Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Uyanış Destanı...

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Uyanış Destanı...


    Önsöz:

    Elinizdeki eserde; rahmetli İmam Humeyni'nin -ks- doğuşundan dâr-ı bekâ'ya göçüşüne kadar yaşadığı önemli olaylardan bir derleme yapılmış ve mümkün mertebe özetle aktarılmaya çalışılan bir biyografi incelemesi yapılmıştı. Rahmetli İmam'ın hayatını bir kitaba sığdırmak ve asırlar sonra İslam tarihinde yeni bir çağ başlatarak hak âşıklarının ümitlerini tecelli yağmurunun bereketiyle sulayıp yeşerten o büyük insanın bereketler dolu ömrünü birkaç sayfayla dile getirebilmek her ne kadar mümkün değilse de, deryadan testi misali, elden geldiğince onu anlatmaya ve bilhassa onun İran dışındaki âşıklarının niceden beridir isteyip durdukları bir biyografik eseri hülasa da olsa, hazırlamaya çalıştık. Bu nedenle, elden geldiğince hülasa edilen bu eserde olayların teferruatı ve kavillerle nakillerin belgelerine -çok zaruri bazı konular dışında- girmekten kaçınılmış; ama İmam'ın -ks- kendisi veya başlattığı hareketle olaylara şu veya bu şekilde damgasını vurmuş olan önemli olay ve vakaların tamamına değinilmeye özen gösterilmiştir.

    Bu özlü eserde İmam'ın -ks- yaşadığı önemli olaylar anlatılırken onun yaşamında inancın önceliğine, fikir ve düşüncenin asaletine; eğitim, terbiye ve ahlâkî yetişme ve olgunluğun vazgeçilmezliğine bilhassa önem verilmiş ve o büyük mücahidin hayatında manevî ve ilmi boyutun bıraktığı derin iz ve tartışılmaz etkiler vurgulanmaya çalışılmıştır.

    Onun muazzam kıyamı ve gerçekleştirdiği İslam inkılâbını belli bir ülke ve belli bir toplumun mahdut sınırlarından çok ötelere taşıyan gerçek, hiç şüphesiz yine onun tutarlı ve tek kişilikli bir karakter taşıması, inanç, düşünce ve davasında kaypaklık ve tavize asla yer vermemesidir. Bu nedenledir ki hayatının belli bir kesitini incelemek veya kişiliğinin sadece bir boyutunu büyüteç altına almak, onun fikir, yöntem ve davasını tanımak için yeterli olmayacaktır. O büyük insanı tanımanın tek yolu akide, iman ve amellerini bir bütün olarak ele almak ve hayatının bütün kesitlerini kapsayan bir mütalaa yoluna gitmektir.
    Elinizdeki eser bu derya insanın şaşırtıcı hayat sürecine özlü ve geçici bir bakıştır sadece.


    Bu eseri hazırlarken olayları, olaylardaki kişi ve şahısların çizgi ve tavırlarını, siyasi ve fikri akımların gerçek mahiyet ve özelliklerini aktarmada rahmetli İmam'ın -ks- bakış açısı ve değerlendirmelerinden faydalanmaya ve mümkün mertebe her şeye onun ölçek ve penceresinden yaklaşmaya çalıştık. Yine de bu eserin yanlış ve eksiklikten kesinlikle arınmış olduğunu iddia etmiyor ve o büyük insanın kendisine, davasına ve fikirlerine yakından aşina olan dindar araştırmacı ve tarihçilerin herhangi bir kusur ve hatayı müşahede halinde gerekli uyarıda bulunarak yardımlarını esirgemeyeceklerini umuyoruz.
    Çaba bizden, tevfik Allah'tandır.


    Hamid Ensâri

    H.Ş. 1373- Âzer



    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    #2
    Ynt: Uyanış Destanı...


    Kevser Günü’ydü.

    Hicri kameri 1320'nin yarıları geride bırakılırken İran'da bir bebek geliyordu dünyaya.

    Başlatacağı ilâhî kıyamla sadece İran'ın değil, bütün İslam dünyasının alınyazısını değiştirecek ve milletlerin hürriyet ve bağımsızlığına düşman olan tüm güçlerle dünyaya egemen tüm kudretlerin daha ilk adımda karşısına dikilip ortadan kaldırabilmek için var güçlerini harcadıkları halde baş edemeyecekleri bir inkılâba imzasını atacak olan bebek...

    Evet... Bugün aradan geçen bunca zamana rağmen onun karşısına dikilen güçlerin tüm uğraşları boşa çıkmış; onun becerdiği bu büyük iş karşısında, onun fikir, dava, inanç ve çizgisi karşısında hepsi çaresiz kalakalmıştır.

    Henüz dünyaya gelen bu bebeğin daha sonraları tüm dünya tarafından "İmam Humeyni" olarak adlandırılacağını kimse bilmiyordu o gün. Onun, başlatacağı kıyamla dünyanın tüm süper güçlerinin karşısına dikileceğini, sadece kendi ülkesinin değil, tüm Müslümanların bağımsızlık, izzet ve onuru için muazzam bir mücadele verip, insanî değerlerin topyekûn yozlaştırıldığı bir çağda Allah'ın dinini yeniden diriltip ihya edeceğini kimse bilemezdi o gün...



    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #3
      Ynt: Uyanış Destanı...


      Tarihî Özgeçmiş

      Cemadiussani'nin 20. günü "Kevser Günü"dür...

      Allah Teâlâ’nın en sevgili kulu olan biricik peygamberinin -sav- çocukları öldüğünde Kureyşli müşrikler "Muhammed’in soyu kurudu!" diyerek sevinip arsızca şenlikler düzenlediler. Ne var ki bu sırada Yüceler Yücesi sevgili Rahman'dan şu haber geldi: "Bismillahirrahmanirrahim. Şüphesiz, biz sana Kevser'i verdik. Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu, asıl ebter (soyu kurumuş) olan, sana kin duyandır"(1) İşte o gün pek büyük bir gündü; çünkü velayet ve imamet kevseri o gün yeryüzüne akmış; iffet ve iman timsali Sıddıka-i Tahire Hz. Fâtımâ-ı Zehra selamullah aleyhâ; adalet ve insanlığın daimi imamının eşi ve hem demi olmak ve kıyamete dek insanoğluna yürümesi gereken yolu gösterecek olan bereketli nesli, 11 imamet yıldızını insanlığa hediye etmek üzere dünyaya gelmişti. Savaşı ve barışı, münacatı ve sükûtu, hilmi ve ilmi, baştanbaşa direnç ve çile dolu hayatı ve şehadeti ve nihayet vaadolunan günde zuhuru gerçekleşecek olan gaybetiyle hep ilahî hikmetler ve Rahmani sırlar deryası olan nurlu ve bereketli nesil...

      Düşüş ve alçalış çağında zaman ve tabiat duvarlarıyla çepeçevre kuşatılan insanoğlunun kendi başına bırakılmadığını, hakkı ve hakikati arayan âşıklara hidayet yolunu gösterecek birilerinin mutlaka bulunduğunu ve yeryüzünün bir lâhza olsun Hakk'ın hücceti ve kesin delilinden mahrum edilmediğini ispatlayan nur nesli...

      Gaybet devri başlarken iyiyle kötü arasında hiç bitmeyen mücadele ve çekişme olduğu gibi devam ediyordu.

      Rabbine isyan eden tuğyankar zorbalarla fesat ashabı zulmet ve zulüm cephesinde; müminler ve salihlerle tıyneti ve özü doğru olan "mert insanlar"da nur cephesinde bir araya gelip karşı karşıya saflaştılar.


      Vahyin nurları yeryüzüne vurmuştu, artık. Allah'ın iyi kullarının gönlünü fetheden İslam günden güne yayılarak Doğu'dan Batı'nın en uzak köşelerine kadar hayat bahşeden ilerlemesini sürdürmedeydi. Büyük ve emsalsiz bir medeniyet oluşuyordu yeryüzünde şimdi. İnsanoğlu ilim, edebiyat, teknik, kültür, sanat ve medeniyetin tüm dallarında iman ve ahlaka dayalı görülmemiş bir eserin yaratılışını izlemedeydi hayranlıkla.

      "Emin" peygamberin getirdiği ilâhi kurtuluş mesajına koşan uyanmış gönüllerin coşkusu öylesine derin ve fazlaydı ki, liyakatsiz ve kifayetsiz yöneticilerin zaaf ve zulümleri de Allah'ın dininin ilerlemesini durduramıyordu. Avrupa Ortaçağ barbarlığının pençesi altında inlemekte, o beldelerde Allah'ın mazlum kullarına musallat olan maddeperestler zuhur ve geleceğini bizzat Hz. İsa'nın -as- müjdelemiş olduğu o büyük insanın zuhur edip onların karanlık dünyasını aydınlatarak bugün bile Avrupa'nın yüzkarası olan engizisyon mahkemelerinin kendilerine sağladığı çıkarları kaybetmemek için mukaddes görünümlerle "haç"ın ardına gizlenmekte ve Hz. İsa'yla -as- asla bağdaşmayan iğrenç emellerini İseviliğin kılıfında meşrulaştırmaktaydılar. İşte işin en üzücü tarafı zamanın bu diliminde vuku buluyor ve engizisyoncu Avrupa, Muhammedî dinin kökünü kazımaya azmettiği sırada İslam ülkelerinde, her şeyi yok edebilecek büyüklükte bir tehlike baş göstererek nifak, bozgunculuk ve iktidar hırsı hızla gözleri bürümeye başlıyordu.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #4
        Ynt: Uyanış Destanı...


