Bazı müfessirler (bunların başında Rummani, Ebu Müslim ve bir grup) bu ayeti tevhidi fıtriye haml edip bu tarzda yorumlamaktadırlar. Onlar şöyle demektedirler. İnsan bu dünyaya bazı içgüdülerle ve kabiliyetlerle donanmış olarak ayağını basmıştır. Diğer taraftan da akli müdrekler sahasında da tabii ihtiyaçlar ve fıtri olgular kendilerine bahş edilmiştir.
İnsan babasının sulbünden annesinin rahmine düştüğü esnada nutfe haline gelir. Bu nutfenin büyüklüğü zerreden daha çok değildir. Ancak bu nütfe içinde istidatları ve kabiliyetleri özel bir özenle barındırmaktadır… Gelişmesi ve kemal süreci içinde geçen bu süreçte marifetullaha sahip olması bu kabiliyetler cümlesindendir. Bu yön sair istidatlar gibi her yönden gelişmektedir. Yavaş yavaş seyrini kuvvet merhalesinde fiiliyyet ve kemal merhalesine doğru yol almaktadır.
Diğer bir ifade ile insanın derinliklerine ve yapısına marifetullaha olan ilgi ve gayb alemine olan yöneliş dest-i kudret tarafından nakş edilmiştir. Dışsal olgular bu muazzam fıtrata dokunmasa bu marifetullaha olan tabii eğilim onun kalbine yerleşir. Psikoloji bilginleri bu dini şuuru kale almışlar ve insanın boyutlarından birsi olarak da bu boyutu saymışlardır. Öyleki insanı nitelendirirken de bu boyutla nitelendirmişlerdir. Psikoloji bilginlerinden birisi insan hakkında ‘o metafiziksel bir varlıktır’ diye tanımlamıştır.
Tabiatıyla bu şuursal içgüdü tekvin kalemiyle insanın içsel yapısına ilmek ilmek işlenmiştir. İnsanın gelişmesi ve tekamül sürecinde yaptığı dikeysel hareket gibi dini şuur da ilerler, olgunlaşır ve gelişir.
Üçüncü bir şekilde ifade edecek olursak Allah-u Teala Ben-i Ademi babalarının sırtlarından çıkartıp annelerinin karınlarına yerleştirdiğinde onların yaratılışlarını ve tekvinlerini daima rablerini bilecek özel bir yön ile vucuda getirdi. Onlar Rablerine olan ihtiyaçlarını daima hiss ederler. İşte tam bu noktada ayetin anlatmak istediği şeyle bizim ileri sürülen bu teori uyuşmaktadır. Çünkü insan Rabbine ihtiyaç duyduğunu hissettiğinden ve Rabbine teveccüh ile ğark olduğundan dolayı sanki ‘Allah-u Teala ben sizin rabbiniz değil miyim’ ve insan da ‘evet sen bizim Rabbimizsin’demiş gibidir. (1)
Bu görüşün özeti şudur: insan kendisine bahş edilen selim fıtrat-ı ilahiyye gereği Allah’a iman etmiş olarak yaratılmıştır. Allah’a giden yolda bu hadi akılın yardımıyla Allah’a gider, O’nu taleb eder ve O’nu sorar. Bu yürüyüş herhangi bir saptırıcı veya engelleyici olmadığı müddetçe mütemadiyen devam eder.
Bu açıklamalara göre ayette söz konusu edilen misak hitabdan ve cevabdan oluşan iki lafzı içeren teşrii bir misak değildir. Aksine söz konu misak fıtri-tekvini bir misakdır. Aynı şekilde cevab da tekvini ve fıtridir.
