Ayetullah M.T.Misbah Yazdi
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd alemlerin rabbi Allah’adır; selat ve selam nebi ve resullerin efendisi, alemlerin ilahının habibi Eb’ul Kasım Muhammed’e (s.a.a) ve tayyib, tahir, masum evlatlarınadır (a.s).
Allah’ım! Velin Hüccet İbn’il-Hasan’ı -salavat onun ve babalarının üzerine olsun- insanların teslimiyetiyle birlikte yeryüzüne hakim kılıp uzun zaman orada faydalandırıncaya kadar şimdi ve her zaman onun dostu, koruyucusu, rehberi, yardımcısı, kılavuzu ve gözü ol!
Konunun izahı:
“Velayet-i Fakih; İslam Hakimiyetinin Ekseni, Adalet Ve İlerlemenin Gerçekleşme Garantörü” olarak belirlenen konu başlığında üç temel kavram işlenmiştir: Velayet-i fakih, adalet ve ilerleme. Önce kısaca “ilerleme” konusunu, sonra ilerlemenin adaletle ilişkisini ve sonuç olarak da bunların gerçekleşmesi bağlamında velayet-i fakihin rolunü ele alıp kısaca açıklayacağız.
İslam Yörüngesinde İlerleme:
Günümüz siyasal-sosyal literatüründe ilerlemeye getirilen özel tanımlar vardır. Ekonomi alanında, kalkınma ve ilerleme özel bir şekilde tanımlanmış ve sosyoloji alanında da daha geniş bir yelpazede irdelenmiş ve farklı boyutları olduğuna vurgu yapılmıştır. Konu çerçevesinde söylenmesi en uygun ve öncelikli olan nokta şudur: İlerleme sözcüğü, farklı dillerdeki karşılığından sarfı nazar ederek, ileri doğru gidilmesi gereken bir yolun var olduğu anlamı ifade eder. Haliyle, yolun da sonlandığı bir maksadı vardır. İlerleme, bileşikleri, etkenleri ve engelleri hakkındaki akademik çevrelerdeki anlaşmazlıklar, ilerleme için göz önünde bulundurulan amacın ne olduğu ile alakalıdır. Varılması gereken amaç nedir? Yolu nedir ve bu yolda nasıl ilerlenmelidir? Günümüz dünyası kültüründe ülkü ve amaçlar genellikle maddî çıkarlar ekseninde dönüp durmaktadır. Tam anlamıyla maddî amaçlara odaklanan ekonomik ilerleme de, genellikle kültürel boyutları kapsayan sosyal ölçekli ilerleme de sonuçta maddî amaç ve maksatlar ekseninde döner. Bu tanım doğrultusunda; daha çok üretim yapan, daha gelişmiş teknolojiye sahip olan, daha az zaman harcayarak daha çok ürün elde eden, kişi başına düşen gelirin daha çok olduğu, ekonomi alanında ilerlemenin gerekli özelliklerine sahip olan bir toplum “ilerlemiş” sayılır. Diğer sosyal bilimler alanında da durum böyledir.
Bizler ise, Müslüman kimliğine sahip olmamız hasebiyle bu düşünce tarzına katılmamakla birlikte, temelden farklı düşüncedeyiz. Yüce rehberlik makamının -yüce Allah onu korusun- buyruklarında da zaman zaman buna dikkat çekilir. Bahsi edilen köklü ayrılık noktası şudur: İslamî bakış tarzı uyarınca Müslümanın amaçları maddî ve dünyevi amaçlarla sınırlı değildir. Bizim yaşam yol ve hareketimizin amacı maddî ereklerle kısıtlanamaz. Hatta maddî ve dünyevi hedeflerimiz, nihai amaçlara ulaşmamız bağlamında orta ölçekli amaçlardır. Hemen belirtmeliyim ki İslamî bakış tarzı uyarınca biz, bu dünyada ilahi nimetlerden daha çok faydalanmaya da talibiz. Bu ise ilim, sanat ve teknoloji alanında ilerlemeyi gerektirir. Toplumun farklı katmanlarının ilahi nimetlerden daha çok nasiplenmesini, daha rahat yaşamasını, daha iyi yaşam satandartlarına sahip olmasını istiyoruz. Ancak bu, bizim nihai amacımız değildir. Biz, insanın bütün yaşamını kapsayan devinim ve hareketinin amacının insanlıkta tekamül olduğuna inanmaktayız.
Merhum İmam’ın (r.a), yüce önderlik makamının, İslam büyüklerinin, filozoflarının ve ariflerinin buyruklarında önemle dikkat çekilen nokta şudur: İnsan dünyaya geldiğinde, eylemsel hayvan ve potansiyel insandır. Varlığına bir takım yetenekler işlenmiştir ve bunları eylemselliğe taşıma yönünde çalışmalı ve nitekim eylemsel insan olmalıdır. İnsanlığın en alt çizgisine ve insanlık nisabına ulaştığında, artık insanlığın olgunluk ve erginlik aşamalarında hareket ederek yetkin insan makamına ulaşabilecektir. Bu hayat, ancak böyle bir amaç ve ülkü içindir. Bizim yaratılış ve dünyaya geliş amacımız, hayvanlık aşamasından hareket edip insanlık aşamasına ulaşmak, insanlık nisabına yücelmektir. İşte bundan sonrası, insanlığı yetkinleştirme yönünde ilerlemektir. Bu ilerleme, sınır koyulamaz bir amaca doğrudur. Belki de bu münasebetle İslam kültüründe bu nihai amaç “Allah’a yakınlık” olarak ifade edilmiştir. İnsanın nereye varacağı belirlenemez. Bu, sınırsızlık eğilimi olan bir devinimdir. Gerçek anlamıyla sınırsızlık olmasa da, yani mertebeler bakımından sınırsızlık olmasa da, zaman bakımından sınırsızlık olduğu pekala söylenebilir. Kemal mertebeleri bakımından sınırsızlık olarak addedilemese bile, sınırsızlık eğilimli olduğu elbetteki rahatlıkla söylenebilecektir. Yüce dereceler kapsamında olup İslam kültüründe kabul gören ana başlık “insanın Allah’a yakınlığı”dır. Bu, Kur’an-ı Kerim’in Firavunun eşi Asiye’den naklettiği çok güzel bir tabirdir:
“Muktedir bir hükümdarın katında, doğruluk meclisindedirler.”
Hz. Asiye deyip geçmemek ve onu küçümsememek gerekir. Çünkü Kur’an-ı Kerim onu, dünyadaki imanlı erkek ve kadınların tümüne örnek göstermiş ve şöyle buyurmuştur:
“Allah, iman edenlere ise, Firavun’un karısını örnek gösterdi.”
Kur’an’ın Asiye’den naklettiği söz şudur:
“Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap.”
Burada önem arzeden şey, ayette geçen “senin katında” tabiridir. Asiye, Allah’ın yanında bir yere ulaşmak ve Allah’a komşu olmak istiyor. “İlahi komşuluk” bizim kültürümüzde de yaygın, ancak fazla da dikkat edilmeyen bir kavramdır. İnsan öyle bir makama ulaşır ki, artık Allah’a komşu olur. Bu nasıl bir yer, nasıl bir makamdır? Nasıl bir izzet ve lezzeti vardır? Zahiren insan bu vadiye adım atmadığı müddetçe, kokusunu duyumsamadığı sürece oranın nasıl bir yer olduğunu anlayamaz. Kısacası bu yaratılışımızın, dünyaya gelişimizin amacı, olgunlaşma ve bu makama ulaşma zeminini hazırlamaktır. İnsanın özelliği de bu uğurda kendi isteği ile ilerlemesidir. Yüce Allah’ın farklı makamlarda olan mahlukatı vardır ve bu makamların çoğu bizler için anlaşılır şeyler değildir. Hadisler, meleklerin bazı makamlarına değinmiştir ve bunlar gerçekten çok ilginç şeylerdir. Sözü edilen makam ve vasıfların bazıları şöyledir: Müheymin melekler, Aliyyin melekler, Kerrubiyyin melekler... Bazı hadislerde Müheymin melekler şöyle tanıtılmıştır: Onlar, ilahi tecellilerin seyrine öyle dalmışlardır ki alemin ve Ademin yaratılışından haberdar bile değillerdir. Bir alemin yaratılmış olduğuna ve bu alemde bir Ademin yaşadığına, nelerin gerçekleştiğine ve gerçekleşeceğine aldırış bile etmezler. Yüce Allah nice bu tür varlıklar yaratmıştır. Öyle ki göklerde meleklerden boş bir yer kalmamıştır. Hadislerin dikkat çektiği bir başka nokta, bütün göklerde bir inek derisi kadar bile boş yerin olmadığıdır. Her yerde melekler ibadetle meşguldür veya secdeye kapanmıştır veyahut da rükudadır. Bunu anlayabilmemiz çok zordur. Çünkü biz göklerin nereye vardığını ve ne kadar olduğunu bilemiyoruz. Biz, göklerin sınırsız olduğunu söyleyebiliriz ancak. Yüce Allah’ın rahmeti öyle geniştir ki, varlık istidadı olan her şeye varlık bahşetmiştir. Kendi istek ve seçimi ile hareket edebilen bir varlığın yeri boştu sadece. Melekler, yaratılışları değişmez varlıklardır; onlar, yüce Allah’ın kendilerine bahşettiği şeye sahiptirler. “Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır.” Sonu görünmeyen ve bilinmeyen bu varlık aleminde, kendi iradesiyle sıfırdan sınırsızlığa doğru hareket edecek ve Allah’a halife olabilecek bir varlığın yeri boştu sadece.
“Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti.”
O halde bizim bu alemdeki hayatımız, insanlığın sıfırından başlayıp sınırsızlığına doğru ilerleme ve adı “Allah’a yakınlık” olan yere ulaşma temeli üzerine kurulmuştur. Bizler, Allah’ın bazı layık kullarının ve peygamberlerin bazı öğrencilerinin makamını bile anlayamaz ve algılayamazken, algı gücümüzün ötesinde olan Peygamberlerin (a.s) ve Masum İmamların (a.s) yüce makamlarını nasıl anlayabiliriz? Ancak bu yol, yüce Allah’ın insan için çizdiği ve belirlediği yoldur; herkes gücü oranında bu yolda ilerlemeye gayret etmelidir. Varılması istenen amaç budur. Bu sebeple de alınması gereken yol uzun bir yoldur. İşte bundan dolayıdır ki Müminler Emiri Ali (a.s), yapmış olduğu ibadetleriyle birlikte gece çöktü müydü, önce yoksulların evlerini ziyaret eder, onları yoklar, sonra namaza durup bin rekat namaz kılar, olanca ihlasla yakarır ve gözyaşlarıyla bezediği duası sonrasında da şöyle derdi:
“Yol azığının azlığından, yolun uzunluğundan ve yolculuğun uzaklığından feryat!”