        Yine bu dönemlerdeydi ki el ele veren birçok faktör, o günün tamamen gerici ve tutucu Avrupa'sında bir dizi ilmî ve teknik gelişmelere ortam hazırlayarak makine ve teknolojinin düşman devletlerin eline geçmesini sağlamış oldu. Oluşumunda İslam medeniyetinin çok büyük tesiri bulunan bilim ve teknoloji dallarındaki bu hızlı ilerlemeler, ilkel, tutucu ve donuklaşmış Avrupa toplumuna yepyeni bir canlılık getirdi.

        İslam ülkelerinin başında bulunanlar bu yeni ve ibret verici gelişme üzerine ciddi bir çözüm yolu arayacakları yerde; gaflet, gericilik ve taklitçiliği gayret, çaba ve cihada tercih ederek Müslüman yakışmayan tavırlar sergilediler ki onların bu gaflet ve ihanetleri neticesinde düşman, günden güne hızla ve hiç rahatsız edilmeden ilerleyip kalkınmasını sürdürdü, iktidarını ve iktidar sahasını da aynı hızla genişletmeye ve toprak sınırlarını yaymaya başladı ve bu üzücü gelişmelerin seyrinde İslam dünyasının önemli bir kısmı bilfiil sömürü devletlerinin birer sömürgesi haline geliverdi. İşte o gün bugündür kimi zaman açıkça, kimi zaman gizlice sömürü devletleri İslam milletinin kaderine müdahale eder oldu ve para, güç, şiddet ve ateizmin asırlarca sürecek acı egemenliği başlamış oldu.

        İran'da artık padişahlar silsilesi hükmediyor, bir hanedan yıkılınca yerine bir başka hanedan taht kuruyordu. İslam peygamberinin ilahi çağrısına daha ilk baştan canla başla "lebbeyk" diyerek İslam ve tevhit davetine teslim olan İran milleti, bu şahlar ve sultanlardan gördüğü türlü baskı ve zulümlere rağmen nice yıllar boyu İslam kültür ve medeniyetinin sancaktarlığını yaptı. Ne var ki şahların zulmü ve çağdaş sömürücülerin nifak ve bölücülükleri giderek artmadaydı, çünkü bu kez düşman "bayındırlık, imar, kalkınma ve gelişme" gibi sloganlar altında Müslüman ülkelere sızmış, bu cafcaflı kelimelerin ardına gizlenmişti. Bu dönemde İran'da Kâcâr sultanlarının(*) başlattığı inanılmaz ihanet, ecnebi uşaklığı ve zulümler; İngilizlerle çarlık Rusçasının İran'a açıkça ve resmen müdahalede bulunmasını da beraberinde getirmiş ve bölgedeki birçok İslam ülkesi gibi İran da, kendi tarihinin en acı kesitlerinden birini yaşamaya başlamıştı. Korkunç bir batı hayranlığının aşılanmaya başladığı bu acı günlerde sömürü devletlerinin büyükelçilikleri, memleketin bütün işlerine açıkça müdahale etmekte, hatta saray ve ordu erkânıyla meclis üyeleri ve bakanların atama ve azilleri bile bu sözde "diplomat"ların küstah emirleriyle yapılmaktaydı! Bu acı olaylar sürerken felaketin daha büyüğü yaşandı ve bu İslami beldeye ait toprakların önemli bir bölümü, ihanet antlaşmaları neticesinde İslam düşmanı ecnebi ülkelere bırakıldı;

        bütün bunlar olup biterken ülke tam bir kaos yaşıyor, adaletsizlik, zulüm ve istikrarsızlık içinde kıvranıyordu. Büyük İslam âlimi ve eşsiz mücahit Ayetullah'il uzmâ Şîrazi'nin -ra- başlattığı tömbeki -tütün- kıyamı, Seyyid Cemaleddin Esedâbâdi'nin ıslahatçı feryat ve çağrıları, İngiliz sömürüsüne karşı İran ve Necef'teki İslam âlimlerinin muazzam kıyamları Müslüman halkın İslam ulemasının rehberliğinde hareket ettiğini göstermekte ve dört bir taraftan ihanete uğrayan İslam ümmetinin yegâne ümidinin, candan bağlanmış bulunduğu İslam uleması ve din adamları olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı. İslam âlimlerinin yiğit ve tavizsiz direnişi düşmanı şaşkına çevirmiş, İngiltere krallığı başta gelmek üzere, İslam düşmanı güçlerle sömürü odakları, kendilerini tehdit eden ve çıkarlarını tehlikeye düşüren asıl tehlikenin farkına varmışlardı. Nitekim bir merkezden yürütüldüğü apaçık belli olan geniş çaplı bir "din adamlarını alaya alma", "ulemayı küçük düşürüp karalama" ve "dinin siyasete karışmaması gerektiği", hele İslam’ın siyasete hiç karışmayacak kadar cici(!) bir din olduğu" propagandaları dört bir koldan ve türlü ağızlar, çeşitli yöntemlerle bütün İslam ülkelerinde yaygın hale getirilmeye başlandı.

        Bu tür lâik ve "ulema karşıtı" propagandaların birçok İslam ülkesinde aynı tarihlerde ve benzeri yöntemlerle yapılmış olması bir hayli düşündürücüdür.
        Bu ihanet odaklarının başında masonlarla, sözde "aydın ve entelektüel" geçinen kör taklitçi yerli batı hayranı "garbzedeler" gelmedeydi.
        Aynı yıllarda İran'da halkın kendisini zerrece desteklemediğini bilen batı hayranı Kacar şahı Muzaffereddin bütün umudunu İngiltere krallığıyla Rus imparatorluğuna başlamış ve tahtını koruyabilmek için her ihanete boyun eğer hale gelmişti.


        Bölgedeki diğer Müslüman ülkelerde de aynı acı ve elim vaziyet yaşanmaktaydı.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #5
          Ynt: Uyanış Destanı...


          Doğumundan Kum'a Hicretine Kadar İmam Humeyni -ks-

          İşte bu şartlar altında İran'ın merkez eyaletine bağlı Humeyn kasabasında hicri kameri 1320 Cemadiussani'sinin 20'sine rastlayan H.Ş. 30 Şehriver 1281'e mutabık 24 Eylül 1902'de; Hz. Resulullah'ın -sav- mutahhar soyu Hz. Fâtımâ-ı Zehra'nın -sa- pak zürriyetinden gelen dindar, takvalı, mücahit, ilim ve hicret ehli bir ailede nurlu bir bebek geldi dünyaya.

          Adını Ruhullah koydular.

          Yarınların "Ruhullah'il Museviyy'il Humeyni"sinden başkası değildi bu...

          Nesilden nesile, insanların hidayeti ve İslami maarifle uğraşan bir ailenin yolunu sürdüren vâristi o. İmam Humeyni'nin -ks- değerli babası merhum Ayetullah Seyyid Mustafa Musevî, tanınmış İslam âlimi merhum Ayetullah'il uzmâ Mirza Şirâzî'yle aynı dönemde yaşayan seçkin âlimlerdendi; Necef-i Eşref'te uzun yıllar İslami bilimler dalında tahsil ettikten sonra içtihat payesine ermiş ve müçtehit olarak İran'a dönünce kendi kasabası olan Humeyn'de Müslüman halkın dini ve siyasi konulardan pek güvenip sevdiği bir din adamı olarak hizmete başlamıştı. Ne var ki Ruhullah'ın dünyaya gelişinden henüz 5 ay bile geçmemişken, dönemin hükümetine uşaklık eden hanlarla tağutlara baş eğmeyen ve onların zorbalıkları karşısında pervasızca yiğitçe direnen Ayetullah Seyyid Mustafa Musevî, Humeyn-Erak yolunda kalleşçe pusuya düşürülecek ve sırtından kurşunlanarak şehadet şerbetini içecekti.

          Şehidin ailesi, kısas için dönemin başkenti olan Tahran'a gidip şikâyette bulunacak ve bütün yıldırımlara rağmen, katil idam edilip kısas uygulanmadıkça Humeyn'e dönmeyecekti.

          Böylece İmam Humeyni henüz küçük yaşta yetimliğin acısını tadıyor ve "şehadet" teriminin mefhumuyla çok yakından tanışmış oluyordu.


          Babasının şehit edilmesi üzerine o yılların tanınmış âlimlerinden merhum Ayetullah Hânsarî (Zubde't Tesânif'in yazarı)’nın torunlarından olup dindar bir ailede ve yine âlim olan babasından İslami bilimleri öğrenerek yetişen âlime annesi rahmetli Hacer Hatun'la, yine bir âlime olup bilgi, cesaret ve haktan yana oluşuyla tanınan değerli halası merhume Sahibe Hatun tarafından yetiştirilen Seyyid Ruhullah, çocukluk yıllarıyla gençlik döneminin ilk yıllarını bu iki âlimle ve yiğit kadının eğitim ve desteğiyle geride bıraktıysa da henüz 15 yaşındayken bu iki azizini de kaybetti.

