Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    KIRK HADİS ŞERHİ..


    2. Bölüm: Peygamberler, Seçkinler ve Mü’minlerin İmtihanının Şiddetine Dair

    Bil ki, bundan önce de insanın ortaya koyduğu her davranışın ve hatta beden mülkünde gerçekleşen ve nefsin idrakine ait olan her şeyin nefsin üzerinde bir etkisinin olduğu belirtilmişti. Bunlar ister iyi ameller olsunlar, ister kötü ameller, değişmez. Rivayetler dilinde bu durum “beyaz nokta” ve “siyah nokta” olarak ifade edilmektedir.

    Mesela insanın yediklerinden içtiklerinden veya eşinden elde ettiği her lezzet nefis üzerinde etki bırakır, ruhun derinliklerinde o şeye karşı ilgi ve muhabbet doğar ve nefsin ona olan ilgisi artar. Bunlara ne kadar rağbet edilirse nefsin bu aleme duyduğu ilgi ve sevgi de o oranda şiddetlenir. Nefs dünyaya bağlanır ve dünyaya güveni artar. Dünya sevgisi üzere yetişir ve dünyaya adet edinir. Aldığı zevk artıkça bu sevgisi daha da kökleşir. Hayat şartları ne oranda rahatlaşıp kolayla-şırsa, dünyaya ilgi duyma ağacı o oranda gelişip serpilir ve nefs ne oranda dünyaya yönelirse, Hak’tan ve ahiret aleminden de o oranda gafilleşir. Ne zaman ki nefsin bütün esasları dünyevileşir, o zaman bü-tün eğilimleri maddi ve dünyevi bir hal alır. Hak Teala’dan O’nun ke-rem diyarından yüz çevirir. Böylece “Yere yapışıp kaldı ve hevesine tabi oldu” diye ifade edilen bir hale gelir.

    O halde lezzet ve iştah denizine dalmak, muhakkak dünyayı sev-meyi doğurur. Dünyayı sevmek, ondan başkasına nefret etmeyi bera-berinde getirir ve mülk alemine yönelmek, melekut aleminden gafil olmaya neden olur. Nitekim bunun tersine, eğer insan herhangi bir şeyden kötülük görürse, nefste o şeye karşı nefret doğar. Onun nefis-teki sureti ne oranda güçlü ve belirgin olursa, batınî nefret de o oranda güçlü olur. Nitekim bir kişi herhangi bir şehirden geçerken bir hastalığa yakalansa, iç ve dış sıkıntılarla yüz yüze gelse, derhal oradan nefret duyar ve ayrılmak ister. Hastalık ve sıkıntı ne oranda fazla olursa, kaçma arzusu ve nefret de o oranda fazla olur. Daha iyi bir şehir bili-yorsa hemen oraya göç eder. Yok eğer oraya gidemiyorsa hasretini çeker ve gönlünü oraya hicret ettirir.

    O halde eğer insanın bu dünyadan elde ettiği şey sadece bela, sıkın-tı ve rahatsızlıklar olursa ve dünya, üstüne fitne ve sıkıntı dalgalarını salıp durursa, hemen dünyadan nefret duymaya başlar, ona olan ilgisi azalır ve dünyaya güvenmeme durumu ortaya çıkar. Eğer başka bir aleme itikadı varsa ve elem ve sıkıntıdan arınmış bir diyarın varlığından haberdarsa, derhal o diyara sefer eder. Eğer cismani sefere gücü yetmiyorsa, ruhani yönden sefer eder ve gönlünü oraya gönderir.

    Çok açıktır ki bütün ruhsal, ahlakî ve ameli fesatlar dünyayı sev-mekten ve Hak Teala ve ahiretten gafil olmaktan kaynaklanmaktadır. Dünya sevgisi her günahın anasıdır. Buna karşılık bütün nefsani, ah-lakî ve ameli ıslahat da Hakk’a ve O’nun kerem diyarına yönelmek, dünyaya ilgi duymayıp onun süslerinden yüz çevirmek ve onlara gü-venmemekten kaynaklanmaktadır.

    Demek ki bu ön bilgilerden de anlaşıldığı gibi Allah-u Teala’nın kime lütuf ve inayeti daha fazla ise ve merhameti kimin haline daha şamil ise onu o oranda da bu dünyadan ve içindeki süslerden uzaklaş-tırır. Bela ve fitne dalgalarını daha çok üstüne salar ki ruhu bu dünya-dan ve süsünden uzaklaşsın, imanı oranında hicret alemine yönelsin ve gönlünün yüzü o tarafa yönelik olsun. Belalara tahammül etmek için bu bir tek husus, yeter de artar bile.

    Hadis-i şeriflerde de bu manaya işaret edilmektedir:

    “Hz. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki Allah-u Teala kişinin seferden dönünce hediye getirerek ailesinin gönlünü aldığı gibi bela ile gönlünü alır ve onu tıpkı hekimin hastayı perhiz ettirmesi gibi dünyadan perhiz ettirir”

    Aynı anlamda bir hadis daha vardır. Ama Hakk’ın bazı kullarına muhabbet göstermesi ve Zat-ı Akdes’in bunlara büyük yardımlarda bulunmasının (Allah muhafaza) anlamsız ve yersiz bir şey olduğu sa-nılmasın. Aksine, mü’min bir Allah kulunun Rabbine doğru attığı her adımla birlikte Hakk’ın yardımı o kula yönelir ve Hak Teala ona daha da bir yakınlaşır. İmanın dereceleri ve başarının sebeplerini hazırlamak ile karanlık bir yolda elinde bir lamba ile yürüyen insana benzer. Bu lamba, attığı her adımda önünü aydınlatır ve bir sonraki adımı atmasına zemin hazırlar. İnsan da ahiret yönünde attığı her adımla yolunun aydınlanmasını sağlar ve Hakk’ın ona olan inayeti artar, kendisine yakınlaşmanın yolunu kolaylaştırır ve kendisinden uzaklaşmayı güç-leştirir. Hak Teala’nın enbiya ve evliyaya olan ezeli yardımı, onların teklif çağında itaat edeceklerine dair Allah’ın var olan ezeli ilminden ötürüdür. Nitekim eğer iki çocuğunuz varsa ve daha bebekliklerinden itibaren bunlardan birinin sizi razı ve memnun etmek için elinden geleni yapacağını, öbürünün ise sizi daima üzeceğini biliyorsanız, şüphesiz ilkini daha bebekliğinden itibaren daha çok sevecek ve ona daha çok ilgi göstereceksiniz.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      KIRK HADİS ŞERHİ..


      Allah’ın has kullarının belalara şiddetli bir şekilde düçar olmalarının bir diğer sebebi de, onların bu sıkıntı ve belalarda hemen Allah’ı hatır-lamaları, Hak Teala’ya münacatta bulunmaları ve O’nun zikir ve fik-riyle ünsiyet edinmeleridir.

      İnsanoğlu doğası gereği bela ve sıkıntılarla yüz yüze geldiğinde hemen kendisini kurtaracağını sandığı her vesileye sarılır. Buna karşılık rahat ve huzurlu olduğu sıralarda da gaflete sürüklenir. Allah’ın has kulları ise Allah’tan başka bir dayanakları olmadığından hemen O’na yönelir, kutsal dergahına bağlanır ve Allah-u Teala da onlara özel inayetinden dolayı onlar için dergahına bağlanma ortamını sağlar. Bu ve önceki husus elbette peygamberler ve kamil veliler hakkında doğru değildir. Zira onların makamı bundan çok daha kutsaldır ve de kalpleri dünyaya bağlanmaktan veya Hakk’a teveccühlerinde bir değişimin oluşmasından çok daha güçlü bir haldedir. Peygamberler ve kamil veliler belki de batınî nur ve ruhani keşifle Allah’ın bu dünyaya ve süslerine lütuf gözüyle bakmadığını ve dünya ile dünyada olan her şeyin Allah’ın mukaddes dergahında bir hiç olduğunu buldukları için; yoksulluğu zenginliğe, belayı esenliğe ve sıkıntıyı diğer durumlara tercih etmişlerdir. Nitekim hadis-i şeriflerde bu hususun delil ve tanık-ları da bulunmaktadır.

      Bir hadis-i şerifte Cebrail’in yeryüzünün bütün hazinelerinin anah-tarlarını Hz. Peygamber’e sunup bunları kabul etmesi halinde uhrevi makamından hiç bir şey de kaybetmeyeceğini belirttiği, ama Hz. Pey-gamber’in (s.a.a) Hak Teala karşısında tevazu göstererek bunları kabul etmediği ve yoksulluğu tercih ettiği de ifade edilmektedir.

      Kafi’de senedi Hz. Sadık’a ulaşan bir hadiste şöyle yer almıştır:

      “Kafir Allah katında o kadar aşağılıktır ki eğer Allah’tan dünyayı ve içindekilerin tümünü istese, Allah ona verir.”

      Bir diğer hadiste ise Allah-u Teala’nın cisimler alemini yaratma-sından itibaren bu aleme lütuf nazarıyla bakmadığı belirtilmektedir.