Kur’an-ı Kerimde bu tarz misak ve istiysak türü diyaloglar oldukça yaygındır. Günlük hayattaki diyaloglarımızda sıklıkla başvurulan yöntemdir. Bir örnek teşkil etmesi için ‘Allah bize göz vermiş ve bizim kuyuya düşmememiz için bizden ahid almıştır’ diyebiliriz. ‘yahut da bize akıl vermiş ve bizden hakkı batıldan ayırt etmemiz için misak almıştır’ diyebiliriz. Kur’an-ı Kerim yer ve gök hakkındaki bir diyalogda şöyle buyurmaktadır. “O ‘Göğe ve yerküreye isteyerek veya istemeyerek gelin’dedi. Onlar da ‘biz isteyerek geldik’ dediler.” (41/Fussilet/11) Gökler ve yere yapılan kelamın ve hitabın yöneltilmesinin bu türünde akıl, idrak ve şuur bulunmamaktadır. Bu hitap ancak tekvin kanlıyla alınmış bir hitaptır. Bu durumda ayet-i celilenin anlamı yeryüzü ve semavat Allah-u Teala’nın iradesine ve meşietine tekvini olarak boyun eğmişlerdir. Onların vucudları, Rabb-i Rahimin kendilerine çizdiği sünnetullaha uygun bir şekilde sürüp gidecektir.
Arap beliğlerinden ve hatiplerinden aktarılan şu söz de bu türdendir. ‘yeryüzüne sorun: seni kim yarıp da sende nehirleri halk etti? Ağaçları kim dikti? Meyvelerini kim olgunlaştırdı? Şüphesiz yeryüzü senin bu sorularına konuşarak değil itibari olarak cevab verecektir.’ (2)
Bu görüşün Kur’an’dan ve sünnetten delilleri ve şahidleri de bulunmaktadır. Kur’ani şahid ‘Hakka yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver’(30/Rum/30). Bu ayettin konumuzu teşkil eden ayeti açıklayıcı olması mümkündür. İki ayet arasındaki ilişki şöyle açıklanabilir. Rum suresinde geçen ‘Fıtratullah’ ibaresi zaman tayin edilmeksizin beşer yaratılışın ve fıtratının dini şuur ile yoğrulduğunu özetle ifade etmektedir. Konumuzu teşkil eden ayet ise insan yapısına yerleştirilmiş olan bu ilahi sırrın insanın yaratılışı tekvini esnasında olduğunu konu edinmekte ve dile getirmektedir. Yani insan daha annesinin karnında zerre halinde olduğundan bu yana bu ilahi sırrı tekvini olarak barındırmaktadır. İnsan anne karnına düştüğü gibi bu ilahi emaneti almaktadır. İlahi emanet. Allah’a cezb oluş ve meylin yoğunluğu…Ayrıca, bu nazariyenin muteber bir senedle bize Abdullah ibn Sinan’ın aktardığı hadisle de paralellik arz ettiğini eklemek gerekmektedir. İbn Sinan der ki: Ben Ebu Abdullah(as)’a ‘fıtrattan kasdın ne olduğunu sordum’, O da benim soruma cevaben dedi ki: ‘Allah’ın onları yarattığı islamdır. Çünkü Allah onları yarattığında tevhid üzere onlardan misak aldı. Ben sizin rabbiniz değil miyim? Dedi. Orada mümin de kafir de bulunmaktadır.(3)
Şerif er-Razi’nin bir sözü bulunmaktadır ki bu nazariyeyi benimsedği umulur. Çünkü O şöyle demektedir.
Allah-u Teala insanları yaratıp da onları bileşik hale getirdiğinde marifetine delalet, kudretine de şehadet, kendisine ibadet edilmesini vacib kıldı. Onlara ibretler ve ayetler, nefislerinde ve dış alemde deliller gösterdi. Durum öyle bir konuma geldi ki sanki onlara kendi aleyhlerinde kanıt olabilecek bir şekilde şehadet aldırdı. Onlar da bu O’nun getirdiği deliller ve kanıtlar manzumesine müşahedeye ve O’nun gösterdiği ve dilediği tarzdaki marifesine şehadet ettiler. Kendileri için mazeret bildirerek bu vucubdan kaçınma ve bu delaletten kalma hakkı kalmamış oldu. İnsanlar itirafı tam gerçekleştiren konumuna gelmiş oldular. Gerçi hakikatte bir işhad/şahid tutma ve bir itiraf ettirme olayı bulunmamaktadır. Bu sanki şu ayette geçen işhad konumu gibi olmuştur. ‘. “O ‘Göğe ve yerküreye isteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi. Onlar da ‘biz isteyerek geldik’ dediler.” (41/Fussilet/11)
Hakikatte Ayet-i Kerime de Rabb-i Rahim tarafından ne bir kavl/söz bulunmaktadır ne de onlardan bir cevap bulunmaktadır. Bu durumun bir diğer benzeri de şu ayet-i kerimedir. ‘Onlar kendi nefislerine küfür üzere şahidlik etmiş olarak’ (9/et-Tevbe/17). Biz biliyoruz ki kafirlerin dilleriyle herhangi bir kafir oluş itirafı gerçekleşmemektedir. Onlardan ancak açık bir şekilde küfür zuhur etmiştir denilebilir. Onu def edilmesi tam gerçekleşmemiştir. Onlar bunu itiraf etmişlerdir. Arapların şu sözü de bu türdendir.