Böyle bir makama ulaşmak için yolun ne kadar uzun olması gerektiği ortadadır. Böyle bir yolda ilerlemek istiyoruz. Buna göre amaç, ileri teknolojiye veya ekonomi alanında refaha ulaşmak değildir. Bunlar, hareketimize zemin hazırlayabilecek çok küçük araçlardır. Katedilmesi gereken yol, bunların çok ötesinde ve bunlardan çok uzundur; seyir ise başka bir seyirdir. İnsanlık yolunda ilerlemek istiyor ve böyle bir düşünce taşıyorsak, elbetteki bu amacımızı, aylık gelirimizin kaç Dolar veya Euro olduğu ile kısıtlamak çocuksu bir tavır olacaktır. Ancak her hal ve durumda yüce Allah, dünya hayatında bu nimetlerden yararlanmamız ve belirlenmiş amaç doğrultusunda bu araçları kullanmamız için yaratmıştır. Bütün bu nimetler insanın kullanımına verilmiştir ve insan için belirlenen amaca ulaşma bağlamında da rol ifa edebilir. Bu maddî nimetlerin yüce Allah’a doğru yol alma çizgisinde nasıl katkı sağlayabileceği konusu, şimdiki konumuzun dışındadır ve kendi yerinde irdelenmesi icap eder.
Hak ve sorumluluk; tekamülün mukaddimesi:
Bahsi edilen yol, sadece bir veya iki veyahut da yüz insan için değil, insanlığın başlangıç tarihinden sonuna kadar yeryüzünde yaşayan bütün insanlık için hazırlanmalıdır. Çünkü her insan insan kimliği taşır, yüce Allah’ın mahlukudur ve tekamül etmesi gerekir. Bu alem sadece İran veya Kum şehrinin halkı için yaratılmamıştır; sadece din alimleri veya üniversite çevresi için de yaratılmamıştır. Bu alem, bütün insanlık için ve bütün insanlığın tekamülü için yaratılmıştır. Bundan dolayı herkesin ilerleme kaydedebileceği ve yücelebileceği bir ortam hazırlanmalıdır. Her hangi bir insan bireyinin yücelmesine engel teşkil edecek hiçbir şey bu dünyada kalmamalıdır. Bilinmesi gerekir ki var olan engelleri genellikle insanların kendileri haksızlık, zulüm, cehalet, doyumsuzluk ve üstünlük taslamaları sonucunda ortaya çıkarırlar. Eğer bu engeller ortadan kaldırılacak olsa, kesinlikle yol herkes için açılacaktır. İslam başta olmak üzere ilahi dinlerin önemle vurgu yaptığı öğretilerden biri de, bu engellerin ortadan kaldırılması yönünde çaba sarfedilmesi gerekliliğidir. Bunun gerçekleşmesi durumunda herkes, o yüce ülkü ve hedefe doğru hareket edebilecektir. Bu koşulların oluşması ve herkesin o yüce hedef doğrultusunda hareket edebilmesi için bazı kuralların varlığı kaçınılmazdır. Ana hatlarıyla değinmek gerekirse; insan -kendi ihtiyar alanında bulunan ve ihtiyarî davranışlarla hareket etmesi gereken- bu hayatta hem bir dizi haklara sahip olmalı ve hem de bir dizi yükümlülükleri olmalıdır. Yani bu yolda yürüyebilmemiz için yüce Allah’ın nimetlerinden faydalanabilmeliyiz. Bunlar bizim haklarımızdır. Hedef yönünde hareket etmemiz, başkalarının elini tutarak hareket etmelerine yardımcı olmamız, onların hareketini engelleyen bir engelin ortaya çıkmasına izin vermememiz de yükümlülüklerimizdir. Burada kastedilen şey, sosyal haklar ve yükümlülüklerdir. Yoksa yükümlülüklerin çerçevesi çok daha geniştir ve yükümlülüklerin temeli ise yüce Allah karşısındaki yükümlülüklerdir.
Adil düzen; hakların ihyasının mukaddimesi:
O hedefin bu dünya hayatında gerçekleşmesi ve herkesin kendi hakkına ulaşması için, bireylerin haklarını ve yükümlülüklerini belirleyen adil bir düzenin varlığı zaruridir. Amaç o kemale, yetkinliğe ulaşmak ve bu yolda ilerlemektir. Ama bu ilerlemenin herkesi kapsayacak şekilde olması, bütün insanların bundan faydalanması, hakların ve yükümlülüklerin uyumlu olarak ve bütün insanlara dağıtılması için bunun adil bir düzende olması gerekir.
Adalet:
Adaletin tanımını da burdan anlayabiliriz. Adalet kelimesi de, birçok tanımlarla anlatılmaya çalışılmış müphem bir kelime olup hakkında bir hayli kitaplar yazılmış ve yazılmaktadır. Son on yılda adalet hakkında yazılmış kitapların listesi gerçekten hayrete düşürecek kadar kabarıktır ve bu kitapların çoğu da Batıda yazılmıştır. Adalet eksenli pek çok konular gündeme getirilmiştir. Bu konuların bir kısmı adaletin ne olduğu ve gerçeği, bir kısmı adalet ve kanun ilişkisi, bir kısmı adalet ve özgürlük ilişkisi, bir kısmı adalet ve siyaset ilişkisi, bir kısmı adalet ve din ilişkisi... hakkındadır. Her yıl bu hususta nice kitaplar yazılır. Haliyle de adalet hakkında birçok tanımlar sunulmuştur. Hukuk, siyaset ve sosyal felsefeler alanlarındaki araştırmacıların bu hususta da araştırmalar yapmaları, tezler yazmaları ve araştırmalarını başkalarıyla paylaşmaları gerekir.
Başka ekollerin tanımlarını dikkate almaksızın “ilerleme” kavramını analiz edip analitik bir tanım elde ettiğimiz gibi, adalet kavramı hakkında da böyle yapmalıyız. Adalet, bireylere mütenasip, uygun olacak şekilde hakların ve yükümlülüklerin dağıtılmasıdır. Bazı ekollerde “eşitlik” kelimesine vurgu yapılmış ve adaletin “eşitlik” olduğu zannedilmiştir. Biz, “eşitlik” kelimesi yerine “mütenasip” kelimesini kullandık. Bu tanım, bizim kültürümüzde adaletin kısa tanımıdır. “Adalet” ve “kıst” eş anlamlı veya anlamı birbirine çok yakın olup Kur’an-ı Kerim’in önemle vurgu yaptığı iki kelimedir. Bazıları bu iki kelimenin farklı olduğunu ileri sürmüş ise de, gerçekte bu iki kelime arasında fark yoktur. Eğer anlam bakımından biraz farklı olsalar bile, anlamlarının çok yakın olduğu kesindir.
Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin gönderiliş amacı hakkında şöyle buyurmuştur:
“Andolsun, biz elçilerimizi açık kanıtlarla gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri yarattık. Allah da kendisine ve Resûllerine gayba inanarak yardım edecekleri bilsin. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”
Hakkın batıldan ayırt edilmesi ve insanların adalet uğrunda kıyam etmesi için Kitab, mizan ve ölçü indirilmiştir. Sonra da adaletin uygulanmasının bazı gerekleri olduğuna ve bu bağlamda demire ihtiyaç duyulduğuna dikkat çekilmiştir. Yani insanlar arasında zalim ve doyumsuz kişilerin her zaman var olabileceği insanî hayatın gerçeği olduğuna göre, adaletin uygulanması için silah gücünün var olması gerekir. Veliyy-i Asr’ın (yüce Allah zuhurunu tez eylesin) mübarek eliyle gerçekleşecek olan ilahi adalet de silahın kullanılmasıyla hakim kılınacaktır.
Sonuç şu ki: Talibi olduğumuz ilerleme, ne “ekonomik” ve ne de “sosyolojik” anlamıyla ilerleme değildir. Bizim amaçladığımız ilerleme, insaniyette ve ilahi yakınlıkta tekamüldür. Gerçek anlamıyla ilerleme de budur zaten. Adil bir düzen kurulmaksızın bütün insanların ilerlemesi mümkün olmayacaktır. Hakların ve yükümlülüklerin adalet üzere ve mütenasip olarak dağıtılması, bütün insanlar için böyle bir ilerlemeye zemin hazırlar ve bu da şununla sonlanır: “... Artık dileyen iman eder, dileyen inkâr eder...”
Bu adil düzen, kural ve yasalarını düzenleyen ve uygulayan biri olmaksızın amelî olmayacaktır. Çok eskilere dayanan bir teori şöyledir: Toplumdaki ahlakî değerlerin yaygınlaşması durumunda, yasaların icra garantörü olan bir düzene de gereksinim duyulmayacaktır. Anarşizm yanlıları, ahlakî eğitim altında bulunan bir toplumun nice erdemlere ulaşmasının ve bu erdemlerin yaygınlaşması sonucunda herkesin kendi isteği ile ve gönüllü olarak hakkı gözetmelerinin ve kimsenin başka birinin hakkına tecavüz etmemesinin mümkün olabileceğini düşünüyorlardı.
İnsanlık tarihi bu kuramın gerçekçi olmadığını göstermektedir. Bu, ideal bir kuram olup bugüne dek gerçeklik bulmamıştır. İnsanların geçmişten beri ve bugün sahip olduğu -günümüz dünyasında bazı yönlerden daha katı, daha çetin ve daha karmaşık olan- koşullar, insanlık toplumunda bütün insanların gönüllü olarak ahlak kurallarını riayet edeceklerine ve hiçbir hakim güçten korkmaksızın başkalarına zulmetmeyeceklerine dair bir ışık ve ümit vermemektedir. Bundan dolayı da bilim adamlarının tümüne yakın çoğunluğu arasında anarşizm eğilimi gündemden düşmüş ve adeta yok sayılmıştır.