      Mü’minlerin bu şiddetli belalara maruz kalmasının bir diğer yönü de rivayetlerde de ifade edildiği gibi onlar için kimi makamların bu-lunması ve bu makamlara belalara katlanmanın dışında bir yolla eri-şememeleridir. Belki de bu makamlar, dünyadan uzaklaşmak ve Hakk’a yönelip yakınlaşmanın batınî suretidir. Ayrıca bu bela ve sı-kıntıların melekutî suretlerinin bulunması ve belalara maruz kalma ve mülk aleminde zuhur etme dışında bu suretlere erişmenin mümkün olmaması da ihtimal dahilindedir. Nitekim bu konuda Kafi’de senedi Hz. Sadık’a (a.s) ulaşan bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

      “Muhakkak ki her kulun Allah’ın katında bir derece ve makamı vardır ki o makama şu iki haslet dışında bir yolla erişemez: Ya malını, mülkünü yitirmesi veya cismani bir bela ve rahatsızlığın erişmesi.”

      Hz. Seyyidu’ş-Şuheda İmam Hüseyin’in (a.s) şahadetiyle ilgili ri-vayette de Resulullah’ı (s.a.a) rüyasında gördüğü ve Hz. Peygamber’in kendisine “Senin için cennette bir derece vardır ki o dereceye şahadetin dışında bir yolla erişemezsin.” Diye buyurduğu yer almıştır.

      Şüphesiz Allah yolunda şehid düşmenin melekutî suretinin insanın mülk diyarında zuhur etmesi dışında bir yolla elde edilmesi mümkün değildir. Nitekim bu yüce ilimlerde delillerle de ispatlanmıştır ve mütevatir rivayetlerde de her amelin öbür alemde bir suretinin olduğu ifade edilmiştir.

      Kafi’de Hz. Sadık’tan (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

      “Muhakkak ki ecrin büyüğü belanın büyüklüğüyle elde edilir ve Allah hangi topluluğu sevmiş ise onları belaya düçar kılmıştır.”

      Bu konuda daha pek çok hadis rivayet edilmiştir.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        KIRK HADİS ŞERHİ..


        3. Bölüm: Peygamberlerin Nefret Edilen Hastalıklara Düçar Olmalarına Dair

        Büyük Muhaddis Meclisi (r.a) şöyle buyuruyor: “Bu hadislerde (yani peygamberlerin belalara maruz kalmasıyla ilgili Şia ve Ehl-i Sünnet’ten rivayet edilen hadislerde) peygamberler ve evliyanın hissi ve cismani hastalıklarda sair insanlar gibi oldukları hususu gayet açık-tır. Hatta onlar, ecirlerinin daha fazla olabilmesi ve üstün derecelere erişebilmeleri için, bu tür sıkıntılara, diğer insanlardan daha evla bir durumdadırlar. Bu durum onların sahip olduğu makama da ters düş-memektedir. Aksine bu, onların makamını daha da bir sabit kılmakta-dır. Çünkü eğer bu tür sıkıntılara uğramazlarsa gösterdikleri mucize ve harikuladeliklerden ötürü Hıristiyanların kendi peygamberleri için söyledikleri sözler, kendileri hakkında da söylenir ve bu belirtilen se-bep rivayetlerde de yer almıştır.”
        Derin araştırmacı ve büyük hikmet sahibi Tusi (r.a) Tecrid’de pey-gamberlerin kendisinden beri olmaları gereken durum hakkında şöyle buyurmaktadır: “Kendisinden nefret edilen her şey (peygamberlerden uzak bulunmalıdır) .”

        İslam alimlerinin allamesi Ayetullah Şeyh Cemaluddin Hasan b. Yusuf b. Ali b. Mutahhar Hilli (H. K. 648-726) ise bunun tefsirinde şöyle demiştir: “Peygamberlerin, altını tutamama, cüzam ve abraş has-talığı gibi hastalıklardan münezzeh olmaları lazımdır; çünkü bunlar nefrete sebeb olur ve nefrete sebeb olmaları da bi’setin hedeflerine aykırı düşer.”

        Yazar ise şöyle diyor: Peygamberlik makamı nefsani kemale ve ru-hani makamlara tabidir, cismani makamlarla bir ilgisi yoktur ve cismani hastalık ve noksanlıklar onların ruhani makamlarına herhangi bir zarar veremez. Nefret çeken hastalıklar onların kemalini tekit etmese ve sahip oldukları dereceyi göstermese bile en azından onların yüce-liklerinden ve makamlarının azametinden hiç bir şey eksiltemez. Nite-kim bu duruma işaret edilmiştir. Ama bu iki araştırmacının kendisinden söz ettikleri durum da gözden uzak tutulabilecek bir şey değildir. Çünkü halkın geneli dereceler arasındaki farkı tespit edecek durumda olmadığından, cismani noksanlığın ruhani noksanlıktan kaynaklandı-ğını veya onun bir gereği olduğunu düşünmektedirler ve kimi noksan-lıkları yüce makamlara aykırı görmektedirler. Bu yüzden Hakk’ın ina-yeti, şeriat ve risalet sahibi peygamberlerin bu tür nefret çeken hasta-lıklara düçar olmasına izin vermemektedir. O halde peygamberlerin bu tür illetlere düçar olmamaları bunların nübüvvet makamı için bir noksanlık teşkil etmelerinden ötürü değil, olsa olsa tebliğin daha etkili olması içindir. Dolayısıyla da şeriat sahibi olmayan kimi peygamber-lerin, büyük velilerin ve mü’minlerin bu tür hastalıklara düçar olmaları için herhangi bir engel yoktur. Nitekim Hz. Eyyub ve Hz. Habib Neccar bunlara düçar oldular ve Hz. Eyyub’ün bu belaya maruz kal-masıyla ilgili pek çok rivayet mevcuttur.

        Ebi Basir rivayet ettiği uzun bir hadiste Ebu Abdullah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Onu aklı ve iki gözü dışında bedenine musallat etti. İblis ona üfledi ve başından ayaklarına kadar bir yara açıldı. Uzun bir zaman böyle kaldı. Allah’a hamd ve şükürler etti. Sonunda vücuduna kurt düştü. Kurt bedeninden çıkınca onu çıktığı yere tekrar iade ediyor ve “Allah’ın seni yarattığı yere tekrar dön” diyordu. Böylece pis bir koku ortaya çıktı. Köy halkı onu köyden çıkararak köyün dışındaki çöplüğe attı.”

        Kafi’de, Ebu Basir’in, İmam Sadık’tan (a.s) naklettiği rivayette şöyle yer almıştır: “İmam Sadık’a, (a.s) “Kur’an’ı okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın. Şeytan’ın iman eden ve rablerine tevekkül edenler üzerinde sultası yoktur” ayetini sorunca şöyle buyurdu: “Ey Eba Muhammed! Vallahi şeytan mü’minin bedenine musallat olur, ama dinine musallat olamaz. Nitekim Eyyub’a musallat oldu ve onun şeklini çirkinleştirdi, ama dinine musallat ola-madı. Mü’minlerin de bedenlerine musallat olabilir, ama dinlerine musallat olamaz.”

        Kafi kendi senediyle Naciye’den şöyle dediğini nakletmektedir: “İmam Bakır’a (a.s) “Muğire, “Mü’min cüzam, abraş vb. hastalıklara düçar olmaz” diyor” diye sordum. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurdu: “O, kolu felçli (veya titrek) olan Sahib-i Yasin’den (Habib-i Neccar’dan) habersizdir.” İmam daha sonra elini felçlilerin eline ben-zeterek şöyle buyurdu: “Sanki ben onun felçli (veya titrek) eliyle gele-rek onları uyardığını görür gibiyim. Ertesi gün tekrar yanlarına gelince onu öldürdüler. Sonra İmam şöyle buyurdu: “Mü’min her belaya düçar olur, her şeyden ölebilir ama, kendi nefsini öldürmez.”

        Sahib-i Yasin, Habib-i Neccar’dır. Çoğu nüshalarda var olan “tekni” ise Meclisi’nin buyurduğu üzere “kramp girmek ve eti dökülmek” anlamındadır. Meclisi’nin dediğine göre güya cüzam parmaklarına kramp girmesine neden olmuştur. Bu söz tartışılabilir.

        Bu ve benzeri bir çok hadisten de anlaşıldığı gibi müminler ve pey-gamberler kimi zaman bazı maslahatlar gereği nefret çekici hastalıklara düçar olabilirler. Gerçi bu rivayetlerin aksine, Hz. Eyyub’ün (a.s) başına şeklini değiştiren ve bedeninin kokmasına neden olan bu türden bir hastalık geldiğine ilişkin sözleri reddeden rivayetler de vardır , ama onlara değinmek hem sözü çok uzatacaktır ve hem de bunun pek bir yararı da yoktur.

        Hasılı, bu tür hastalıklar mü’minlerin ve nebilerin (a.s) haline her-hangi bir noksanlık teşkil etmez. Aksine olsa olsa makamlarını yüceltir ve onları daha yüksek mertebelere çıkarır. Doğrusu Allah bilir.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          KIRK HADİS ŞERHİ..


