Soru1: Acaba İslam anayasasında kadınla erkek eşit midir?
Soru 2: Acaba kadının erkekle eşit olarak politika ve devlet işlerinde rolü olabilir mi?
Cevap 1 ve 2: İslam öncesi insanlar, kadın hakkında şu iki görüşe sahiplerdi: Bir grubu kadına evcil hayvan gibi davranıyorlardı. Onlara göre kadın toplumun bir parçası sayılmıyordu, fakat hizmetinden toplumun yararına faydalanılması için tutulabilirdi. Daha medeni olan ikinci grup kadına uzvu noksan bir varlık gibi davranırdı. Onların yanında kadın toplumdaki bir çocuk veya esir gibi olup erkekler tarafından idare edilen, haline göre belli başlı hukuku vardı. İnsan dünyasında kadının toplumun tam bir üyesi, kamil bir parçası olduğunu ilk olarak İslam ilan etti ve onun fiiline saygı duydu: "Şüphesiz ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam." (Âl-i İmran, 195) Ancak İslam dininde sadece üç toplumsal alanda kadına müdahale hakkı verilmemiştir: 1- Hükümet, 2- Kadılık ve hüküm verme, 3- Sıcak savaş (ilgili diğer bölümlerde değil). Bunun nedeni ise -dini kaynaklardan elde edildiği üzere- kadının, taakkul yönü güçlü bir varlık olup daha çok akla dayanarak hareket eden erkeğin aksine şefkat dolu ve duygusal bir varlık oluşudur. Bu üç konu ise duyguyla değil akletme ile ilgilidir. Ve açıktır ki duygusal bir varlık yüzde yüz akletmeyi gerektiren bir işe hiçbir şekilde müdahale etmemelidir; aksi durumda gelişemez. Bunun en bariz örneği batıda erkek ve kadının ortak eğitim ve öğretiminde kullanılan ortak mesaileridir. Batı dünyası şimdiye kadar bu üç toplumsal alanda önemli rakamda kadınlar yetiştirememiştir. Kadılık, politika ve savaş komutanlığında harikalar yaratan kadınların sayısı erkeklere oranla çok azdır. (ama örneğin hemşirelik, rakkaslık, sinema yıldızlığı, ressamlık ve müzik yapımcılığı gibi konularda böyle değildir.)
Soru 3: Niçin kadının mirastan aldığı pay erkeğin payından azdır?
Cevap 3: İslam dininde kadın mirastan bir pay, erkek ise iki pay alır; bunun sebebi ise (rivayetlerde geçtiği gibi) kadının geçim masraflarının erkeğin (kocasının) üzerine olmasıdır; bu hüküm de kadının duygusal ve erkeğin ise akli yönü güçlü olan bir varlık olmasından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, bütün asırlarda yeryüzündeki servet, o asırda yaşayan nesle aittir ve sonraki nesil önceki neslin yerine geçerek bütün servetleri miras alır ve genel olarak sürekli kadınlarla erkeklerin sayısı farklı olduğundan İslam dini açısından genel servetin üçte ikisi erkeğin, üçte biri de kadınındır. Diğer taraftan erkeğin kadının masrafını karşılamakla da sorumlu olduğundan ve böylece kadın kendi payı olan üçte bir'le birlikte erkeğin payının yarısına ortak olduğundan servetin üçte ikisi kadına, üçte biri ise erkeğe ait olmuş olur ve sonuçta malikiyet açısından servetin üçte ikisi akla, üçte biri ise şefkat ve hisse; masraf açısından ise tam aksine servetin üçte ikisi şefkate, üçte biri ise akla aittir ve bu en adil bölüştürmedir. Ayrıca bu terbiyenin aile yapısında derin ve faydalı etkileri vardır. Nitekim buna 11. sorunun cevabında da işaret edilecektir.
Soru 4: Neden boşama hakkı erkeğe verilmiştir?
Cevap 4: Dini açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla bu konu da erkeğin taakkul ve tedbir yönü güçlü ve kadının ise duygusal bir varlık olmasıyla ilişkilidir. Buna rağmen İslam dininde kadının evlilik esnasında erkeğin yetkilerini belli bir yere kadar kısıtlayabilmesi veya boşanma konusunda bir takım yetkilere sahip olması için bazı yollar önerilmiştir.
Soru 5: Acaba kadın iktisadi ve mali işlerde müstakil olabilir mi?
