şahit olarak getireceğiz.” 11 Yani yüce Allah Resulü (s.a.a) de şahitlerin şahidi olacaktır.
Anayasada Rehberin Yetkilerinden Biri Olarak Belirtilen “Nezaretin” Anlamı
Yüce önderlik makamı için anayasada belirlenen nezaret hakkı da nezaret eden ve dilene nezarettir. Yani yasaların doğru olarak uygulanması için hem cumhurbaşkanlığının, hem yargı erki başkanının ve hem de parlamentonun nezareti vardır. Ancak kanunun 110. maddesi uyarınca Müslümanların velisinin görev ve yetkilerinden biri, ülkenin genel siyasetlerinin uygun şekilde yürütülmesine, nezaret eden ve edilenlere, yapılan nezaretin kendisine nezarettir. Müslümanların velisi hem yargının, hem meclisin, hem de cumhurbaşkanının nezaretine nezaret eder ve onun nezareti “velaî”dir.
Çok hacimli fıkhî-kanunî bir kitap olan ve büyük bir müçtehit topluluğunun, üç aylık peyderpey çalışmaları sonucunda tedvin ettikleri anayasanın nezaretleri kitabını ders olarak öğrense veya öğretseniz, yeniden gözden geçirme aşamasında yapılan eklemeleri de göz önünde bulundursanız, anayasada nasıl inceliklerin işlendiğini göreceksiniz. “Uzmanlar Meclisinde” kırkın üzerinde müçtehidin otuz gün boyunca nice zahmetlere katlanarak, nasıl yorucu araştırmalara göğüs gererek bu kitabın her bendini tedvin ve tasvip ettiklerine ben kendim şahidim.
Anayasada dikkat çekilen Müslümanların velisine nezaret de yasama, onama ve yürütme nezareti türünden değildir. Anayasada 16 ila 20 madde önder ve önderlik hakkındadır. Bu maddelerde bazen önder, bazen önderlik, bazen veliyyi emr, bazen ümmetin imamı, bazen veliyyi fakih ve bazen de veliyyi fakihin mutlak velayeti unvanında bahsedilmiştir.
Anayasada veliyyi fakihin yetki ve ihtiyarları alanı ile ilgili olarak hem anayasanın başında ve hem de sonunda, anayasanın ortasında geçen maddelerle uyumlu ve bağdaşık maddeler görülmektedir. Anayasanın ikinci maddesinde şöyle geçer: İslam Cumhuriyeti düzeni tevhit, nübüvvet, mead, adl ve imamet ilkesi üzere kurulu olup İslam devrimindeki rolü süreklidir ve halkın kerameti onun sorumluluğundadır. Bu, ikinci maddede geçen beş ilkenin ve de altıncı bendin sadece Veliyyi Asr’ın (ruhlarımız ona feda olsun) velayetine dönük olduğu gibi bir algılamaya düşülmesin diye böyle tanzim edilmiştir.
Anayasada geçen “inkılabın devamında rolü olan süreğen imamet”, imamın özel ve genel nâiplerini de içerir. Bu, düzenin dayanağıdır. Artık veliyyi fakih veya velayeti fakih, sadece nezaret unvanı taşıyan bir nezaretçi değil, bizzat diğer ilkeler gibi düzenin dayanak ve temelidir.
Anayasanın sonuna getirilen ve anayasa maddelerinin gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi ile ilgili olan maddede, her türlü değişiklik rehber emrine ve referanduma bağlı tutulmuştur. Sonra da bazı maddelerin değiştirilemeyeceğine şöyle dikkat çekilmiştir: Düzenin İslamî ve cumhuriyet olması, düzenin halka dayalı olması, veliyyi fakih ve ümmet imamına sahip olması, bu düzenin değişmezlerindendir. Bundan da anlaşılıyor ki fakihin nezareti, velayet yetkilerinin ikincillerindendir.
Anayasanın 110. maddesi, ülkenin genel siyasetlerinin düzenin maslahatlarını belirleme kurulu ile yapılan istişare sonrasında rehberin yetkisine bırakmıştır. Düzenin maslahatlarını belirleme kurulunun sabit ve değişken üyeleri vardır ve bunlar da rehber tarafından belirlenir. Savaş veya barış ilanı, güçlerin harekete geçirilmesi ve bir araya toplanması, koruyucular şurasındaki fakihlerin ve üst kademeli askeri ve güvenlik komutanlarının, radyo ve televizyon kurumu başkanlığının ve de diğer büyük görevlilerin azli ve atanması gibi istifasının kabulü de Müslümanların velisinin yetkisi dahilindedir. İşte bu, vekalet veya nezaret gibi algılamaların çok ötesinde bir şeydir.