          4. Bölüm: Dünyanın Hak Teala’nın Mükafat ve Ceza Diyarı Olmadığına Dair

          Bil ki, dünya alemi sahip olduğu noksanlık, zaaf ve kusurlardan ötürü ne Hak Teala’nın kerem ve sevap ve ne de ceza ve azap diyarıdır. Çünkü Hakk’ın kerem diyarı, nimetleri halis ve azaptan uzak, rahatı da yorgunluk ve sıkıntı icab ettirmeyen bir alemdir ve bu alemde böyle bir nimet mümkün değildir. Çünkü bu diyar zahmet diyarıdır ve her nimeti zahmet ve sıkıntılarla iç içedir. Hatta filozoflar, “Bu alemin lezzetleri, elemleri defetmek kabilindendir.” demişlerdir. Dolayısıyla lezzetlerinin acılara sebep olduğu söylenebilir. Zira burada her lezzet sıkıntı ve acının ardından gelmektedir. Hatta bu alemin maddesi, halis rahmeti ve nimeti kabul edecek bir yapıda değildir. Aynı şekilde bu alemin azap, zahmet ve sıkıntısı da halis değildir. Her sıkıntısı da ni-metler ile iç içedir. Bu alemdeki hiçbir acı, dert ve sıkıntı halis değildir. Bu alemin maddesi halis ve mutlak azabı kabul edecek bir yapıya sahip değildir. Allah’ın azap yurdu ise salt ve halis azabın olduğu yerdir. Oranın acı ve sıkıntıları bu alemdeki gibi sadece belli organları kapsamamaktadır. Bu alemde organlardan biri salim ve rahat iken bir diğeri acı ve sıkıntı içinde olabilmektedir.

          Nitekim yorumlamaya çalıştığımız hadis-i şerif de bu zikredilen bazı hususlara işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala bu dünyayı mü’min için mükafat ve kafir için ceza diyarı kılmamıştır.” Allah’ın bazı müminleri belaya uğratması da bu dünyayı mümin için mükafat ve kafir içinse ceza yurdu kılmamış olduğundandır. Burası görev diyarıdır, ahiretin tarlasıdır ve kazanç alemidir. Ahiret alemi ise mükafat ve ceza, sevap ve ceza diyarıdır. Hak Teala’nın bu dünyada günah ve sapkınlığa sürükleneni veya birine haksızlık ve zulüm edeni derhal cezalandırıp engellemesini bekleyenler bunun sünnetullaha ay-kırı olduğundan gafil olanlardır.

          Burası imtihan diyarı ve mutlu ile mutsuzun, itaatkar ile asinin bir-birinden ayrılıp ayıklandığı alemdir. Burası aktüellerin zuhur ettiği alemdir, amellerin ve melekelerin sonuçlarının ortaya çıktığı alem değil. Eğer Hak Teala nadiren bu zalimi derde müptela kılıyorsa, denilebilir ki bu, Hak Teala’nın o zalime bir lütfüdür. Eğer zulüm ve günah ehlini kendi hallerine bırakırsa aşama aşama azaba yaklaştırma sayılır bu. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur:

          “Onları bilmedikleri yerden aşama aşama (azaba) yaklaştıra-cağız. Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım metindir (ondan kurtuluş yoktur) .”

          Hakeza şöyle buyurmuştur: “Küfredenler, kendilerine vermiş ol-duğumuz mühletin sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanma-sınlar. Biz onlara ancak, günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Küçültücü azab onlaradır.”

          Mecme’ul-Beyan’da Hz. Sadık’tan (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Bir kul günah işlediğinde onun için bir nimet yenilenir ve böylece bu günahından istiğfar etmeyi terk eder; işte bu onu bilme-diği yerden aşama aşama (azaba) yaklaştırmaktır.”

          5. Bölüm: Ruhsal İptilanın Şiddetinin İdrakin Şiddetine Tabi Olduğuna Dair

          “Kimin dini gevşek ve aklı zayıf ise, belası da az olur.” Hadis-i şe-rifinin gerisinden de anlaşıldığı üzere belalar hem cismani olabilirler ve hem de ruhani.

          Zira akılları zayıf ve idrakleri yetersiz kimseler, akıl ve idraklerinin kapasitesi oranında ruhani belâlardan ve aklî sıkıntılardan uzak kalırlar. Buna karşılık akılları kamil ve idrakleri güçlü olanlar ise akılları kemali ve idraklerinin şiddeti oranında ruhsal sıkıntıları şiddetli olur. İdrakler ne oranda mükemmel ve ruh haleti ne kadar güçlü olursa, belalar o oranda çok ve duyumsanması o oranda şiddetlidir. Bu nedenle Hz. Resulullah’ın (s.a.a) “Hiç bir peygamber benim çektiğim kadar eziyet çekmemiştir” buyruğu da bu anlama delalet ediyor olabilir. Çünkü rububiyetin azamet ve celaletini kim daha çok idrak eder ve Hakk’ın (c. c) mukaddes makamını kim daha iyi tanırsa, kulların isyanından ve haram işlemelerinden daha çok etkilenir ve acı çeker. Aynı şekilde, kimin Allah’ın kullarına merhamet, inayet ve şefkati fazla ise onların sapkınlık ve kötülüklerinden daha çok eziyet çeker. Şüphesiz Hatemu’n-Nebiyyin (s.a.a) bu makamda ve diğer kemal aşamalarından enbiya, evliya ve diğer insanlardan dahi kamil bir mertebedeydi ve bu nedenle de çektiği sıkıntılar daha çok ve acısı daha fazlaydı. Ayrıca bu hususun bir diğer yorumu da vardır, ama burada zikretmek uygun değildir. Şüphesiz Allah bilendir ve de hamd Allah’a mahsustur.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            KIRK HADİS ŞERHİ..


            Onaltıncı Hadis: Sabır

            بِاِسنادِنا المُتَّصِلَةِ اِلی ثِقَةِ الاِسلامِ وَ المُسلِمينَ، فَخرِ الطائِفةِ الحَقَّةِ وَ مُقَدَّمِهِم مُحَمَّد بنِ يَعقُوبَ الکُلَينی –رضوان الله عنه- عَن عِدَّةٍ مِن اَصحابِنا، عَن اَحمَدَ بنِ مُحَمَّدِ بن خالد، عَن اَبيه، عن عَلِیَّ بنِ النُعمانِ، عَن عَبدِاللهِ بنِ مُسکانَ، عَن ابی بَصيرٍ قال: سَمِعتُ اَبا عَبدِالله عَلَيه السلام يَقُولُ: اِنَّ الحُرَّ حُرٌّ عَلی جَميعِ اَحوالِهِ، اِن نابَتهُ نائِبَة صَبَرَ لَها، وَ اِن تَداکَّت عَلَيهِ المَصائِبُ لَم تَکسِرهُ، وَ اِن اُسِرَ وَ قُهِرَ، وَاستبدلَ باليُسرِ عُسراً، کَما کان يُوسُفُ الصِّديقُ الاَمينُ لَم يضرر حُرِيَّتَهُ اَن استُعبِدَ وَ فُهِرَ وَ اُسِرَ وَ لَم تضررهُ ظُلمُة الجُبّ وَ وَحشَتُهُ وَ ما نالَهُ اَن مَنَّ الله عَلَيهِ فَجَعَلَ الجَبّارَ العاتِیَ لَهُ عَبداًَ بَعدَ اِذ کانَ (له) مالِکاً، فَارسَلَه وَ رَحيمَ بِهِ اُمَّة وَ کَذالِکَ الصَّبرُ يُعقبُ خيراًً فَاصبِروا وَ وَطِّنُو اَنفُسَکُم عَلی الصَّبرِ توجَروا.

            Ebu Basir’in naklettiğine göre, Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyur-muştur: “Özgür kişi her haliyle özgürdür. Başına musibet gelirse sab-reder. Esir ve mağlup düşse bile musibetler ona diz çöktüremez ve zorluğu kolaylığa dönüştürür. Nitekim doğru ve emin Yusuf’un (a.s) köleleştirilmesi, esir edilmesi ve mağlup olması onun özgürlüğüne herhangi bir zarar veremedi. Ne kuyunun karanlığı, ne korkusu ve ne de diğer musibetler ona bir zarar verebildi. . Derken Allah ona lütufta bulundu ve önceden melik olduğu halde zorba mütekebbiri kendisine kul kıldı. Sonra da onu peygamber seçti ve onun sayesinde bir ümmete rahmette bulundu. İşte sabır bu şekilde ardından hayrı getirir. O halde sabredin, sabırla donanın ki ecre ulaşasınız.”


            Şerh

            “Naibe” kelimesi “Nevaib” kelimesinin tekilidir. Hadiseler ve nazil olan önemli olaylar anlamındadır. Sihah’ta yer aldığına göre ise musi-bet anlamındadır.