          Henüz çocukluk ve gençlik yıllarında fevkalâde bir zekâ ve çalışkanlık örneği sergileyen İmam -ks- dönemin dini ve pozitif bilim dallında kısa zamanda önemli bir mesafe kaydetti ve Arap dili edebiyatı, mantık, fıkıh ve usul branşlarında dönemin bölgedeki seçkin âlimlerinden olan Ağa Mirza Mahmut İftihâr'ul Ulema, Mirza Rıza Necefi Humeyni, Ağa Şeyh Ali Mahmut Brucerdî, Ağa Şeyh Muhammed Gülpaygâni, Ağa Abbas Erâkî'yle, değerli ağabeyi Ayetullah seyyid Murteza Pesendide'den -Allah cümlesine rahmet etsin- ders aldı ki, bu âlimler arasında rahmetli ağabeyi Ayetullah Seyyid Pesendide'nin apayrı bir yeri vardı.
          İmam -ks- medrese tahsilinin ilk kısmını tamamladıktan sonra yüksek medrese tahsiline başlamak üzere H.Ş. 1298'de Erak'taki Yüksek İslâmi Bilimler Medresesi'ne girdi.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #6
            Ynt: Uyanış Destanı...


            Kum'a Hicret, Yüksek Medrese Tahsili Ve İslâmî Bilimler Hocalığı

            Ayetullah'il Uzmâ Hacı Şeyh Abdülkerim Hayri Yezdî hazretlerinin -ra- H.Ş. 1300'e müsadif H.K. 1340'ının Recebi’nde Kum'a hicretinden kısa bir süre sonra İmam Humeyni de -s- Kum'a hicret ederek Yüksek Dini İlmiye Medresesi'ne girdi ve burada dönemin en tanınmış üstatlarından ders alarak herkesi şaşırtan bir azim ve yetenekle, kısa sürede yüksek İslami bilimlerle ilgili tahsilini tamamladı. Anlamlar ve beyan bilimleri dalındaki Mütevvel kitabın tekmil mübahase tahsilini merhum Ağa Mirza Muhammed Ali Edip Tahrânî'nin; satıh dersleri tekmil tahsilini merhum Ayetullah Seyyid Muhammed Taki Hansârî'yle bilhassa merhum Ayetullah Seyyid Ali Yesribî Kâşânî'nin, yüksek fıkıh ve usul tekmili derslerini de Kum Yüksek Medresesi'nin dönem başkanı olan Ayetullah'ul Uzmâ Hacı Şeyh Abdülkerim Hayri Yezdî -rızvanullah aleyhim-nin yanında tamamladı.

            Fevkalâde araştırmacı ve ince bir ruha sahip olan İmam, Arap edebiyatıyla fıkıh ve usul dallarında kaydettiği şaşırtıcı ilerlemeyle yetinmeyecek ve dönemin diğer önemli bilim dallarına da yönelmeyi ihmal etmeyecekti. Nitekim bir yandan devrin tanınmış müçtehit âlim ve üstatlarının nezdinde özel yüksek fıkıh ve usul dersleri alırken, bir yandan da merhum Hacı seyyid Ebu'l Hasan Refii Kazvînî'den yüksek matematik, geometri, astronomi ve felsefe dersleri aldı ve merhum Ağa Mirza Ali Ekber Hekemî Yezdî'den bu branşlarla ilgili yüksek tahsil derslerinin yanı sıra manevî ve irfânî bilimlerle ilgili dersler almaya başladı; bu sırada aruz, kafiye ve İslam felsefesiyle batı felsefesini merhum Ağa Şeyh Muhammed Rıza Mescidşâhî İsfahânî'den; ahlak ve irfan yüksek bilimlerini merhum Ayetullah Hacı Mirza Cevat Melekî Tebrizî'den ve yüksek pratik irfanla teorik irfanın en ileri eğitim derslerini de 6 yıl boyunca merhum Ayetullah Ağa Mirza Muhammed Ali Şahabâdî -ra-'den aldı.

            Ayetullah'il uzmâ Hayri Yezdî hazretlerinin vefatından sonra başta İmam Humeyni -ks- gelmek üzere Kum Yüksek İlmiye Medresesi'nin diğer müçtehit ve âlimlerinin yoğun çabasıyla Ayetullah'il uzmâ Burucerdî hazretleri -ra- Kum Medresesi'nin başkan ve sorumlusu olarak Kum'a yerleşti. Bu sırada İmam Humeyni -ks-, usul, felsefe, irfan ve ahlak dallarında Kum'un en ileri üstat ve müçtehitlerinden biri olarak tanınmada; zühdü, takvası, doğru sözlülüğü ve ibadete düşkünlüğü tüm medrese çevrelerinde dilden dile dolaşmadaydı. Bu yüce hasletler uzun yıllar süren nefis mücadelesi, şer'i kalıplar çerçevesinde çile çekmeler, irfan metin ve mefhumlarını bilfiil yaşayıp tecrübe edinmeler vb. gibi köklü sosyal ve ferdî zahmet ve emeklerin ürünüydü. Aynı şekilde; dini ilmiye medreselerinin mutlaka korunması, fonksiyonunu ve varlığını sürdürmesi, ulemanın yegâne güvenilir sığınak ve üs olarak mesuliyetini ifaya devam etmesi gibi vazgeçilmez prensipleri onun samimi ulema çevresinde en sevilen ve sayılan âlimlerden biri olmasını sağlamış, o tehlikeli, çetin ve karabasanlı günlerde hürriyet aşığı müminlerin bu ışıl ışıl parlayan hidayet meşalesinin etrafında toplanmasına neden olmuştu.

            Mevcut bütün buhranlar, muhalefetler ve zorluklara rağmen onu Ayetullah'il uzma Hayri'yle -ra- Brucerdi -ra- hazretlerinden ayrılmamaya ve bütün ilim, bilim, fazilet ve gayretini, henüz kurulmuş olan Kum Dini İlmiye Yüksek Medresesi'nin muhafaza ve bekasına adamaya iten sebep bu yüksek kişilik ve karakteristik özelliklerinden başka bir şey değildi. Hatta Ayetullah Brucerdi'nin -ra- vefatından sonra İslam dünyasından birçok âlim ve din adamının bir taklit mercii olarak kendisine yönelip onu medreselerin başkan ve sorumlusu olarak kabul etmelerine rağmen İmam -ks- fevkalâde bir alçakgönüllülükle bunu reddedecek ve mevki, makam ve şöhret gibi şeylerden hiç hoşlanmadığını bilfiil ispatlayan bu davranışlarıyla gönüllere daha bir taht kuracaktı.


            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #7
              Ynt: Uyanış Destanı...


              O, yakın dostlarına bu tür dünyevî şeylere asla itina göstermemelerini ve bu tür şeylerden daima uzak durmalarını nasihat ve tavsiye etmiş, hayatının sonuna kadar da bu tavrını zerrece değiştirmemiştir. Nitekim bilinçli Müslümanlar gerçek ve samimi bir İslam münadisi olarak onu görüp bütün arzu ve emellerini onun samimi takva, derin bilgi, siyasi idrak ve korkusuz kişiliğinde bularak ışığa vurgun pervaneler misali onun etrafında kümelendiğinde bu emsalsiz teveccüh ve takdirlerden zerrece etkilenmemiş; inanç, prensip ve davranışlarında hiçbir değişiklik olmamıştır.


              Onun hiçbir zaman dilinden düşürmediği bir sözü vardı, kalbinin ta derinliklerinden yükselen bir samimiyetle "Ben İslam ve milletin hizmetçi bir neferi ve askeri olarak görmekteyim kendimi" derdi her zaman (2)... H.ş. 1357-1979- kışının 12 Behmen'inde (22 Şubat) onu karşılamak ve yıllardır hasretle beklediği rehberini görülmedik bir heyecanla karşılayabilmek için Tahran caddelerini dolduran milyonlarca Müslüman, uğrunda can vermeye hazır halde kendisini beklerken, yabancı bir muhabirin "Onbeş yıl aradan sonra ülkenize böylesine görkemle döndüğünüz şu sırada neler hissediyorsunuz?" şeklindeki tepeden inme sorusuna verdiği tek kelimelik cevap, onun bu muazzam ve güçlü kişiliğinin bariz bir göstergesiydi:

              "Hiç!"

              Güç ve iktidar düşkünü politikacıların böylesine anlarda gurur ve sevincinden kabına sığamayıp neler hissettiğini bilen ve bunlara defalarca yakından şahit olan muhabir, duyduğu cevap karşısında şaşkına uğramış ve daha sonraları bunu defalarca anlatmaktan kendimi alamamıştı.

              Bu kısa cevap bile, İmam Humeyni'yi -ks- tanıtmaya ve onun diğerlerinden çok farklı olduğunu anlatmaya yetiyordu.