Marksizm teorisi de buna benzer bir durumdadır. Bu düşüncenin yandaşları şunu savunuyorlardı: Bütün anlaşmazlık ve haksızlıklar ekonomik sorunlardan kaynaklanır. Mülkiyetin kaldırılmasıyla zulüm ortamı kendiliğinden kalkmış olacak, herkes ihtiyaç duyduğu her şeyi elde edecek ve hukukun yerini ahlak alacaktır. Bu da anarşizm benzeri ideal bir teoridir. Her hal ve durumda realizm, adalete dayalı kuralların icrası için toplumda hakim bir düzenin varlığını kaçınılmaz kılmaktadır. Mazlum ve mahrum insanların haklarına, canlarına, mallarına ve namuslarına saldıran kimseleri engelleyecek, onları kendi yerlerine oturtacak hakim ve güçlü bir düzen olmalıdır. Hakim düzenin asıl görevi de budur zaten. Bunun farklı dallara ayrıldığını ve kendi yerinde incelenmesi gerektiğini de hemen belirtmeliyim. Bütün bunları, “velayet-i fakih” konusuna mukaddime olması bakımından ele aldık.
Hakimin meşruiyeti:
İnsanın gerçek ilerlemesinin adil bir düzene bağlı olduğunu, adil düzenin de bir kurucuya ve hakim sisteme muhtaç olduğunu belirtmiştik. Ancak bu şekilde suça engel olunabilir, birilerinin doyum bilmeyen isteklerine gem vurulabilir, saldırılar engellenebilir ve suçlular cezalandırılabilir. İşte burdan hareketle siyaset felsefesiyle ilgili konular gündeme gelir. Hakimiyet nedir, nasıl oluşur, kimlerin hakimiyet hakkı vardır, hangi esasa göre hakimiyet ortaya çıkar?... gibi sorularla sorgulanır. Siyaset felsefesi hakkında araştırma yapanlar arasında temel bir anlaşmazlık noktası vardır ve bu, bu araştırmacıları ikiye bölmüştür: Bunların bir grubu; sosyalizm, liberalizm, komünizm... gibi ekollere mensup olup sekülarizm düşüncesi taşıyanlardır. Bu grup, hümanist ve seküler eğilimleriyle alemin yaratıcısını ve maddî hayatın ötesini önemsemez ve şuna inanırlar: “Allah varsa bile ve dünya ötesi bir hayat varsa dahi bunun bizim hayatımızda bir etki ve tesiri yoktur. Allah Allah’lığını yapsın ve biz de insanlığımızı; ne biz onun işine karışırız ve ne de o bizim işimize karışır.”
Bu düşüncede olanların çoğu, Allah’ın varlığına ve maddî alemin ötesinde bir alemin var olduğuna inanmazlar.
Bu grubun karşıtı olan grup ise, bu alemin ötesinde bir alemin ve bir yaratıcısının var olduğuna, yarattıktan sonra da kendi başına salıvermediğine, bilakis daima işin içinde olduğuna, her şeyin tekvinî olarak bu yaratıcı ile irtibatta olduğuna ve insanın da bu yaratıcı ile hem tekvinî ve hem de teşriî ilişkisi olduğuna inanırlar. Bu farklı iki bakış açısı, aslında karşıt iki kutuptur. Bu iki kutup arasında bazı görüşler de vardır ki, bu iki kutuptan birine daha yakındır. İslam’ın siyasi felsefesi açık ve aydındır. Biz şuna inanıyoruz: Bizim bir Allah’ımız var ve biz her şeyde O’na muhtacız. Yüce Allah Resulü (s.a.a) bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın gücü olmaksızın, gözümü açtığımda, tekrar kapatacağıma ümidim olmaz; gözümü yumduğumda da tekrar açabileceğime ümitli değilim.”
İşte bu bakış açısı bir zirvedir. Bizler de buna benzemek için yaratılmışız. Bize verilen emirlere göre bu yolda ilerlemeye çalışmalı, yüce Allah’ı anmalı ve her yerde O’nun buyruklarına itaat etmeliyiz. Çünkü O her yerde vardır ve hükümleri de her yerde geçerlidir. Sonsuz, kamil, karşıtsız güç sadece O’nundur ve kimse bu hususta O’nunla çekişemez. O’nun izni olmaksızın hiçbir şey varlık aleminde olamaz. “Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”
Böyle bir dünya görüşüne sahip olmakla birlikte, “Bizim yetki ve ihtiyarımız kendi elimizdedir.” veya “Hakimiyet hakkı her ne kadar Allah’ın ise de, O bu hak ve yetkiyi bize bırakmıştır.” diyemeyiz. Yüce Allah’ın yapamayacağı şeylerden biri malikiyet, kudret ve iradeyi kendisinden selbedip başkasına bırakmasıdır. Allah da Allah’lığını bir başkasına tefviz edebilir mi ki? Alemde Allah’ın kudretinden başka bir kudret yoktur. Herkesin sahip olduğu güç ve kudret yüce Allah tarafından ödünç olarak bahşedilmiştir ve yüce Allah dilediği zaman da onu geri alır. Şimdi, “Yüce Allah bizleri yaratmıştır ve hakimiyet hakkı da O’nundur. O dilediği her şeyi yapar. Fakat Allah bizi kendi başımıza bırakmış, hakimiyeti kendisinden selbetmiş ve istediğimiz her şeyi yapmamıza izin vermiştir.” diyebilir miyiz?
Biz şuna inanıyoruz: Yüce Allah, hakimiyeti kendisinden selbedip de bir başkasına tefviz etmez, devretmez ancak kendisinden taraf emretme iznini ve yetkisini birine verebilir. Bu durumda, izinli ve yetkili kişinin irade ve söylemi, gerçekte yüce Allah’ın iradesidir. Yüce Allah’ın iradesi karşısında biz neye sahibiz? Benim varlığım, iradem, düşüncem, anlamam, gücüm... her an için O’ndandır. İrade ettiği ve dilediği her an bütün bunları bir arada benden alır. Bunun bir örneği de, kalp krizi sonucunda ölen insandır; gözü açık ise kapatma ve kapalı ise açma fırsatı bulamamıştır. Bir şok ile bütün azaları işlerliğini kaybetmiştir. Tefviz, yüce Allah’ın bir başka Allah yaratmasını gerektirir. Biz dünya görüşümüz ve inancımız uyarınca, yüce Allah’ın tam anlamıyla bizim ihtiyarımızı bize bırakmış olduğunu ve kendi elinde artık bir ihtiyarın olmadığını tasavvur edemeyiz. Biz cebrin de, tefvizin de olmadığına inanmaktayız. Yüce Allah, kendi elinden çıkaracak şekilde kimseye hiçbir şeyi tefviz etmez; bilakis kendi kudretinin uzantısında birine ödünç olarak kudret verir. Biz ihtiyarî fiillerimizi ancak yüce Allah’ın an be an bize bahşettiği kudret ile gerçekleştiririz. Durum bundan ibaretken, yüce Allah’ın kendi işini bize tefviz ettiği nasıl mümkün olur? Bu, yüce Allah’ı tanımamaktan kaynaklanan yanlış bir düşüncedir. İnsanların yüce Allah hakkındaki bilgi ve marifetleri çok farklıdır ve kimsenin Müminler Emiri Ali (a.s) gibi olması beklenemez.
Şimdi sorulması gereken soru şudur: İslamî düşünce uyarınca bir insan, başkalarına hakimiyet hakkını nasıl elde eder? Bir insan, başkalarına emretme ve nehyetme yetkisini nereden alır?
Bir insan, ancak yüce Allah’ın yetki vermesi durumunda bu hakka sahip olur, ancak bu hakkın kendisi yüce Allah’tan selbedilmez. Yani insana verilen hakimiyet hakkı, yüce Allah’ın hakimiyetinin uzantısındadır. Babanın malikiyeti karşısında sabinin malikiyet konusu, bu husustaki sade ve güzel bir örnektir. Baba, evde küçük yavrusuna bir elbise, bir oyuncak veya yiyecek bir şey vererek, “Yavrucuğum, bu senindir. Al, odana bırak.” dediğinde, verilen şey artık babanın malikiyetinden çıkar mı? Elbette ki hayır. Çocuk, babanın mülkiyeti uzantısında, o verilen şeye zayıf bir malikiyet kazanır. Bu örnek, uzantılı malikiyetin ne anlama geldiğini anlamamız içindir. Yüce Allah’ın bizlere verdiği malikiyet, Allah’ın malikiyetinden asla çıkmaz. En güçlü malikiyet Allah’ındır; görecelik aleminde, yaşamın idaresi ve bu hareketin idamesi için ve O’nun takdir buyurduğu yere ulaşmamız için bana ve sana verilen malikiyet ancak O’nun malikiyetinin bir yansımasıdır.
Buna göre, sadece ilahi mesajı ulaştırmak için Allah tarafından seçilen bir peygamber, “Ey insanlar, Rabbiniz bu mesajı size ulaştırmamı buyurmuştur.” diyecek olsa, bizim görevimiz ilahi mesajı kabul etmektir. Sonra aynı elçi, “Falan işi de yapın.” dediğinde, “Bu işi yapmamız da ilahi mesajlarda yer almış mıdır? Bize buyurmak ve bir şeyi nehyetmek hakkına sahip misin?” diye sorabiliriz. Eğer ilahi mesajda o iş de var ise, gayet tabi olarak itaat etmek zorundayız; ama eğer yoksa, o buyruğa uymak zorunda değiliz. Kur’an-ı Kerim birçok yerde şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve Resule itaat edin.”
Eğer ayette “er-Rasul” tabiri olmasaydı, bir peygambere, sırf peygamberliğinden ve elçiliğinden ötürü itaat etmek farz olmazdı. Peygamber, Allah katından mesaj getirdiği için ona itaat etmek gerekir ve ona itaat etmek de bizlere farz kılınmıştır. Buna göre peygamber, Allah’ın izni sonucunda bize hakimiyet hakkı kazanır.