            “Dekke” ise “Dakka” yani “vurmak, çarpmak” anlamındadır. Sihah’ta şöyle yer almıştır: “Edukkuhu dekken iza zerebtuhu ve kesertuhu hatta seveytuhu bil arz” (Ona öyle bir darbe vurdum ve kır-dım ki yerle bir oldu. )

            “Tedakket aleyh” cümlesi de “tedakkat” anlamındadır. Toplanma ve izdiham anlamına da gelmiştir. Nitekim Nihaye’de yer aldığına göre Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Susuz develerin su içtikleri yere toplantıkları gibi etrafıma toplandınız.” Nihaye’de ayrıca nakledil-diğine göre, “Dekk” kelimesi “kesr” anlamındadır. Bu hadis-i şerifte de “Lem teksuruhu” cümlesi münasebetiyle birinci anlam daha uy-gundur. Gerçi ikinci anlam da münasiptir.
            “İn usere” cümlesindeki “in” kelimesi bağlantı edatıdır. “Kuhire ve İstebdele” kelimeleri ise ona atfedilmiştir. Meclisi (r.a) şöyle buyur-muştur: “Bazı nüshalarda “İstebdele bil usri yusra” şeklinde yer almış-tır.” O halde “Lem teksirhu” cümlesine atfedilmiştir ve sabrın niha-yetini ifade etmektedir.
            “En ustu’bide” cümlesi de mef’ul için bina edilmiş bir fiildir. Öznesi ise “lem yezrur” cümlesidir. Mir’et’ul-Ukul’daki nüshada ise “ba” harfi “ayn” harfinden önce yer almıştır. Vesail’de ise “ayn” harfi “ba” harfinden önce nakledilmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Mir’at’ın nüshası katibin hatasından kaynaklanmıştır. Gerçi onun anlamı da doğru olabilir. Ama hadis-i şerifteki makama uygun olanı Vesail’de yer alan nüshadır.

            “Ma nalehu” cümlesi de “zulmet’ul-cubbi” cümlesine atfedilmiştir. Yani, “ona kardeşlerinin zulmü, hüzün ve belalar zarar veremedi” an-lamındadır.
            “En mennellah” cümlesinde ise zahiren “ila” edatı takdirdedir ve de her iki yerde de çatışma babından "len tezrur" cümlesine aittir. Merhum Meclisi bu konuda bir çok ihtimaller zikretmiştir ki nakletmek sözü uzatacağından geçiyoruz.

            “Önceden melik olduğu halde zorba mütekebbiri kendisine kul kıl-dı” cümlesi de, “ona itaatkar kıldı” anlamındadır.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              KIRK HADİS ŞERHİ..


              1. Bölüm: Şehvete Esir Olmanın Bütün Esaretlerin Kaynağı Olduğuna Dair

              Bil ki eğer insan şehvet ve nefsani hevaların boyunduruğu altına gi-rerse, bu bağımlılığı, zillet ve kulluğu esareti miktarınca günbegün şiddetlenir. Buradaki kulluğun anlamı, kişinin birine boyun eğmesi ve ona tam anlamıyla itaat etmesidir. Şehvet ve nefs-i emmareye boyun eğen insan da bunların kulu ve kölesidir. Onlar neyi emrederlerse tam anlamıyla yerine getirir ve onların huzurunda tam bir köle gibi davranır. Derken durum öyle bir noktaya ulaşır ki, onlara itaat etmeye gökleri ve yeri yaratana itaat etmekten daha fazla önem vermeye başlar. Onlara kul olmayı hakiki Maliku’l Müluk’ün kulluğuna tercih eder. Böylece hem izzetini, hem de özgürlük ve bağımsızlığını kaybeder. Gönlünü zillet, yoksulluk ve kulluk tozları örter ve dünya ehlinin kulu kölesi olur. Kalbi dünya ehlinin ve görkem sahiplerinin önünde secdeye varır ve nefsani arzularını tatmin etmek maksadıyla türdeşlerinden minnet ve zillet çeker, horluğa katlanır. Karnını ve belden aşağısını tatmin etmek için alçalır. Şehvet ve nefsin esiri olduğu sürece şeref, yiğitlik ve özgürlüğünü vermekten sakınmaz. O uğurda önüne gelene boyun eğip kulluk eder. Değersiz kimselerin minnetine katlanır ve eğer sayesinde hayali bile olsa arzusuna ulaşabilecekse, halkın en değersizine ve en reziline yaltaklanıp durur.

              Şehvetlerinin ve dünyanın kulu kölesi olanlar ve nefsin hevasının boyunduruğunu boyunlarına geçirenler, dünyalıklarını kendisinden bekledikleri veya umdukları herkese kulluk ederler. Bunlar zahirde ne kadar izzet ve iffetten dem vururlarsa vursunlar, salt hiledir. Amel ve sözleri iddialarını yalanlar. Bu esaret ve kölelik kişiyi her zaman sıkıntı, zillet, bitkinlik ve rezilliğe sürükler. Bu nedenle, şeref ve izzet-i nefs sahibi insanların ne edip edip kendilerini bundan korumaları gerekir. Bu pislikten arınmak ve bu zillet boyunduruğundan kurtulmanın yolu da nefsin esaslı bir şekilde tedavi edilmesidir. Bu tedavi ise yararlı ilim ve amel ile mümkündür. Buradaki amel, şer’î prensiplere riayet ve nefse muhalefet etmektir. Nefsi dünyaya ifrat derecesinde bağlılıktan ve şehvete tabi olmaktan bir süreliğine uzak tutmak gerekir. Böylece nefs, hayırlara ve kemallere adet edinir.

              Buradaki ilimden maksat ise, kişinin kendi nefsine ve kalbine diğer mahlukatın da kendisi gibi güçsüz, muhtaç ve fakir olduklarını kabul ettirmesi ve diğer yaratılmışların da kendisi gibi her alanda mutlak gani olan Allah’a muhtaç olduklarını tam anlamıyla idrak etmesidir. Onların da kendisi gibi kimsenin ihtiyacına cevap veremeyeceklerini ve nefsin onlardan niyazda bulunup kendilerine kul köle olmasını gerektirecek bir özelliğe sahip olmadıklarını bilmesi ve onlara izzet, şeref ve mal mülk lütfeden Kadir-i Mutlak’ın bunu herkese lütfedebilecek durumda olduğunu anlamasıdır.
              İnsanın karnını doyurmak veya şehvetini tatmin etmek için bunca zillet ve horlanmaya razı ve elinden hiç bir şey gelmeyen, kendisi himmete muhtaç, zelil ve cahil insanların minnetine katlanması ger-çekten büyük bir ayıptır!

              Eğer minnet altına gireceksen Ganiyy-i Mutlak, yer ve göklerin ya-ratıcısının minneti altına gir ki onun şefkat ve rahmeti sayesinde her iki dünyada mutlu olasın ve kula kul olma boyunduruğunu boynundan atasın. “Allah’a kul olmanın özü, özgürlük ve rububiyettir.” Hakk’a kul olmak, tek bir merkezi mihvere yönelmek ve ilahî egemenlik şem-siyesi altında bütün saltanatları yok saymak sayesinde kalpte öyle bir hal vücuda gelir ki kişi rububiyetin huzurundan ve kendilerine itaatin Hakk’a itaat sayıldığı kimselerin huzurundan başka bir huzurda boyun eğmez ve başka bir kimseye itaat etmez. Eğer işler ters gider de bir dem başkalarının egemenliği altına girerse, bir an bile sarsılmaz ve nefsin bağımsızlık ve özgürlüğü korunmuş kalır. Nitekim Hz. Yusuf ve Hz. Lokman’ın (a.s) zahirî ubudiyet altına girmek zorunda kalmalarının onların kalbi özgürlüklerine hiç bir zarar vermemiş olması gibi.

              Peki ya yücelik ve nefs özgürlüğünden zerre kadar nasib almamış zahirî egemenlik ve güç sahipleri? Onlar zelil birer kul ve nefs ve hevanın itaatkar köleleridirler ve bu nedenle de naçiz ve değersiz yara-tıklara bile yaltaklanırlar.



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                KIRK HADİS ŞERHİ..


                Hz. Ali b. Hüseyin’in (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

                “Ben dünyayı yaratıcısından bile istemeye haya ederken, nasıl olur da kendim gibi bir yaratılmıştan isterim.”

                Ey aziz! Eğer dünyayı istemekten utanmıyorsan, hiç değilse kendin gibi zayıf bir yaratılmıştan dileme onu. Bil ki yaratılmışlarda senin dünyanı bayındır kılacak güç yoktur. Farz edelim bir kulun iradesini bin bir minnet ve zillet ile celbettin, ama onun Hak mülkünde iradesi geçersizdir ve hiç kimse Malik el-Müluk’un memleketinde hüküm yü-rütemez. O halde bu birkaç günlük dünya hayatı ve geçici şehvetler uğruna naçiz halka yaltaklanma, rabbinden gafil olma, özgürlüğünü ve bağımsızlığını koru, kulluk ve esaret boyunduruğunu boynundan çıka-rıp at ve her halükarda azad ol. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

                “Özgür kişi her haliyle özgürdür.”

                Bil ki zenginlik gönül zenginliğindedir ve ihtiyaçsızlık ruhun hal-lerinden biridir. İnsana bağlı olmayan dış hususlarda zenginlik yoktur. Ben servet ve mal mülk sahibi öyle kimseler gördüm ki söyledikleri şeyleri haya sahibi hiç bir yoksul söyleyemezdi. Oldukça utanç verici şeylerden söz ediyorlardı. O biçarelerin gönlünü zillet ve rezalet külleri kaplamıştı. Yahudiler dünyanın en zengin kişileri olmalarına rağmen yüzlerinden daima zillet ve yoksulluk okunmakta ve bütün ömürlerini zahmet, alçalma, acz ve sefalet içinde geçirmektedirler. Bu, o gönül yoksulluğu ve ruh zilletinden başka bir şey midir?