‘Organlarım senin nimetlerine şehadet etmekte
Halim senin ihsanını tanımaktadır.’
Efendimiz Hüccet Şerefüddin (r.h) de bu görüşte olanlardandır. O şöyle der: “Ey Muhammed! İnsanlardan tekvini hallerinin diliyle Allah’a iman ve O’nun rububiyyetine şehadet noktasında Allah’ın onlardan misak aldığını hatırla. ‘Hani rabbin misak almıştı’ (yani kudreti yüce olan Allah’ın misak alışı), ‘adem oğullarından, onların bellerinden zürriyyetlerini çıkardı’(babalarının sülblerinden nutfeler olarak çıkardı. Daha sonra annelerinin rahimlerinde sağlam bir yere yerleştirdi. Daha sonra bu nutfeleri alak/kan pıhtısı haline getirdi. Ardından bir çiğnem et, daha sonra da kemik haline getirdi. Kemiğin üzerine de et giydirdi. Daha sonra insanoğullarından her birisini tam düzgün yaratılışlı, kuvvetli olarak en güzel tarzda yarattı. İnsanı, işiten, gören, konuşan, akleden, tefkir eden, tedbir eden, alim, amil, azalar şuur eden organlar ve hassalar sahibi kamil bir varlık kıldı. Hekimler insanın yaratılışdaki bu özelliklerinden dolayı dehşete düştüler. O, insanı büyük mevhibeler sahibi, sahihi fasidden, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırt edebilen apaçık bir basiret sahibi kıldı. Bu basiret ile O’nun melekut alemindeki Allah’ın nimetlerini, göklerin ve yerin yaratılışındaki, gece ve gündüzün birbirini takip etmesindeki parlak ayetlerini idrak etmektedir. Bütün bunlarla O’nun rububiyyeti hakkında ve O’nun vahdaniyetini inkar noktasında kesin bir beyine sahip olmuş oldular. Sanki Allah-u Teala’nın ayette anlattığı onları bu hususlara takrir aldığı durum gibi oldu. ‘buna kendilerini şahit tutmuştu ve onlar da evet şahidiz demişlerdi.’ Onlara ben sizin Rabbiniz değil miyim demişti de Onlar da evet sen bizim Rabbimizsin demişlerdir. (senin Rububiyyetin noktasında kendi nefsimize şahitlik ederiz… emrin akıllarımız karşısında tam muhkem olarak indirilmiştir. Senden başka ilah yoktur. Sen bizi topraktan yarattın daha sonra bizi sulblerden varlık alemine getirdin. Rububiyyetini ikrar ederek sana hamd ederiz.”
Daha sonra şöyle devam eder: ‘Bütün bunlar ayet-i kerimenin ortaya koyduğu şeylerdir. Ayet zihinlerin imana yaklaşmasını sağlamak beyan ve bürhanda edebi sanat oluşması için temsil ve tasvir yoluyla gelmiş varid olmuştur. Bu belağatta yüce ve icazda zirve bir noktadır. Ayet-i Kerimede Allah-u Teala’nın kendi kendisini insanların nefislerinde meşhed/müşahede makamına koymasını görmüyor musun? Zira onlar bu ayetleri açıkça görmektedirler ve nefislerinde açıkça hissetmektedirler. Sanki konum herhangi bir şehadet ve işhad/şahid tutturma olayı olmasa da şahidin/görenin itiraf etmesi konumu olmuştur.
Temsil ile yapılan sanat Arap kelamında oldukça yaygındır özellikle de Kitap ve Sünnette. (4)
BU NAZARİYYENİN PROBLEMLERİ
Bu nazariye her ne kadar diğerinden daha üstün ise de tenkitlerden ve problemlerden kurtulamamıştır. Biz sadece onlardan bazısını sunacağız.
