Takribden Murad Nedir?
İslami gruplar ve mezhebler arasında meydana gelecek takribden murad, bir grubun, bir meşrebin veya mezhebin diğer mezheb ve grubun içinde erimesi ve yok olması demek değildir. Yahut da bütün İslami mezheblerin tek bir mezheb haline dönüştürülmesi değildir. Daha açık bir ifadeyle farklı ve çeşitli mezheblerin hepsinin bizzat kendilerinin veya izlerinin ve görüşlerinin kalmaması ve böylece Müslümanların tek bir mezheb haline gelmesi demek değildir. Zira bu son derece güç bir durum olup vakıada da gerçekleşmesi muhaldır. Derin akıl ve düşünce sahipleri bunu dile dahi getirmezler. İslami öncülerden hiç bir kimse böyle bir çağrıda bulunmamıştır. Yani ‘Takrib’ davasının öncüleri ve bu davanın bayraktarlığını yüklenenler ve taşıyanlar böyle bir çağrı yapmamışlardır. Zira bunun anlamı Eşari bir müslümanın Mutezili olması veya Mutezili bir müslümanın Eşari olması demektir. Yahut da Sünni bir müslümanın şii olması veya şii bir müslümanın Sünni olması demektir. Bu örneğin bir benzeri İslam Aleminde oldukça yaygın bir şekilde bulunan fıkhi mezheblerdir.
Takribden murad, öncelikli olarak mezheb öncülerinin, ardından mezheb öncüleriyle tabilerinin bir birine yakınlaşması demektir. Akide ve şeriat sahalarında İslami mezheblerin geniş bir perspektifte yakınlaşmaları demektir. İslam mezhebleri arasında bulunan görüş ayrılıkları da ittifak ettikleri noktalara oranla oldukça az ve önemsizdir. Allah(cc) Rabbimizdir, Kur’an kitabımızdır, Muhammed(saa) nebimizdir, Kabe kıblemizdir, Resulullah(saa)’ın sünneti bizim önderimizdir, Ehl-i Beyt imamları seçkinlerimizdir. Bunun dışında daha nice hususlar ve hatlar bulunmaktadır ki, her hangi bir Müslüman bundan zerre mikdarı ayrılmaz. Bunlardan birisini inkar eden kimse İslamın bağından çıkmış demektir. Bütün bu hususlar Müslümanların vahdetini sağlayan ve onları tek bir bayrak altında toplayan değerlerdir. İhlaslı şair Muhammed Hasan Abdülğani el-Mısri’nin şu şiirinde takribe çağırdığı gibi Bizi akide ümmet paydasında toplamıştır. Hidayet dinine tabiler kılarak birbirimize kucaklattırır İslam kalplerimizin arasını telif eder Her ne kadar farklı farklı gruplarda olsak da Nebi(saa), şehadeti söyleyen, namazı ikame eden, zekatı veren, Ramazan ayının orucunu tutan ve Kabeyi hacceden kimsenin Müslümanlığını kabul ettiğine ve Onu bütün Müslümanların kardeşi olarak telakki ettiğine göre [1]; onların saflarını müşrikler, azgın Yahudiler ve hrıstiyanlar karşısında tek kıldığına göre bize ne oluyor ki bu rivayetten daha fazlasına iman ettiğini dile getiren kimsenin imanını kabul etmemekteyiz? Şayet bu konuda her hangi bir ihtilaf söz konusuysa bu ihtilaflar ancak cedelin ortaya çıkardığı birer kelami görüş ayrılıklarıdır. Örneğin Zat-ı Teala’nın sıfatlarından veya O’nun fiilinin sıfatlarından olan irade ve tekellüm sıfatlarının olması gibi. Gerçi bu görüş ayrılıkları her ne kadar gerçekte de birer ihtilaf ise de ancak kelami ihtilaftan öteye geçmemektedir. İslam ve iman gibi hayati iki olgu bunlar üzerine bina edilmemektedir. Müslüman alimler arasında ayrılmalara yol açan O’nun kelamının meydana gelişi, kendisinin gelmesi, büyük günah işleyen kimselerin ebedi olarak cehennemde kalıp kalmayacağı gibi sair kelami konular da bu şekildedir.
Taharetten diyetlere kadar fıkhi feri meselelerdeki görüş ayrılıkları da bu şekildedir. Çünkü bu fıkhi-feri ihtilafları araştırmalar ve Kitab ve sünnetten istinbat edilen ictihadlar ortaya çıkarmıştır. Bu ictihadlardan ve araştırmalardan kasıd Kitab ve sünnetin vakıi hükmüne ulaşmaktır. Her ne kadar bu vakii hükme ulaşan tek bir kişi ve hata edenler çok olsa da amaç hakka ve doğru hükme ulaşmaktır.
Müslümanlara düşen görev bu tarz olaylarda ve bu kesin durumlarda sapasağlam ipe, Allah’ın metin ipine tutunmak, ortak değerler altında toplanmak ve görüş ayrılıklarını tartışmanın ve araştırmaların yapıldığı medreselere ve ilmi mahfillere bırakmaktır. Bu tarz davranıştan doğacak sonuç birbirini seven kardeşlerin çıkmasıdır.