                Züht ehlinin arasında öylelerini gördüm ki gönülleri öylesine zengin ve ihtiyaçsızdı ki bütün dünya mülküne en ufak bir değer bile vermiyorlar ve Hak Teala’dan başka hiç kimseyi ihtiyaçlarını arz et-meye değer bulmuyorlardı. Sen de dünya ve makam ehlinin haline bir bak da durumlarını gözden geçir. Göreceksin ki onların halk önündeki zillet ve yaltaklanmaları herkesten daha fazladır ve halkın önünde eği-lip durmaktadırlar. Kimi mürit severler ve irşad iddiasındaki kişiler de birkaç gün için karınlarını doyurup belden aşağılarını tatmin etmek için alçalmakta ve nice zilletlere katlanmaktadırlar. Müridin muradı istemesinden çok, murad müridi taleb etmektedir. Kaldı ki bu iki istek arasında da büyük farklar vardır. Müridin isteği yanlışlık içinde olsa bile ilahî ve ruhanidir. Muradın isteği ise dünyevi ve şeytanidir.

                Bu zikredilenler dünyevi zillet ve fesatlardır. Eğer perdeler kaldırı-lırsa şehvet ve hevanın zincir boyundurukları altındaki bu esaretin nasıl bir suret olduğu görülecektir. Belki de Allah’ın haber verdiği o yetmiş zir’a uzunluğundaki zincir ve zindan, bu dünyada şehvet ve gazabın esareti altında olmanın (o alemdeki) suretidir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Yaptıklarının karşılığını hazır bulacaklardır.” Hakeza şöyle buyuruyor: “Herkesin kazandığı iyilik lehine ve kazandığı kötülük de kendi aleyhinedir.”

                O alemde başımıza gelen her şey kendi amellerimizin suretidir. O halde şehvet ve hevaların sarmaşık zincirlerini parçala, gönlünü buka-ğıdan azad et, esaretten kurtul ve bu alemde özgürce yaşa ki öbür alemde de özgür olasın. Değilse, bu sureti orada da hazır bulacaksın. Ne korkunç esarettir o! Öyle ki, Allah’ın velileri mutlak özgürlüğe eriştikleri halde, bu durum karşısında gönülleri öylesine titriyor ve in-liyorlardı ki akıllar şaşar.



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  KIRK HADİS ŞERHİ..


                  2. Bölüm: Nefse Esaretin Kötü Sonuçları Fesatları

                  Her ne kadar bu söylenenler bilinen ve tekrar edilip duran şeylerse de bunda herhangi bir sakınca yoktur. Nefsi uyarmak ve hakkı tekrar-lamak güzel bir şeydir. Zikir, vird ve ibadette tekrarın makbul olması da bundadır. Bundan maksat nefsi alıştırmak ve riyazet ehli kılmaktır. O halde ey aziz! Tekrardan sıkılma ve bil ki insan nefs ve şehvetin esiri oldukça ve şehvetin uzun zincirleri boynuna bağlı durdukça, hiç bir manevi ve ruhani makama erişemez, nefsin batınî egemenliği ve etkili iradesi ortaya çıkamaz ve ruhani kemal makamlarının en büyüğü olan nefsin bağımsızlık ve izzeti meydana gelemez. Aksine bu esaret ve zillet, insanı nefsin buyruklarından dışarı çıkamaz hale getirir. Nefis ve şeytanın deruni egemenliği güçlendiği için, bunlar sadece günahlarla de yetinmezler ve yavaş yavaş kişiyi küçük günahlardan büyüklerine, orada da inanç gevşemesine, oradan fikirlerin zulmetine, oradan inkar darlığına ve oradan da peygamberlere ve evliyaya düşmanlık etmeye sürükler. Bir kez onlara boyun eğen kişi kolay kolay kurtulamaz. O hal-de bu kulluk ve esaretin sonu çok vahimdir ve insanı çok korkunç bir noktaya sürükleyebilir. Haline acıyan akıllı kişinin ne edip edip kendini bu esaretten kurtarması ve henüz eli ayağı tutar haldeyken, genç ve zindeyken ve sağlık durumu elverişliyken, bu duruma karşı kıyam etmesi gerekir. Bir süre haline dikkat etmeli ve geçmişte bu duruma düçar olanların nelerle karşılaştıklarını hatırda tutmalıdır. Kalbine bu üç beş günlük hayatın gelip geçici olduğunu kabul ettirmeli ve Resul-i Ek-rem’in (s.a.a) buyruğu olan şu hakikati tam anlamıyla idrak etmelidir. “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Eğer birkaç gün içinde ekin ekmezsek ve salih ameller işlemezsek fırsat elden çıkar. Ölüm vakti erişip de öbür alem başladığında bütün amellerin sonu gelir ve umutlar boşa çıkar. Eğer Allah göstermesin şehvete kulluk ve çeşit çeşit nefsani hevaların esiri durumunda iken ölüm meleği çıkagelirse, şeytanın son hamlesini yapıp insanın elinden imanını alması, Hakk Teala, peygamberler ve velilere düşmanlık içinde göçüp gitme duygusu aşılayarak böylece son amacına da erişmesi mümkündür. Ama bu perdenin ardında ne talihsizlikler, karanlıklar ve korkunç durumların olduğunu Allah bilmektedir.

                  O halde ey habis nefs ve ey gafil gönül! Uykudan uyan ve yıllardır seni ifsad edip duran, seni esarete düçar kılan ve nereye istiyorsa oraya sürükleyen, seni her türlü uygunsuz amel ve davranışa davet eden bu düşman karşısında kıyam et, bu boyundurukları kır ve zincirleri parçala, özgür ol, zillet ve alçalmayı bir yana bırak ve Hakk’ın (c. c) kulluğu gölgesi altına gir ki her türlü kulluk ve kölelikten özgür olup her iki alemde de mutlak ilahî egemenliğe nail olasın.

                  Ey aziz! Her ne kadar bu alem ceza diyarı ve Hakk’ın egemenliğinin açığa vurulduğu mekan değilse ve mü’minin zindanı ise de, eğer nefsin esaretinden kurtulup Hakk’a kul olmaya yönelir, gönlünü muvahhid kılar, ruhundaki pasları giderir ve gönlünü mutlak kemal mihverine yönlendirirsen, bu alemde de bunun etkisini açıkça müşahede edersin. Gönlünde öylesine büyük bir ferahlık vücuda gelir ki, gönlün, ilahî kemalin mükemmel bir tecelli merkezi olur ve bütün alemlerden daha geniş bir hal alır: “Ne yere sığarım ne göğe, ama mümin kulumun gönlü alır beni.”

                  Gönülde öylesine büyük bir zenginlik vücuda gelir ki bütün zahirî ve batınî diyarları naçiz görürsün ve iraden öylesine güçlenir ki Maliku’l Müluk’a bağlanır ve her iki alemi de kendine layık görmezsin.
                  “Şehvete bağlandığından kuşu tavuk görmüşsün Kurtul ki insanlık kuşunu görebilesin.”


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    KIRK HADİS ŞERHİ..


                    3. Bölüm: Sabrın Anlamına ve Sabrın Nefsin Boyunduruğun-dan Kurtulmanın Sonucu Olduğuna Dair

                    Nefsin boyunduruğundan ve esaretinden kurtulup özgür olmanın büyük sonuçlarından ve muazzam semerelerinden birisi de sıkıntı ve belalara sabretmedir.

                    Şimdi de sabrı kısaca tanımlayıp kısım ve semerelerini ve özgürlükle olan ilişkisini anlatmamız icab etmektedir.
                    Hak taifesinin araştırmacısı, ilim ve amelde mükemmel bir şahsiyet olan Nasiruddin Tusi’nin (r.a) yaptığı tanıma göre sabır, nefsi istenil-meyen ve hoşlanılmayan bir durum karşısında tahammülsüzlükten ko-rumak anlamındadır. Meşhur arif ve muhakkik Menazil us-Sairin’de şöyle buyuruyor: “Sabır, sonucu kestirilemeyen gizli sıkıntılardan şi-kayet etmekten nefsi sakındırmaktır.”

                    Bil ki sabır makamı, orta düzeydekilerin bir makamı sayılmıştır. Çünkü musibet ve belaları mekruh sayan ve bu yüzden onlardan kaçı-nan bir nefsin marifet makamı noksandır. Nitekim kazaya rıza ve bela-lardan hoşnut olma makamı, daha yüce bir makamdır, ama bu makam da orta düzeydekilerin makamlarından biri sayılmıştır. Aynı şekilde, günaha karşı taatta sabretmek de, ibadetin sırları ile günah ve itaatin suretlerine yönelik marifetin bir noksanlığıdır. Çünkü ibadetin hakika-tini idrak eden ve onun güzel uhrevi suretlerine iman eden ve aynı şe-kilde günahların korkunç uhrevi suretlerinden haberdar olan kişi için sahip olduğu konum bakımından sabrın anlamı yoktur. Hatta bu husus tersten işler. Eğer hoşnut olacağı rahat bir durumda bulunsa veya du-rumu herhangi bir ibadeti terk etmesine ya da günaha sürüklenmesine yol açsa, o rahat durum karşısında, belalar karşısında sabreden kimse-den daha çok rahatsız olur ve sabırsızlık gösterir. Nitekim salih kul, ubudiyet görevini bilen, makam ve keramet sahibi Ali b. Tavus’tan (r.a) buluğa erdiği teklif gününü kutladığı, sevindiği ve o günü bayram saydığı nakledilmiştir. Zira Allah Tebareke ve Teala o gün kendisine itaat etmesine izin verdiği için onu kıvançlı kılmıştı. Acaba bu latif ruh için itaati, batında gizli olan istenmeyen durumlara sabretmek ola-rak saymak mümkün müdür? Biz neredeyiz, bu Allah’ın emrine itaat eden kullar nerede?! Biz Allah’ın bizlere zorla yüklediğini sanıyor, teklifi bir zahmet sayıyoruz. Eğer bizden biri zahmet çeker de vaktinde ibadetini eda edecek olursa, “İnsan bu işi yapmalı ve kendini bir an önce bu işten kurtarmalıdır” demektedir. Bütün talihsizliklerimiz, ce-haletten ve iman noksanlığı veya yokluğundandır.