Kur’an-ı Kerim’e ve anayasaya bakıldığında, “velayet” konusunun vekalet veya nezaret olmadığı anlaşılacaktır.
İslam Cumhuriyetinin İmam Ali (a.s) hükümetiyle mukayesesi ve İslam Cumhuriyetinin Hz. Mehdi’nin (a.f) evrensel hükümetiyle asla kıyaslanamayacağı bağlamında, siz değerli alimlere, havza ve üniversite mensuplarına ve de İslamî İran halkına şunu söyleyebilirim: Biz tam anlamıyla İslamîleşme yönünde hareket etmekteyiz. Düzenimiz içinde sorun olmadığını ve suç işlenmediğini kimse söyleyemez. Bütün bunlar, Hz. Veliyyi Asr (ruhlarımız ona feda olsun) döneminde, “Allah onların eliyle yeryüzünü hak ve adaletle dolduracaktır.” 12 diye tanımlanan insanlar gibidirler. Biz, düzen ve hükümetimizin son İmamın (a.f) hükümetiyle değil, ilk İmamın (a.s) hükümetiyle kıyaslanmasının isabetli olacağını söylüyoruz. Siz bu düzeni, Hz. Mehdi’nin (a.f) zuhuru ile karşılaştırmayın. Çünkü o hazret (a.f), bütün enbiyanın ve evliyanın özüdür. O, kıyametin başlangıcını sunmak için gelecektir. Onun eliyle yeryüzü hak ve adaletle dolacağından dolayı insanların düşünce tarzı ve din anlayışı da değişecektir. Siz yüce İslamî İran halkı, merhum İmamın (r.a) ve yüce önderlik makamının hükümetini Hz. Mehdi’nin (a.f) hükümetiyle değil, İmam Ali’nin (a.s) hükümetiyle mukayese edin. Bu ölçüm ve değerlendirmede de iki noktayı birbirinden ayırmalıyız: Bunlardan biri, İmam Ali’nin (a.s) şahsı ve diğeri ise İmam Ali’nin (a.s) hükümetidir. İmam Ali’nin (a.s) şahsı bağlamında ülema ve evliyadan hiçbiri onunla kıyaslanamaz; ulul azim dışındaki peygamberlerin ve meleklerin de hiçbiri onunla mukayese edilemez. Hiçbir melek İmam Ali (a.s) ile karşılaştırılamaz, çünkü bütün melekler kamil insanın huzurunda huzu eder ve boyun eğerler.
Masum (a.s) Kamil İnsanın Yüce Makamına Nisbetle Meleklerin Konumu
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki yüce Allah’ın mukaddes zatı tarafından bildirilen “Hani meleklere demiştik ki secde edin.”13 buyruğu, bütün meleklerin, yüce insanlık makamı huzurunda huzu etmesine dönük bir buyruktur. Meleklerin Hz. Adem karşısında secde etmesi, yapılmış ve zamanı geçmiş bireysel bir olay değildir. Melekler, insanlık ve kamil insan makamına secde etmişlerdi.
İkinci olarak şunu belirtmeliyim: O makam, yüce ve soyut makamdır ve sürekli olarak sabittir.
Üçüncü nokta şudur: O secdenin kendisi de tarihin bir noktasında, yeryüzünün bir köşesinde ve zamanın bir diliminde yapılmamıştır.
Dördüncü nokta şu ki: O yaratılış aşaması, kalıcılık ve soyutluk aşamasıdır.
Beşinci nokta şudur: Melekeler, her zaman için kamil insan huzurunda huzu, huşu ve secde halindedirler. Bugün melekler, Hz. Veliyyi Asr’ın (ruhlarımız ona feda) mukaddes huzurunda secdededirler.
Altıncı nokta şudur: Melekler, Allah’ın halifesi ve “Ey Adem! Onların isimlerini meleklere haber ver.”14 ayetinde ifade bulduğu gibi meleklerin öğretmeni olan kamil insan huzurunda huzu ederler. Melekler bugün de Hz. Veliyyi Asr (ruhlarımız ona feda) vesilesiyle pek çok yönden faydalanmaktadırlar.