Cevap 5: İslam'da kadın kendine ait iktisadi ve mali işlerde tamamen bağımsızdır.
Soru 6: Niçin erkek çok evlilik yapabiliyor?
Cevap 6: Elbette açıktır ki, İslam dini çok evliliği meydana getirmemiş, sadece erkeğin dördü geçmemek şartıyla birden fazla kadınla evlenmesine müsaade etmiştir; o da onlar arasında adalet ve eşitliği sağlayabileceği durumda. Böyle bir hüküm için de uygun bir ortamın olması gerekiyor; yani kadınların sayısının az olması ve erkeklerin de bu işe yüklenmesiyle toplumun düzeni bozulmayacak şekilde olmalıdır. Erkekler açısından durum açıktır, çünkü ev hazırlamak, karısı ve çocuklarının geçim masrafları erkeğin üzerinedir ve ayrıca adalet de şart koşulmuştur; bunu ise ancak sayılı kişiler uygulayabilir. Diğer taraftan da tabiatta koyulan İlahi düzen ve dış etkenler, evlenme yeteneği olan erkekten daha fazla kadın meydana getirmektedir.
Eğer belli bir yılı başlangıç olarak belirterek her yıl eşit sayıda dünyaya gelen erkekle kız bebeklerin sayısını karşılaştıracak olursak on altı yıl sonra evlenme çağına gelen kızların evlenme çağındaki erkeklerin yedi katı olduğunu görürüz, yirminci yılda kızların sayısıyla erkeklerin sayısı 11-5 oranında olur, yirmi beşinci yılda 16-10 oranını bulur; bu durumda çok evlilik yapan erkeklerin sayısını beşte bir olarak kabul etsek erkeklerin yüzde sekizi tek zevceli, yüzde yirmisi dört zevceli ve otuzuncu yılda ise erkeklerin yüzde yirmisi üç zevceli olacaktır.
Ayrıca, kadının ömrü erkekten fazladır ve sürekli toplumda dul kadınların sayısı eşini kaybeden erkeklerden fazladır. Yine canını kaybeden erkeklerin sayısı kadınlara oranla çok daha fazladır, özellikle önemli ve umumi savaşların ağır kayıpları buna tanıktır. Bu son birkaç yıl içerisinde (makalenin yazıldığı tarih olan takriben otuz kırk yıl önce) gazete ve dergilerde Alman kadınlar cemiyetinin, devletten, kocası olmayan kadınların ihtiyaçlarının giderilmesi için defalarca İslam'ın çok evlilik kanununu Almanya'da uygulanmasını istediklerini, fakat hükümet kilisenin muhalefeti nedeniyle bu isteği reddettiğini okumuşsunuzdur.
Diğer taraftan, kadınların çok evliliğe karşı çıkmaları doğal içgüdüsel bir duyguya dayanmamaktadır; çünkü iki, üç ve dört evlilik yapan erkekler kadınlarla zorla evlenmemekteler ve erkeğin ikinci, üçüncü ve dördüncü eşi olan kadınlar da gökten indirilmedikleri gibi yerden de bitmemişlerdir; onlar da normal kadınlardırlar. Yüzlerce ve binlerce yıl bir çok milletlerde uygulanan bu gelenek o milletlerde ne garizi fesat meydana getirmiş ve ne de kadın kıtlığına sebep olmuştur.
Soru 7: İslam dininin zaman akışını idrak edemediğini ve dinin zaman ve mekan şartlarını uygun olması gerektiğini kabul ediyor musunuz?
Cevap 7: İslam'ın zaman akışına ayak uyduramadığına ve dinin zaman ve mekan şartlarına uygun olması gerektiği sözü, felsefi düşünceden daha çok şiirsel düşünceye benzemektedir. Zaman ve mekan değişmemiştir ki insanın toplumsal kanunlarının değişmesini gerektirsin: Gece gündüz aynı gece ve gündüzdür, yer, gök ve diğer şeyler de bin yıl önceki şeylerdir. Ancak insanın yaşam tarzı günden güne değişmiş, günden güne istek ve beklentilerini artırmış veya değiştirmiş ve değiştirmektedir. İnsanın faal gücü hayret verici artışıyla, dünkü padişahların aklından geçmeyen çeşitli zevk ve sefaları bu günün dilencilerine düşünüp isteme cüreti veriyor.