Bu bağlamda ifade edilmesi gereken bir diğer nokta şudur: Allah tarafından gönderilen peygamber, Kur’an-ı Kerim’in de, “Şüphesiz sen öleceksin ve şüphesiz onlar da öleceklerdir.” buyurduğu gibi ebedi olmadığına göre peygamberden sonra sorumluluğumuz nedir? Bizim inancımıza göre, peygamberden sonra meşru hakimiyet ancak Allah ve peygamber tarafından izinli olan kişinin hakkıdır. İşte bu, peygamberin halifesinin de Allah tarafından belirlenmesi gerektiğine inanan Şianın ayrıcalığıdır. Hatta peygamberin kendisi bile re’sen ve kendiliğinden halife tayin edemez. Peygamber, ancak Allah’ın kendisine bildirmesi ile halife seçebilir. Yüce Allah Resulü (s.a.a), Allah’ın emriyle İmam Ali’yi (a.s) halife seçmiştir. Yüce Allah, “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” emri ile Allah Resulünü (s.a.a) görevlendirdikten sonra Allah Resulü (s.a.a), Müslümanların arasında İmam Ali’nin (a.s) elini tutup kaldırarak şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” İmam Ali’nin (a.s) imameti, İmam Ali’ye (a.s) ve masum on bir evladına itaat, Allah Resulünün (s.a.a) emriyle bizlere farz kılınmıştır. Allah Resulü (s.a.a) de bu emri yüce Allah’tan almış ve bize şöyle bildirmiştir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre de.”
Velayet-i fakih:
İnkılabın ilk yıllarında İslamî Şura Meclisinde bulunan milletvekillerinden biri, mecliste yaptığı konuşmada yukarıdaki ayete istinat ederek velayet-i fakihi açıklamaya çalışmıştı. Merhum İmam (r.a), meclis başkanına telefon ederek bu ayetin on iki Masum İmam (a.s) hakkında olduğunu, ayette geçen ulu’l-emr ile kastedilenlerin on iki İmamlar (a.s) olduğunu ve peygamber gibi onlara da itaat edilmesi gerektiğini bildirmişti.
Şimdi konuya giriş bağlamında şu soruyu yöneltmek istiyoruz: İmam Ali (a.s) hükümet ettiğinde, her şehirde bizzat kendisinin bulunup hükümet etmesi mümkün müydü? İnsanlar, karşılaştıkları her sorunun çözümü için bizzat İmamın (a.s) huzuruna gelebilir miydi? Böyle bir imkan elbetteki sözkonusu değildi. O halde Mısır’da yaşayan bir Müslümanın hükümetle ilgili ihtiyacı nasıl karşılanıyordu? Mutlaka Kufe’ye ve Müminler Emiri Ali’nin (a.s) huzuruna mı gelmeliydi? Bu surette sıkıntı ve zorlukla karşılaşılırdı ve insanların ihtiyacı temin edilemezdi. Ali (a.s), Malik Eşter ve Muhammed b. Ebubekir... gibi vali ve amiller tayin ediyor ve şöyle buyuruyordu: Bunlara itaat etmek size farzdır, çünkü bunu ben istiyorum. Bana itaat etmeniz farz değil midir? Ben de diyorum ki, bunlara itaat edin. Bunlara itaat etmeniz gerçekte bana itaattir ve bunlara muhalefetiniz ise bana muhalefettir. İmam Cafer Sadık (a.s) da aynen bunu uyguluyor ve şöyle buyuruyordu: “... Onun hükmettiği bir şeyin kabul edilmemesi, gerçekte Allah’ın hükmünü hafifsemektir ve bizi reddetmektir. Bizi reddeden ise, aslında Allah’ı reddettiğinden dolayı kafirdir...”
İmam (a.s), Masum İmama (a.s) ulaşma imkanının olmadığı bir yerde fakihi bir hakim olarak bizlere tayin etmiş ve şöyle buyurmuştur: “... Şüphesiz ki ben, onu size hakim kıldım...” Eğer İmam (a.s) bunu yapmasaydı, biz ne yapmamız gerektiğini bilemezdik. Çünkü kimse kendi başına hükmetme, emir ve nehiy etme hakkına sahip değildir.
Toplumun yönetim ve idaresi alanında insanın ulaştığı son teori demokrasidir. Bu da insanların kendi haklarını, yönetimi üstlenmesi adına birine devretmesi anlamına gelir. Bu teori karşısında biz şunu sormak isteriz: Ben, bir Müslüman olarak -Batının kültür atmosferinde değil- kendi parmaklarımdan birini kesebilir miyim? Bunun cevabı şudur: Kesinlikle bunu yapma hakkına sahip değilim. Çünkü parmak benim değil, Allah’ın malıdır. Eğer Allah izin verirse ancak kesilebilir. Hırsızın veya bir başka unvan altında yer alan birinin parmaklarının kesilmesi bu kategoridendir. Belli şartlar dahilinde hırsızlık yapan kimse hakkında uygulanması gereken had, onun dört parmağının kesilmesidir. Peki hırsızın kendisi bunu yapabilir mi? Elbetteki bunu yapamaz, bunu yapma hakkına sahip değildir. Yüce Allah buna izin vermemiştir. Biri, sinirlendiğinde kendi yüzüne tokat atabilir mi? Hayır, bunu yapamaz; çünkü bunu yapma hakkı yoktur. Bir insanın kendisi kendi suratına tokat atma hakkına sahip değilse, bunu yapması için bir başkasına nasıl hak verebilir? Deniyor ki: Demokrasi, insanların kendi haklarını kendi temsilcilerine devretmeleridir.
Biz de soruyoruz ki: İnsanlar olmayan mı, yoksa var olan haklarını mı devrediyorlar? Eğer ben (suçlu olsam bile) kendimi cezalandırma hakkına sahip değilsem, bu (olmayan) hakkı bir başkasına; bir kaymakama, bir hakime, bir cumhubaşkanına nasıl devredebilirim? Zaten ben bir hakka sahip değilim ki onu bir başkasına devredebileyim. Bir suçlunun cezalandırılması için kanun izin vermelidir ve kanunu ise, ancak kanun koyma hakkına sahip olan biri vazedebilir. Yüce Allah’tan başka kimsenin bağımsız olarak kanun koyma hakkı yoktur. Eğer O izin verirse, suçlu kimse cezalandırılır; aksi taktirde kimse böyle bir hakka sahip değildir. Hakime hak vermesi gereken de O’dur.
Buna göre, Masum İmam’a (a.s) ulaşma imkanına sahip olmadığımız durumlarda, genel niyabet ile Masum İmamın (a.s) yerinde olan, ilahi hükümleri icra etmek için yüce Allah tarafından izinli olan ve bizim de itaat etmekle yükümlü olduğumuz kimse veliyy-i fakihdir. Çünkü Masum İmam (a.s) tarafından belirlenen kimse veliyy-i fakihdir. Velayet-i fakih konusunun temel ve dayanağı budur ve bizim İslamî düzenimiz de bu doğrultuda gerçekleşmiştir.
İnsanlar şahlık düzenine karşı kıyam edip şahın kukla ve piyonları karşısında göğüslerini siper ettiklerinde, “Süngülerinizi buraya saplayın!” diyorlardı. Onların amacı neydi? Onlara, “Bunu yapmakla neyi amaçlıyorsunuz?” diye sorulacak olsaydı, ne cevap verirlerdi? Kesinlikle şöyle diyeceklerdi: İmam Humeyni (r.a) buna izin vermiş ve “Sonuç ne olursa olsun, takiyye haramdır.” buyurmuştur. Eğer bizim taklit merciimiz izin vermeseydi, biz de böyle davranmazdık.
Bu inkılab ve bu düzen, velayet-i fakih esasınca var olmuştur; bu inkılab velayet-i fakihi var etmemiştir. Velayet-i fakih anayasa ile değil, anayasa velayet-i fakihle geçerlilik kazanır. Eğer veliyy-i fakih anayasayı imzalamasaydı, anayasanın hiçbir değeri olmazdı.
Merhum İmam (r.a) şöyle buyurmuştu: Veliyy-i fakih tarafından atanmayan ve görevlendirilmeyen bir cumhurbaşkanı, halkın tümünün oyunu alsa, salih ve adil bir insan olsa dahi tağut hükmündedir.
Neden? Çünkü bu hakkı Allah vermelidir. Veliyy-i fakihin görevlendirmemesi durumunda, o insana bu hak verilmemiş olacaktır. Bunu şöyle örneklendirelim: Bir otomobilin satış muamelesi yapıldığında, her açıdan anlaşma sağlansa ve fiyat üzerinde anlaşmaya varılsa bile mukavele imzalanmadıkça, alıcı otomobile sahip olmayacaktır. Merhum İmamın (r.a) ve yüce önderlik makamının cumhurbaşkanlarına verdiği hükümlerde şu noktaya temas edilmiştir: Halkın oyunu teyit ettikten sonra sizi cumhurbaşkanlığına nasbettim.
Bu husus, nikah kıyılırken söylenen “enkehtu=nikahladım, eş yaptım” konumundadır. Erkek için kıza talip olunduğu bildirilmekle, gelin ve damat anlaşmaya varmakla, mihir ve diğer şartlar belirlenmekle, alış veriş ve misafirlik gibi gelenekler yerine getirilmekle gelin ve damat karı ve koca olurlar mı? Nikah kıyılmadıkça, yani “enkehtu ve kabiltu” söylenmedikçe kesinlikle karı ve koca olmazlar. İş, yakin getirecek bir yere varmalı ve oradaki hükümle öncesi farklı olmalıdır. Hükümet ve yönetim konusu da böyledir. Bir insan yöneticilik koşullarına sahip olsa da, tam anlamıyla adil olsa da, faraza bütün koşullara sahip bir fakih gibi davransa da yönetim hakkına sahip olamaz. Yönetim hakkına sahip olabilmesi için veliyy-i fakih, “Ben sana izin verdim.” demelidir.
İslamî öğretileri doğru olarak anlayabilmek, yüce Allah’ın bahşetmiş olduğu bir nimeti tanıyabilmek ve öncelikleri doğru teşhis edebilmek için yüce Allah’tan yardım ve tevfik diliyoruz.
Rasthaber için tercüme eden : Şeyh Cafer Bayar
1-Kamer, 55
2-Tahrim, 11
3-Tahrim, 11
4-Sâffât, 164
5-Bakara, 30
6-Nehc’ül Belağa, Hicret yayıncılık, s: 481
7-Hadîd, 25
8- Kehf, 29
9-Tekvîr, 29
10-Bazı hadislerin zahirinden anlaşılmaktadır ki bazı peygamberler sadece Allah’tan aldığı mesajı insanlara ulaştırmak için seçilmişlerdir.
11-Âl-i İmran, 132, Nisâ, 59...
12-Zümer, 30
13-Mâide, 67
14-Emali, Şeyh Müfid, s: 58
15- Nisâ, 59
16-Bihar’ul Envar. El-Camiat’u li Dürer-i Ahbar’il Eimmet’il Athar, c: 2, s: 221
17-Bihar’ul Envar. El-Camiat’u li Dürer-i Ahbar’il Eimmet’il Athar, c: 2, s: 221
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd alemlerin rabbi Allah’adır; selat ve selam nebi ve resullerin efendisi, alemlerin ilahının habibi Eb’ul Kasım Muhammed’e (s.a.a) ve tayyib, tahir, masum evlatlarınadır (a.s).