İşte Takrib davasının çağrısı budur. Bu çağrı bir mezhebin diğer bir mezheb içerisinde erimesi demek değildir. Aksine mezhebler arasında oldukça çok bulunan ortak noktalara dikkatleri çekmek ve ihtilaflı meseleleri medreselere ve araştırma merkezlerine bırakarak terk etmektir. Zira medreseler ve araştırma merkezleri arasındaki ihtilaflı meseleler vahdete ve Müslümanların birlikteliğine zarar vermemektedir.
2-Sahih Mezhebleri Tanıma
Taqribin amillerinden birisi de İslamın akidevi ve fıkhi mezheblerinden sahih olanlarını tanımaktır. Akaide yönelik her mevzui tanıma bütün mezhebleri tanımayı beraberinde getirir. Bu tanıyış uzağı yakın, düşmanı dost eder. İftiraları ve bir grubun diğer bir gruba isnad ettiği ve yakıştırdığı batıl iddiaları ve tanıtımları yok eder. Bu durumda muhalif olan kişiler muvafık olurlar. Ayrılıkların yerini dostluklar alır.
Akide ve şeriat sahasında ne kadar mezhebleri tanıma fazlalaşırsa tanışma ve kaynaşma da fazlalaşır; nefretler ve buğzlar izmihlal olur ve aralarındaki safa fazlalaşır.
Bundan dolayı takrib öncülerinin ve davetçilerinin dizi halinde konferanslar düzenlemeleri gerekmektedir. Her bir grubun diğer grubun sahip olduğu fikri kültürü ve sağlam inancı, fıkhi ve edebi serveti tanımak için konferanslar düzenlenmelidir. Çünkü taqrib, tanışmaya bağlıdır.
Araştırma Kitab ve sünnet üzerinde yapılacaksa ve araştırmacılar kendi kendilerini ihlas ve dinde vefa ile süsleyecekler ise konferanslarda hakim olacak olan atmosfer hakikate vakıf olma arzusu olacaktır.
3- Ehl-i Beyt İmamlarının Hadislerine Müracaat Etmek
Akide ve şeriat sahasında Ehl-i Beyt İmamlarına müracaat etmek, müslümanların güçlerinin birleşmesine ve ihtilaflı meselelerin azalmasına vesile olur. Bu hiçbir zaman Ehl-i Sünnet’in sahabenin ve Tabiun’un Resulullah(saa)’den rivayet ettiklerini terk etmeleri anlamında değildir. Aksine belki bu Ehl-i Beyt(as)’ın akide ve şeriat alanında uz görüşlülüğünü kavramayıştır. Onların hadislerini almak sanki Sahabe’nin rivayet ettiklerini almak gibidir. Çünkü Ehl-i Beyt İmamlarının(as) rivayet ettikleri her şey ceddleri Resulullah(saa)’dan isnad ederek rivayet ettikleri hadislerdir. Ayrıca onların bu rivayetleri ve sözleri Resulullah(saa)’e ali bir senedle ulaşmaktadır. Gerçi her ne kadar Müslümanlar (Ehl-i Sünnet ve Şia) hilafet ve kıyadet noktasında görüş ayrılıklarına düşmüşlerse de Ehl-i Beyt(as)’ın kendilerinden ilim alınan ve fetvaları istenen kişilerden olduğu noktalarında görüş ayrılığına düşmemişlerdir. Hadis-i Sakaleyni, -ki sıhhatı her hangi bir şüphe bulunmamaktadır ve hadis de mütevatirdir- iyice inceleyen ve dirayet noktasında tahlil eden kimse için Ehl-i Beytin alim insanlar olması yeterli nedendir.
Resulullah(saa) şöyle buyurmaktadır: “Sizin aranızda iki sikl bırakıyorum. Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytim olan itretim. İkisine tutunduğunuz müddetçe benden sonra dalalete düşmezsiniz.”[2]
Kur’an-ı Kerim Müslümanların nazarlarını çeşitli uslublarla Ehl-i Beyt İmamlarına (as) çekmektedir. Bazen Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “ birtakım evlerdedir ki, Allah yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O'nu tesbih eder ki” (24/En-Nur/36) Ebubekir, Nebi(saa)’den bu evler hakkında ve Ali ve Fatıma’nın da bu evlerden olup olmadığını sorunca Nebi(saa) “ Evet, onların evi de bu evlerdendir. Hatta belki en efdalidir.” diyerek cevap verdi. [3] Bazen de onları ricsten tertemiz kılınmış pak kimseler olarak tanıtmaktadır. “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (33/El-Ahzab/33). Bir yerde de onların sevilmesi ve onlara meveddet duyulması risaletin karşılığı ve ücreti olarak geçmektedir. “De ki: ‘Ben sizden buna karşılık akrabalıkta sevgiden başka bir ücret istemem.’ Kim bir iyilik kazanırsa, biz ondaki iyiliği artırırız. Gerçekten Allah Ğafûr’dur” (Şura/23). Bir dördüncüsü olarak; Nebiyy-i Azam(saa) Müslümanlara farz ve nafile namazlarında Al-i Muhammed’e salat ve selam getirmelerini emretmektedir. Bütün bunlar İslam Şeriatında diğer bilginler ve insanlar için söz konusu olmayan bir makamın ve konumun Ehl-i Beyt(as) için olduğunu ortaya koymaktadır. Aksi takdirde bu kadar önemin hiçbir şekilde bir açıklaması olmuş olmazdı. Bu kadar nidaların her şeyden arındırılmış bir muhabbet olarak değerlendirilmesi gaye olmuş olamaz. Ancak hakiki muhabbet dünyevi hayatta onlara tabi olmakla olur.