                    Her halükarda gerçek anlamıyla sabır, nefsin, gizli sıkıntılar karşı-sında sabırsızlık göstermekten sakındırılmasıdır. Hidayet imamları veya yüce peygamberlere ilişkin olarak sabır adı altında rivayet edilen hususların, beşer tabiatı gereği etkileyen cismani rahatsızlıklara sab-retmek şeklinde olması veya sevgi ehlinin yüce makamlarından birisi olan sevgilinin ayrılığına sabretmek olması muhtemeldir ki daha sonra bu hususa işaret edilecektir. Değilse, taat, günah ve belalar karşısında sabretmek sadece onlar açısından değil, hatta onların tabileri açısından bile anlam ifade etmez.

                    Tanınmış arif Kemaleddin Abdurrezzak Kaşani “Menazil” şerhinde şöyle diyor: “Sabır şikayetten kaçınmadır. Bu şikayetten maksat kulla-ra yapılan şikayettir. Yoksa Allah’ın mukaddes dergahına şikayette bulunmak, sabretmeye aykırı değildir. Nitekim Hz. Eyyub da Allah’a şikayette bulunmuştur: “Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokun-durdu.” Allah-u Teala da onu şu sözleriyle övmüştür: “Doğrusu biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu, daima Allah’a yönelirdi.”

                    Hz. Yakub da şikayetini şöyle arz etmiştir: “Ben üzüntü ve tasamı Allah’a şikayet ettim.” Ama o, sabredicilerdendi ve hatta Allah’a şikayette bulunmayı terk etmek bir tür yiğitlenme ve iddiada bulun-madır.”

                    Yüce peygamberlerin ve masum imamların (a.s) siretlerinden de anlaşıldığı üzere, onların makamı sabır, rıza ve teslim makamından daha yüce olmasına rağmen, hiç bir zaman yaratıcının dergahından ni-yazda bulunma, aczini bildirme ve yalvarıp yakarmaktan uzak durma-dılar. İhtiyaç ve dileklerini Hak Teala’ya arz ettiler ve bu durum onla-rın ruhani makamlarında da ters düşmemektedir. Aksine, Allah’ı an-mak, mahbub ile üns ve halvet kurmak ve Mutlak Kamil’in azametine kulluk ve zillet izharında bulunmak, ariflerin son arzusu ve sâliklerin sülûkunun neticesidir.



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      KIRK HADİS ŞERHİ..


                      4. Bölüm: Sabrın Sonuçlarına Dair

                      Bil ki sabrın pek çok neticesi vardır ki riyazet ve nefs terbiyesi bun-lardandır.

                      Eğer insan başına gelen belalara, ibadetlerin doğurduğu zahmet ve sıkıntılara, kimi lezzetleri terk etmenin verdiği rahatsızlıklara Hak Te-ala’nın buyruğu doğrultusunda bir süreliğine sabreder ve zor olsa bile, bütün bu sıkıntılara katlanırsa, nefsi yavaş yavaş bu duruma alışır, güçlüklere katlanabilme gücünü kazanır ve bu yolla sabır makamından daha yücelere yükselerek diğer bir çok yüce makamlara erişir. Günahlar karşısında sabretmek, nefsin takva sahibi olması, itaat hususunda sabretmek, Hakk’a ünsiyet edinmek ve belalara sabretmek, şüphesiz ilahî kaza ve kaderden razı olma imkanını doğurur. Bunlar iman ve hatta irfanın ehlinin yüce makamlarındandır. Ehl-i Beyt hadislerinde sabırdan büyük bir övgüyle söz edilmiştir. Örneğin Kafi’de senedi Hz. Sadık’a ulaşan bir hadiste şöyle yer almıştır:

                      “Sabrın imanla münasebeti; başın bedenle olan münasebeti gibidir. Baş gittiğinde beden de gider. Aynı şekilde sabır gittiğinde de iman gider.”

                      Senedi Hz. Seccad Ali b. Hüseyin’e ulaşan başka bir hadiste ise şöyle buyurulmaktadır:

                      “Sabrın imanla olan münasebeti, başın bedenle münasebeti gibidir ve kimin sabrı yoksa, imanı da yoktur.”

                      Sabır, mutluluk kapılarının anahtarı ve helakten kurtulmanın en temel kaynağıdır. Sabır belaları insana kolaylaştırır, katlanır kılar, problemleri kolaylaştırır, azim ve iradeyi güçlendirir, ruha istikrar bahşeder, buna karşılık sabırsızlık bizatihi sahip olduğu rezaletin ve nefsin zayıflığını göstermenin yanı sıra, insanı sebatsızlaştırır, iradesini zayıflatır ve aklı gevşetir.

                      Büyük araştırmacı Hace Nasir (r.a) şöyle buyuruyor:

                      “Sabır batını ıstıraptan, dili şikayetten ve uzuvları adet dışı davra-nışlardan sakındırır.”

                      Sabırsız insanın kalbi ise tam tersine muzdarip ve korkulu, gönlü sarsıntılıdır ve bizatihi bu durum insanın musibetlerine eklenen bir musibet ve beladır, insanda rahat huzur bırakmamaktadır. Oysa sabır, musibeti hafifleştirir, kalbi belalar karşısında güçlendirir ve iradeyi musibetler karşısında galip kılar. Sabırsız ve dirençsiz insan uygun ol-sun veya olmasın herkese şikayette bulunur ve halk arasında rezil düşmeye ve gevşek biri olarak tanınmaya yol açmasının yanı sıra, ki-şinin melaiketullah ve rububiyet dergahının huzurunda değersiz bir hale gelmesine yol açar.
                      Hak’tan ve mutlak sevgiliden gelen bir musibete tahammül edeme-yen bir kul ve kendisinden binlerce nimet aldığı veliyy-i nimetinden bir musibet görünce herkese şikayette bulunan bir insanın, ne imanı olabi-lir? Hakk’ın mukaddes makamına ne teslimiyeti olabilir? O halde “Sabrı olmayanın imanı da yoktur” denilmesi yerinde bir husustur. Eğer Rabb’e iman etmiş isen, işlerin akışının O’nun kudret elinde ol-duğuna inanıyorsan ve O’ndan başka hiç kimseyi olup bitenlere ege-men saymıyorsan, şüphesiz olup bitenlerden Hak Teala’nın dışında bi-rine şikayette bulunamazsın, hatta onlara can-u gönülden katlanır ve Hak Teala’nın nimetlerine şükredersin.

                      O halde o batini ıstıraplar, o lisanî şikayetler ve azalarımızın uy-gunsuz hareketleri bizim ehl-i imandan olmadığımıza tanıklık etmek-tedir. Nimet mevcut olduğu sürece şeklen şükrediyoruz ve bunun da bir hakikati yoktur. Ne zaman ki bir musibete düçar olduk ve ya bir dert ve hastalıkla yüz yüze geldik, kullar nezdinde Hak Teala’yı şika-yette bulunuyoruz ve kinayeli bir dille olur olmaz herkese şikayet ye-tiştiriyoruz. Derken bu şikayet ve sabırsızlıklar yavaş yavaş Hak’tan ve kaza-i ilahiden nefret etme tohumları ekmeye başlar. Tohumlar yavaş yavaş yetişir ve serpilip boy atarak birer kuvveye dönüşürler. Hatta Allah göstermesin zatın batın sureti, Hak Teala’ya ve O’nun kaza ve kaderine tek parça kin haline dönüşür. O zaman dizginler elden kaçar ve insan durumun kontrolünü tamamen kaybeder, zahir ve batını Hak Teala’ya düşmanlık rengine bürünür ve bu halde öte dünyaya göçüp ebedi azap ve zulmetlere düçar olur. Kötü akıbetten ve zayıf imandan Allah’a sığınırım. O halde, “Sabır gidince iman da gider” denilmesi tamamen sahihtir.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        KIRK HADİS ŞERHİ..


                        O halde ey aziz! Bu husus çok önemli ve yol çok tehlikelidir. Can-u gönülden çaba harca, musibetlere tahammül et ve nefsine, sabırsızlığın bizahiti büyük bir utanç olmasının yanı sıra, o bela ve musibetlerin ortadan kalkmasına da hiç bir yarar sağlayamayacağını zayıf, kudretsiz ve güçsüz kullara kaza-i ilahiden ve Hakk’ın etkin iradesinden şi-kayette bulunmanın hiç bir yararı olmadığını anlat.