Allah’ım! Velin Hüccet İbn’il-Hasan’ı -salavat onun ve babalarının üzerine olsun- insanların teslimiyetiyle birlikte yeryüzüne hakim kılıp uzun zaman orada faydalandırıncaya kadar şimdi ve her zaman onun dostu, koruyucusu, rehberi, yardımcısı, kılavuzu ve gözü ol!
Konunun izahı:
“Velayet-i Fakih; İslam Hakimiyetinin Ekseni, Adalet Ve İlerlemenin Gerçekleşme Garantörü” olarak belirlenen konu başlığında üç temel kavram işlenmiştir: Velayet-i fakih, adalet ve ilerleme. Önce kısaca “ilerleme” konusunu, sonra ilerlemenin adaletle ilişkisini ve sonuç olarak da bunların gerçekleşmesi bağlamında velayet-i fakihin rolunü ele alıp kısaca açıklayacağız.
İslam Yörüngesinde İlerleme:
Günümüz siyasal-sosyal literatüründe ilerlemeye getirilen özel tanımlar vardır. Ekonomi alanında, kalkınma ve ilerleme özel bir şekilde tanımlanmış ve sosyoloji alanında da daha geniş bir yelpazede irdelenmiş ve farklı boyutları olduğuna vurgu yapılmıştır. Konu çerçevesinde söylenmesi en uygun ve öncelikli olan nokta şudur: İlerleme sözcüğü, farklı dillerdeki karşılığından sarfı nazar ederek, ileri doğru gidilmesi gereken bir yolun var olduğu anlamı ifade eder. Haliyle, yolun da sonlandığı bir maksadı vardır. İlerleme, bileşikleri, etkenleri ve engelleri hakkındaki akademik çevrelerdeki anlaşmazlıklar, ilerleme için göz önünde bulundurulan amacın ne olduğu ile alakalıdır. Varılması gereken amaç nedir? Yolu nedir ve bu yolda nasıl ilerlenmelidir? Günümüz dünyası kültüründe ülkü ve amaçlar genellikle maddî çıkarlar ekseninde dönüp durmaktadır. Tam anlamıyla maddî amaçlara odaklanan ekonomik ilerleme de, genellikle kültürel boyutları kapsayan sosyal ölçekli ilerleme de sonuçta maddî amaç ve maksatlar ekseninde döner. Bu tanım doğrultusunda; daha çok üretim yapan, daha gelişmiş teknolojiye sahip olan, daha az zaman harcayarak daha çok ürün elde eden, kişi başına düşen gelirin daha çok olduğu, ekonomi alanında ilerlemenin gerekli özelliklerine sahip olan bir toplum “ilerlemiş” sayılır. Diğer sosyal bilimler alanında da durum böyledir.
Bizler ise, Müslüman kimliğine sahip olmamız hasebiyle bu düşünce tarzına katılmamakla birlikte, temelden farklı düşüncedeyiz. Yüce rehberlik makamının -yüce Allah onu korusun- buyruklarında da zaman zaman buna dikkat çekilir. Bahsi edilen köklü ayrılık noktası şudur: İslamî bakış tarzı uyarınca Müslümanın amaçları maddî ve dünyevi amaçlarla sınırlı değildir. Bizim yaşam yol ve hareketimizin amacı maddî ereklerle kısıtlanamaz. Hatta maddî ve dünyevi hedeflerimiz, nihai amaçlara ulaşmamız bağlamında orta ölçekli amaçlardır. Hemen belirtmeliyim ki İslamî bakış tarzı uyarınca biz, bu dünyada ilahi nimetlerden daha çok faydalanmaya da talibiz. Bu ise ilim, sanat ve teknoloji alanında ilerlemeyi gerektirir. Toplumun farklı katmanlarının ilahi nimetlerden daha çok nasiplenmesini, daha rahat yaşamasını, daha iyi yaşam satandartlarına sahip olmasını istiyoruz. Ancak bu, bizim nihai amacımız değildir. Biz, insanın bütün yaşamını kapsayan devinim ve hareketinin amacının insanlıkta tekamül olduğuna inanmaktayız.
Merhum İmam’ın (r.a), yüce önderlik makamının, İslam büyüklerinin, filozoflarının ve ariflerinin buyruklarında önemle dikkat çekilen nokta şudur: İnsan dünyaya geldiğinde, eylemsel hayvan ve potansiyel insandır. Varlığına bir takım yetenekler işlenmiştir ve bunları eylemselliğe taşıma yönünde çalışmalı ve nitekim eylemsel insan olmalıdır. İnsanlığın en alt çizgisine ve insanlık nisabına ulaştığında, artık insanlığın olgunluk ve erginlik aşamalarında hareket ederek yetkin insan makamına ulaşabilecektir. Bu hayat, ancak böyle bir amaç ve ülkü içindir. Bizim yaratılış ve dünyaya geliş amacımız, hayvanlık aşamasından hareket edip insanlık aşamasına ulaşmak, insanlık nisabına yücelmektir. İşte bundan sonrası, insanlığı yetkinleştirme yönünde ilerlemektir. Bu ilerleme, sınır koyulamaz bir amaca doğrudur. Belki de bu münasebetle İslam kültüründe bu nihai amaç “Allah’a yakınlık” olarak ifade edilmiştir. İnsanın nereye varacağı belirlenemez. Bu, sınırsızlık eğilimi olan bir devinimdir. Gerçek anlamıyla sınırsızlık olmasa da, yani mertebeler bakımından sınırsızlık olmasa da, zaman bakımından sınırsızlık olduğu pekala söylenebilir. Kemal mertebeleri bakımından sınırsızlık olarak addedilemese bile, sınırsızlık eğilimli olduğu elbetteki rahatlıkla söylenebilecektir. Yüce dereceler kapsamında olup İslam kültüründe kabul gören ana başlık “insanın Allah’a yakınlığı”dır. Bu, Kur’an-ı Kerim’in Firavunun eşi Asiye’den naklettiği çok güzel bir tabirdir:
“Muktedir bir hükümdarın katında, doğruluk meclisindedirler.”
Hz. Asiye deyip geçmemek ve onu küçümsememek gerekir. Çünkü Kur’an-ı Kerim onu, dünyadaki imanlı erkek ve kadınların tümüne örnek göstermiş ve şöyle buyurmuştur:
“Allah, iman edenlere ise, Firavun’un karısını örnek gösterdi.”
Kur’an’ın Asiye’den naklettiği söz şudur:
“Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap.”
Burada önem arzeden şey, ayette geçen “senin katında” tabiridir. Asiye, Allah’ın yanında bir yere ulaşmak ve Allah’a komşu olmak istiyor. “İlahi komşuluk” bizim kültürümüzde de yaygın, ancak fazla da dikkat edilmeyen bir kavramdır. İnsan öyle bir makama ulaşır ki, artık Allah’a komşu olur. Bu nasıl bir yer, nasıl bir makamdır? Nasıl bir izzet ve lezzeti vardır? Zahiren insan bu vadiye adım atmadığı müddetçe, kokusunu duyumsamadığı sürece oranın nasıl bir yer olduğunu anlayamaz. Kısacası bu yaratılışımızın, dünyaya gelişimizin amacı, olgunlaşma ve bu makama ulaşma zeminini hazırlamaktır. İnsanın özelliği de bu uğurda kendi isteği ile ilerlemesidir. Yüce Allah’ın farklı makamlarda olan mahlukatı vardır ve bu makamların çoğu bizler için anlaşılır şeyler değildir. Hadisler, meleklerin bazı makamlarına değinmiştir ve bunlar gerçekten çok ilginç şeylerdir. Sözü edilen makam ve vasıfların bazıları şöyledir: Müheymin melekler, Aliyyin melekler, Kerrubiyyin melekler... Bazı hadislerde Müheymin melekler şöyle tanıtılmıştır: Onlar, ilahi tecellilerin seyrine öyle dalmışlardır ki alemin ve Ademin yaratılışından haberdar bile değillerdir. Bir alemin yaratılmış olduğuna ve bu alemde bir Ademin yaşadığına, nelerin gerçekleştiğine ve gerçekleşeceğine aldırış bile etmezler. Yüce Allah nice bu tür varlıklar yaratmıştır. Öyle ki göklerde meleklerden boş bir yer kalmamıştır. Hadislerin dikkat çektiği bir başka nokta, bütün göklerde bir inek derisi kadar bile boş yerin olmadığıdır. Her yerde melekler ibadetle meşguldür veya secdeye kapanmıştır veyahut da rükudadır. Bunu anlayabilmemiz çok zordur. Çünkü biz göklerin nereye vardığını ve ne kadar olduğunu bilemiyoruz. Biz, göklerin sınırsız olduğunu söyleyebiliriz ancak. Yüce Allah’ın rahmeti öyle geniştir ki, varlık istidadı olan her şeye varlık bahşetmiştir. Kendi istek ve seçimi ile hareket edebilen bir varlığın yeri boştu sadece. Melekler, yaratılışları değişmez varlıklardır; onlar, yüce Allah’ın kendilerine bahşettiği şeye sahiptirler. “Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır.” Sonu görünmeyen ve bilinmeyen bu varlık aleminde, kendi iradesiyle sıfırdan sınırsızlığa doğru hareket edecek ve Allah’a halife olabilecek bir varlığın yeri boştu sadece.
“Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti.”
O halde bizim bu alemdeki hayatımız, insanlığın sıfırından başlayıp sınırsızlığına doğru ilerleme ve adı “Allah’a yakınlık” olan yere ulaşma temeli üzerine kurulmuştur. Bizler, Allah’ın bazı layık kullarının ve peygamberlerin bazı öğrencilerinin makamını bile anlayamaz ve algılayamazken, algı gücümüzün ötesinde olan Peygamberlerin (a.s) ve Masum İmamların (a.s) yüce makamlarını nasıl anlayabiliriz? Ancak bu yol, yüce Allah’ın insan için çizdiği ve belirlediği yoldur; herkes gücü oranında bu yolda ilerlemeye gayret etmelidir. Varılması istenen amaç budur. Bu sebeple de alınması gereken yol uzun bir yoldur. İşte bundan dolayıdır ki Müminler Emiri Ali (a.s), yapmış olduğu ibadetleriyle birlikte gece çöktü müydü, önce yoksulların evlerini ziyaret eder, onları yoklar, sonra namaza durup bin rekat namaz kılar, olanca ihlasla yakarır ve gözyaşlarıyla bezediği duası sonrasında da şöyle derdi:
“Yol azığının azlığından, yolun uzunluğundan ve yolculuğun uzaklığından feryat!”