Toplumdaki bu düşünce değişimi, aynen bir kişide yaşamının çeşitli durumlarına göre oluşan düşünce değişimi gibidir. Yoksul bir adam her şeyi unutur ve sadece midesini düşünür. Günlük yiyeceği temin edilince giyeceğini temin etmeye gayret gösterir. Ondan sonra da ev ve aile teşkili, sonra evlat, sonra yaşamını genişletme, servetini çoğaltma, teşrifat ve övünç kaynaklarını genişletmeye çalışır, çeşitli eğlencelerle meşgul olur ve bu şekilde günümüzde toplumsal kanunlar, toplumun çoğunluğunun isteğini, gerçek maslahata uygun olmasa bile destek edinir ve yine azınlığın isteğine, toplumun gerçek maslahatına uygun olsa bile önem vermez. Fakat İslamî düşünce tarzı bundan farklıdır. İslam yasamalarında doğal insanı (Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle insan fıtratını) kendine destek edinir. Yani insanın vücut yapısını donanmış olduğu özel teçhizatla göz önünde bulundurarak ve bu teçhizatlı yapının kendisinin gösterdiği ihtiyaçları gözeterek onlara uygun kanunlar düzenler. Sonuçta İslam, koyduğu bu kanunlarla toplumun gerçek maslahatını temin etmeyi amaçlar; dolayısıyla bu kanunların çoğunluğun isteğiyle bağdaşıp bağdaşmaması hiçbir şeyi değiştirmez. İşte bu kanunlara İslam şeriat ismini vermiş, bunların değişmezliğini vurgulamıştır; çünkü onun desteği insanın değişmez tabii yaratılışıdır ve insan insan oldukça onun tabii ihtiyaçları da sabittir. İslam'ın sabit kanunları (şeriat) dışında değişken kanunları da vardır ve onlar yaşam değişimleriyle ilgili kanunlardır ve medeniyetin ilerlemesi sonucu ve bu değişken kanunların şeriat kanunlarına nispeti, millet meclisinin kaldırılabilecek kanunlarının değişmez anayasa kanunlarına dönüşmesi gibidir.
İslam, din hükümeti valisine din kanunları ışığında gerekli yerlerde zamanın maslahatına göre ve şuranın uygun görüsüyle gerekli kararlar alıp uygulaması için yetki vermiştir; bu kararlar maslahat gerektirdiği müddetçe geçerlidir ve maslahatın kalkmasıyla da geçerliliğini kaybederler; tam aksine, şeriat kanunları değişmez. Dolayısıyla İslam dininin iki türlü kuralları vardır: Biri insanın sabit tabiatıyla desteklenen şeriat ismi verilen sabit kurallar ve diğer ise zaman ve şartların maslahatıyla desteklenen, maslahatın değişmesiyle değişebilen değişken kurallar; örneğin beşer bir noktadan başka bir noktaya intikal etmeye ihtiyacı yoktur; ancak daha önceleri yolculuk yaya olarak veya at ve eşekle yapıldığı için fazla kurallar düzenlemeye gerek yoktu, ancak günümüzde araçların gelişmesi, çöl hatları, deniz hatları, yer altı hatları ve hava hatlarının meydana gelmesiyle bir çok dakik kurallara gerek duyulmuştur. İşte buradan "İslam zaman akışını izleyememiştir" sözünün ne kadar yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır.
İtiraz edilebilecek tek nokta, bu asrın gerçek maslahatıyla mesela bağdaşmayan İslam'ın bazı hükümlerini göstermeleri veya yararını sormalarıdır. Bu bahis oldukça geniştir; bu yazımızın müsaade ettiği kadarıyla konuyu izledik; buna rağmen eğer bu bahisle ilgili meçhul bir nokta varsa veya bir sorunuz olursa uyarmanız durumunda konuyu sürdürebiliriz.
Soru 8: İslam kanunlarından bir çoğunun bundan 1400 sene öncesi zaman ve mekanına uygun olarak meydana geldiğin ve şimdi ise değişmesi gerektiğini düşünüyor musunuz?
Cevap 8: Bu sorunun cevabı önceki sorunun cevabında geçti. İslam şeriatının kanunlarının dayanağı insanların çoğunluğunun isteği değil, insanın özel yaratılışı ve fıtrattır. Allah Teala buyuruyor ki: "Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur." (Rum, 30)
Soru 9: Hz. Zeyneb'in (s.a) veliahtlık makamına sahip olduğunu kabul ediyor musunuz?