Buna göre Müslümanlar semadan yere uzatılmış bu ilahi hable tutunmuş olsalardı görüş ayrılıkları ve çatışmalar oldukça azalır ve kardeşlik ve antlaşma meydana gelir, aradaki gedikler kapanırdı. Ancak Nasıbiler hariç bütün gruplarıyla Müslümanlar bu ayetleri ve hadisleri Nebi(saa)’ı ve ailesini muhabbete haml etmektedirler. Hatta öyle ki İmam Şafii® onların muhabbetiyle iftihar etmekte itirazlar edenlerin basit itirazlarını reddetmekte ve şöyle demektedir.
İn Kane Refden Hübb-ü Ali Muhammedin
Felyeşhedi’s-Sekelani İnni Rafidün
Şayet Al-i Muhammedin muhabbeti Rafizilikse
İnsanlar ve cinler şahid olsunlar ki ben Rafıziyim.
Bu zaman dilimlerinde fıkhın öncüleri mezheblerin dört tane ile sınırlandırılması fikrinden yüz çeviriyorlardı. Muhakkıklar hürr ictihadlarla tefekkür ediyorlardı. İster selef mezhebine uygun olsun ister aykırı olsun fark etmemektedir. Çağdaş müslümanlara düşen görev Ehl-i Beyt İmamlarının hadislerine müracaat etmek ve Kitab ve Sünnet ışığında mutlak ictihad kapısını açmak kesinleşmiş şeylerdendir. Onların hadislerinden yüz çevirmek mutlak ictihadın rükünlerini sarsar. Bu durumda yapılan ictihad nisbi/göreceli ictihad olmuş olur.
Değerli Ehl-i Sünnet kardeşlerimizden bizim çağrılarımızı işitenler bize sıhah ve müsnedlerde toplanmış Sahabe ve Tabiunun hadislerine müracaat etmemizi önereceklerdir. Biz ise mutlak ictihadın ancak onların hadislerine müracaat ettiğimiz gibi Ehl-i Beyt(as)’ın hadislerine de müracaat edilerek gerçekleşebileceği görüşündeyiz.
Ancak biz bu öneriyi getirenlerin bakışlarını şia fıkhındaki gerçekleşmiş duruma çekmek istiyoruz. Güvenilir kanallardan aktarılan asar-ı sünnet-i nebevi ile amel etmek hususunda Şia’nın Ehl-i Beyt(as) kanalıyla Nebi(saa)’den veya Sünnilerin Nebi(saa)’den aktardıkları arasında fark görmeksizin amel ederler.
Ayrıca bu hususa Şianın hakkı gerçekleştirmek ve haykırmak için Ehl-i Beyt(as)dan olmaksızın Sahabe’den aktardıkları büyük bir sünnet-i nebevi mecmuasını eklemek de gerekmektedir. Durum Ehl-i Beyt(as) ile Sahabeye müracaat etmek arasında değerlendirilmemelidir. Çünkü bu kanalların ve vesilelerin bütünü hakka ulaşmak ve Nebi(saa)’den akide ve şeriat hususunda mükellefler hakkında buyurduklarına ulaşmak içindir. Vacib olan hangi kanaldan bize ulaşırsa ulaşsın sahih sünnetle amel etmektir.
Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Şia arasındaki görüş ayrılığı Sahabenin Nebi(saa)’den rivayet ettikleri hususunda değildir. Çünkü bu ehli sünnet ile ehl-i şia arasındaki Ehl-i Beyt(as)’ın hadislerine müracaat etmek gibi ittifak edilmiş hususlardandır. Aksine görüş ayrılığının nedeni başka bir şeydir. Bu tartışmanın merkezi sahabenin bütünün tadilidir. Hüküm Nebi(saa) bir defa veya iki defa bir gün veya iki gün görenlerin adaleti hükmüdür. Bu Ehl-i Sünnetin bütün sahabiler adildir şeklinde hükm ederek kurdukları şeydir. Ehl-i Sünnet arasında durum bu şekilde iken Şia-i İmamiyye bu hükmün umumluğuna inanmamaktadır. Çünkü sadece rivayet etmek Nebi(saa)’i gören herkese sikalık ve adalet vasfını vermemektedir. Bu iki nazariye Nebi(saa)’den sahih olarak Sahabe ve Tabiun kanalıyla –şayet raviler sika ise- aktarılan hadislere müracaat etmeye engel değildir.