Böyle bir makama ulaşmak için yolun ne kadar uzun olması gerektiği ortadadır. Böyle bir yolda ilerlemek istiyoruz. Buna göre amaç, ileri teknolojiye veya ekonomi alanında refaha ulaşmak değildir. Bunlar, hareketimize zemin hazırlayabilecek çok küçük araçlardır. Katedilmesi gereken yol, bunların çok ötesinde ve bunlardan çok uzundur; seyir ise başka bir seyirdir. İnsanlık yolunda ilerlemek istiyor ve böyle bir düşünce taşıyorsak, elbetteki bu amacımızı, aylık gelirimizin kaç Dolar veya Euro olduğu ile kısıtlamak çocuksu bir tavır olacaktır. Ancak her hal ve durumda yüce Allah, dünya hayatında bu nimetlerden yararlanmamız ve belirlenmiş amaç doğrultusunda bu araçları kullanmamız için yaratmıştır. Bütün bu nimetler insanın kullanımına verilmiştir ve insan için belirlenen amaca ulaşma bağlamında da rol ifa edebilir. Bu maddî nimetlerin yüce Allah’a doğru yol alma çizgisinde nasıl katkı sağlayabileceği konusu, şimdiki konumuzun dışındadır ve kendi yerinde irdelenmesi icap eder.
Hak ve sorumluluk; tekamülün mukaddimesi:
Bahsi edilen yol, sadece bir veya iki veyahut da yüz insan için değil, insanlığın başlangıç tarihinden sonuna kadar yeryüzünde yaşayan bütün insanlık için hazırlanmalıdır. Çünkü her insan insan kimliği taşır, yüce Allah’ın mahlukudur ve tekamül etmesi gerekir. Bu alem sadece İran veya Kum şehrinin halkı için yaratılmamıştır; sadece din alimleri veya üniversite çevresi için de yaratılmamıştır. Bu alem, bütün insanlık için ve bütün insanlığın tekamülü için yaratılmıştır. Bundan dolayı herkesin ilerleme kaydedebileceği ve yücelebileceği bir ortam hazırlanmalıdır. Her hangi bir insan bireyinin yücelmesine engel teşkil edecek hiçbir şey bu dünyada kalmamalıdır. Bilinmesi gerekir ki var olan engelleri genellikle insanların kendileri haksızlık, zulüm, cehalet, doyumsuzluk ve üstünlük taslamaları sonucunda ortaya çıkarırlar. Eğer bu engeller ortadan kaldırılacak olsa, kesinlikle yol herkes için açılacaktır. İslam başta olmak üzere ilahi dinlerin önemle vurgu yaptığı öğretilerden biri de, bu engellerin ortadan kaldırılması yönünde çaba sarfedilmesi gerekliliğidir. Bunun gerçekleşmesi durumunda herkes, o yüce ülkü ve hedefe doğru hareket edebilecektir. Bu koşulların oluşması ve herkesin o yüce hedef doğrultusunda hareket edebilmesi için bazı kuralların varlığı kaçınılmazdır. Ana hatlarıyla değinmek gerekirse; insan -kendi ihtiyar alanında bulunan ve ihtiyarî davranışlarla hareket etmesi gereken- bu hayatta hem bir dizi haklara sahip olmalı ve hem de bir dizi yükümlülükleri olmalıdır. Yani bu yolda yürüyebilmemiz için yüce Allah’ın nimetlerinden faydalanabilmeliyiz. Bunlar bizim haklarımızdır. Hedef yönünde hareket etmemiz, başkalarının elini tutarak hareket etmelerine yardımcı olmamız, onların hareketini engelleyen bir engelin ortaya çıkmasına izin vermememiz de yükümlülüklerimizdir. Burada kastedilen şey, sosyal haklar ve yükümlülüklerdir. Yoksa yükümlülüklerin çerçevesi çok daha geniştir ve yükümlülüklerin temeli ise yüce Allah karşısındaki yükümlülüklerdir.
Adil düzen; hakların ihyasının mukaddimesi:
O hedefin bu dünya hayatında gerçekleşmesi ve herkesin kendi hakkına ulaşması için, bireylerin haklarını ve yükümlülüklerini belirleyen adil bir düzenin varlığı zaruridir. Amaç o kemale, yetkinliğe ulaşmak ve bu yolda ilerlemektir. Ama bu ilerlemenin herkesi kapsayacak şekilde olması, bütün insanların bundan faydalanması, hakların ve yükümlülüklerin uyumlu olarak ve bütün insanlara dağıtılması için bunun adil bir düzende olması gerekir.
Adalet:
Adaletin tanımını da burdan anlayabiliriz. Adalet kelimesi de, birçok tanımlarla anlatılmaya çalışılmış müphem bir kelime olup hakkında bir hayli kitaplar yazılmış ve yazılmaktadır. Son on yılda adalet hakkında yazılmış kitapların listesi gerçekten hayrete düşürecek kadar kabarıktır ve bu kitapların çoğu da Batıda yazılmıştır. Adalet eksenli pek çok konular gündeme getirilmiştir. Bu konuların bir kısmı adaletin ne olduğu ve gerçeği, bir kısmı adalet ve kanun ilişkisi, bir kısmı adalet ve özgürlük ilişkisi, bir kısmı adalet ve siyaset ilişkisi, bir kısmı adalet ve din ilişkisi... hakkındadır. Her yıl bu hususta nice kitaplar yazılır. Haliyle de adalet hakkında birçok tanımlar sunulmuştur. Hukuk, siyaset ve sosyal felsefeler alanlarındaki araştırmacıların bu hususta da araştırmalar yapmaları, tezler yazmaları ve araştırmalarını başkalarıyla paylaşmaları gerekir.
Başka ekollerin tanımlarını dikkate almaksızın “ilerleme” kavramını analiz edip analitik bir tanım elde ettiğimiz gibi, adalet kavramı hakkında da böyle yapmalıyız. Adalet, bireylere mütenasip, uygun olacak şekilde hakların ve yükümlülüklerin dağıtılmasıdır. Bazı ekollerde “eşitlik” kelimesine vurgu yapılmış ve adaletin “eşitlik” olduğu zannedilmiştir. Biz, “eşitlik” kelimesi yerine “mütenasip” kelimesini kullandık. Bu tanım, bizim kültürümüzde adaletin kısa tanımıdır. “Adalet” ve “kıst” eş anlamlı veya anlamı birbirine çok yakın olup Kur’an-ı Kerim’in önemle vurgu yaptığı iki kelimedir. Bazıları bu iki kelimenin farklı olduğunu ileri sürmüş ise de, gerçekte bu iki kelime arasında fark yoktur. Eğer anlam bakımından biraz farklı olsalar bile, anlamlarının çok yakın olduğu kesindir.
Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin gönderiliş amacı hakkında şöyle buyurmuştur:
“Andolsun, biz elçilerimizi açık kanıtlarla gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri yarattık. Allah da kendisine ve Resûllerine gayba inanarak yardım edecekleri bilsin. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”
Hakkın batıldan ayırt edilmesi ve insanların adalet uğrunda kıyam etmesi için Kitab, mizan ve ölçü indirilmiştir. Sonra da adaletin uygulanmasının bazı gerekleri olduğuna ve bu bağlamda demire ihtiyaç duyulduğuna dikkat çekilmiştir. Yani insanlar arasında zalim ve doyumsuz kişilerin her zaman var olabileceği insanî hayatın gerçeği olduğuna göre, adaletin uygulanması için silah gücünün var olması gerekir. Veliyy-i Asr’ın (yüce Allah zuhurunu tez eylesin) mübarek eliyle gerçekleşecek olan ilahi adalet de silahın kullanılmasıyla hakim kılınacaktır.
Sonuç şu ki: Talibi olduğumuz ilerleme, ne “ekonomik” ve ne de “sosyolojik” anlamıyla ilerleme değildir. Bizim amaçladığımız ilerleme, insaniyette ve ilahi yakınlıkta tekamüldür. Gerçek anlamıyla ilerleme de budur zaten. Adil bir düzen kurulmaksızın bütün insanların ilerlemesi mümkün olmayacaktır. Hakların ve yükümlülüklerin adalet üzere ve mütenasip olarak dağıtılması, bütün insanlar için böyle bir ilerlemeye zemin hazırlar ve bu da şununla sonlanır: “... Artık dileyen iman eder, dileyen inkâr eder...”
Bu adil düzen, kural ve yasalarını düzenleyen ve uygulayan biri olmaksızın amelî olmayacaktır. Çok eskilere dayanan bir teori şöyledir: Toplumdaki ahlakî değerlerin yaygınlaşması durumunda, yasaların icra garantörü olan bir düzene de gereksinim duyulmayacaktır. Anarşizm yanlıları, ahlakî eğitim altında bulunan bir toplumun nice erdemlere ulaşmasının ve bu erdemlerin yaygınlaşması sonucunda herkesin kendi isteği ile ve gönüllü olarak hakkı gözetmelerinin ve kimsenin başka birinin hakkına tecavüz etmemesinin mümkün olabileceğini düşünüyorlardı.
İnsanlık tarihi bu kuramın gerçekçi olmadığını göstermektedir. Bu, ideal bir kuram olup bugüne dek gerçeklik bulmamıştır. İnsanların geçmişten beri ve bugün sahip olduğu -günümüz dünyasında bazı yönlerden daha katı, daha çetin ve daha karmaşık olan- koşullar, insanlık toplumunda bütün insanların gönüllü olarak ahlak kurallarını riayet edeceklerine ve hiçbir hakim güçten korkmaksızın başkalarına zulmetmeyeceklerine dair bir ışık ve ümit vermemektedir. Bundan dolayı da bilim adamlarının tümüne yakın çoğunluğu arasında anarşizm eğilimi gündemden düşmüş ve adeta yok sayılmıştır.