Soru 10: Eğer Hz. Zeyneb (s.a) veliahtlık makamına sahip idiyse, bu durumda İslam dininde kadının da liyakati varsa, erkekle omuz omuza ilerleyebileceğini kabul ediyor musunuz?
Cevap 9 ve 10: Bunu kanıtlayacak hiçbir delil yoktur; esasen İslam'da "veliahtlik" diye bir makam yoktur. "Veliahtlik"ten maksadınız muavinlik ve halifelik ise kesin deliller gereğince üçüncü imamın halifesi kızkardeşi Hz. Zeynep (s.a) değil dördüncü imamdır.
Evet, rivayetlerden anlaşılıyor ki Hz. Zeyneb (s.a) İmam Hüseyin'in (a.s) Yezin'in zorba saltanatı ve Ümeyyeoğulları zalimlerine karşı kıyamında Hz. Hüseyin'in (a.s) vasiyeti gereğince üzerinde ağır sorumluluklar vardı ve vazifesini yerine getirmede de ilmi ve ameli liyakatini, olağan üstü dini kişiliğini ispatladı. Esasen bilinmesi gerekir ki İslam dini açısından insanın toplumda değeri ilim ve takvasıyla (kişisel ve toplumsal hizmetleriyle)dir. Ve diğer toplumlarda servet, azamet, kabile, tabiler, aile soyluluğu, hüküm verme ve hükümet makamlarına geçmek, askeri makamlar gibi imtiyaz vesilesi olan diğer şeylerin övünmelerine sebep olacak ve onları diğerlerinden üstün kılacak hiçbir türlü değer ve imtiyazı yoktur. İslam dininde hiçbir imtiyaz güç uygulamak ölçüsü edilemez. Dolayısıyla, Müslüman bir kadın dini imtiyazlarda erkeklerle omuz omuza ilerleyebilir ve eğer becerebilirse bütün erkeklerden ileri geçebilir; öyle ki hükümet, hüküm verme ve savaş meseleleri dışında bütün toplumsal sahalarda erkeklerle eşit hareket edebilir. Allah Teala buyuruyor ki: "Şüphesiz Allah katında sizin en üstün olanınız takvaca en ileride olanınızdır." (Hucurat, 13) "De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9)
Soru 2: Acaba kadının erkekle eşit olarak politika ve devlet işlerinde rolü olabilir mi?
Cevap 1 ve 2: İslam öncesi insanlar, kadın hakkında şu iki görüşe sahiplerdi: Bir grubu kadına evcil hayvan gibi davranıyorlardı. Onlara göre kadın toplumun bir parçası sayılmıyordu, fakat hizmetinden toplumun yararına faydalanılması için tutulabilirdi. Daha medeni olan ikinci grup kadına uzvu noksan bir varlık gibi davranırdı. Onların yanında kadın toplumdaki bir çocuk veya esir gibi olup erkekler tarafından idare edilen, haline göre belli başlı hukuku vardı. İnsan dünyasında kadının toplumun tam bir üyesi, kamil bir parçası olduğunu ilk olarak İslam ilan etti ve onun fiiline saygı duydu: "Şüphesiz ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam." (Âl-i İmran, 195) Ancak İslam dininde sadece üç toplumsal alanda kadına müdahale hakkı verilmemiştir: 1- Hükümet, 2- Kadılık ve hüküm verme, 3- Sıcak savaş (ilgili diğer bölümlerde değil). Bunun nedeni ise -dini kaynaklardan elde edildiği üzere- kadının, taakkul yönü güçlü bir varlık olup daha çok akla dayanarak hareket eden erkeğin aksine şefkat dolu ve duygusal bir varlık oluşudur. Bu üç konu ise duyguyla değil akletme ile ilgilidir. Ve açıktır ki duygusal bir varlık yüzde yüz akletmeyi gerektiren bir işe hiçbir şekilde müdahale etmemelidir; aksi durumda gelişemez. Bunun en bariz örneği batıda erkek ve kadının ortak eğitim ve öğretiminde kullanılan ortak mesaileridir. Batı dünyası şimdiye kadar bu üç toplumsal alanda önemli rakamda kadınlar yetiştirememiştir. Kadılık, politika ve savaş komutanlığında harikalar yaratan kadınların sayısı erkeklere oranla çok azdır. (ama örneğin hemşirelik, rakkaslık, sinema yıldızlığı, ressamlık ve müzik yapımcılığı gibi konularda böyle değildir.)