              Evet, defalarca ameliyle de vurgulamış olduğu üzere, onun nazarında önemli olan tek şey Allah'ın rızası ve bu rızaya uygun davranabilmekti; bu "Humeyni görüşü"nde gaye Allah'ın rızası olduktan sonra hapiste olmakla iktidarın zirvesinde bulunmak aynı şeylerdi. Esasen o, bu hakikate yıllar önce iman etmiş ve henüz gençlik yıllarında bulunmasına rağmen başarıyla kat ettiği "amelî ve pratik irfan" merhalesinde dünya ve dünyalığı tamamen mağlup etmeyi başararak "Allah'tan gayrisinden kopup sırf O'na doğru sonsuz yürüyüş"ünü azimle başlatmıştı. Nitekim İmam, kendi beyitlerinden birinde bu ipucunu şu mükemmel beyan tarzıyla dile getirir:


              "Yaradan'dan gayrisini bıraktım, sildim
              Takdir-i ilahiden başka her şeyi hiç bilirim!"(3)


              İmam Humeyni -ks- Kum dinî ilmiye medresesinde din öğrencilerine yıllarca yüksek İslami bilimler dersleri verdi; Feyziye Medresesi, Mescid-i Azam, Muhammediye Mescidi, Hacı Molla Sadık Medresesi, Selmasî Hacı Molla Sadık Medresesi, Selmasî Camii... Gibi birçok medrese ve camide fıkıh, usul, felsefe, İslami ahlak ve İslami irfan dersleri vererek binlerce öğrenci yetiştirdi. Aynı şekilde Necef-i Eşref Medresesinde de 14 yıl boyunca üstatlık yaptı ve Şeyh Azam-i Ensari -ra- Camii'nde Ehl-i Beyt Bilimleri ve fıkıh dallarında en yüksek seviyede dersler verdi. Yine ilk kez Necef'te "Velayet-i Fakih" başlığı altında verdiği dizi derslerde ilk kez "İslam devletinin temel prensipleri" konusunu işledi. O dönemde kendisinden ders alan âlimler İmam'ın -ks- derslerinin bütün medreselerin en muteber ve en çok tutulan dersler olduğunu, hatta bazı dönemlerde (ör: Kum Medresesi'nde üstatlık yaptığı yıllarda) İmam'ın derslerine katılan din öğrencileriyle ulemanın sayısının 1200 kişiye ulaştığını belirtmişlerdir ki bu derslere katılanlar arasında onlarca müçtehit ve dönemin en tanınmış yüksek seviyeli âlimlerinin de bulunduğu, rahmetli İmam'ın -ks- fıkıh ve usul derslerine çoğu müçtehidin de katıldığı bilinmektedir. İmam'ın -ks- uzun yıllar boyunca verdiği bu derslerde binlerce İslam âlimi yetişti; İmam'ın -ks- yetiştirdiği bu öğrenciler bugün başta Kum gelmek üzere çeşitli belde ve mekânlardaki ilmiye medreselerinin en tanınmış müçtehit, fakih ve arifleridirler. Bu cümleden olmak üzere bugün hakkıyla, İslam dünyasının en seçkin düşünürlerinden biri olarak tanınan Allame şehit üstat Mutahhari'yle mazlum şehit Dr. Beheşti'nin en büyük iftiharı İmam'ın -ks- öğrencisi olup o büyük arif, mükemmel mümin değerli insandan ders almış bulunmalarıydı. Yine bugün İslam inkılâbının başında bulunan ve İslam Cumhuriyeti nizamını idare etmekte olan tanınmış ulema ve din adamları da hep rahmetli İmam'ın -ks- fıkhî ve siyasî okulunda yetişen öğrencilerdir.

              İmam'ın -ks- çeşitli bilim dallarındaki eğitim ve öğretim üslubunun özelliklerine yine bu bahsimizde kısaca değinecek ve bahsimizin sonunda onun telif etmiş olduğu eser ve kitaplardan da özetle söz etmeye çalışacağız inşaallah.



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #8
                Ynt: Uyanış Destanı...


                Mücadele ve Kıyam Siperinde İmam Humeyni -ks-

                Allah yolunda mücadele ve cihat ruhu; İmam Humeyni'nin -ks- yetişme tarzında, yetiştiği muhit ve aile ortamında ve esasen o büyük insanın sosyal ve siyasi hayatının bütün safhalarında kök salmış bir hakikatti. Onun mücadele hayatı, gençlik döneminin ilk yıllarından itibaren başlar ve kendisinin ruhî ve ilmî tekâmül ve yetişmesine paralel olarak sürer ki İran'la diğer İslam ülkelerindeki sosyal ve siyasi gelişmeler de bu mücadelenin akışına etkide bulunmuştur. Hicri şemsi 1340-1341'li yıllardan (miladi tarihle 1960-1962'li yıllar) İran'da baş gösteren Vilayet ve Eyalet Encümenleri hadisesi onun, ulemanın kıyamında rehber ve lider olarak bilfiil sahnede görünmesine neden oldu. Bunu izleyen yılda, yani 15 Hordad 1342'de baştanbaşa bütün İran'da ulemanın öncülüğü ve liderliğinde müstebit rejime karşı muazzam bir başkaldırı ve kıyam yaşandı ki bu kıyamın en belirgin iki özelliği, İmam Humeyni'nin rehberlik ve liderliğini vurgulaması ve kıyamın sebep, saik, slogan ve hedeflerinin tamamen İslami olmasıydı. Daha sonra bütün dünyada "İslam inkılâbı" adıyla tanınacak olan çağın emsalsiz inkılâbının başlangıcı işte bu 15 Hordad kıyamıdır.


                İmam Humeyni -ks- İran'ın, en zorlu ve çetin dönemlerinden birini yaşamakta olduğu yıllarda dünyaya gelmişti.

                Meşrutiyet hareketi, İngilizlerin yerli uşakları aracılığıyla Kacar hanedanının sarayında oynadığı oyun ve entrikalar ve ülke içinde yaşanan dâhili çekişmelerle bir grup batı hayranı kör taklitçinin "aydınlar" adı altında işlediği ihanetler neticesinde amacından saptırılmış ve hareketin yönü ve hedefi ustaca başka bir yatağa kaydırılmıştı. Ulema ve din adamları bu hareketin bizzat öncüsü ve lideri olmasına rağmen türlü oyun ve entrikalarla devre dışı bırakılmış ve inisiyatif laiklerin eline geçmiş ve yönetim tekrar müstebit bir krallığa dönüşüvermişti. Kacar padişahlarının kabilece mahiyeti ve yönetimdeki liyakatsizlik ve zaafları, İran'da ciddi sosyal ve ekonomik bozulmalar neticesinde hanlar, derebeyleri ve eşkıyalar millete musallat olmuş, memlekette huzur ve güvenlik kalmamıştı. İşte bu şartlar altında Müslüman İran milletinin yegâne sığınağı ve sadık dostu yine İslam ulemasıydı. Nitekim bahsimizin başında da belirttiğimiz üzere İmam'ın -ks- babası da Müslüman halkın hakkını savunma ve zorba hanların karşısına dikilme neticesinde şehit düşmüş ve bu ailenin Allah yolunda mücadele, hicret ve şehadet örfüne bilfiil imza atmıştı.

                İmam Humeyni -ks- birinci dünya harbinde 12 yaşında olduğunu söyleyerek o dönemle ilgili hatıralarını şöyle anlatır: "... Ben dünya savaşlarının 2'sini de hatırlıyorum. Küçüktüm, okula gidiyordum. Humeyn'deki kasaba merkezinde Rus askerleri vardı; birinci dünya savaşında biz türlü saldırılara maruz kalıyorduk"(4).

                Rahmetli İmam -ks- bir başka hatırasında da o günlerde merkezi yönetimin destek ve himayesiyle birçok han, eşkıya ve zorbanın her tarafa musallat olduğunu ve halkın malını yağmalayıp namusuna ve canına kastettiklerini anlatırken bazı isimler de verir:"... Çocukluğumdan beri savaşı yaşamışımdır ben. Zulgiler saldırırdı bize, Recebalilerin saldırısına sık sık uğrardım. Bizim de silahımız, tüfeğimiz vardı, ben o yıllarda çocuktum, buluğ çağlarında bir çocuk olmama rağmen; eşkıyaların saldırılarını püskürtmek için -Humeyn'deki- yapılmış olan siperlere başvururduk"(5).

                İmam -ks- bir diğer hatırasında da şöyle anlatır: "... Humeyn'de bulunduğumuz mahalde siper kazardık; benim de tüfeğim vardı. Ama ben çocuktum henüz tabi; 16-17 yaşlarındaydım o sıralarda. Silah kullanmasını öğretirlerdi bize, eğitim alırdık... Siperlere giderdik; halkın malını ve ırzını yağmalamak için saldırıya geçen eşkıyalara karşı savaşırdık o siperlerde. Ortalık karışmıştı, memleket kargaşa içindeydi, hükümet iktidarını yitirmişti. Hatta bir defasında Humeyn'in bir mahallesini eşkıyalar ele geçirdiler, halk onlarla savaştı, herkes silahını alıp onlara karşı koydu, biz de silahımızı alıp onlara karşı koyduk"(6).


                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #9
                  Ynt: Uyanış Destanı...


                  Mevcut tarihi belgelerin de açıkça ortaya koyduğu üzere H.Ş. 3. İsfend 1299'da İngilizlerin destek ve planıyla gerçekleşen diktatör Rıza Han İhtilalı, Kacar saltanatını devirip hanlık ve derebeylik sistemine son vererek en ücra köylerden şehirlere kadar her yeri sarmış olan eşkıya belasının önemli ölçüde kökünü kuruttuysa da, yağmurdan kaçan millet doluya tutulmuş oldu; zira bu kez bizzat devletin kendisi eşkıya alacak ve Rıza Han'ın binlerce akrabası hükümetin çeşitli noktalarına yerleşerek mazlum İran milletinin kanını emecekti. Böylece kırsal bölge eşkıyalığı devri kapanmış, onun yerine sistemli ve kanunlu bir "Pehlevi devlet eşkıyalığı" dönemi başlamıştı.

                  Rıza Han 20 yıllık istibdat ve padişahlığı sürecinde İran'ın verimli topraklarının yarısına yakın bir kısmını gasbederek bütün arazi tapularını resmen kendi adına geçirdi. Bu kabarık iştiha neticesinde, sarayın özel mülkiyet işlerinin takibi için kurulan teşkilat ve kuruluşlar, en büyük bakanlıklardan bile daha geniş ve daha kalabalık kadroluydu. Rıza Han diktatörlüğü işi öyle bir noktaya vardırdı ki bir arsa veya arazinin, hatta vakıf olarak resmen devri için bile göstermelik kukla meclisten onlarca kanun, tüzük ve madde onayı alındı. Nitekim Rıza Han'ın kendi adına geçirdiği tapular, edindiği menkul ve gayrimenkuller, mücevherler, şirketler, ticari merkezler, sanayi birimleri, fabrikalar; onun hayatını kaleme alan dost-düşman herkesin mezbur hatıratındaki en kalabalık bölümleri işgal eder.