1- Ayet-i Kerime’nin zahiri geçmiş zamanda gerçekleşmiş olan bir misak alış olayını aktarmaktadır. Çünkü Allah-u Teala ‘İz eheze/ahz aldığı zaman’ demektedir. Ayette geçen ‘iz’ edatı mazi/geçmiş zaman hakkında kullanılır. Makamın gerektirdiği öneminden dolayı özel bir durumda gelecek için kullanılmasında ittifak bulunmaktadır. “Hatırla o zamanı ki Allah şöyle demişti: ‘Ey Meryemoğlu İsa! Sen mi insanlara Allah’ı bırakıp ta beni ve annemi iki ilah edinin dedin? (5/eMaide/116)
Kesin olan hakikat olan şudur ki Bari-i Teala Hz. İsa (as)’a bu sözü geçmişte söylememiştir. Sübhan-ı Teala bu sözü kıyamet gününde (yani gelecekte) söyleyecektir.’iz’ edatının ‘kale/dedi’ eylemiyle birlikte gelecek zaman hakkında kullanımı caizdir ancak böyle bir kullanımın doğru olabilmesi için geçmiş zamanda ki gibi kesinlikle gerçekleşecek olaylardan olması gerekmektedir.
Her halukarda zarf edatı olan ‘iz’ hitap olarak Resullulah (saa)’a yöneliktir. Diğer bir ihtimal olarak hitap müslümanlara veya bütün insanlara yöneliktir. Ancak gözden kaçmaması gereken nokta bu hitabın yönelik olduğu zaman kuranın nuzul zaman dilimi olduğudur. Fakat misakın alındığı zaman ise o dönemdeki zaman dilimine göre çok öncesidir. Çünkü ayeti kelime ‘iz’ edatıyla başlamıştır. Bu edatın açık anlamı ‘hatırla o zamanı’ dır.
Ayeti Kerime insanın Allah’ın hidayetine yatkın olan kabiliyetleriyle birlikte hilkatına ve tekvinine yöneliktir. Bu nazariyenin de ifade ettiği budur. Bu surette olayın gerçekleştiği zaman ile hitabın zaman diliminin aynı olması gerekmektedir. Ayet-i Kerime’nin ifade ettiği hitap ile olayın gerçekleştiği zaman diliminin iki ayrı zaman dilimi olduğunu bildiren ayetin zahirine aykırılık teşkil etmektedir.
2- Ayetin hedefi insanın Allah’ın varlığına ve birliğine iman edecek bir hidayet kabiliyeti ve akli yetenekler ile donatılmış olması ise Allah-u Teala niçin şöyle buyurmaktadır. ‘Onları kendi aleyhlerine şahid tutarak’. Halbuki ‘kendisini onlara tanıtarak’ demesi gerekirdi. Diğer ayette de niçin onlar ‘evet şahid olduk’ demişlerdir. ‘hakkıyla tanıdık’ demeleri daha uygundur.
3- Allah-u Teala’nın ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ ayetinin tefsirinde; haddi zatında doğru olsa da hitap ve cevap tekvini iki olgudur. Ancak kesin bir şekilde bu zahire aykırıdır. Çünkü ayetin zahir ifadesine göre hitap ve cevap teşriidir.
Herhangi bir delil olmadığı veya zahirden yüz çevirtecek doğru bir yorum olmadığı müddetçe zahirin hilafını temel alıp öyle yorum yapmanın sahih olmadığı bilinen noktalardandır.
4- Bu nazariye –Yani insanın ilahi hidayete uygun akli ve fıtri kabiliyet ve donatılarla yaratıldığı- tevhidi fıtri ve istidlalinin özetidir.
Şayet Kur’an’ın bu ayetinden hedef bu olmuş olsaydı daha açık ibareler ile getirilir ve sonuca kesin bir şekilde bağlanırdı.
DİPNOTLAR
1) Bu nazariye için Tabatabai, el-Mizan, c.8, s.333; Fahrüddin er-Razi, ‘el-Mefatühü’l-Gayb, c.4, s.322; Tabersi, Mecmeü’l-Beyan, c.4, s.498; Şehid Seyyid Kutub, Fi Zilali’l-Kuran. Cüz 9, s.58-9
2) Mecmeü’l-beyan, c.4, s.498,
3) Tefsirü’l-bürhan, c.3, s.47. Fıtratullah ayetinin tefsirinde yedinci hadis.