Soru 3: Niçin kadının mirastan aldığı pay erkeğin payından azdır?
Cevap 3: İslam dininde kadın mirastan bir pay, erkek ise iki pay alır; bunun sebebi ise (rivayetlerde geçtiği gibi) kadının geçim masraflarının erkeğin (kocasının) üzerine olmasıdır; bu hüküm de kadının duygusal ve erkeğin ise akli yönü güçlü olan bir varlık olmasından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, bütün asırlarda yeryüzündeki servet, o asırda yaşayan nesle aittir ve sonraki nesil önceki neslin yerine geçerek bütün servetleri miras alır ve genel olarak sürekli kadınlarla erkeklerin sayısı farklı olduğundan İslam dini açısından genel servetin üçte ikisi erkeğin, üçte biri de kadınındır. Diğer taraftan erkeğin kadının masrafını karşılamakla da sorumlu olduğundan ve böylece kadın kendi payı olan üçte bir'le birlikte erkeğin payının yarısına ortak olduğundan servetin üçte ikisi kadına, üçte biri ise erkeğe ait olmuş olur ve sonuçta malikiyet açısından servetin üçte ikisi akla, üçte biri ise şefkat ve hisse; masraf açısından ise tam aksine servetin üçte ikisi şefkate, üçte biri ise akla aittir ve bu en adil bölüştürmedir. Ayrıca bu terbiyenin aile yapısında derin ve faydalı etkileri vardır. Nitekim buna 11. sorunun cevabında da işaret edilecektir.
Soru 4: Neden boşama hakkı erkeğe verilmiştir?
Cevap 4: Dini açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla bu konu da erkeğin taakkul ve tedbir yönü güçlü ve kadının ise duygusal bir varlık olmasıyla ilişkilidir. Buna rağmen İslam dininde kadının evlilik esnasında erkeğin yetkilerini belli bir yere kadar kısıtlayabilmesi veya boşanma konusunda bir takım yetkilere sahip olması için bazı yollar önerilmiştir.
Soru 5: Acaba kadın iktisadi ve mali işlerde müstakil olabilir mi?
Cevap 5: İslam'da kadın kendine ait iktisadi ve mali işlerde tamamen bağımsızdır.
Soru 6: Niçin erkek çok evlilik yapabiliyor?
Cevap 6: Elbette açıktır ki, İslam dini çok evliliği meydana getirmemiş, sadece erkeğin dördü geçmemek şartıyla birden fazla kadınla evlenmesine müsaade etmiştir; o da onlar arasında adalet ve eşitliği sağlayabileceği durumda. Böyle bir hüküm için de uygun bir ortamın olması gerekiyor; yani kadınların sayısının az olması ve erkeklerin de bu işe yüklenmesiyle toplumun düzeni bozulmayacak şekilde olmalıdır. Erkekler açısından durum açıktır, çünkü ev hazırlamak, karısı ve çocuklarının geçim masrafları erkeğin üzerinedir ve ayrıca adalet de şart koşulmuştur; bunu ise ancak sayılı kişiler uygulayabilir. Diğer taraftan da tabiatta koyulan İlahi düzen ve dış etkenler, evlenme yeteneği olan erkekten daha fazla kadın meydana getirmektedir.
Eğer belli bir yılı başlangıç olarak belirterek her yıl eşit sayıda dünyaya gelen erkekle kız bebeklerin sayısını karşılaştıracak olursak on altı yıl sonra evlenme çağına gelen kızların evlenme çağındaki erkeklerin yedi katı olduğunu görürüz, yirminci yılda kızların sayısıyla erkeklerin sayısı 11-5 oranında olur, yirmi beşinci yılda 16-10 oranını bulur; bu durumda çok evlilik yapan erkeklerin sayısını beşte bir olarak kabul etsek erkeklerin yüzde sekizi tek zevceli, yüzde yirmisi dört zevceli ve otuzuncu yılda ise erkeklerin yüzde yirmisi üç zevceli olacaktır.