                        Nitekim Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte bu duruma işaret edile-rek şöyle yer almıştır:
                        “Sema’e şöyle diyor: “Ebu Hasan Kazım (a.s) bana, “Hacca git-mene ne engel oldu?” diye sorunca şöyle cevap verdim: “Canım sana feda olsun, büyük bir borcun altında kaldım ve malım mülküm elimden gitti ve boynuma kalan borcum giden malımdan daha fazla. Eğer dostlarımızdan biri beni bu durumdan kurtarmasaydı ben kendi başıma kurtulamazdım.” Bunun üzerine bana şöyle buyurdu: “Eğer sabreder-sen sana gıpta edilecek bir hale gelirsin, ama eğer sabretmezsen, ister bundan razı ol ister olma, Allah yine kendi hükmünü yürütüp ne yapa-caksa yapar.”

                        O halde demek ki sabırsızlığın hiç bir yararı yoktur, hatta çok kor-kunç zararları da vardır ve peşi sıra imanı alıp götüren bir musibet de getirmektedir. Oysa sabır muazzam bir sevap, güzel bir ecir ve berzahi güzel bir suret kazandırır. Nitekim yorumlamaya çalıştığımız hadis-i şerifin devamında şöyle buyurulmaktadır: “İşte sabır bu şekilde ar-dından hayrı getirir. O halde sabredin ve sabırla donanın ki ecre ula-şasınız.”

                        O halde bu alemde sabrın sonu hayırdır. Bu, Hz. Yusuf (a.s) örne-ğinden de açıkça anlaşılmaktadır ve sabır, ahirette de insanın sevab elde etmesine neden olmaktadır. Kafi’de senedi Ebu Hamza-i Sumali’ye (r.a) ulaşan bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
                        “Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir musibete düçar olup da ona sabreden bir mü’mine bin şehidin ecri vardır.”

                        Bu hususta daha pek çok hadis mevcuttur ve onlardan bir kısmını sonraki bölümlerde zikredeceğiz. Şu kadarını belirtelim ki sabrın ber-zahta çok güzel bir suretinin olacağı delillerle sabit olmakla birlikte, bu husus kimi hadis-i şeriflerde de zikredilmiştir. Nitekim Kafi’de senedi Hz. Sadık’a (a.s) ulaşan bir hadiste şöyle denilmektedir:

                        “Mü’min kişi kabre girdiğinde namazı sağında, zekatı solunda, iyi-likleri üzerinde ve sabrı da bir kenarda durur. Onu sorguya çekecek melekler gelince, sabır hemen; namaz, zekat ve iyiliklere şöyle der: “Dostunuzu koruyun. Eğer siz korumazsanız ben korurum onu.”


                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          KIRK HADİS ŞERHİ..


                          5. Bölüm: Sabrın Derecelerine Dair

                          Bil ki, hadis-i şeriflerden anlaşıldığı üzere sabrın dereceleri vardır ve ecir ve sevabı da dereceleri esasınca farklıdır. Nitekim Kafi’de senedi Muttakilerin Mevlası ve Mü’minlerin Emiri’ne (a.s) ulaşan şöyle bir hadis mevcuttur:

                          “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sabır üç çeşittir: Musibete sabretmek, taatta sabretmek, günah karşısında sabretmek. Güzelliğe dönüşünceye değin musibete sabreden (yani güzel bir sabır ile musi-betin şiddetini reddeden) kişiye Allah her bir dereceyle öbür derecenin arası, yerle göğün arası kadar olan üç yüz derece yazar. Taatta sabreden kişiye de Allah, her bir dereceyle öbür derecenin arası, yerin dibiyle arşın arası kadar olan altı yüz derece yazar ve günahlar karşı-sında sabreden kişiye de Allah her bir dereceyle öbür derecenin arası, yerin dibiyle arşın en üst noktası kadar olan dokuz yüz derece yazar.”

                          Bu hadis-i şeriften, günahlar karşısında sabretmenin diğer sabır mertebelerinden daha faziletli olduğu anlaşılmaktadır. Hem dereceleri daha fazladır ve hem de dereceleri arasındaki mesafe daha çoktur. Ay-rıca cennetin kapsamının da örtülü ve sınırlı olan bizlerin tahmininden çok daha fazla olduğu görülmektedir. Cennetin hudutlarına ilişkin, “Genişliği göklerle yer arası kadar olan” ayetinin de amel cenne-tine ilişkin olması icab eder. Ama bu hadiste yer alan hudutlarıyla cennet, ahlak cennetidir ve ahlak cennetinde ölçü, iradenin kuvvet ve kemalidir. Bu cenneti hiç bir sınırla sınırlandırmamak gerekir.

                          Kimileri şöyle demiştir: “Burada maksat yüksekliktir, o ayette ise genişlik söz konusudur.” Yani arada çelişki yoktur. Genişlikte birlik, ama yükseklikte farklılık mümkün bir durumdur.

                          Ama bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü buradaki genişlikten maksat, uzunluğun karşıtı olan genişlik, yani “en” değildir, genişlik ölçüsü, yani “mutlak anlamıyla genişlik” tir. Zaten yerin ve göğün de öyle örfi ve lügavi anlamda uzunluk ve genişliği yoktur. Her ne kadar terim olarak yerin “enlem” ve “boylam” ı varsa da, ilahî kitap, bu terimler doğrultusunda bir tanımla yapıyor değildir. Kafi’de senedi Hz. Sadık’a (a.s) ulaşan bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:

                          “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bir zaman gelecek ki ege-menlik, öldürme ve cebrin dışında bir yolla; zenginlik, gasb ve cimrilik dışında bir yolla; sevgi de dinden çıkma ve hevaya tabi olma dışında bir yolla elde edilmeyecek. Sizden o zamana ulaşıp da zengin olabilecek durumda iken yoksulluğa sabreden, halkın sevgisini kazanabilecek durumda iken onların gazap ve kinine sabreden ve izzet sahibi olabilecek durumda iken zelil sayılmaya sabreden kişiye Allah, beni tasdik eden elli sıddıkın sevabını bağışlar.”

                          Ayrıca Hz. Emiru’l Mü’minin’den (a.s) de bu muhtevada bir hadis rivayet edilmiştir. Özetle bu konuda pek çok hadis vardır. Ama biz bu birkaç hadis-i şerifle yetiniyoruz.


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            KIRK HADİS ŞERHİ..


                            6. Bölüm: Ma’rifet Ehlinin Sabır Derecelerine Dair

                            Bil ki, bu makama kadar zikredilen şeyler halkın orta kesiminin hallerine ilişkindi. Nitekim bu bölümlerin başında da belirttiğim gibi sabır, orta düzeydekilerin makamı sayılmıştır. Ama sabrın, ehl-i sülûk ve kemal ile evliyanın durumuna ilişkin dereceleri de vardır. Bu dere-celerden biri “Allah’ta sabır” makamıdır ve bu da mücahede konu-sunda sebat göstermek, ülfet ve ünsiyet edinilen şeyleri ve hatta bizahiti kendisini gerçek sevgili yolunda terk etmektir ve bu ehl-i sülûkun makamı ile ilgilidir.

                            Bir diğer makam da “Allah ile sabır” dır ve bu da huzur ehli olanlar (Allah’ın huzuruna varanlar) ile Allah’ın cemalini müşahede edenlerin; beşeriyet giysilerinden sıyrılarak, fiil ve sıfat örtülerinden soyutlanarak, kalbin isim ve sıfat tecellileriyle tecelli ederek, ünsiyet ve heybetten nasiplenerek, nefsini renklerden koruyarak ve de ünsiyet ve şuhud aşamasından ayrılarak ulaştıkları bir makamdır.

                            Diğer bir makam ise “Allah’tan sabır” dır ki, bu da şuhud ve âyan ehlinden aşık ve müştakların kendi alemlerine dönüşleri ve yeniden kesret aleminde yaşamaya başlamaları durumunda sahip oldukları bir makamdır. Bu; sabır derecelerinden en zoru ve en zahmetlisidir. Sâliklerin mevlası, kamillerin öncüsü ve Mü’minlerin Emiri Hz. Ali (a.s) “Kumeyl Duası”nda bu mertebeye işaret buyurmuştur:
                            “Faraza azabına sabrettim, ama senden ayrı olmaya nasıl sabre-deyim?”

                            Rivayet edildiğine göre muhiplerden bir genç, Şibli’ye sabır hak-kında sorarak şöyle dedi:
                            “Hangi sabır daha şiddetlidir?” Şibli, “Allah için sabır” dedi.

                            Genç, “Hayır” dedi. Şibli “ Allah vesilesiyle sabır” dedi. Genç, “Hayır” dedi. Şibli, “Allah hakkında sabır” dedi. Genç, “Hayır” dedi. Şibli, “Allah’ta sabır” dedi. Genç, “Hayır” dedi. Şibli, “Allah ile sabır” dedi. Genç “Hayır dedi. Şibli, “Peki hangisidir öyleyse?” diye sordu. Genç, “Allah’tan sabır” diye cevap verdi. Şibli çığlık atarak yere düşüp bayıldı.”