4) Misak ve velayetin felsefesi, s.3-5
İnsan babasının sulbünden annesinin rahmine düştüğü esnada nutfe haline gelir. Bu nutfenin büyüklüğü zerreden daha çok değildir. Ancak bu nütfe içinde istidatları ve kabiliyetleri özel bir özenle barındırmaktadır… Gelişmesi ve kemal süreci içinde geçen bu süreçte marifetullaha sahip olması bu kabiliyetler cümlesindendir. Bu yön sair istidatlar gibi her yönden gelişmektedir. Yavaş yavaş seyrini kuvvet merhalesinde fiiliyyet ve kemal merhalesine doğru yol almaktadır.
Diğer bir ifade ile insanın derinliklerine ve yapısına marifetullaha olan ilgi ve gayb alemine olan yöneliş dest-i kudret tarafından nakş edilmiştir. Dışsal olgular bu muazzam fıtrata dokunmasa bu marifetullaha olan tabii eğilim onun kalbine yerleşir. Psikoloji bilginleri bu dini şuuru kale almışlar ve insanın boyutlarından birsi olarak da bu boyutu saymışlardır. Öyleki insanı nitelendirirken de bu boyutla nitelendirmişlerdir. Psikoloji bilginlerinden birisi insan hakkında ‘o metafiziksel bir varlıktır’ diye tanımlamıştır.
Tabiatıyla bu şuursal içgüdü tekvin kalemiyle insanın içsel yapısına ilmek ilmek işlenmiştir. İnsanın gelişmesi ve tekamül sürecinde yaptığı dikeysel hareket gibi dini şuur da ilerler, olgunlaşır ve gelişir.
Üçüncü bir şekilde ifade edecek olursak Allah-u Teala Ben-i Ademi babalarının sırtlarından çıkartıp annelerinin karınlarına yerleştirdiğinde onların yaratılışlarını ve tekvinlerini daima rablerini bilecek özel bir yön ile vucuda getirdi. Onlar Rablerine olan ihtiyaçlarını daima hiss ederler. İşte tam bu noktada ayetin anlatmak istediği şeyle bizim ileri sürülen bu teori uyuşmaktadır. Çünkü insan Rabbine ihtiyaç duyduğunu hissettiğinden ve Rabbine teveccüh ile ğark olduğundan dolayı sanki ‘Allah-u Teala ben sizin rabbiniz değil miyim’ ve insan da ‘evet sen bizim Rabbimizsin’demiş gibidir. (1)
Bu görüşün özeti şudur: insan kendisine bahş edilen selim fıtrat-ı ilahiyye gereği Allah’a iman etmiş olarak yaratılmıştır. Allah’a giden yolda bu hadi akılın yardımıyla Allah’a gider, O’nu taleb eder ve O’nu sorar. Bu yürüyüş herhangi bir saptırıcı veya engelleyici olmadığı müddetçe mütemadiyen devam eder.
Bu açıklamalara göre ayette söz konusu edilen misak hitabdan ve cevabdan oluşan iki lafzı içeren teşrii bir misak değildir. Aksine söz konu misak fıtri-tekvini bir misakdır. Aynı şekilde cevab da tekvini ve fıtridir.
Kur’an-ı Kerimde bu tarz misak ve istiysak türü diyaloglar oldukça yaygındır. Günlük hayattaki diyaloglarımızda sıklıkla başvurulan yöntemdir. Bir örnek teşkil etmesi için ‘Allah bize göz vermiş ve bizim kuyuya düşmememiz için bizden ahid almıştır’ diyebiliriz. ‘yahut da bize akıl vermiş ve bizden hakkı batıldan ayırt etmemiz için misak almıştır’ diyebiliriz. Kur’an-ı Kerim yer ve gök hakkındaki bir diyalogda şöyle buyurmaktadır. “O ‘Göğe ve yerküreye isteyerek veya istemeyerek gelin’dedi. Onlar da ‘biz isteyerek geldik’ dediler.” (41/Fussilet/11) Gökler ve yere yapılan kelamın ve hitabın yöneltilmesinin bu türünde akıl, idrak ve şuur bulunmamaktadır. Bu hitap ancak tekvin kanlıyla alınmış bir hitaptır. Bu durumda ayet-i celilenin anlamı yeryüzü ve semavat Allah-u Teala’nın iradesine ve meşietine tekvini olarak boyun eğmişlerdir. Onların vucudları, Rabb-i Rahimin kendilerine çizdiği sünnetullaha uygun bir şekilde sürüp gidecektir.