Ayrıca, kadının ömrü erkekten fazladır ve sürekli toplumda dul kadınların sayısı eşini kaybeden erkeklerden fazladır. Yine canını kaybeden erkeklerin sayısı kadınlara oranla çok daha fazladır, özellikle önemli ve umumi savaşların ağır kayıpları buna tanıktır. Bu son birkaç yıl içerisinde (makalenin yazıldığı tarih olan takriben otuz kırk yıl önce) gazete ve dergilerde Alman kadınlar cemiyetinin, devletten, kocası olmayan kadınların ihtiyaçlarının giderilmesi için defalarca İslam'ın çok evlilik kanununu Almanya'da uygulanmasını istediklerini, fakat hükümet kilisenin muhalefeti nedeniyle bu isteği reddettiğini okumuşsunuzdur.
Diğer taraftan, kadınların çok evliliğe karşı çıkmaları doğal içgüdüsel bir duyguya dayanmamaktadır; çünkü iki, üç ve dört evlilik yapan erkekler kadınlarla zorla evlenmemekteler ve erkeğin ikinci, üçüncü ve dördüncü eşi olan kadınlar da gökten indirilmedikleri gibi yerden de bitmemişlerdir; onlar da normal kadınlardırlar. Yüzlerce ve binlerce yıl bir çok milletlerde uygulanan bu gelenek o milletlerde ne garizi fesat meydana getirmiş ve ne de kadın kıtlığına sebep olmuştur.
Soru 7: İslam dininin zaman akışını idrak edemediğini ve dinin zaman ve mekan şartlarını uygun olması gerektiğini kabul ediyor musunuz?
Cevap 7: İslam'ın zaman akışına ayak uyduramadığına ve dinin zaman ve mekan şartlarına uygun olması gerektiği sözü, felsefi düşünceden daha çok şiirsel düşünceye benzemektedir. Zaman ve mekan değişmemiştir ki insanın toplumsal kanunlarının değişmesini gerektirsin: Gece gündüz aynı gece ve gündüzdür, yer, gök ve diğer şeyler de bin yıl önceki şeylerdir. Ancak insanın yaşam tarzı günden güne değişmiş, günden güne istek ve beklentilerini artırmış veya değiştirmiş ve değiştirmektedir. İnsanın faal gücü hayret verici artışıyla, dünkü padişahların aklından geçmeyen çeşitli zevk ve sefaları bu günün dilencilerine düşünüp isteme cüreti veriyor.
Toplumdaki bu düşünce değişimi, aynen bir kişide yaşamının çeşitli durumlarına göre oluşan düşünce değişimi gibidir. Yoksul bir adam her şeyi unutur ve sadece midesini düşünür. Günlük yiyeceği temin edilince giyeceğini temin etmeye gayret gösterir. Ondan sonra da ev ve aile teşkili, sonra evlat, sonra yaşamını genişletme, servetini çoğaltma, teşrifat ve övünç kaynaklarını genişletmeye çalışır, çeşitli eğlencelerle meşgul olur ve bu şekilde günümüzde toplumsal kanunlar, toplumun çoğunluğunun isteğini, gerçek maslahata uygun olmasa bile destek edinir ve yine azınlığın isteğine, toplumun gerçek maslahatına uygun olsa bile önem vermez. Fakat İslamî düşünce tarzı bundan farklıdır. İslam yasamalarında doğal insanı (Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle insan fıtratını) kendine destek edinir. Yani insanın vücut yapısını donanmış olduğu özel teçhizatla göz önünde bulundurarak ve bu teçhizatlı yapının kendisinin gösterdiği ihtiyaçları gözeterek onlara uygun kanunlar düzenler. Sonuçta İslam, koyduğu bu kanunlarla toplumun gerçek maslahatını temin etmeyi amaçlar; dolayısıyla bu kanunların çoğunluğun isteğiyle bağdaşıp bağdaşmaması hiçbir şeyi değiştirmez. İşte bu kanunlara İslam şeriat ismini vermiş, bunların değişmezliğini vurgulamıştır; çünkü onun desteği insanın değişmez tabii yaratılışıdır ve insan insan oldukça onun tabii ihtiyaçları da sabittir. İslam'ın sabit kanunları (şeriat) dışında değişken kanunları da vardır ve onlar yaşam değişimleriyle ilgili kanunlardır ve medeniyetin ilerlemesi sonucu ve bu değişken kanunların şeriat kanunlarına nispeti, millet meclisinin kaldırılabilecek kanunlarının değişmez anayasa kanunlarına dönüşmesi gibidir.