                  Rıza Han'ın ülke içi siyaseti üç temel prensip üzerine kuruluydu: Askeri-polisiye kökenli sert hükümetçilik, din ve din adamlarına karşı tam bir düşmanlık, tam bir batı taraftarlığı!

                  Bu üç temel prensip, Rıza Han'ın saltanatı boyunca varlığını devam ettirmiştir.


                  Meşrutiyet olaylarından sonra bir taraftan İngiliz güdümlü hükümetlerin baskısı, bir taraftan da Batı çarpılmışı sözde aydınların olmadık ihanet, iftira ve karalamalarıyla karşı karşıya kalan İran uleması, bu zor şartlar altında yüce İslam dini ve ulemanın izzet ve varlığını koruyabilmek için amansız bir mücadele vermekteydi. Bu gaye doğrultusunda Ayetullah'il uzma Hacı Şeyh Abdülkerim Hayri hazretleri, Kum ulemasının daveti üzerine Erak'tan Kum kentine hicret etti, ardından, fevkalâde bir çalışkanlık ve zekâ örneği sergileyerek Humeyn ve Erak'ta medrese yüksek bilimleriyle ilgili mukaddemat ve sutuh derslerini bitiren İmam Humeyni de -ks- Kum'a hicret ederek henüz kurulmakta olan Kum yüksek medresesinin konumunu güçlendirmede fiilen katkıda bulundu. Çok geçmeden İmam -ks- Kum'un en seçkin uleması ve tanınmış müçtehitler arasında yer alan isimlerden biri olacaktı.


                  Daha önce de belirttiğimiz üzere bu dönemde, Rıza Han'ın dini politika ve neticede hayattan dışlayan laik siyasetini akamete uğratabilmenin tek yolu; din, medrese ve ulemanın güçlü ve kararlı bir şekilde müdafaa edilmesiydi. Bu nedenledir ki İmam Humeyni -ks- sözkünusu şartlar ve olumsuz ortamda ulema, medrese ve taklit merciilerinin takınması gereken tavır ve izlenmesi gereken yöntemin niceliği ve niteliği konusunda bazı noktalarda Ayetullah'il uzmâ Hayri ve ondan sonraki dönemde de Ayetullah'il uzmâ Brucerdi'yle birtakım görüş ayrılıkları içinde bulunmasına rağmen her iki âlim döneminde de rejim karşısında ulemanın ve dini ilmiye medreselerinin konum ve iktidarını var gücüyle savunmaktan bir lahza olsun geri durmamıştır.

                  İmam Humeyni -ks- İslam ümmetinin sosyal ve siyasi meselelerine özel bir önemle eğilen nadir müçtehitlerdendi. Rıza Han, saltanatının temellerini sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz ilk iş olarak İran'da dinin ve ulemanın etkinliğini kırmaya çalıştı ve bu yolda gerekli gördüğü hiçbir girişimde bulunmaktan çekinmedi. İslam âlimleri onun döneminde görülmedik baskılara maruz bırakıldı; bununla da yetinmeyerek dinî ağıt, mersiye, anma merasimleri ve hutbeleri yasakladı. Din dersleri ve Kur'an dersleri okulların müfredatından çıkarıldı, Cuma namazı kılınması yasaklandı; Müslüman kadınların hicabına da el uzatmaktan çekinmeyen laik rejim, çarşaf ve örtünmeyi de yasaklayacağını duyurmaya ve kamuoyunu hazırlamaya başladı. Rıza Han bu hedef ve gayelerini bilfiil gerçekleştirmeden önce en ciddi ve önemli tepkiyi İran'ın bilinçli ve inkılâbî ulemasından aldı. İsfahan'ın bilinçli alimleri Ayetullah Hac Ağa Nurullah-i İsfahani öncülüğünde H.Ş. 1306'da rejimi protesto gayesiyle İsfahan'dan Kum'a hicret ederek bu şehirde oturma eylemi başlattılar. Çok geçmeden diğer şehirler de bu protesto eylemine katılacak ve İslam âlimlerinin Kum'daki 105 gün süren oturma eylemi (H.Ş. 21 Şehriver'den 4 Dey'e kadar) Rıza Han'ın görünüşte geri adım atmasıyla sonuçlanacaktı. Bu protesto neticesinde dönemin başbakanı Muhbirussaltanat, ulemanın öne sürdüğü şartları yerine getirmeye söz verdiyse de bu kıyamı başlatan kişinin 1306 Dey'inde Rıza Han'ın kiralık katilleri tarafından şehit edilmesi üzerine söz konusu oturma eylemi fiilen bitmiş oldu.


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: Uyanış Destanı...


                    Bu kanlı macera, o sıralarda genç bir din adamı olan İmam Humeyni gibi mücadeleci ve korkusuz bir âlimin meselelerle yakından tanışmasına ve ulemayla Rıza Han arasındaki mücadelenin nicelik ve niteliklerine iyice vakıf olmasına yardımcı olmuştu. Diğer taraftan bu hadiseden birkaç ay önce H.Ş. 1306 Nevruz'unda Kum'da Ayetullah Bafkî Rıza Han'a karşı çıkmış, olay çatışmaya kadar gitmiş ve Rıza Han tam bir vahşilikle şehri askeri kuşatmaya almış ve çıkan çatışmada bu mücahit âlim yakalanarak Rıza Han tarafından dövülmüş ve sonra da Rey şehrine sürgün edilmişti. İşte bu şartlar altında İran tam bir diktatörün pençesinde kıvranır ve meclisten İslam dışı kanunlar çıkarılmaya çalışılırken dönemin yiğit mücahit âlimi şehit Ayetullah Seyyid Hasan Müderris mecliste görülmemiş bir mücadele örneği sergileyip Rıza Han'ın laik isteklerine zerrece boyun eğmiyor ve bütün bu mücadeleler, genç İmam'ın ruhunda derin izler bırakarak onun mücadele azmini bileyip tecrübe ve tedebbürünü artırıyordu.

                    Rıza Han, Kum dinî ilmiye medresesini dağıtarak medreseleri devlet kontrolündeki okullar haline getirmek amacıyla ulemanın, devletçe düzenlenen resmi imtihanlara girmesi gerektiği yolunda emir verince İmam Humeyni -ks- bunun bir komplo olduğunu pervasızca haykırarak Rıza Han'a itiraz etti ve bu komployu gerçekten bir ıslah hareketi olarak görecek kadar safdil olan bazı âlimleri uyandırmaya çalıştı. Ne yazık ki, rejimin uyguladığı yoğun sistematik propagandayla alçakta baskı ve eziyetler ve diğer yandan meşrutiyet hareketi sonrası yaşanan tatsız olaylarla, devletçe körüklenen ihtilaf ve görüş ayrılıkları neticesinde İran uleması bu dönemde bir nevi inzivaya çekilmiş ve ülkeyi tam anlamıyla bir hafakan basmıştı. Hatta iş öyle bir noktaya vardırıldı ki; insanın iç dünyasının eğitimiyle ilgili olan ve neticede günlük meselelerin değerlendirilmesi gibi sohbetlerle noktalanan irfan ve felsefe dersleri bile, Rıza Han'dan çekinen korkak ve refahına düşkün din adamı kılıklı sözde bazı âlimler tarafından haram ve yasak ilan edildi. İmam Humeyni de bu baskıya uğrayan âlimlerden biri olduysa da, bütün baskı ve tehditlere rağmen, öğrencilerine verdiği felsefe, irfan ve ahlâk derslerini tatil etmeyerek ders mahallini değiştirip başka bir yerde gizlice aynı derslerin devamını vermeyi sürdürdü. Bu yılmaz çalışmaların ürünü, allame Şehit üstat Mutahhari gibi seçkin şahsiyetlerin yetişmesi olmuştur.

                    Ulema ve İran milletinin yılmadan direnmesi ve rejimin garazkâr emellerine asla eğilmemesi neticesinde Rıza Han'ın İslami toplumdan büsbütün silme, kadınların örtünmesine engelleme ve dini merasimleri yasaklama gibi emelleri önemli ölçüde akamete uğradı ve birçok defa laik Rıza Han rejimi İslam uleması ve Müslüman halkın sert ve yekvücut tepkileri karşısında geri adım atmak zorunda kaldı.