Marksizm teorisi de buna benzer bir durumdadır. Bu düşüncenin yandaşları şunu savunuyorlardı: Bütün anlaşmazlık ve haksızlıklar ekonomik sorunlardan kaynaklanır. Mülkiyetin kaldırılmasıyla zulüm ortamı kendiliğinden kalkmış olacak, herkes ihtiyaç duyduğu her şeyi elde edecek ve hukukun yerini ahlak alacaktır. Bu da anarşizm benzeri ideal bir teoridir. Her hal ve durumda realizm, adalete dayalı kuralların icrası için toplumda hakim bir düzenin varlığını kaçınılmaz kılmaktadır. Mazlum ve mahrum insanların haklarına, canlarına, mallarına ve namuslarına saldıran kimseleri engelleyecek, onları kendi yerlerine oturtacak hakim ve güçlü bir düzen olmalıdır. Hakim düzenin asıl görevi de budur zaten. Bunun farklı dallara ayrıldığını ve kendi yerinde incelenmesi gerektiğini de hemen belirtmeliyim. Bütün bunları, “velayet-i fakih” konusuna mukaddime olması bakımından ele aldık.
Hakimin meşruiyeti:
İnsanın gerçek ilerlemesinin adil bir düzene bağlı olduğunu, adil düzenin de bir kurucuya ve hakim sisteme muhtaç olduğunu belirtmiştik. Ancak bu şekilde suça engel olunabilir, birilerinin doyum bilmeyen isteklerine gem vurulabilir, saldırılar engellenebilir ve suçlular cezalandırılabilir. İşte burdan hareketle siyaset felsefesiyle ilgili konular gündeme gelir. Hakimiyet nedir, nasıl oluşur, kimlerin hakimiyet hakkı vardır, hangi esasa göre hakimiyet ortaya çıkar?... gibi sorularla sorgulanır. Siyaset felsefesi hakkında araştırma yapanlar arasında temel bir anlaşmazlık noktası vardır ve bu, bu araştırmacıları ikiye bölmüştür: Bunların bir grubu; sosyalizm, liberalizm, komünizm... gibi ekollere mensup olup sekülarizm düşüncesi taşıyanlardır. Bu grup, hümanist ve seküler eğilimleriyle alemin yaratıcısını ve maddî hayatın ötesini önemsemez ve şuna inanırlar: “Allah varsa bile ve dünya ötesi bir hayat varsa dahi bunun bizim hayatımızda bir etki ve tesiri yoktur. Allah Allah’lığını yapsın ve biz de insanlığımızı; ne biz onun işine karışırız ve ne de o bizim işimize karışır.”
Bu düşüncede olanların çoğu, Allah’ın varlığına ve maddî alemin ötesinde bir alemin var olduğuna inanmazlar.
Bu grubun karşıtı olan grup ise, bu alemin ötesinde bir alemin ve bir yaratıcısının var olduğuna, yarattıktan sonra da kendi başına salıvermediğine, bilakis daima işin içinde olduğuna, her şeyin tekvinî olarak bu yaratıcı ile irtibatta olduğuna ve insanın da bu yaratıcı ile hem tekvinî ve hem de teşriî ilişkisi olduğuna inanırlar. Bu farklı iki bakış açısı, aslında karşıt iki kutuptur. Bu iki kutup arasında bazı görüşler de vardır ki, bu iki kutuptan birine daha yakındır. İslam’ın siyasi felsefesi açık ve aydındır. Biz şuna inanıyoruz: Bizim bir Allah’ımız var ve biz her şeyde O’na muhtacız. Yüce Allah Resulü (s.a.a) bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın gücü olmaksızın, gözümü açtığımda, tekrar kapatacağıma ümidim olmaz; gözümü yumduğumda da tekrar açabileceğime ümitli değilim.”
İşte bu bakış açısı bir zirvedir. Bizler de buna benzemek için yaratılmışız. Bize verilen emirlere göre bu yolda ilerlemeye çalışmalı, yüce Allah’ı anmalı ve her yerde O’nun buyruklarına itaat etmeliyiz. Çünkü O her yerde vardır ve hükümleri de her yerde geçerlidir. Sonsuz, kamil, karşıtsız güç sadece O’nundur ve kimse bu hususta O’nunla çekişemez. O’nun izni olmaksızın hiçbir şey varlık aleminde olamaz. “Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”
Böyle bir dünya görüşüne sahip olmakla birlikte, “Bizim yetki ve ihtiyarımız kendi elimizdedir.” veya “Hakimiyet hakkı her ne kadar Allah’ın ise de, O bu hak ve yetkiyi bize bırakmıştır.” diyemeyiz. Yüce Allah’ın yapamayacağı şeylerden biri malikiyet, kudret ve iradeyi kendisinden selbedip başkasına bırakmasıdır. Allah da Allah’lığını bir başkasına tefviz edebilir mi ki? Alemde Allah’ın kudretinden başka bir kudret yoktur. Herkesin sahip olduğu güç ve kudret yüce Allah tarafından ödünç olarak bahşedilmiştir ve yüce Allah dilediği zaman da onu geri alır. Şimdi, “Yüce Allah bizleri yaratmıştır ve hakimiyet hakkı da O’nundur. O dilediği her şeyi yapar. Fakat Allah bizi kendi başımıza bırakmış, hakimiyeti kendisinden selbetmiş ve istediğimiz her şeyi yapmamıza izin vermiştir.” diyebilir miyiz?
Biz şuna inanıyoruz: Yüce Allah, hakimiyeti kendisinden selbedip de bir başkasına tefviz etmez, devretmez ancak kendisinden taraf emretme iznini ve yetkisini birine verebilir. Bu durumda, izinli ve yetkili kişinin irade ve söylemi, gerçekte yüce Allah’ın iradesidir. Yüce Allah’ın iradesi karşısında biz neye sahibiz? Benim varlığım, iradem, düşüncem, anlamam, gücüm... her an için O’ndandır. İrade ettiği ve dilediği her an bütün bunları bir arada benden alır. Bunun bir örneği de, kalp krizi sonucunda ölen insandır; gözü açık ise kapatma ve kapalı ise açma fırsatı bulamamıştır. Bir şok ile bütün azaları işlerliğini kaybetmiştir. Tefviz, yüce Allah’ın bir başka Allah yaratmasını gerektirir. Biz dünya görüşümüz ve inancımız uyarınca, yüce Allah’ın tam anlamıyla bizim ihtiyarımızı bize bırakmış olduğunu ve kendi elinde artık bir ihtiyarın olmadığını tasavvur edemeyiz. Biz cebrin de, tefvizin de olmadığına inanmaktayız. Yüce Allah, kendi elinden çıkaracak şekilde kimseye hiçbir şeyi tefviz etmez; bilakis kendi kudretinin uzantısında birine ödünç olarak kudret verir. Biz ihtiyarî fiillerimizi ancak yüce Allah’ın an be an bize bahşettiği kudret ile gerçekleştiririz. Durum bundan ibaretken, yüce Allah’ın kendi işini bize tefviz ettiği nasıl mümkün olur? Bu, yüce Allah’ı tanımamaktan kaynaklanan yanlış bir düşüncedir. İnsanların yüce Allah hakkındaki bilgi ve marifetleri çok farklıdır ve kimsenin Müminler Emiri Ali (a.s) gibi olması beklenemez.
Şimdi sorulması gereken soru şudur: İslamî düşünce uyarınca bir insan, başkalarına hakimiyet hakkını nasıl elde eder? Bir insan, başkalarına emretme ve nehyetme yetkisini nereden alır?
Bir insan, ancak yüce Allah’ın yetki vermesi durumunda bu hakka sahip olur, ancak bu hakkın kendisi yüce Allah’tan selbedilmez. Yani insana verilen hakimiyet hakkı, yüce Allah’ın hakimiyetinin uzantısındadır. Babanın malikiyeti karşısında sabinin malikiyet konusu, bu husustaki sade ve güzel bir örnektir. Baba, evde küçük yavrusuna bir elbise, bir oyuncak veya yiyecek bir şey vererek, “Yavrucuğum, bu senindir. Al, odana bırak.” dediğinde, verilen şey artık babanın malikiyetinden çıkar mı? Elbette ki hayır. Çocuk, babanın mülkiyeti uzantısında, o verilen şeye zayıf bir malikiyet kazanır. Bu örnek, uzantılı malikiyetin ne anlama geldiğini anlamamız içindir. Yüce Allah’ın bizlere verdiği malikiyet, Allah’ın malikiyetinden asla çıkmaz. En güçlü malikiyet Allah’ındır; görecelik aleminde, yaşamın idaresi ve bu hareketin idamesi için ve O’nun takdir buyurduğu yere ulaşmamız için bana ve sana verilen malikiyet ancak O’nun malikiyetinin bir yansımasıdır.
Buna göre, sadece ilahi mesajı ulaştırmak için Allah tarafından seçilen bir peygamber, “Ey insanlar, Rabbiniz bu mesajı size ulaştırmamı buyurmuştur.” diyecek olsa, bizim görevimiz ilahi mesajı kabul etmektir. Sonra aynı elçi, “Falan işi de yapın.” dediğinde, “Bu işi yapmamız da ilahi mesajlarda yer almış mıdır? Bize buyurmak ve bir şeyi nehyetmek hakkına sahip misin?” diye sorabiliriz. Eğer ilahi mesajda o iş de var ise, gayet tabi olarak itaat etmek zorundayız; ama eğer yoksa, o buyruğa uymak zorunda değiliz. Kur’an-ı Kerim birçok yerde şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve Resule itaat edin.”
Eğer ayette “er-Rasul” tabiri olmasaydı, bir peygambere, sırf peygamberliğinden ve elçiliğinden ötürü itaat etmek farz olmazdı. Peygamber, Allah katından mesaj getirdiği için ona itaat etmek gerekir ve ona itaat etmek de bizlere farz kılınmıştır. Buna göre peygamber, Allah’ın izni sonucunda bize hakimiyet hakkı kazanır.
Bu bağlamda ifade edilmesi gereken bir diğer nokta şudur: Allah tarafından gönderilen peygamber, Kur’an-ı Kerim’in de, “Şüphesiz sen öleceksin ve şüphesiz onlar da öleceklerdir.” buyurduğu gibi ebedi olmadığına göre peygamberden sonra sorumluluğumuz nedir? Bizim inancımıza göre, peygamberden sonra meşru hakimiyet ancak Allah ve peygamber tarafından izinli olan kişinin hakkıdır. İşte bu, peygamberin halifesinin de Allah tarafından belirlenmesi gerektiğine inanan Şianın ayrıcalığıdır. Hatta peygamberin kendisi bile re’sen ve kendiliğinden halife tayin edemez. Peygamber, ancak Allah’ın kendisine bildirmesi ile halife seçebilir. Yüce Allah Resulü (s.a.a), Allah’ın emriyle İmam Ali’yi (a.s) halife seçmiştir. Yüce Allah, “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” emri ile Allah Resulünü (s.a.a) görevlendirdikten sonra Allah Resulü (s.a.a), Müslümanların arasında İmam Ali’nin (a.s) elini tutup kaldırarak şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” İmam Ali’nin (a.s) imameti, İmam Ali’ye (a.s) ve masum on bir evladına itaat, Allah Resulünün (s.a.a) emriyle bizlere farz kılınmıştır. Allah Resulü (s.a.a) de bu emri yüce Allah’tan almış ve bize şöyle bildirmiştir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre de.”