Arap beliğlerinden ve hatiplerinden aktarılan şu söz de bu türdendir. ‘yeryüzüne sorun: seni kim yarıp da sende nehirleri halk etti? Ağaçları kim dikti? Meyvelerini kim olgunlaştırdı? Şüphesiz yeryüzü senin bu sorularına konuşarak değil itibari olarak cevab verecektir.’ (2)
Bu görüşün Kur’an’dan ve sünnetten delilleri ve şahidleri de bulunmaktadır. Kur’ani şahid ‘Hakka yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver’(30/Rum/30). Bu ayettin konumuzu teşkil eden ayeti açıklayıcı olması mümkündür. İki ayet arasındaki ilişki şöyle açıklanabilir. Rum suresinde geçen ‘Fıtratullah’ ibaresi zaman tayin edilmeksizin beşer yaratılışın ve fıtratının dini şuur ile yoğrulduğunu özetle ifade etmektedir. Konumuzu teşkil eden ayet ise insan yapısına yerleştirilmiş olan bu ilahi sırrın insanın yaratılışı tekvini esnasında olduğunu konu edinmekte ve dile getirmektedir. Yani insan daha annesinin karnında zerre halinde olduğundan bu yana bu ilahi sırrı tekvini olarak barındırmaktadır. İnsan anne karnına düştüğü gibi bu ilahi emaneti almaktadır. İlahi emanet. Allah’a cezb oluş ve meylin yoğunluğu…Ayrıca, bu nazariyenin muteber bir senedle bize Abdullah ibn Sinan’ın aktardığı hadisle de paralellik arz ettiğini eklemek gerekmektedir. İbn Sinan der ki: Ben Ebu Abdullah(as)’a ‘fıtrattan kasdın ne olduğunu sordum’, O da benim soruma cevaben dedi ki: ‘Allah’ın onları yarattığı islamdır. Çünkü Allah onları yarattığında tevhid üzere onlardan misak aldı. Ben sizin rabbiniz değil miyim? Dedi. Orada mümin de kafir de bulunmaktadır.(3)
Şerif er-Razi’nin bir sözü bulunmaktadır ki bu nazariyeyi benimsedği umulur. Çünkü O şöyle demektedir.
Allah-u Teala insanları yaratıp da onları bileşik hale getirdiğinde marifetine delalet, kudretine de şehadet, kendisine ibadet edilmesini vacib kıldı. Onlara ibretler ve ayetler, nefislerinde ve dış alemde deliller gösterdi. Durum öyle bir konuma geldi ki sanki onlara kendi aleyhlerinde kanıt olabilecek bir şekilde şehadet aldırdı. Onlar da bu O’nun getirdiği deliller ve kanıtlar manzumesine müşahedeye ve O’nun gösterdiği ve dilediği tarzdaki marifesine şehadet ettiler. Kendileri için mazeret bildirerek bu vucubdan kaçınma ve bu delaletten kalma hakkı kalmamış oldu. İnsanlar itirafı tam gerçekleştiren konumuna gelmiş oldular. Gerçi hakikatte bir işhad/şahid tutma ve bir itiraf ettirme olayı bulunmamaktadır. Bu sanki şu ayette geçen işhad konumu gibi olmuştur. ‘. “O ‘Göğe ve yerküreye isteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi. Onlar da ‘biz isteyerek geldik’ dediler.” (41/Fussilet/11)
Hakikatte Ayet-i Kerime de Rabb-i Rahim tarafından ne bir kavl/söz bulunmaktadır ne de onlardan bir cevap bulunmaktadır. Bu durumun bir diğer benzeri de şu ayet-i kerimedir. ‘Onlar kendi nefislerine küfür üzere şahidlik etmiş olarak’ (9/et-Tevbe/17). Biz biliyoruz ki kafirlerin dilleriyle herhangi bir kafir oluş itirafı gerçekleşmemektedir. Onlardan ancak açık bir şekilde küfür zuhur etmiştir denilebilir. Onu def edilmesi tam gerçekleşmemiştir. Onlar bunu itiraf etmişlerdir. Arapların şu sözü de bu türdendir.