Bu bölümde İmam-ı Tahir Ali İbn Hüseyn Seccad(as)’ın mübarek dillerinden çıkan, şianın sahabe karşısındaki konumunu açıklayan kelimeleri serdediyoruz. Bu mübarek kelimeler hakikat hususunda yeterlidir.
“Allah’ım, özellikle de Muhammed’in ashabının, sahabiliği bilip hakkını eda edenlerin, ona yardımda güzel bir imtihan verenlerin, onu destekleyip himaye edenlerin, koşarak elçiliğine inananların, davetini kabulde yarışıp öne geçenlerin, Rabbinin mesajlarını duyururken kendisine icabet edenlerin; davası uğruna eşleri ve çocuklarından ayrılanların, nübüvvetini sağlamlaştırmak için babaları ve oğullarıyla savaşıp onun bereketiyle zafere ulaşanların, gönüllerinde onun sevgisini besleyerek bu sevgiyle asla zarara uğramayacak bir ticaret umanların, onun kulpuna yapışınca kabilelerinden dışlananların, ona yakınlık gölgesinde yer alınca akrabalıklarından çıkarılanların, Allah’ım, bunların senin için ve senin yolunda kaybettiklerini unutma! İnsanları senin (dininin) etrafında topladıkları, Resulünle birlikte sana davet ettikleri için hoşnutluğunla onları hoşnut et. Senin yolunda kavimlerinin memleketini terkettikleri, geçim bolluğunu bırakıp geçim darlığına katlandıkları için onları ve dinini yüceltmek için sayılarını çoğalttığın mazlumları mükafatlandır ” [4]
İmamın sahabe karşısındaki konumu bu şekilde ise şianın sahabeyi ölçüt ve kriter olarak almaması ithamı ve hadisleriyle amel etmemesi iftirası doğru değildir.
Şianın ve Ehl-i Sünnetin bilginlerinin buluşma vakti artık gelmiştir. Dünyanın çeşitli yerlerinde ve bölgelerinde Müslümanların çeşitli konuları incelemek için toplanma vakitleri gelmiştir.
Bu makaleyi bitirirken başlangıca dönüyoruz. Safların birleştirilmesi ve tevhidin gerekliliği. Biz diyoruz ki Ahmed Emin el-Mısri –oldukça meşhur bir yazardır- Fecrü’l-İslam, Duha’l-İslam ve Zuhru’l-İslam gibi kitaplarında daima şiaya yüklenmeye çalışmıştır. Gücü ölçüsünde hayalindeki şeyleri vakıa olarak zann etmiş, iki grup arasındaki ayrılık tohumlarını ekmeye çalışmış, fitne ateşini harlamaya çalışmıştır. Ancak hayatının sonlarına doğru pişman olmuştur. En son elif ettiği kitabı olan ‘Yevmü’l-İslam’ adlı kitabında şöyle der:
“Müslümanların dinlerini koruma noktasında şiddetli davranma hakları yok mudur? Bu uzunca tecrübelerden sonra şia, Sünni ve Zeydi vb. arasındaki ihtilafın hiçbir geçerli yönü olmadığını anlamaları gerekmekte değil midir? Çünkü bu mezheblerin mensubları dinlerinin asıllarına müracaat ettiklerinde bu görüş ayrılığının mahalli bulunmadığını anlarlar. Aykırılık bulunan şeyler ise asılda gerçek bir görüş ayrılığı değil, sunidir. Çağdaş dünyada İslam ümmeti daha çok ihtilafları gidermeye, aralarını ıslah etmeye ve kelimelerini ve güçlerini birlemeye ihtiyaç duymaktadırlar. Her taraftan aziz İslam ümmetine saldırılar bulunmaktadır. Onların islamı hilenin nasıl bir vesilesi olacaktır. Batıl Ehli olan kimseler batıllıkları üzerine birleşebiliyorlarsa Hakk Ehlinin bağlıları öncelikli olarak vahdeti gerçekleştirebilirler.”[5]
Allah-u Teala’dan güçlerimizi ve kuvvetimizi birleştirmemizi ve vahdet kelimesinin sancağını ve livasını yükseltsin. Şüphesiz Allah-u Teala buna kadirdir.
6/Zü’l-hicceti’l-haram, 1412
Cafer Sübhani Mekketü’l-Mükerremetü’l-Muazzama www.ikiislam.com
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Camiü’l-Usul, c.1, s.158-9, İbn Esir bu eserinde Buhari’nin ve Müslim’in rivayet ettiklerini toplamıştır.
[2] Hadis, mütevatirdir. Kaynakları oldukça çoktur.