Masumlar (a.s) hiçbir insan, cin veya melekle kıyaslanamazlar. Hiç kimse İmam Ali (a.s) ile kıyaslanamaz. Yüce Allah Resulünün (s.a.a) ve Müminler Emiri Ali’nin (a.s) kendisi buna temasla şöyle buyurmuşlardır: “Hiç kimse bizimle kıyaslanamaz.” 15 olumsuz cümle akışında yer alan ve her hangi bir tanımlayıcılık takısı almayan (nekre) “ehad” kelimesi, insan ve cin ile birlikte melekleri de kapsamına almaktadır. Bu, hem yüce Allah Resulünün (s.a.a) buyruklarında geçmektedir ve hem de Nehc’ül Belağa’da belirtilmiştir. Melekler bile onlarla kıyaslanamayacağına göre, elbette ki normal insanlar da onlarla mukayese edilemeyeceklerdir.
İmam Ali (a.s) Hükümetine Yüklenen Acılar Ve Haksızlıklar
İmam Ali’nin (a.s) hükümetini değerlendirmek istiyorsak Nehc’ül Belağa’ya bakmalıyız. İmam Ali (a.s) hükümeti orda kendini tanıtmaktadır. İmam Ali’nin (a.s) kendisine ulaşamıyor isek, Nehc’ül Belağa’ya rahatlıkla ulaşabiliriz. İmam Ali’nin (a.s) kendi vali ve memurlarına yazmış olduğu mektuplar ve şikayetleri bu kitapta kayıtlıdır. Bir önder ve bir veli, binlerce emin ve güvenilir, iş bilen ve basiretli insanlarla ülkeyi yönetmelidir. Eğer rehberin adil ve güçlü pazıları olmazsa, İmam Ali (a.s) hükümetinde olduğu gibi sorunlar ortaya çıkacaktır.
İmam Ali’nin (a.s) Basra vali yardımcısı Ziyad b. Ebih’e yazmış olduğu ve Nehc’ül Belağa’ya 20. mektup olarak kaydedilen kısa mektubu bir okuyun. İmam Ali (a.s), bir devlet kadar büyük olan Basra’ya Abdullah b. Abbas’ı vali olarak atamıştı ve yardımcısı da Ziyad b. Ebih idi. Ziyad kadar kötü biri mi vardı?
Ali (a.s) hükümetinin başarısızlıklarının nedeni, adil alimlerin meydana atılmaması ve öne çıkmaması olmuştu. Ali (a.s) kan ağlıyordu, çünkü bu tür yardımcılardan yoksundu. Eğer adil alimler sorumluluk üstlenselerdi, başkaları meydana inmeye bile cesaret edemeyeceklerdi. Ülkemizde ve düzenimizde elbette ki bazı sorunlarımız vardır ve İmam Ali’nin (a.s) hükümeti dha kötü bir haldeydi. Hükümetimizin Ali (a.s) hükümeti olduğunu söylemeyin, çünkü Ali (a.s) hükümetinde Ziyad b. Ebih gibi habis bir muavin vardı. Kirman, Fars, Ahvaz’dan Basra’ya kadarki bütün yağma ve talanlar Zitad’ın imzasıyla gerçekleşmişti. Ziyad gibilerinin yüzünden Ali’nin (a.s) bağrı kandı.
Vasilerin sonuncusu İmam Zaman’ın (a.f) zuhurunun bazı mücizelerle birlikteliğini göreceksiniz. Bu da adil ve sorumluluk taşıyan alimlerin ve de aynı bilinci taşıyan halkın çokluğundandır. İlk vasi İmam Ali’nin (a.s) hükümetini göz önünde bulundurduğunuzda ise, durumun içler acısı olduğunu ayan beyan göreceksiniz.
İç ve dış düşmanların kenetlenerek, Allah korusun, düzeni içten yıkmak istedikleri bu günlerde en öncelikli ve hassas görevimiz velayeti desteklemektir. Havza ve üniversite kökenli değerli kardeşlerim, liseli genç kardeşlerim, yüce halkımız, düzene uyun ve kimseye bahane vermeyin ve de güvenliği sarsacak davranışlardan sakının. Sonuçta bu ülkenin velisinin bir amacı var, anayasa uygulanmalıdır, velayeti fakin etrafında kenetlenen yardımcıları var.
Düşmanı tamahlandıracak her hangi önemli bir şey ülkemizde gerçekleşmemiştir. Yeni gelişme denebilecek şey, şüphe ve keyfiliktir. Bilin ki bunlar da zamanında halkımız tarafından bastırılır.
Çeviri:Şeyh Cafer BAYAR