                    10 Behmen 1315 hş'de Ayetullah'il uzma Hayri'nin vefatı üzerine Kum dinî ilmiye yüksek medresesi yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıldı ama dinine bağlı ve inancında vefakâr olan bir avuç âlimin yiğitçe direnmesi sonucu bu tehlike atlatıldı ve 8 yıl boyunca Kum ilmiye medresesi Seyyid Muhammed Hüccet, Sey. Sadreddin Sadr, Sey. Muhammed Taki Hansâri -ra- gibi seçkin Ayetullahlar tarafından idare edildi. bu süreçte, bilhassa Rıza Han'ın devrilmesinden sonra en yüksek din merciiliğinin tahakkuku için ortam oluşmuş oldu. Ayetullah'il uzmâ Brucerdi hazretleri, Ayetullah'il uzmâ Hayri'den sonra ulemanın sancağını taşıyacak ve din medreselerinin varlığını sürdürebilmesini sağlayabilecek değerli bir âlimdi. Bu öneri, başta İmam Humeyni -ks- gelmek üzere Ayetullah Hayri'nin öğrencileri tarafından hemen ciddiyetle ele alınıp incelendi ve bizzat İmam'ın kendisi, Ayetullah Brucerdi'nin bu sorumluluğu üstlenmesi için çağrıda bulunup çaba gösterdi. Öteden beri memleketin siyasi ve sosyal meselelerini yakından izleyen ve medreselerle ulemanın vaziyetini özenle tetkik etmekte olan İmam -ks- bıkıp usanmadan mütalaada bulunuyor, günlük dergi ve gazetelerden, en karmaşık dini ve tarihi kitaplara varıncaya kadar bu hususta faydalanılabilecek bütün eser ve yayınları tanıyor, gerektiğinde sık sık Tahran'a yolculuk ediyor (7) Ayetullah Müderris gibi büyük âlimlerle görüşüp sürekli danışıyordu. Bütün bu ciddi çalışma ve tecrübeler neticesinde şu sonuca varmıştı: Meşrutiyet döneminde alınan hezimet ve bilhassa Rıza Han'dan sonra Müslüman İran milletinin yaşadığı zillet ve yenilgilere bir son verebilmenin tek yolu dini ilmiye medreselerinin korunması, bu medreselerin bilinçlendirilmesi ve halkla ulema arasındaki yakın diyalogun daha da yakın ve kesintisiz hale getirilmesiydi. Bu nedenle, kendisi Kum'un en tanınmış müçtehit ve üstatlarından olduğu halde, rahmetli İmam -ks- Ayetullah Brucerdi'nin Kum'daki konumunu güçlendirmek için elinden geleni yapacak, hatta daha sonra öğrencilerinin de açıklayacağı üzere, bir öğrenci gibi bizzat gidip onun usul ve fıkıh derslerine bile katılacaktı.


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: Uyanış Destanı...


                      İmam Humeyni -ks- yüce hedeflerini gerçekleştirebilme yolunda önemli bir adım olarak gördüğü "medreselerde köklü bir bünye ıslahatına gidilmesi gerektiği" fikrini bir proje şeklinde geliştirerek H.Ş. 1328'de Ayetullah Murtaza Hayri'yle birlikte Ayetullah Brucerdi hazretlerine -ra- sundu. İmam'ın -ks- öğrencileri başta gelmek üzere bu proje, medresedeki yiğit ve samimi öğrencilerle ulema tarafından büyük bir ilgi ve destek görmüştü.

                      Bu proje uygulanmaya konulur ve medrese, ilmî ve kültürel bir kuruluş olarak örgütlenen geniş çaplı bir faaliyet sahasına açılmaya doğru giderken, henüz ilk adımda; bu projenin günübirlik yaşamlarındaki rehavet ve refahlarını bozabileceğin endişesine kapılan din adamı kılıklı bir grup pısırık azınlığın da etekleri tutuşmuş ve bu hannas tıynetliler söz konusu projenin uygulanmaması için ellerinden gelen her hile ve desiseye başvurmuşlardı. Bu vesveseci hannasların uğursuz çalışmaları neticesinde, ilk başlarda söz konusu projeyle muvafık olan Ayetullah Brucerdî, kalben ve projeyi desteklemesine rağmen, uygulanmasına izin vermedi. Ayetullah Hayri'nin oğlu Ayetullah Murtaza Hayri Efendi bu tutumdan pek rahatsız olarak Kum'dan ayrılmayı yeğleyip bir süre Meşhed'e hicret etti. Ama İmam Humeyni -ks- zerrece yılgınlık göstermeyip bu ve benzeri can sıkıcı birçok gelişmeye rağmen dini ilmiye medresesinde uyanış hareketlerinin başlayacağı günleri sabırla bekledi.


                      Bu hadiseden 8 yıl önce, yani H.Ş. 1320 Şehriver'inde İran, 2. dünya savaşı nedeniyle müttefik güçlerin işgaline uğramıştı. Kendi halkını baskı altında tutabilmek için 20 yıl boyunca astronomik harcamalarla kalabalık ordular kurup teçhizatlandıran diktatör Rıza Han'ın kukla askerleri, işgalci müttefikler karşısında hemencecik teslim olmuş ve daha sonraları bizzat oğlu Muhammed Rıza'nın da itiraf ettiği üzere, müttefik askerlerle karşılaşma cesareti bile gösteremeyerek kurusıkı kurşunlarını ateşledikten sonra silahlarını bırakıp kaçmışlardı(8-). Rıza Han onca diktatörlük ve tekebbürüne rağmen aşağılık ve rezil bir şekilde tahttan indirilip yurtdışına sürüldü. Şahlık dönemi tarih kitaplarında ilginç bir çelişki yazılıdır bu hususta; ülkenin yabancı güçler tarafından işgali karşısında fevkalâde rahatsızlık duyan İran halkı, yine de Rıza Han gibi bir diktatörden kurtulmanın sevincini yaşamaktaydı. Halkına düşkünmüşçesine bir görüntü vermeye çalışan diktatör Rıza Han tahttan indirildiğinde, halkın yoksulluğu ve milli servetin yağmalanması pahasına biriktirdiği serveti, o günün şartlarında 680 milyon riyalı aşmadaydı (9) ki, kamuoyu önünde "millî" görünmeye çalışan benzeri diktatörlerin gerçek yüzünü göstermesi açısından bir hayli ibret vericidir.


                      İngilizler, diğer bir müttefik olan Ruslarla anlaşarak Rıza Han'ın yerine oğlu Muhammed Rıza'yı tahta geçirdiler. Böylece İran'ın mazlum halkı için uzun bir karanlık sayfa daha açılmada ve ülkenin bağımsızlığıyla halkın hak, hürriyet ve izzetinin pazara çıkarıldığı 38 yıllık yeni bir diktatörlük dönemi daha başlamadaydı şimdi. Şahın tahta geçtiği ilk iki yıl, rejim henüz pek zayıf olduğundan halkın rahat nefes alabildiği kısa bir dönem oldu, yeni politikalar neticesinde kimi insanlar fikir ve görüşlerini beyan edebilir olmuş, bazı partiler kurulmuştu. Kimi politikacılar, genç şahın da pek hoşlandığı birtakım milliyetçi ve nasyonalist ülkülü partiler kurdular, kimi de meclise girmeye ve devlet kadrosunda kendisinde bir yer edinmeye çalıştı. Bu şartlar altında Müslüman halkın emellerini gerçekleştirip İslami bir kıyama yardımcı olabilecek Ayetullah Müderris gibi yiğit ve politikacı âlimler Rıza Han tarafından çok önceden şehit edilmişti. Komunistlerle kökü dışarıda bulunan diğer parti ve kuruluşlar ise Moskova ve diğer merkezlerden gönderilen direktifleri uygulamaktaydı sadece.



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: Uyanış Destanı...


                        Dinî ilmiye medreseleriyse, daha önce de belirttiğimiz gibi, Rıza Han'ın vahşi saldırıları ve bazı korkakların suya sabuna dokunmama politikaları neticesinde tam bir inzivaya çekilmiş ve sosyal sorumlulukları üstlenemeyecek kadar tezyif edilmişti. Yine de, bu zor şartlar altında bile medreselerdeki kıpırdanma tam anlamıyla bitmemiş ve bir İslam devleti kurma ülküsü uğruna can vermeye hazır Nevvab Safevî'yle arkadaşları gibi yiğit Müslümanlar, İslam düşmanı rejimi yıkabilmek için silahlı bir mücadeleye girmenin hazırlıklarını başlatmışlardı.

                        İmam Humeyni -ks- bir şiirinde Rıza Han ve onu izleyen ilk yıllardaki korkunç baskı, şiddet ve hafakan ortamında mücadele veren Müslümanların mazlumiyetini tavsif ederken şöyle der:

                        "Rıza Şah'ın zulmünden kime şikâyet edelim?
                        Bu canavarın zulmünden kime feryat edelim?
                        Nefesimiz varken, haykırmamızı önledi
                        Şimdi haykıracak nefes de kalmadı işte."


                        Bu geçici serbesti döneminde İmam Humeyni -ks- fırsatı ganimet sayarak Keşf'ul Esrar adlı meşhur eserini kaleme aldı (H.Ş. 1322, mil: 1943) ve Pehlevi hanedanının halka reva gördüğü 20 yıllık diktatörlük ve cinayetleri açıkladı; bu arada bazı karanlık ellerin yüce İslam dini hakkında zihinleri bulandırmaya çalıştığı konulara da girerek bu garazkâr şüpheleri giderici mükemmel incelemelerini yayınladı; İslam devletinin kurulmasının zarureti ve bunu gerçekleştirebilmek için kıyam edilmesi gerektiği düşüncesini de yine bu eserinde açıkça yazacaktı. Bu olayın üzerinden henüz bir yıl geçmişti ki İmam -ks- H.Ş. 1323 Ordibeheşt'inde (1944 baharı) Müslüman halkı ve İslam âlimlerini rejime karşı ayaklanıp kıyam etmeye çağıran ilk siyasi bildirisini yayınladı.