Velayet-i fakih:
İnkılabın ilk yıllarında İslamî Şura Meclisinde bulunan milletvekillerinden biri, mecliste yaptığı konuşmada yukarıdaki ayete istinat ederek velayet-i fakihi açıklamaya çalışmıştı. Merhum İmam (r.a), meclis başkanına telefon ederek bu ayetin on iki Masum İmam (a.s) hakkında olduğunu, ayette geçen ulu’l-emr ile kastedilenlerin on iki İmamlar (a.s) olduğunu ve peygamber gibi onlara da itaat edilmesi gerektiğini bildirmişti.
Şimdi konuya giriş bağlamında şu soruyu yöneltmek istiyoruz: İmam Ali (a.s) hükümet ettiğinde, her şehirde bizzat kendisinin bulunup hükümet etmesi mümkün müydü? İnsanlar, karşılaştıkları her sorunun çözümü için bizzat İmamın (a.s) huzuruna gelebilir miydi? Böyle bir imkan elbetteki sözkonusu değildi. O halde Mısır’da yaşayan bir Müslümanın hükümetle ilgili ihtiyacı nasıl karşılanıyordu? Mutlaka Kufe’ye ve Müminler Emiri Ali’nin (a.s) huzuruna mı gelmeliydi? Bu surette sıkıntı ve zorlukla karşılaşılırdı ve insanların ihtiyacı temin edilemezdi. Ali (a.s), Malik Eşter ve Muhammed b. Ebubekir... gibi vali ve amiller tayin ediyor ve şöyle buyuruyordu: Bunlara itaat etmek size farzdır, çünkü bunu ben istiyorum. Bana itaat etmeniz farz değil midir? Ben de diyorum ki, bunlara itaat edin. Bunlara itaat etmeniz gerçekte bana itaattir ve bunlara muhalefetiniz ise bana muhalefettir. İmam Cafer Sadık (a.s) da aynen bunu uyguluyor ve şöyle buyuruyordu: “... Onun hükmettiği bir şeyin kabul edilmemesi, gerçekte Allah’ın hükmünü hafifsemektir ve bizi reddetmektir. Bizi reddeden ise, aslında Allah’ı reddettiğinden dolayı kafirdir...”
İmam (a.s), Masum İmama (a.s) ulaşma imkanının olmadığı bir yerde fakihi bir hakim olarak bizlere tayin etmiş ve şöyle buyurmuştur: “... Şüphesiz ki ben, onu size hakim kıldım...” Eğer İmam (a.s) bunu yapmasaydı, biz ne yapmamız gerektiğini bilemezdik. Çünkü kimse kendi başına hükmetme, emir ve nehiy etme hakkına sahip değildir.
Toplumun yönetim ve idaresi alanında insanın ulaştığı son teori demokrasidir. Bu da insanların kendi haklarını, yönetimi üstlenmesi adına birine devretmesi anlamına gelir. Bu teori karşısında biz şunu sormak isteriz: Ben, bir Müslüman olarak -Batının kültür atmosferinde değil- kendi parmaklarımdan birini kesebilir miyim? Bunun cevabı şudur: Kesinlikle bunu yapma hakkına sahip değilim. Çünkü parmak benim değil, Allah’ın malıdır. Eğer Allah izin verirse ancak kesilebilir. Hırsızın veya bir başka unvan altında yer alan birinin parmaklarının kesilmesi bu kategoridendir. Belli şartlar dahilinde hırsızlık yapan kimse hakkında uygulanması gereken had, onun dört parmağının kesilmesidir. Peki hırsızın kendisi bunu yapabilir mi? Elbetteki bunu yapamaz, bunu yapma hakkına sahip değildir. Yüce Allah buna izin vermemiştir. Biri, sinirlendiğinde kendi yüzüne tokat atabilir mi? Hayır, bunu yapamaz; çünkü bunu yapma hakkı yoktur. Bir insanın kendisi kendi suratına tokat atma hakkına sahip değilse, bunu yapması için bir başkasına nasıl hak verebilir? Deniyor ki: Demokrasi, insanların kendi haklarını kendi temsilcilerine devretmeleridir.
Biz de soruyoruz ki: İnsanlar olmayan mı, yoksa var olan haklarını mı devrediyorlar? Eğer ben (suçlu olsam bile) kendimi cezalandırma hakkına sahip değilsem, bu (olmayan) hakkı bir başkasına; bir kaymakama, bir hakime, bir cumhubaşkanına nasıl devredebilirim? Zaten ben bir hakka sahip değilim ki onu bir başkasına devredebileyim. Bir suçlunun cezalandırılması için kanun izin vermelidir ve kanunu ise, ancak kanun koyma hakkına sahip olan biri vazedebilir. Yüce Allah’tan başka kimsenin bağımsız olarak kanun koyma hakkı yoktur. Eğer O izin verirse, suçlu kimse cezalandırılır; aksi taktirde kimse böyle bir hakka sahip değildir. Hakime hak vermesi gereken de O’dur.
Buna göre, Masum İmam’a (a.s) ulaşma imkanına sahip olmadığımız durumlarda, genel niyabet ile Masum İmamın (a.s) yerinde olan, ilahi hükümleri icra etmek için yüce Allah tarafından izinli olan ve bizim de itaat etmekle yükümlü olduğumuz kimse veliyy-i fakihdir. Çünkü Masum İmam (a.s) tarafından belirlenen kimse veliyy-i fakihdir. Velayet-i fakih konusunun temel ve dayanağı budur ve bizim İslamî düzenimiz de bu doğrultuda gerçekleşmiştir.
İnsanlar şahlık düzenine karşı kıyam edip şahın kukla ve piyonları karşısında göğüslerini siper ettiklerinde, “Süngülerinizi buraya saplayın!” diyorlardı. Onların amacı neydi? Onlara, “Bunu yapmakla neyi amaçlıyorsunuz?” diye sorulacak olsaydı, ne cevap verirlerdi? Kesinlikle şöyle diyeceklerdi: İmam Humeyni (r.a) buna izin vermiş ve “Sonuç ne olursa olsun, takiyye haramdır.” buyurmuştur. Eğer bizim taklit merciimiz izin vermeseydi, biz de böyle davranmazdık.
Bu inkılab ve bu düzen, velayet-i fakih esasınca var olmuştur; bu inkılab velayet-i fakihi var etmemiştir. Velayet-i fakih anayasa ile değil, anayasa velayet-i fakihle geçerlilik kazanır. Eğer veliyy-i fakih anayasayı imzalamasaydı, anayasanın hiçbir değeri olmazdı.
Merhum İmam (r.a) şöyle buyurmuştu: Veliyy-i fakih tarafından atanmayan ve görevlendirilmeyen bir cumhurbaşkanı, halkın tümünün oyunu alsa, salih ve adil bir insan olsa dahi tağut hükmündedir.
Neden? Çünkü bu hakkı Allah vermelidir. Veliyy-i fakihin görevlendirmemesi durumunda, o insana bu hak verilmemiş olacaktır. Bunu şöyle örneklendirelim: Bir otomobilin satış muamelesi yapıldığında, her açıdan anlaşma sağlansa ve fiyat üzerinde anlaşmaya varılsa bile mukavele imzalanmadıkça, alıcı otomobile sahip olmayacaktır. Merhum İmamın (r.a) ve yüce önderlik makamının cumhurbaşkanlarına verdiği hükümlerde şu noktaya temas edilmiştir: Halkın oyunu teyit ettikten sonra sizi cumhurbaşkanlığına nasbettim.
Bu husus, nikah kıyılırken söylenen “enkehtu=nikahladım, eş yaptım” konumundadır. Erkek için kıza talip olunduğu bildirilmekle, gelin ve damat anlaşmaya varmakla, mihir ve diğer şartlar belirlenmekle, alış veriş ve misafirlik gibi gelenekler yerine getirilmekle gelin ve damat karı ve koca olurlar mı? Nikah kıyılmadıkça, yani “enkehtu ve kabiltu” söylenmedikçe kesinlikle karı ve koca olmazlar. İş, yakin getirecek bir yere varmalı ve oradaki hükümle öncesi farklı olmalıdır. Hükümet ve yönetim konusu da böyledir. Bir insan yöneticilik koşullarına sahip olsa da, tam anlamıyla adil olsa da, faraza bütün koşullara sahip bir fakih gibi davransa da yönetim hakkına sahip olamaz. Yönetim hakkına sahip olabilmesi için veliyy-i fakih, “Ben sana izin verdim.” demelidir.
İslamî öğretileri doğru olarak anlayabilmek, yüce Allah’ın bahşetmiş olduğu bir nimeti tanıyabilmek ve öncelikleri doğru teşhis edebilmek için yüce Allah’tan yardım ve tevfik diliyoruz.
Rasthaber için tercüme eden : Şeyh Cafer Bayar
1-Kamer, 55
2-Tahrim, 11
3-Tahrim, 11
4-Sâffât, 164
5-Bakara, 30
6-Nehc’ül Belağa, Hicret yayıncılık, s: 481
7-Hadîd, 25
8- Kehf, 29
9-Tekvîr, 29
10-Bazı hadislerin zahirinden anlaşılmaktadır ki bazı peygamberler sadece Allah’tan aldığı mesajı insanlara ulaştırmak için seçilmişlerdir.
11-Âl-i İmran, 132, Nisâ, 59...
12-Zümer, 30
13-Mâide, 67
14-Emali, Şeyh Müfid, s: 58
15- Nisâ, 59
16-Bihar’ul Envar. El-Camiat’u li Dürer-i Ahbar’il Eimmet’il Athar, c: 2, s: 221
17-Bihar’ul Envar. El-Camiat’u li Dürer-i Ahbar’il Eimmet’il Athar, c: 2, s: 221
Yorum