[3] Ed-Dürrü’l-Mensur, c.6, s.203
[4] Sahifetü’s-Seccadiyye,Dördüncü dua, Şerhiyle birlikte, ‘Fi Zilali’s-Sahifeti’s-Seccadiyye’, s.55-6
[5] Ahed Emin, Yevmü’l-İslam, s.187, Basım Tarihi 1958
İslami gruplar ve mezhebler arasında meydana gelecek takribden murad, bir grubun, bir meşrebin veya mezhebin diğer mezheb ve grubun içinde erimesi ve yok olması demek değildir. Yahut da bütün İslami mezheblerin tek bir mezheb haline dönüştürülmesi değildir. Daha açık bir ifadeyle farklı ve çeşitli mezheblerin hepsinin bizzat kendilerinin veya izlerinin ve görüşlerinin kalmaması ve böylece Müslümanların tek bir mezheb haline gelmesi demek değildir. Zira bu son derece güç bir durum olup vakıada da gerçekleşmesi muhaldır. Derin akıl ve düşünce sahipleri bunu dile dahi getirmezler. İslami öncülerden hiç bir kimse böyle bir çağrıda bulunmamıştır. Yani ‘Takrib’ davasının öncüleri ve bu davanın bayraktarlığını yüklenenler ve taşıyanlar böyle bir çağrı yapmamışlardır. Zira bunun anlamı Eşari bir müslümanın Mutezili olması veya Mutezili bir müslümanın Eşari olması demektir. Yahut da Sünni bir müslümanın şii olması veya şii bir müslümanın Sünni olması demektir. Bu örneğin bir benzeri İslam Aleminde oldukça yaygın bir şekilde bulunan fıkhi mezheblerdir.
Takribden murad, öncelikli olarak mezheb öncülerinin, ardından mezheb öncüleriyle tabilerinin bir birine yakınlaşması demektir. Akide ve şeriat sahalarında İslami mezheblerin geniş bir perspektifte yakınlaşmaları demektir. İslam mezhebleri arasında bulunan görüş ayrılıkları da ittifak ettikleri noktalara oranla oldukça az ve önemsizdir. Allah(cc) Rabbimizdir, Kur’an kitabımızdır, Muhammed(saa) nebimizdir, Kabe kıblemizdir, Resulullah(saa)’ın sünneti bizim önderimizdir, Ehl-i Beyt imamları seçkinlerimizdir. Bunun dışında daha nice hususlar ve hatlar bulunmaktadır ki, her hangi bir Müslüman bundan zerre mikdarı ayrılmaz. Bunlardan birisini inkar eden kimse İslamın bağından çıkmış demektir. Bütün bu hususlar Müslümanların vahdetini sağlayan ve onları tek bir bayrak altında toplayan değerlerdir. İhlaslı şair Muhammed Hasan Abdülğani el-Mısri’nin şu şiirinde takribe çağırdığı gibi Bizi akide ümmet paydasında toplamıştır. Hidayet dinine tabiler kılarak birbirimize kucaklattırır İslam kalplerimizin arasını telif eder Her ne kadar farklı farklı gruplarda olsak da Nebi(saa), şehadeti söyleyen, namazı ikame eden, zekatı veren, Ramazan ayının orucunu tutan ve Kabeyi hacceden kimsenin Müslümanlığını kabul ettiğine ve Onu bütün Müslümanların kardeşi olarak telakki ettiğine göre [1]; onların saflarını müşrikler, azgın Yahudiler ve hrıstiyanlar karşısında tek kıldığına göre bize ne oluyor ki bu rivayetten daha fazlasına iman ettiğini dile getiren kimsenin imanını kabul etmemekteyiz? Şayet bu konuda her hangi bir ihtilaf söz konusuysa bu ihtilaflar ancak cedelin ortaya çıkardığı birer kelami görüş ayrılıklarıdır. Örneğin Zat-ı Teala’nın sıfatlarından veya O’nun fiilinin sıfatlarından olan irade ve tekellüm sıfatlarının olması gibi. Gerçi bu görüş ayrılıkları her ne kadar gerçekte de birer ihtilaf ise de ancak kelami ihtilaftan öteye geçmemektedir. İslam ve iman gibi hayati iki olgu bunlar üzerine bina edilmemektedir. Müslüman alimler arasında ayrılmalara yol açan O’nun kelamının meydana gelişi, kendisinin gelmesi, büyük günah işleyen kimselerin ebedi olarak cehennemde kalıp kalmayacağı gibi sair kelami konular da bu şekildedir.
Taharetten diyetlere kadar fıkhi feri meselelerdeki görüş ayrılıkları da bu şekildedir. Çünkü bu fıkhi-feri ihtilafları araştırmalar ve Kitab ve sünnetten istinbat edilen ictihadlar ortaya çıkarmıştır. Bu ictihadlardan ve araştırmalardan kasıd Kitab ve sünnetin vakıi hükmüne ulaşmaktır. Her ne kadar bu vakii hükme ulaşan tek bir kişi ve hata edenler çok olsa da amaç hakka ve doğru hükme ulaşmaktır.
Müslümanlara düşen görev bu tarz olaylarda ve bu kesin durumlarda sapasağlam ipe, Allah’ın metin ipine tutunmak, ortak değerler altında toplanmak ve görüş ayrılıklarını tartışmanın ve araştırmaların yapıldığı medreselere ve ilmi mahfillere bırakmaktır. Bu tarz davranıştan doğacak sonuç birbirini seven kardeşlerin çıkmasıdır.