                        Bu bildirideki beyan tarzı, muhatap ve muhtevadan da anlaşılacağı üzere İmam -ks- o günkü şartlar altında öylesine üzücü hale getirilmiş bulunan medreselerden çabucak bir kıyam ve başkaldırı gerçekleştirmelerini beklememektedir; bilakis, söz konusu bildiriyi yayınlayan İmam'ın amacı medreselerde okuyan genç din adamlarını uyandırıp bilinçlendirmek ve onlara tehlike sinyallerini vermektir. Nitekim İmam'ın da önceden tahmin etmiş olduğu üzere ulemayı kıyama davet eden bu açık bildiri bir kıyam ve olumlu bir cevapla karşılaşmadıysa da, İmam'dan -ks- ders alan ve o hafakan günlerinde onun hakkın ve hakikatin yılmaz ve korkusuz bekçisi olduğuna bizzat şahid olan öğrenciler bu yiğitçe davet ve çağrıdan fevkalade etkilenmiş ve geleceğe daha bir umutla bakmaya başlamışlardı. İmam'ın -ks- siyasi tavrı, nadide şahsiyeti ve yiğit kişiliği gittikçe daha iyi anlaşılmakta ve daha net görülebilmekteydi. Bu nedenle onun etrafında kümelenen hak ve hakikat âşıklarının sayısı da günden güne artmadaydı. Nitekim bu insanların büyük bir çoğunluğu daha sonra İmam'dan gördükleri aynı yiğitliği topluma yansıtacak ve 15 Hordad kıyamında, görülmemiş fedakârlık örnekleri sergileyecek, onu izleyen yıllardaki hafakan ortamında da yılmadan çalışmalarını sürdürecek, hapis ve işkenceli yıllardan sonra hayatta kalabilenler, İslam İnkılâbı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından, henüz kurulmuş olan İran İslam Cumhuriyeti'nde en zor şartlar altında kilit noktalarda vazifelerini ifa etmekten çekinmediler.

                        Dini ilmiye medreselerinin ıslah edilmesi gerektiği fikri de yine sadece bu kesim tarafından desteklenmedeydi, ama daha önce değinmiş olduğumuz şartlar altında bulunulduğu sürece bu fikrin tahakkuku mümkün olmamıştı. Mevcut belge ve hatıralardan da anlaşılacağı üzere İmam Humeyni -ks- Ayetullah Brucerdi'nin -ra- medrese başkanlığında bulunduğu yıllarda çeşitli dallarda ders verip inceleme ve ilmî tetkiklerde bulunmanın yanı sıra vaktinin önemli bir bölümünü dinî merceiyet ve medreselerin konumunu muhafaza ve güçlendirmeye ayırmıştı; bununla da yetinmeyerek sürekli siyasi ve sosyal etütlerde bulunuyor, günlük yayın dünyasını yakından izliyor, Pehlevi rejimin türlü siyasi ve kültürel plânları ve maksatlarını tespit edip bunlara karşı ulemayı ve halkı uyarıyor, ulema içine sızdırılmaya çalışan rahatına düşkün ve pasif unsurların önünü kesmeye çalışıyordu. Bu arada Tahran'daki olumlu siyasi çevrelerle de irtibatını korumakta, Ayetullah Kaşani gibi tanınmış âlimlerle yakın irtibatını sürdürmekte ve şah dönemi meclisinin bütün çalışma faaliyetlerini ciddiyet ve dikkatle izlemekte İran'da ve dünyada olup biten gelişmeleri yakından takip etmekteydi.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: Uyanış Destanı...


                          Anayasanın değiştirilmesi ve şahın mutlak yetkilerle donatılması amacıyla bir kurucular meclisinin oluşturulmaya başlandığı (H.Ş. 1328) günlerde Ayetullah'il uzmâ Brucerdi hazretlerinin -ra- bu gelişmelere olumlu baktığı, hatta bazı üst düzey yetkililerle bu konuda müşaverelere katıldığı yolunda bir söylentinin yayılması İmam Humeyni'yi -ks- fevkalâde üzmüş ve karşılıklı görüşmelerde gerekli uyarılarda bulunmanın yanı sıra o dönemin önde gelen bazı müçtehit ve diğer din adamlarıyla birlikte Ayetullah Brucerdi'ye açık bir mektup yazarak son günlerde ortalıkta dolaşan bu söylenti konusunda gerçeği açıklayıp açıkça tavır koymasını istemişti. Bu açık mektuba Ayetullah Bruverdi cevap verecek ve söz konusu anayasa değişikliğine olumlu baktığı yolundaki söylentileri tekzipte bulunup yalanlayacaktı. Bu açıklamanın yapıldığı günlerde Lübnan'da sürgünde bulunan Ayetullah Kaşani de oradan yayınladığı bir bildiride şahın bu yeni kararlarından caydırılması gerektiğini vurgulamakta ve böyle bir girişime ciddiyetle karşı durulması gerektiğini hatırlatmaktaydı.

                          Meclisin 16. dönem seçimlerinde Ayetullah Kaşâni Tahran halkının oyunu alarak milletvekilliğini kazandı. Mücadeleci ve mücahit bir âlim olan Ayetullah Kâşani liderliğindeki din adamları kanadının Milli Cephe kanadıyla itilafta bulunup ortak bir siyaset izlemesi, siyasi terazi kefesinin "İran petrolünün millileştirilmesinden yana olan"lar lehine değişmesini sağlamış ve böylece şah, hem mecliste hem kamuoyunda büyük bir yenilgi almıştı. Bu arada, Ayetullah Kaşani'nin desteklediği "İslam Fedaileri" örgütü, şahın paravan ve kukla hükümetlerine ağır ve ürkütücü darbeler indiren muazzam operasyonlarda bulunmuş ve bu desteklerin gölgesinde yürüyen Milli Cephe lideri dr. Musaddık, nihayet başbakanlık koltuğuna oturmayı başarmıştı. Çok geçmeden Tahran H.Ş. 1331 Tir'inde (1952 yazı) halkın toplu kıyamına şahit oldu. Artık İran halkı niceden beridir yüreğinde taşıdığı emellerinden birine kavuşmuş ve İngiltere tarafından hortumlanan İran petrolleri millileştirilmişti. Ne var ki çok geçmeden Musaddık-Ayetullah Kaşani koalisyonunda ciddi rahatsızlıklar görülmeye başladı; İslam Fedaileri, Ayetullah Kâşâni ve dr. Musaddık'la kurmay politikacıları arasındaki ihtilaflar bu grupları karşı karşıya getirecek noktaya ulaşmakta gecikmedi. Merhum Ayetullah Kâşâni, petrolün millileştirilmesine karşılık İngiltere'ye tazminat ödenmesine ısrarla karşı çıkmakta ve "asıl, İran'ın petrolünü 50 yıldır hortumlayıp yağmalamakta olan İngiltere'nin bize tazminat ödemesi gerekir!" demekteydi. Bu nedenle Ayetullah Kaşâni -ra- dr. Musaddık'ı tehditkâr bir dille uyarmış ve bu konuda zerrece taviz vermemesine, hiçbir görüşme ve müzakereye katılmamasını istemişti.

                          Diğer taraftan Musaddık, İngiltere'nin yerini Amerika'ya bırakmaya ve İran petrolleriyle diğer ekonomik ve sınaî dallarda işlerin Amerikan şirketlerine devredilmesini sağlamaya çalışıyordu ki, Ayetullah Kaşânî -ra- buna da kesinlikle karşı çıkmadaydı.

                          İhtilaf konularından biri de, hareket ve hükümette laik ve din karşıtı grup ve şahıslara sıcak bakılmaya başlanması ve İran Komunist Partisi olan Tudeh'e güvenilmesiydi. Başbakan Musaddık'ın yetkileri arttıkça milli hükümet kabinesinde bu grupların nüfuz ve etkinliği de artmış ve yavaş yavaş iktidara konmaya başlayan laik güçler, buna paralel olarak, din ve ulema aleyhine önceden hesaplanmış zehirli propagandalarını da başlattılar. Tudeh Partisi'nin ihanetleri doruğa çıkmış, hareketin dinci kanadı iyice sahne dışı bırakılmıştı. Amerika bu fırsatı kaçırmayarak harekete geçti ve H.Ş.1332 Hordad'ının 28'inde gerçekleştirdiği bir darbeyle şahı yeniden tahta oturtarak muhalifleri sindirip Pehlei hanedanının tekrar saltanat kurmasını sağladı.

                          Rahmetli İmam Humeyni'nin -ks- daha sonraları yaptığı konuşma ve mesajlar, onun bu birleşme ve koalisyonun hezimetle sonuçlanacağını daha ilk başlardan beri kuvvetle tahmin ettiğini gösterir niteliktedir. Nitekim milli hareket, sömürü karşıtı gayelerinin önemli bir kısmında başarılı olmuş, birçok amacına ulaşabilmişti; ama petrolün millileştirilmesi zaten belli bir zaman ve süreç için kısıtlılıklar getirecekti, bu nedenle de hareketin uzun süreçte idamesini garantilemesi beklenemezdi.




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: Uyanış Destanı...


                            Hareketin milliyetçi kanadı, halkın bağrından gelen dinci kanadın gaye ve sloganlarına inanan insanlardan oluşmuyordu. Müşterek ve bir liderin olmayışı, garazkâr ve maksatlı elemanların sızmış bulunması, Müslüman İran milletinin uzun vadede desteğini arkasına alabilecek ortak siyasi ve kültürel hedefler taşımaması gibi faktörlerin yanı sıra; Amerika'nın türlü komploları ve diğer ecnebi ülkelerden gelen çeşitli baskılar, hareketin aynı çizgide devam etmesini imkânsız kılmadaydı. Petrolü Millileştirme Hareketi; aslında sosyal, siyasi ve kültürel açılardan Meşrutiyet hareketinin küçük bir kopyasıydı; nitekim onunla aynı zaaf ve güçleri paylaşan bu hareket, Meşrutiyet hareketinin uğradığı akıbete uğramış, her iki hareket de aynı akıbetle son bulmuştur. Hatta hareketin dinci kanadında bile görüş birliği ve toplu destek yoktu. İslam Fedaileri ve Ayetullah Kâşani'nin faaliyet ve çalışmaları, o dönemin güçlü taklit mercii olan Ayetullah'il uzmâ Brucerdi tarafından destek görmediği gibi, yer yer çeşitli nedenlerle belirgin ihtilaflar bile göze çarpmadaydı.