‘Organlarım senin nimetlerine şehadet etmekte
Halim senin ihsanını tanımaktadır.’
Efendimiz Hüccet Şerefüddin (r.h) de bu görüşte olanlardandır. O şöyle der: “Ey Muhammed! İnsanlardan tekvini hallerinin diliyle Allah’a iman ve O’nun rububiyyetine şehadet noktasında Allah’ın onlardan misak aldığını hatırla. ‘Hani rabbin misak almıştı’ (yani kudreti yüce olan Allah’ın misak alışı), ‘adem oğullarından, onların bellerinden zürriyyetlerini çıkardı’(babalarının sülblerinden nutfeler olarak çıkardı. Daha sonra annelerinin rahimlerinde sağlam bir yere yerleştirdi. Daha sonra bu nutfeleri alak/kan pıhtısı haline getirdi. Ardından bir çiğnem et, daha sonra da kemik haline getirdi. Kemiğin üzerine de et giydirdi. Daha sonra insanoğullarından her birisini tam düzgün yaratılışlı, kuvvetli olarak en güzel tarzda yarattı. İnsanı, işiten, gören, konuşan, akleden, tefkir eden, tedbir eden, alim, amil, azalar şuur eden organlar ve hassalar sahibi kamil bir varlık kıldı. Hekimler insanın yaratılışdaki bu özelliklerinden dolayı dehşete düştüler. O, insanı büyük mevhibeler sahibi, sahihi fasidden, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırt edebilen apaçık bir basiret sahibi kıldı. Bu basiret ile O’nun melekut alemindeki Allah’ın nimetlerini, göklerin ve yerin yaratılışındaki, gece ve gündüzün birbirini takip etmesindeki parlak ayetlerini idrak etmektedir. Bütün bunlarla O’nun rububiyyeti hakkında ve O’nun vahdaniyetini inkar noktasında kesin bir beyine sahip olmuş oldular. Sanki Allah-u Teala’nın ayette anlattığı onları bu hususlara takrir aldığı durum gibi oldu. ‘buna kendilerini şahit tutmuştu ve onlar da evet şahidiz demişlerdi.’ Onlara ben sizin Rabbiniz değil miyim demişti de Onlar da evet sen bizim Rabbimizsin demişlerdir. (senin Rububiyyetin noktasında kendi nefsimize şahitlik ederiz… emrin akıllarımız karşısında tam muhkem olarak indirilmiştir. Senden başka ilah yoktur. Sen bizi topraktan yarattın daha sonra bizi sulblerden varlık alemine getirdin. Rububiyyetini ikrar ederek sana hamd ederiz.”
Daha sonra şöyle devam eder: ‘Bütün bunlar ayet-i kerimenin ortaya koyduğu şeylerdir. Ayet zihinlerin imana yaklaşmasını sağlamak beyan ve bürhanda edebi sanat oluşması için temsil ve tasvir yoluyla gelmiş varid olmuştur. Bu belağatta yüce ve icazda zirve bir noktadır. Ayet-i Kerimede Allah-u Teala’nın kendi kendisini insanların nefislerinde meşhed/müşahede makamına koymasını görmüyor musun? Zira onlar bu ayetleri açıkça görmektedirler ve nefislerinde açıkça hissetmektedirler. Sanki konum herhangi bir şehadet ve işhad/şahid tutturma olayı olmasa da şahidin/görenin itiraf etmesi konumu olmuştur.
Temsil ile yapılan sanat Arap kelamında oldukça yaygındır özellikle de Kitap ve Sünnette. (4)
BU NAZARİYYENİN PROBLEMLERİ
Bu nazariye her ne kadar diğerinden daha üstün ise de tenkitlerden ve problemlerden kurtulamamıştır. Biz sadece onlardan bazısını sunacağız.