İşte Takrib davasının çağrısı budur. Bu çağrı bir mezhebin diğer bir mezheb içerisinde erimesi demek değildir. Aksine mezhebler arasında oldukça çok bulunan ortak noktalara dikkatleri çekmek ve ihtilaflı meseleleri medreselere ve araştırma merkezlerine bırakarak terk etmektir. Zira medreseler ve araştırma merkezleri arasındaki ihtilaflı meseleler vahdete ve Müslümanların birlikteliğine zarar vermemektedir.
2-Sahih Mezhebleri Tanıma
Taqribin amillerinden birisi de İslamın akidevi ve fıkhi mezheblerinden sahih olanlarını tanımaktır. Akaide yönelik her mevzui tanıma bütün mezhebleri tanımayı beraberinde getirir. Bu tanıyış uzağı yakın, düşmanı dost eder. İftiraları ve bir grubun diğer bir gruba isnad ettiği ve yakıştırdığı batıl iddiaları ve tanıtımları yok eder. Bu durumda muhalif olan kişiler muvafık olurlar. Ayrılıkların yerini dostluklar alır.
Akide ve şeriat sahasında ne kadar mezhebleri tanıma fazlalaşırsa tanışma ve kaynaşma da fazlalaşır; nefretler ve buğzlar izmihlal olur ve aralarındaki safa fazlalaşır.
Bundan dolayı takrib öncülerinin ve davetçilerinin dizi halinde konferanslar düzenlemeleri gerekmektedir. Her bir grubun diğer grubun sahip olduğu fikri kültürü ve sağlam inancı, fıkhi ve edebi serveti tanımak için konferanslar düzenlenmelidir. Çünkü taqrib, tanışmaya bağlıdır.
Araştırma Kitab ve sünnet üzerinde yapılacaksa ve araştırmacılar kendi kendilerini ihlas ve dinde vefa ile süsleyecekler ise konferanslarda hakim olacak olan atmosfer hakikate vakıf olma arzusu olacaktır.
3- Ehl-i Beyt İmamlarının Hadislerine Müracaat Etmek
Akide ve şeriat sahasında Ehl-i Beyt İmamlarına müracaat etmek, müslümanların güçlerinin birleşmesine ve ihtilaflı meselelerin azalmasına vesile olur. Bu hiçbir zaman Ehl-i Sünnet’in sahabenin ve Tabiun’un Resulullah(saa)’den rivayet ettiklerini terk etmeleri anlamında değildir. Aksine belki bu Ehl-i Beyt(as)’ın akide ve şeriat alanında uz görüşlülüğünü kavramayıştır. Onların hadislerini almak sanki Sahabe’nin rivayet ettiklerini almak gibidir. Çünkü Ehl-i Beyt İmamlarının(as) rivayet ettikleri her şey ceddleri Resulullah(saa)’dan isnad ederek rivayet ettikleri hadislerdir. Ayrıca onların bu rivayetleri ve sözleri Resulullah(saa)’e ali bir senedle ulaşmaktadır. Gerçi her ne kadar Müslümanlar (Ehl-i Sünnet ve Şia) hilafet ve kıyadet noktasında görüş ayrılıklarına düşmüşlerse de Ehl-i Beyt(as)’ın kendilerinden ilim alınan ve fetvaları istenen kişilerden olduğu noktalarında görüş ayrılığına düşmemişlerdir. Hadis-i Sakaleyni, -ki sıhhatı her hangi bir şüphe bulunmamaktadır ve hadis de mütevatirdir- iyice inceleyen ve dirayet noktasında tahlil eden kimse için Ehl-i Beytin alim insanlar olması yeterli nedendir.
Resulullah(saa) şöyle buyurmaktadır: “Sizin aranızda iki sikl bırakıyorum. Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytim olan itretim. İkisine tutunduğunuz müddetçe benden sonra dalalete düşmezsiniz.”[2]
Kur’an-ı Kerim Müslümanların nazarlarını çeşitli uslublarla Ehl-i Beyt İmamlarına (as) çekmektedir. Bazen Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “ birtakım evlerdedir ki, Allah yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O'nu tesbih eder ki” (24/En-Nur/36) Ebubekir, Nebi(saa)’den bu evler hakkında ve Ali ve Fatıma’nın da bu evlerden olup olmadığını sorunca Nebi(saa) “ Evet, onların evi de bu evlerdendir. Hatta belki en efdalidir.” diyerek cevap verdi. [3] Bazen de onları ricsten tertemiz kılınmış pak kimseler olarak tanıtmaktadır. “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (33/El-Ahzab/33). Bir yerde de onların sevilmesi ve onlara meveddet duyulması risaletin karşılığı ve ücreti olarak geçmektedir. “De ki: ‘Ben sizden buna karşılık akrabalıkta sevgiden başka bir ücret istemem.’ Kim bir iyilik kazanırsa, biz ondaki iyiliği artırırız. Gerçekten Allah Ğafûr’dur” (Şura/23). Bir dördüncüsü olarak; Nebiyy-i Azam(saa) Müslümanlara farz ve nafile namazlarında Al-i Muhammed’e salat ve selam getirmelerini emretmektedir. Bütün bunlar İslam Şeriatında diğer bilginler ve insanlar için söz konusu olmayan bir makamın ve konumun Ehl-i Beyt(as) için olduğunu ortaya koymaktadır. Aksi takdirde bu kadar önemin hiçbir şekilde bir açıklaması olmuş olmazdı. Bu kadar nidaların her şeyden arındırılmış bir muhabbet olarak değerlendirilmesi gaye olmuş olamaz. Ancak hakiki muhabbet dünyevi hayatta onlara tabi olmakla olur.