                            Diğer bir derece de “Allah vesilesiyle sabır” dır ki bu makam da temkin ve istikamet ehli içindir ve ayıldıktan ve Allah ile baki kaldık-tan sonra bu mertebeye erişirler. Ama bizim bu mertebelerden herhangi bir nasibimiz ve hazzımız olmadığından sözü burada kesiyoruz.
                            Başta da sonda da hamd Allah’a aittir Allah’ın selamı ve rahmeti Muhammed’e ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun.


                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              KIRK HADİS ŞERHİ..


                              Onyedinci Hadis: Tevbe

                              بِالسَّنَدِ المُتَّصِلِ اِلی الاِمامِ الاَقدَمِ حُجَّة الفِرقَةِ وَ رَئيس الاُمَّةِ، مُحَمَّدِ بنِ يَعقُوبَ الکُلَينی –رَضی الله عنه- عَن مُحَمَّدِبنِ يَحيی، عَن اَحمَدَبنِ مُحَمَّدِبنِ عيسی،عن الحَسَنِ بنِ مَحبوبٍ، عَن مُعاوِيَةَ بن وَهَبٍ قال: سَمِعتُ اَبا عَبدِ الله عليه السلام يَقول: اِذا تاب العَبدُ تَوبَةً نَصُوحاً اَحَبَّهُ الله فَسَتَرَ عَلَيهِ فی الدُّنيا وَ الاخِرَةِ. فَقُلتُ: وَ کَيفَ يَستُرُ عَلَيه؟ قال: يُنسی مَلَکَيهِ ما کَتَبا عَلَيهِ مِنَ الذُنوب، ثُمَّ يوحی اِلی جَوارِحِهِ: اُکتُمی عَلَيهِ ذُنُوبَهُ وَ يُوحی اِلی بِقاعِ الاَرضِ: اکتُمی عَلَيهِ ما کانَ يَعمَلُ عَلَيکِ مِنَ الذُّنُوبِ. فَيَلقی الله حينَ يَلقاهُ وَ لَيسَ شَیءٌ يَشهَدُ عَلَيه بِشَیءٍ مِنَ الذُّنُوب.


                              “Muaviye İbn Veheb’in işittiğine göre, Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir kul halis bir şekilde tevbe ederse, Allah’ın sevgisini kazanır ve Allah onu dünya ve ahirette örter.” İbn-i Veheb, “Nasıl ör-ter?” diye sorunca da İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “İki mele-ğine ona ilişkin yazdıkları günahları unutturup, o kişinin beden uzuv-larına, işlediği günahları gizli tutmalarını ve yeryüzüne de onun dün-yada işlediği suçları örtüp gizlemesini vahyeder. Bu nedenle Allah’ın huzuruna vardığı zaman aleyhine tanıklık edebilecek hiç bir şeyi kal-maz.”

                              Şerh

                              Tevbenin Hakikati Hakkında


                              Bil ki tevbe önemli ve güç bir menzildir. Tevbe, günahlar ve uy-gunsuz davranışlardan sonra, nefis ve ruhaniyet nurunun tabiat zulme-tiyle örtüldükten sonra tabiattan nefis ruhaniyetine doğru dönülmesi-dir.

                              Bu özet bilginin detayı ise şöyledir: Nefs, fıtratın başlangıcında her türlü kemal, cemal ve nurdan uzaktır. Aynı şekilde bunların karşıtla-rından da uzak bir haldedir ve mutlak çizgilerden arınmış, boş bir sayfa gibidir. Üzerinde ne ruhani kemalden eser vardır ne de bunun karşı-tından, ama özünde her türlü makama ulaşabilmenin kabiliyet nuru mevcuttur. Fıtratı doğruluk üzere ve mayası da zatî nurlarla yoğrulmuş haldedir. Bu nedenle günaha yöneldiğinde gönlünde bir karartı ortaya çıkar ve günah oranı arttıkça da bu karartı ve zulmet artar. Sonunda gönül tamamen kararır, fıtrat nuru söner ve ebedi mutsuzluğa düçar olur. Ama eğer henüz karanlık bütün gönlü sarmadan gaflet uykusun-dan uyanılır ve “yakza” (uyanma) aşamasından “tevbe” aşamasına ge-çilir ve inşallah ileride özetle zikredilecek şartlarıyla birlikte bu ma-kamdan nasiplenecek olursa, bu durumda karanlıktan ve zulmetten aslî fıtrat nuruna ve zatî ruhaniyete döner. Adeta yeniden o kemalattan ve zıtlarından arınmış boş bir sayfa haline döner. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Günahtan tövbe eden kişi hiç günahı olmayan kişi gibidir.”

                              O halde, tövbe; tabiat hükümlerinden, ruhaniyet ve fıtratın hüküm-lerine geri dönüştür. “İnabe” ise fıtrat ve ruhaniyetten Allah’a dönmek ve nefis evinden asıl hedefe hicret etmektir. O halde tövbe aşaması inabe aşamasından daha önceliklidir, ama bu hususun ayrıntılarına girmek konumuzun dışında kalmaktadır.



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                KIRK HADİS ŞERHİ..


                                1. Bölüm: Önemli Bir Nokta

                                Kurtuluş ve hidayet yolu yolcusunun şu önemli hususa dikkat et-mesi gerekir. İleride belirtilecek şartlarıyla sahih bir şekilde tövbe et-mek zor bir iştir ve insan bu makama çok az ulaşabilir. Çünkü günah işlemek ve özellikle de büyük günahlara sürüklenmek kişiyi tövbe et-mekten de tam anlamıyla gafil eder ve eğer günah ağacı insanın gönül tarlasında güçlü bir şekilde kök salarsa, çok kötü sonuçlar doğurur ki bunlardan bir tanesi de kişiyi tövbeden tamamen uzaklaştırmasıdır. Eğer o haldeki insanın hatırına nadiren de olsa tövbe etme düşüncesi erişse bile, yarına, öbür güne, gelecek aya, öbür aya erteleyerek kendi kendine, “Ömrümün sonunda, ihtiyarladığım zaman kesin bir şekilde tövbe ederim” diyerek oyalanıp durur. Oysa bunun Allah’a tuzak kurmaya çalışmak olduğundan gaflet eder. “Allah düzen kuranların en hayırlısıdır.”

                                Günah kökleri sağlamlaştıktan sonra insanın tövbeye yönelebilece-ğini veya tövbenin şartlarını yerine getirebileceğini sanma. O halde tövbenin baharı, günah yükünün daha hafif, gönül bulanıklığının ve batın zulmetinin daha az ve tövbenin şartlarının daha kolay olduğu gençlik günleridir.
                                Yaşlılıkta, insanın hırs ve tamaha kapıldığı, mal ve makamı sevdiği ve de uzun emellere sarıldığı tecrübelerle sabittir. Peygamber’den nakledilen hadisler de buna tanıklık etmektedir. Ama diyelim ki in-san yaşlılık günlerinde bu tövbe işine yeltenebildi ve bunu gerçekleşti-rebildi. Acaba ecelin gençlikte, isyana düştüğü bir halde erişmeyece-ğine ve kendisine mühlet verilerek yaşlılığa ulaşabileceğine ilişkin bir garantisi var mıdır? Yaşlıların azlığı ölümün gençlere yakın olduğunun delilidir. Elli bin nüfuslu bir şehirde seksen yaşına ulaşan elli kişi bile bulmak mümkün olmayabilmektedir.
                                O halde ey aziz! Şeytanın tuzaklarından kork ve “elli şu kadar yıl şehvetlerin peşinde koşar, sonra tövbe ederim” diyerek Allah’a oyun oynamaya kalkışma. Çünkü bu ham hayalden öteye gidemez.

                                Eğer hadis-i şerifte Hak Teala’nın bu ümmete lütufta bulunduğunu ve ölüm belirtilerinin görülmeye başladığı süreye kadar tövbelerini kabul buyuracağını okumuş veya işitmişsen , evet bu doğrudur. Ama heyhat ki tövbe o esnada insandan uzaklaşır. Tövbe sadece sözden mi ibarettir? Hayır, tövbenin gereğini yerine getirmek zahmetli bir iştir. Tövbeden dönmemenin azim ve gayreti için ilmî ve ameli riyazet la-zımdır. Aksi takdirde, pek az kişi kendiliğinden tövbe etmeyi düşünür ve tövbe etmeye muvaffak olur veya eğer muvaffak olur ise sıhhat, kabul ve kemal şartlarını yerine getirebilir. Ayrıca çoğu zaman daha tövbeyi düşünmeden veya hayata geçirmeden ecel erişebilir ve kişiyi bütün o günah yüküyle alıp götürebilir ve o zaman insanın ne sıkıntı ve eziyetlere düçar olacağını Allah bilir.

                                O alemde kişi kurtuluş ve mutluluk ehli olsa bile, günahlarını telafi etmek kolay bir iş değildir. İnsanların şefaate layık ve Erham’er Rahimin’in rahmetine nail olabilmesi için nice sıkıntı ve eziyetlere katlanması gerekecektir.

                                O halde ey aziz! En kısa zamanda toparlan, azmini güçlendir, ira-deni güçlü kıl ve daha gençken, dünya hayatındayken tövbe et, Al-lah’ın lütfettiği fırsatı elden kaçırma, şeytani aldatmalara ve nefs-i emmarenin tuzaklarına itibar etme.



                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X