1- Ayet-i Kerime’nin zahiri geçmiş zamanda gerçekleşmiş olan bir misak alış olayını aktarmaktadır. Çünkü Allah-u Teala ‘İz eheze/ahz aldığı zaman’ demektedir. Ayette geçen ‘iz’ edatı mazi/geçmiş zaman hakkında kullanılır. Makamın gerektirdiği öneminden dolayı özel bir durumda gelecek için kullanılmasında ittifak bulunmaktadır. “Hatırla o zamanı ki Allah şöyle demişti: ‘Ey Meryemoğlu İsa! Sen mi insanlara Allah’ı bırakıp ta beni ve annemi iki ilah edinin dedin? (5/eMaide/116)
Kesin olan hakikat olan şudur ki Bari-i Teala Hz. İsa (as)’a bu sözü geçmişte söylememiştir. Sübhan-ı Teala bu sözü kıyamet gününde (yani gelecekte) söyleyecektir.’iz’ edatının ‘kale/dedi’ eylemiyle birlikte gelecek zaman hakkında kullanımı caizdir ancak böyle bir kullanımın doğru olabilmesi için geçmiş zamanda ki gibi kesinlikle gerçekleşecek olaylardan olması gerekmektedir.
Her halukarda zarf edatı olan ‘iz’ hitap olarak Resullulah (saa)’a yöneliktir. Diğer bir ihtimal olarak hitap müslümanlara veya bütün insanlara yöneliktir. Ancak gözden kaçmaması gereken nokta bu hitabın yönelik olduğu zaman kuranın nuzul zaman dilimi olduğudur. Fakat misakın alındığı zaman ise o dönemdeki zaman dilimine göre çok öncesidir. Çünkü ayeti kelime ‘iz’ edatıyla başlamıştır. Bu edatın açık anlamı ‘hatırla o zamanı’ dır.
Ayeti Kerime insanın Allah’ın hidayetine yatkın olan kabiliyetleriyle birlikte hilkatına ve tekvinine yöneliktir. Bu nazariyenin de ifade ettiği budur. Bu surette olayın gerçekleştiği zaman ile hitabın zaman diliminin aynı olması gerekmektedir. Ayet-i Kerime’nin ifade ettiği hitap ile olayın gerçekleştiği zaman diliminin iki ayrı zaman dilimi olduğunu bildiren ayetin zahirine aykırılık teşkil etmektedir.
2- Ayetin hedefi insanın Allah’ın varlığına ve birliğine iman edecek bir hidayet kabiliyeti ve akli yetenekler ile donatılmış olması ise Allah-u Teala niçin şöyle buyurmaktadır. ‘Onları kendi aleyhlerine şahid tutarak’. Halbuki ‘kendisini onlara tanıtarak’ demesi gerekirdi. Diğer ayette de niçin onlar ‘evet şahid olduk’ demişlerdir. ‘hakkıyla tanıdık’ demeleri daha uygundur.
3- Allah-u Teala’nın ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ ayetinin tefsirinde; haddi zatında doğru olsa da hitap ve cevap tekvini iki olgudur. Ancak kesin bir şekilde bu zahire aykırıdır. Çünkü ayetin zahir ifadesine göre hitap ve cevap teşriidir.
Herhangi bir delil olmadığı veya zahirden yüz çevirtecek doğru bir yorum olmadığı müddetçe zahirin hilafını temel alıp öyle yorum yapmanın sahih olmadığı bilinen noktalardandır.
4- Bu nazariye –Yani insanın ilahi hidayete uygun akli ve fıtri kabiliyet ve donatılarla yaratıldığı- tevhidi fıtri ve istidlalinin özetidir.
Şayet Kur’an’ın bu ayetinden hedef bu olmuş olsaydı daha açık ibareler ile getirilir ve sonuca kesin bir şekilde bağlanırdı.
DİPNOTLAR
1) Bu nazariye için Tabatabai, el-Mizan, c.8, s.333; Fahrüddin er-Razi, ‘el-Mefatühü’l-Gayb, c.4, s.322; Tabersi, Mecmeü’l-Beyan, c.4, s.498; Şehid Seyyid Kutub, Fi Zilali’l-Kuran. Cüz 9, s.58-9
2) Mecmeü’l-beyan, c.4, s.498,
3) Tefsirü’l-bürhan, c.3, s.47. Fıtratullah ayetinin tefsirinde yedinci hadis.
4) Misak ve velayetin felsefesi, s.3-5