Buna göre Müslümanlar semadan yere uzatılmış bu ilahi hable tutunmuş olsalardı görüş ayrılıkları ve çatışmalar oldukça azalır ve kardeşlik ve antlaşma meydana gelir, aradaki gedikler kapanırdı. Ancak Nasıbiler hariç bütün gruplarıyla Müslümanlar bu ayetleri ve hadisleri Nebi(saa)’ı ve ailesini muhabbete haml etmektedirler. Hatta öyle ki İmam Şafii® onların muhabbetiyle iftihar etmekte itirazlar edenlerin basit itirazlarını reddetmekte ve şöyle demektedir.
İn Kane Refden Hübb-ü Ali Muhammedin
Felyeşhedi’s-Sekelani İnni Rafidün
Şayet Al-i Muhammedin muhabbeti Rafizilikse
İnsanlar ve cinler şahid olsunlar ki ben Rafıziyim.
Bu zaman dilimlerinde fıkhın öncüleri mezheblerin dört tane ile sınırlandırılması fikrinden yüz çeviriyorlardı. Muhakkıklar hürr ictihadlarla tefekkür ediyorlardı. İster selef mezhebine uygun olsun ister aykırı olsun fark etmemektedir. Çağdaş müslümanlara düşen görev Ehl-i Beyt İmamlarının hadislerine müracaat etmek ve Kitab ve Sünnet ışığında mutlak ictihad kapısını açmak kesinleşmiş şeylerdendir. Onların hadislerinden yüz çevirmek mutlak ictihadın rükünlerini sarsar. Bu durumda yapılan ictihad nisbi/göreceli ictihad olmuş olur.
Değerli Ehl-i Sünnet kardeşlerimizden bizim çağrılarımızı işitenler bize sıhah ve müsnedlerde toplanmış Sahabe ve Tabiunun hadislerine müracaat etmemizi önereceklerdir. Biz ise mutlak ictihadın ancak onların hadislerine müracaat ettiğimiz gibi Ehl-i Beyt(as)’ın hadislerine de müracaat edilerek gerçekleşebileceği görüşündeyiz.
Ancak biz bu öneriyi getirenlerin bakışlarını şia fıkhındaki gerçekleşmiş duruma çekmek istiyoruz. Güvenilir kanallardan aktarılan asar-ı sünnet-i nebevi ile amel etmek hususunda Şia’nın Ehl-i Beyt(as) kanalıyla Nebi(saa)’den veya Sünnilerin Nebi(saa)’den aktardıkları arasında fark görmeksizin amel ederler.
Ayrıca bu hususa Şianın hakkı gerçekleştirmek ve haykırmak için Ehl-i Beyt(as)dan olmaksızın Sahabe’den aktardıkları büyük bir sünnet-i nebevi mecmuasını eklemek de gerekmektedir. Durum Ehl-i Beyt(as) ile Sahabeye müracaat etmek arasında değerlendirilmemelidir. Çünkü bu kanalların ve vesilelerin bütünü hakka ulaşmak ve Nebi(saa)’den akide ve şeriat hususunda mükellefler hakkında buyurduklarına ulaşmak içindir. Vacib olan hangi kanaldan bize ulaşırsa ulaşsın sahih sünnetle amel etmektir.
Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Şia arasındaki görüş ayrılığı Sahabenin Nebi(saa)’den rivayet ettikleri hususunda değildir. Çünkü bu ehli sünnet ile ehl-i şia arasındaki Ehl-i Beyt(as)’ın hadislerine müracaat etmek gibi ittifak edilmiş hususlardandır. Aksine görüş ayrılığının nedeni başka bir şeydir. Bu tartışmanın merkezi sahabenin bütünün tadilidir. Hüküm Nebi(saa) bir defa veya iki defa bir gün veya iki gün görenlerin adaleti hükmüdür. Bu Ehl-i Sünnetin bütün sahabiler adildir şeklinde hükm ederek kurdukları şeydir. Ehl-i Sünnet arasında durum bu şekilde iken Şia-i İmamiyye bu hükmün umumluğuna inanmamaktadır. Çünkü sadece rivayet etmek Nebi(saa)’i gören herkese sikalık ve adalet vasfını vermemektedir. Bu iki nazariye Nebi(saa)’den sahih olarak Sahabe ve Tabiun kanalıyla –şayet raviler sika ise- aktarılan hadislere müracaat etmeye engel değildir.