İslam, din hükümeti valisine din kanunları ışığında gerekli yerlerde zamanın maslahatına göre ve şuranın uygun görüsüyle gerekli kararlar alıp uygulaması için yetki vermiştir; bu kararlar maslahat gerektirdiği müddetçe geçerlidir ve maslahatın kalkmasıyla da geçerliliğini kaybederler; tam aksine, şeriat kanunları değişmez. Dolayısıyla İslam dininin iki türlü kuralları vardır: Biri insanın sabit tabiatıyla desteklenen şeriat ismi verilen sabit kurallar ve diğer ise zaman ve şartların maslahatıyla desteklenen, maslahatın değişmesiyle değişebilen değişken kurallar; örneğin beşer bir noktadan başka bir noktaya intikal etmeye ihtiyacı yoktur; ancak daha önceleri yolculuk yaya olarak veya at ve eşekle yapıldığı için fazla kurallar düzenlemeye gerek yoktu, ancak günümüzde araçların gelişmesi, çöl hatları, deniz hatları, yer altı hatları ve hava hatlarının meydana gelmesiyle bir çok dakik kurallara gerek duyulmuştur. İşte buradan "İslam zaman akışını izleyememiştir" sözünün ne kadar yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır.
İtiraz edilebilecek tek nokta, bu asrın gerçek maslahatıyla mesela bağdaşmayan İslam'ın bazı hükümlerini göstermeleri veya yararını sormalarıdır. Bu bahis oldukça geniştir; bu yazımızın müsaade ettiği kadarıyla konuyu izledik; buna rağmen eğer bu bahisle ilgili meçhul bir nokta varsa veya bir sorunuz olursa uyarmanız durumunda konuyu sürdürebiliriz.
Soru 8: İslam kanunlarından bir çoğunun bundan 1400 sene öncesi zaman ve mekanına uygun olarak meydana geldiğin ve şimdi ise değişmesi gerektiğini düşünüyor musunuz?
Cevap 8: Bu sorunun cevabı önceki sorunun cevabında geçti. İslam şeriatının kanunlarının dayanağı insanların çoğunluğunun isteği değil, insanın özel yaratılışı ve fıtrattır. Allah Teala buyuruyor ki: "Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur." (Rum, 30)
Soru 9: Hz. Zeyneb'in (s.a) veliahtlık makamına sahip olduğunu kabul ediyor musunuz?
Soru 10: Eğer Hz. Zeyneb (s.a) veliahtlık makamına sahip idiyse, bu durumda İslam dininde kadının da liyakati varsa, erkekle omuz omuza ilerleyebileceğini kabul ediyor musunuz?
Cevap 9 ve 10: Bunu kanıtlayacak hiçbir delil yoktur; esasen İslam'da "veliahtlik" diye bir makam yoktur. "Veliahtlik"ten maksadınız muavinlik ve halifelik ise kesin deliller gereğince üçüncü imamın halifesi kızkardeşi Hz. Zeynep (s.a) değil dördüncü imamdır.
Evet, rivayetlerden anlaşılıyor ki Hz. Zeyneb (s.a) İmam Hüseyin'in (a.s) Yezin'in zorba saltanatı ve Ümeyyeoğulları zalimlerine karşı kıyamında Hz. Hüseyin'in (a.s) vasiyeti gereğince üzerinde ağır sorumluluklar vardı ve vazifesini yerine getirmede de ilmi ve ameli liyakatini, olağan üstü dini kişiliğini ispatladı. Esasen bilinmesi gerekir ki İslam dini açısından insanın toplumda değeri ilim ve takvasıyla (kişisel ve toplumsal hizmetleriyle)dir. Ve diğer toplumlarda servet, azamet, kabile, tabiler, aile soyluluğu, hüküm verme ve hükümet makamlarına geçmek, askeri makamlar gibi imtiyaz vesilesi olan diğer şeylerin övünmelerine sebep olacak ve onları diğerlerinden üstün kılacak hiçbir türlü değer ve imtiyazı yoktur. İslam dininde hiçbir imtiyaz güç uygulamak ölçüsü edilemez. Dolayısıyla, Müslüman bir kadın dini imtiyazlarda erkeklerle omuz omuza ilerleyebilir ve eğer becerebilirse bütün erkeklerden ileri geçebilir; öyle ki hükümet, hüküm verme ve savaş meseleleri dışında bütün toplumsal sahalarda erkeklerle eşit hareket edebilir. Allah Teala buyuruyor ki: "Şüphesiz Allah katında sizin en üstün olanınız takvaca en ileride olanınızdır." (Hucurat, 13) "De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9)
Yorum