                            Bu ağır ve kritik şartlar altında, Kum'da bulunan Ayetullah'il uzma Hansari'nin açık desteğiyle; İmam Humeyni -ks- gibi şahsiyetlerin zımnî desteklerinin mevcut gidişatı etkilemesi mümkün değildi.


                            Her hal-ü kârda, mazlum, İran milleti Milli Petrol Hareketi'nin tadını henüz alamamışken, kısa sürede başlayan ihtilaflar ve iktidar sonrası hızla artan anlaşmazlıklarla vuku bulan tatsız gelişmeler, 28 Mordad darbesinin olanca acılığıyla milletin midesine oturmasına neden oldu. İslam Fedaileri bu darbeden yılmadılar ve faaliyetlerini sürdürmeye devam ettiler, ama iki yıl sonra (H.Ş. 25.8.1334'te) Cento İttifakını imzalamak için Bağdad'a gitmeye hazırlanan dönemin başbakanı Hüseyin Alâ'ya karşı giriştikleri terör eyleminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine örgütün liderleri tutuklanacak ve 1334 Dey ayında şahın gizli askerî mahkemesinde göstermelik bir şekilde yargılandıktan sonra idam mangasının önüne sürüldüler.

                            İmam Humeyni -ks- ve diğer ulemanın bütün girişimlerine rağmen bu yiğit Müslümanların idamı engellenemedi. İslam Fedaileri'nin hiçbir ciddi engelle karşılaşılmaksızın kolayca idam sehpasına çıkarılması İmam'a çok ağır gelmiş, ancak fevkalade azimli ve sabırlı bir ruha sahip olan İmam için bu gelişme, mücadelesinin daha sonraki merhaleleri için kıymetli bir tecrübe olmuştur.


                            Şah ve saray erkânı, bu kanlı darbeden sonra, daha önceki dönemlerden çok farklı bir şekilde ve kelimenin tam anlamıyla Amerika'nın emrine girmiş, bu ülkenin tasmalı uşağı haline gelmişlerdi; şimdi İran'da İngilizlerin yerini tamamen Amerikalılar almıştı artık. Amerikalılar süratle işe başlamış; H.Ş. 1336 (1957)'da İran gizli istihbaratı Savak'ı kurarak hemen faaliyete geçirip şahın muhaliflerini acımasızca ortadan kaldırmış ve Amerikancı bir takım reformlar için gerekli ortamı hazırlayabilmek maksadıyla ülkede korkunç bir baskı, polis rejimi ve Savaş kasırgası estirmeye başlamışlardı. Amerikan şirketleri, selefleri İngiltere'nin konumunu elde edip ondan boşalan yerleri doldurabilmek maksadıyla 1330-1340'lı yıllarda Fars Körfezi'ne akın ettiler. Bu arada Amerika'yla Sovyetler arasındaki şiddetli rekabet ve soğuk savaş, stratejik Fars Körfezi'ndeki hassasiyetlerin doruğa tırmanmasına neden olmuştu.



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #15
                              Ynt: Uyanış Destanı...


                              Beyaz saray, İran'ın ve Ortadoğu bölgesinin petrollerine tek başına sahiplenmeyi kurmadaydı. Bu amacını gerçekleştirme doğrultusunda, Fars Körfezi'nde ABD'nin jandarmalığını yapabilecek ve bölgede Batı'nın çıkarlarını koruma vazifesini üstlenebilecek kimse olarak şahı, bölgedeki diğer rejimlere tercih etmişti. Amerika'nın şaha bunca önem verip onu bunca desteklemesinin ardında yatan çok önemli bir neden de; bölgedeki Arap ülkelerinin günün birinde işgalci Siyonist İsrail'e mutlaka karşı çıkacaklarını ve bu ikisi arasında savaşın kaçınılmaz olacağını önceden hesaplamış ve buna büyük bir ihtimal payı vermiş olmasıydı. Şahın psikolojik yapısı ve Pehlevi hanedanının güdümlü ve bağımlı karakteri, İslam dünyasında yaratılmak istenen çatlak ve uçurum için en uygun faktör durumundaydı ve ABD bu faktörü azami derecede kullanmaya kararlıydı. Bu macerada petrolün çok önemli bir rol oynayacağı muhakkaktı. Bölgenin bütün petrollerini elinde bulunduran Müslüman Arap ülkeleriyle, Filistin topraklarını açıkça işgal etmeye başlayan Yahudi Siyonist İsrail arasında patlak vermesi kaçınılmaz görünen bu muhtemel savaş durumunda ne kadar ciddi bir enerji kriziyle karşı karşıya kalacağını çok iyi bilen batı; İran'daki petrol yataklarını bulup hemen kullanıma geçirmek için kolları sıvamış, yine aynı amaçla, söz konusu muhtemel krizi asgariye indirebilmek için şah rejiminin istikrar ve güvenliğini sağlamaya öncelik vermişti.

                              İran geleneksel tarımcılığının ekonomik ve sosyal yapısı, Amerikalıların İran'daki çıkarlarını garantileyebilmek için gerçekleştirmeyi düşündükleri reform girişimleri önünde önemli bir engel teşkil etmedeydi. Bu şartlar altındaki bir İran; genellikle Amerika'dan satın alınacak askeri teçhizatla Amerikan şirketlerinin ürettikleri malların tüketimine harcanacak olan yüksek rakamlı petrol gelirlerini kendi iç piyasasında kullanabilecek durumda değildi elbet.


                              Binaenaleyh İran'ın şartlarını söz konusu ABD sömürüsüne daha müsait bir doğrultuda değişime uğratabilmek amacıyla senato ve şura meclislerine çeşitli projeler sunuldu, yasa tasarıları düzenlendi. Daha sonraları Pehlevi rejiminin üst düzey yetkililerinin de itiraf edeceği ve İran'daki ABD büyükelçiliği -casusluk yuvası-nda ele geçirilen gizli belgelerin de açıkça ortaya koyacağı üzere bu proje ve yasa tasarılarının önemli bir kısmı ya bizzat Amerika'da, ya da bu ülkenin Tahran'daki büyükelçiliğinde hazırlanıp düzenlenmişti!

                              "Toprak Reformu" projesi, şahın Ak Devrimi'nin prensiplerini halka kabul ettirmek için ortam hazırlama yolunda atılmış bir deneme adımıydı. İnceden inceye hesaplanmış ilk adımdı bu. Toprak reformu yoğun propagandalarla halka sunuldu; "toprak ağalarına ve hanlığa karşı mücadele, yoksul çiftçilere toprak dağıtımı ve arazilerin köylüler arasında bölüştürülmesi, üretim ve mahsulün arttırılması" gibi çarpıcı sloganlarla desteklenip süslendi.

                              Bu reformun perde arkasını bilip de itiraza kalkışacak olanlar "feodallerden yana olmak"la suçlanıyor, kolayca zan altında bırakılıyordu. Amerika'yla şah rejiminin 1340'lı yıllardaki bu yeni girişim ve atakları sırasında İran halkı iki acı hadise daha yaşıyordu ki bunlardan biri H.Ş. 10 Ferverdin'de (1340) Ayetullah'il uzma Bruverdi hazretlerinin vefatıydı. Bu âlimin oldukça değerli ilmi ve sosyal çalışmaları, ulema kavramı ve müessesesinin bir kez daha en güvenilir ve dürüst sığınak olarak İran halkının gündemine gelmesini sağlamış, bu da şah rejimin iğrenç plânlarını gerçekleştirmesini engelleyin önemli bir faktör olmuştu. Bu nedenle onun ölümü, doldurulması imkânsız bir boşluk sayılmadaydı. Yine aynı yılın İsfend ayında, bir zamanlar adı bile şahı dehşete uğratmaya yeten yiğit ve mücadeleci âlim Ayetullah Kâşani de vefat etti. İmam Humeyni -ks- Ayetullah Brucerdi'nin rıhletinden sonra Kum medresesindeki birçok alim ve mukallidin, taklid merciiliğini kabullenmesi yolundaki bütün ısrarlarına, tıpkı geçmişte olduğu gibi red cevabı verdi ve bu konuda kendi mukallidlerinin yoğun çabaları karşısında direnerek fevkalâde bir zühd ve takva örneği sergileyih dünyevi makam ve itibarların kendisi için zerrece kıymet ifade etmediğini bir kez daha herkese görtermiş oldu. Oysa ki Ayetullah Brucerdi'nin rıhletinden 5 yıl önce İmam Humeyni, Urve't-il Vuska'nın bütün bablarına fetva yazmayı tamamlamış ve yine aynı yıllarda Vesile't-il Necât kitabına yazdığı haşiye de, bir ameli risale -tam ilmihal- olarak tamamlanmıştı. İmam'ın dünya ve dünyevî herşeye karşı sergilediği fevkalâde takvâ ve zühdü; onun Kırk Hadis Şerhi, Sırrususalât ve Namazın Âdabı gibi burcu burcu insanî kemal, ahlak ve irfan kokan derin anlamlı eserlerinde bariz bir şekilde müşahede edebilmek mümkündür ki, İmam'ın bu kitapları mezkur iki hadisenin vukuundan yıllar önce kaleme almış olduğu herkesçe bilinmektedir.


                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum

                              YUKARI ÇIK
                              Çalışıyor...
                              X