Bu bölümde İmam-ı Tahir Ali İbn Hüseyn Seccad(as)’ın mübarek dillerinden çıkan, şianın sahabe karşısındaki konumunu açıklayan kelimeleri serdediyoruz. Bu mübarek kelimeler hakikat hususunda yeterlidir.
“Allah’ım, özellikle de Muhammed’in ashabının, sahabiliği bilip hakkını eda edenlerin, ona yardımda güzel bir imtihan verenlerin, onu destekleyip himaye edenlerin, koşarak elçiliğine inananların, davetini kabulde yarışıp öne geçenlerin, Rabbinin mesajlarını duyururken kendisine icabet edenlerin; davası uğruna eşleri ve çocuklarından ayrılanların, nübüvvetini sağlamlaştırmak için babaları ve oğullarıyla savaşıp onun bereketiyle zafere ulaşanların, gönüllerinde onun sevgisini besleyerek bu sevgiyle asla zarara uğramayacak bir ticaret umanların, onun kulpuna yapışınca kabilelerinden dışlananların, ona yakınlık gölgesinde yer alınca akrabalıklarından çıkarılanların, Allah’ım, bunların senin için ve senin yolunda kaybettiklerini unutma! İnsanları senin (dininin) etrafında topladıkları, Resulünle birlikte sana davet ettikleri için hoşnutluğunla onları hoşnut et. Senin yolunda kavimlerinin memleketini terkettikleri, geçim bolluğunu bırakıp geçim darlığına katlandıkları için onları ve dinini yüceltmek için sayılarını çoğalttığın mazlumları mükafatlandır ” [4]
İmamın sahabe karşısındaki konumu bu şekilde ise şianın sahabeyi ölçüt ve kriter olarak almaması ithamı ve hadisleriyle amel etmemesi iftirası doğru değildir.
Şianın ve Ehl-i Sünnetin bilginlerinin buluşma vakti artık gelmiştir. Dünyanın çeşitli yerlerinde ve bölgelerinde Müslümanların çeşitli konuları incelemek için toplanma vakitleri gelmiştir.
Bu makaleyi bitirirken başlangıca dönüyoruz. Safların birleştirilmesi ve tevhidin gerekliliği. Biz diyoruz ki Ahmed Emin el-Mısri –oldukça meşhur bir yazardır- Fecrü’l-İslam, Duha’l-İslam ve Zuhru’l-İslam gibi kitaplarında daima şiaya yüklenmeye çalışmıştır. Gücü ölçüsünde hayalindeki şeyleri vakıa olarak zann etmiş, iki grup arasındaki ayrılık tohumlarını ekmeye çalışmış, fitne ateşini harlamaya çalışmıştır. Ancak hayatının sonlarına doğru pişman olmuştur. En son elif ettiği kitabı olan ‘Yevmü’l-İslam’ adlı kitabında şöyle der:
“Müslümanların dinlerini koruma noktasında şiddetli davranma hakları yok mudur? Bu uzunca tecrübelerden sonra şia, Sünni ve Zeydi vb. arasındaki ihtilafın hiçbir geçerli yönü olmadığını anlamaları gerekmekte değil midir? Çünkü bu mezheblerin mensubları dinlerinin asıllarına müracaat ettiklerinde bu görüş ayrılığının mahalli bulunmadığını anlarlar. Aykırılık bulunan şeyler ise asılda gerçek bir görüş ayrılığı değil, sunidir. Çağdaş dünyada İslam ümmeti daha çok ihtilafları gidermeye, aralarını ıslah etmeye ve kelimelerini ve güçlerini birlemeye ihtiyaç duymaktadırlar. Her taraftan aziz İslam ümmetine saldırılar bulunmaktadır. Onların islamı hilenin nasıl bir vesilesi olacaktır. Batıl Ehli olan kimseler batıllıkları üzerine birleşebiliyorlarsa Hakk Ehlinin bağlıları öncelikli olarak vahdeti gerçekleştirebilirler.”[5]
Allah-u Teala’dan güçlerimizi ve kuvvetimizi birleştirmemizi ve vahdet kelimesinin sancağını ve livasını yükseltsin. Şüphesiz Allah-u Teala buna kadirdir.
6/Zü’l-hicceti’l-haram, 1412
Cafer Sübhani Mekketü’l-Mükerremetü’l-Muazzama www.ikiislam.com
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Camiü’l-Usul, c.1, s.158-9, İbn Esir bu eserinde Buhari’nin ve Müslim’in rivayet ettiklerini toplamıştır.
[2] Hadis, mütevatirdir. Kaynakları oldukça çoktur.
[3] Ed-Dürrü’l-Mensur, c.6, s.203
[4] Sahifetü’s-Seccadiyye,Dördüncü dua, Şerhiyle birlikte, ‘Fi Zilali’s-Sahifeti’s-Seccadiyye’, s.55-6
[5] Ahed Emin, Yevmü’l-İslam, s.187, Basım Tarihi 1958
Yorum